Bebek Aşı Takvimi, Bir Aşı takviminin belirlenmesi
Çocukların Aşı Takvimi
Aşı takvimi belirlenirken birçok epidemiyolojik, teknolojik, lojistik ve sosyoekonomik unsur göz önünde bulundurulur. Ayrıca bu takvim, kolay uygulanabilmen ve toplum tarafından kabul edilebilmelidir.
Aşılamaya yalnızca hastalığın toplum açısından, düzeltilebilecek bir halk sağlığı sorunu yarattığı zaman ve eğer elde etkili aşılar varsa başvurulmalıdır.
Epidemiyolojik açıdan, uygulamalar arasında uzunca süreler bırakılmaması tercih edilir. Çocuklar, mümkün olduğunca çabuk ve erkenden aşılanmalıdır. Ayrıca bazı aşıların (kızamık) yaşla ilgili immünolojik etkinliği veya epidemiyolojik faktörler de (oral poliomyelit aşısının enterovirüsler etkisiyle istenilen sonucu vermemesi) göz önünde tutulmalıdır.
Aşı takviminin, toplum tarafından kabul edilebilir olması gerekir. Bu bakımdan şu noktaların üzerinde durulmalıdır:
- Toplumun mevsimsel ve günlük çalışma zamanları,
- Ulaşımı zorlaştıran hava değişikliklerinin mevsimi,
- Bağışıklama programına engel ya da destek olabilecek kültürel gelenek ve inanışlar.
Uygulama açısından bir aşı takvimi, her çocukta mümkün olan en az sayıda aşılama işlemini ve birçok aşının eşzamanlı olarak yapılabilmesini öngörmelidir.
Son olarak da aşılar, her zaman için gereken soğuk koşullarda (buzdolabı) saklanmalıdır.
Aşı takvimi, ekipten ekibe değişebilmektedir. Bir bağışıklama programının başarılı olması isteniyorsa, enjeksiyonların zamanlaması üzerinde titizlikle durulmalıdır; yıllık aşı sayısının ikiyi ya da üçü geçmemesi gerekir. Bugün kullanılan bağışıklama takvimlerinin hemen hepsi, bu kurala uymaktadır.
DSÖ tarafından GBP (genişletilmiş bağışıklama programı) çerçevesinde önerilen aşı takvimi, şu şekildedir:
Bebeklerin Aşı Takvimi
Yaş -----------------------Aşılar
Doğumda BCG + Oral polio
6. haftada DTP + Oral polio
10. haftada DTP + Oral polio
14. haftada DTP + Oral polio
9. ayda Kızamık
15. yaşta Tetanoz
GBP yakınlarda, oral polio aşısının doğumda, BCG ile birlikte uygulanmasını önermiştir.
Epidemiyolojik duruma bakılarak, bu takvime 3 aşı daha eklenebilir. Bunlar sarı humma, meningokok A+C ve hepatit B aşılarıdır.
Bu aşı takvimi, tatmin edici bir soğuk zincire ve kalifiye personele sahip sürekli bir aşı merkezi açısından idealdir. Basitleştirilmiş EPI çizelgelerinde yalnızca, 4-6 ay arayla iki enjeksiyon yapılması söz konusudur. Bu çizelgelerde DTCOO aşısı, konsantre bir inaktive poliomiyelit aşısıyla (lmovax Polio) birlikte uygulanır.
Oral poliomiyelit aşısının gelişmekte olan ülkelerdeki kullanımı, nispeten etkisiz olması nedeniyle pek güvenli sayılmamış ve inaktive aşı araştırmaları yoğunlaştırılmıştır.
Bazı biyolojik ve lojistik zorlukları, biyoteknolojik yeniliklerle yenmek mümkün olmuştur. Nitekim bazı yeni sellüler substratlar (VERO hücreleri) ve aşı üretimindeki yeni teknolojik gelişmeler, daha antijenik ve daha ucuz aşıların geliştirilmesine olanak tanımıştır. İnaktive bir poliomiyelit aşısı olan Saik aşısı, buna örnek gösterilebilir ve biyoteknolojik keşiflerden faydalanılan ilk aşı olmuştur.
Yarının aşıları gerekli enjeksiyon sayısını azaltarak daha az sayıda aşı uygulamasına olanak verecektir. Bu durumda halkının büyük bölümü kırsal kesimde yaşayan ve bu nedenle de kendilerine zor ulaşılan ülkelerde daha fazla sayıda kimseyi aşı koruması altına almak mümkün olacaktır.
Kuzey yarımküre ülkeleri, güney yarımküredekilerin, çocuklarında ihtiyaç duyulan yaşamsal öneme sahip aşıların gerektirdiği harcamaları yapamadıklarının farkındadır. Ayrıca son yıllarda dünyanın her yanında kendini gösteren ekonomik kriz, mevcut durumu daha da kötüleştirmiştir. Ancak ulusal ya da uluslararası, özel ya da resmi birçok kuruluşun Dünya Sağlık Orgütü'ne, Üçüncü Dünya ülkelerindeki bagışıklama programlarının finansmanında yardımcı olmaları, cesaret verici bir gelişmedir.
Bebeklerde Cocuklarda Bagisiklik Sistemi
Bebeklerde ve Çocuklarda Bağışıklık Sistemi
Daha önce de gördüğümüz gibi anneden pasif olarak alınan ve varlıklarını yaşamın ilk yılı boyunca devam ettiren antikorlar, bebeğin belirli virüs veya bakteri hastalıklarına karşı korunmasında başlıca rolü üstlenir. Buna karşılık yine bu maternal antikorlar, çocuk 1 yaşına girmeden önce yapılacak kızamık, kızamıkçık veya kabakulak aşılarının gerekli bağışıklığı sağlamasını engelleyebilir.
Bağışıklama konusunda hergün yeni ufuklar açılmaktadır. Ancak çocukların veya büyüklerin olası bütün enfeksiyon hastalıklarına karşı aşılanması ideal olsa bile, henüz elimizde bulunan bir olanak değildir.
Eğer çocuklar gereken şekilde korunabilecekse, bunun sırası, zamanı ve birlikte yapılacak aşılar belirlenmelidir. Burada amaç çocukların mümkün olduğunca erken yaştan itibaren, eldeki en etkili ve en basit olanaklarla nasıl korunabileceğinin saptanması olmalıdır.
Etkili bir bağışıklık için, temel aşıların doğru ve eksiksiz yapılması şarttır. Dozlar, enjeksiyon sayıları, bunların arasındaki süreler, ilk ve daha sonraki rapeller gerektiği şekilde uygulanmalıdır.
Enjeksiyonlar arasındaki ideal teorik sürenin 1 ay olduğu hatırlanmalıdır. Pratikte ise bir aylık süre antikorların gereken şekilde meydana gelmesi açısından uygundur, ancak enjeksiyonların zamanlamasında yapılacak herhangi bir değişiklik, bağışıklamanın başarısızlıkla sonuçlanacağı ve bütün aşılara yeniden başlanması gerektiği anlamına gelmez.
Bağışıklama sonrasındaki antikor titrasyonları, enjeksiyonlar arasındaki sürelerin uzatılmasının, enjeksiyon sayısında veya bağışıklama programında herhangi bir değişikliğe gerek olmadığını göstermiştir.
Gerçekten de birinci ve ikinci enjeksiyon arasındaki sürenin 3, ikinci ve üçüncü enjeksiyon arasındaki sürenin ise 6 aya uzatılabileceği; kontrollü çalışmalarda gösterilmiştir. Bu, rapel dozları için de geçerlidir ve daha önce de söylendiği gibi rapel, bağışıklama programının tamamlayıcısı değil, temel bir bölümüdür ve üçüncü enjeksiyondan 6-24 ay sonra yapılmalıdır. Daha son raki rapeller çocukluk döneminde her 5-7, erişkinlerde ise her 10 yılda bir tekrarlanır.
Enjeksiyonun yapılması geciktiğinde bağışıklama programına yeniden başlanmasına ve inokülasyonların tekrarlanmasına gerek yoktur. Programa yalnızca, ara verildiği yerden devam edilmeli ve bağışıklık, kişinin yaşına göre gereken sayıda enjeksiyonlar yapılarak tamamlanmalıdır
Daha önce de gördüğümüz gibi anneden pasif olarak alınan ve varlıklarını yaşamın ilk yılı boyunca devam ettiren antikorlar, bebeğin belirli virüs veya bakteri hastalıklarına karşı korunmasında başlıca rolü üstlenir. Buna karşılık yine bu maternal antikorlar, çocuk 1 yaşına girmeden önce yapılacak kızamık, kızamıkçık veya kabakulak aşılarının gerekli bağışıklığı sağlamasını engelleyebilir.
Bağışıklama konusunda hergün yeni ufuklar açılmaktadır. Ancak çocukların veya büyüklerin olası bütün enfeksiyon hastalıklarına karşı aşılanması ideal olsa bile, henüz elimizde bulunan bir olanak değildir.
Eğer çocuklar gereken şekilde korunabilecekse, bunun sırası, zamanı ve birlikte yapılacak aşılar belirlenmelidir. Burada amaç çocukların mümkün olduğunca erken yaştan itibaren, eldeki en etkili ve en basit olanaklarla nasıl korunabileceğinin saptanması olmalıdır.
Etkili bir bağışıklık için, temel aşıların doğru ve eksiksiz yapılması şarttır. Dozlar, enjeksiyon sayıları, bunların arasındaki süreler, ilk ve daha sonraki rapeller gerektiği şekilde uygulanmalıdır.
Enjeksiyonlar arasındaki ideal teorik sürenin 1 ay olduğu hatırlanmalıdır. Pratikte ise bir aylık süre antikorların gereken şekilde meydana gelmesi açısından uygundur, ancak enjeksiyonların zamanlamasında yapılacak herhangi bir değişiklik, bağışıklamanın başarısızlıkla sonuçlanacağı ve bütün aşılara yeniden başlanması gerektiği anlamına gelmez.
Bağışıklama sonrasındaki antikor titrasyonları, enjeksiyonlar arasındaki sürelerin uzatılmasının, enjeksiyon sayısında veya bağışıklama programında herhangi bir değişikliğe gerek olmadığını göstermiştir.
Gerçekten de birinci ve ikinci enjeksiyon arasındaki sürenin 3, ikinci ve üçüncü enjeksiyon arasındaki sürenin ise 6 aya uzatılabileceği; kontrollü çalışmalarda gösterilmiştir. Bu, rapel dozları için de geçerlidir ve daha önce de söylendiği gibi rapel, bağışıklama programının tamamlayıcısı değil, temel bir bölümüdür ve üçüncü enjeksiyondan 6-24 ay sonra yapılmalıdır. Daha son raki rapeller çocukluk döneminde her 5-7, erişkinlerde ise her 10 yılda bir tekrarlanır.
Enjeksiyonun yapılması geciktiğinde bağışıklama programına yeniden başlanmasına ve inokülasyonların tekrarlanmasına gerek yoktur. Programa yalnızca, ara verildiği yerden devam edilmeli ve bağışıklık, kişinin yaşına göre gereken sayıda enjeksiyonlar yapılarak tamamlanmalıdır
Bagisiklik Sistemi ve Bagisiklik Programi
Bağışıklık Sistemi Nedir
Bağışıklama Programı
Bağışıklamanın, enfeksiyon hastalıkları ile aynı mekanizmalara sahip olması nedeniyle; birindeki gelişme, diğerine de yansımıştır. Böylece ilerleyen aşı teknolojisi, enfeksiyon hastalıklarının anlaşılmasında büyük rol oynamıştır.
1955 yılından önce dünyada yaygın olarak kullanılan aşılar çok azdı. Bunlar daha çok difteri, tetanoz, çiçek, TAB ve BCG aşıları şeklindeydi.
Virüs kültürlerinin yapılabilmesi, bağışıklık da yeni ufuklar açarak virüs aşılarının gelişmesine olanak tanıdı. Günümüzde A, C, Y ve W 135 tipi menenjitlere, tifo Vi'ye ve pnömokoklara karşı polisakkarit aşılar artık mevcuttur.
Diğer bakteri ve virüs aşılarıyla sentetik olanlar ve genetik mühendisliği ürünü olarak yapılanlar, önümüzdeki yıllarda kullanıma geçecektir. Parazit hastalıklarına ve diş çürümelerine karşı bağısıklama olanağı da, gün geçtikçe artmaktadır.
Bağışıklamanın faydalı etkileri konusunda artık kimsenin en küçük bir şüphesi bile yoktur. En son DSO bildirisi; çiçek hastalığının yeryüzünden silindiğini ve bağışıklamanın yaygın olarak uygulandığı ülkelerde boğmaca, difteri, poliomiyelit gibi hastalıkların ortadan kalktığını vurgulamaktadır.
Bağışıklık Güçlendirici
Elimizdeki aşı sayısının yüksek olması; bu aşılarla elde edilen bağışıklığın kalitesiyle, enjeksiyonların zamanlamasıyla birlikte yapılacak aşılarla ve birer birer ve bir bütün olarak bağışıklık sağlanacak hastalıkların saptanması ve yeni aşıların da dahil olduğu yeni bir bağısıklama programının belirlenmesi olarak özetleyebileceğimiz global bağısıklama stratejisinin ne olması gerektiği şeklindeki sorunla ilişkili, spesifik soruların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ayrıca bir hastalık yeryüzünden tamamen yok olduğunda, aşılama ve kitle bağısıklama konularında neler yapılması gerektiği sorusuna yanıt bulunmalıdır.
Bağışıklık programları hem hastalığın epidemiyolojisi konusundaki bilgilere, hem de aşılanan bireylerin bağışık yanıtına göre hazırlanır. Şekillenen son önerilerde bu faktörler ve daha önceki bağısıklama programlarının başarı ya da başarısızlık derecelerini gösteren uygulamalı veriler göz önünde bulundurulur.
Aşılanan popülasyonun büyük bir bölümünde; örneğin en az % 95'iilde spesifik antikor gelişmesinin sağlanması ve bir epidemi sırasında ya da hastalık etkeniyle karşılaşan kimselerin önemli bir yüzdesinde tam korunma elde edilmesi; uygulanan bağışıklık programının etkili olduğuna kanıt sayılır.
Her hastalığın epidemiyolojisi, çocukların bu hastalık etkeniyle en çok karşılaştıkları dönem, enfeksiyon hastalığının farklı yaşlardaki şiddet derecesi ve çocuğun aşı uyaranına karşı yanıt verebilme yeteneğine/eki çeşitlilikler gibi faktörler; bağışıklık programının belirlenmesinden önce mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Gerçek bağışıklama programları, belirli hastalıkların epidemiyolojik özelliklerine bakılarak saptanacak kurallar uyarınca geliştirilmelidir. Poliomiyelit, 6. aydan sonra çocuklar için önemli bir tehlikedir. Kızamık, gelişmekte olan ülkelerin çocuklarında son derece tehlikelidir ve sık sık ölümle sonuçlanır ama, sanayileşmiş ülkelerde genellikle daha büyük yaşta görülür ve daha iyi huyludur. Yaşamın ilk aylarındaki boğmacanın çok ağır seyretmesi, aşının mümkün olduğunca erken yapılmasının gerektiğini göstermektedir. Tüberküloz aşısının gerekliliği ise, hastalığın preva-lansına bağlı olarak ülkeden ülkeye değişir.
Bütün bunlara karşılık belirli zamanda geliştirilmiş, saptanmış "ideal" bir epidemiyolojik model; büyük bir aşı kampanyası veya piyasaya yeni aşıların verilmesi sonucu değişebilir. Yani bağışıklık programlarının yeni koşullara uydurulması ya da diğer bir deyişle enfeksiyon hastalıklarının epidemiyolojisinde kaydedilen değişikliklere ve bu alandaki tecrübelere göre uyarlanması gerekir.
Bir enfeksiyon hastalığı insidansının azaltılmasının veya kontrol altına alınmasının mümkün olabilmesi için, şu 3 koşul gereklidir.
1. Elde yeterli miktarda aşı bulunmalıdır;
2. Bu aşılar bütün saklama ve kullanım dönemleri boyunca etkinliklerinden hiçbir şey kaybetmemelidir.
3. Kullanılan aşıya bağlı olarak; risk altında olan bireylerin en az % 80-95'ine uygulanabilmelidir.
Genişletilmiş bağışıklama programının (EPI) sonuçları ve sanayileşmiş ülkelerde kazanılan tecrübeler, çocukluk çağındaki enfeksiyon hastalıklarının kontrol altına alınabileceğini kanıtlamıştır.
Bir bağışıklama programı, sıkı sıkıya uyulması gereken kurallardan oluşmaz. Bu program sadece çocuğun bağışıklık kazanma yeteneğinin, hastalığın epidemiyolojisinin ve mikrobik ya da viral, canlı ya da öldürülmüş, tek başına veya birlikte yapılan aşıların antijenik kalitesinin göz önünde bulundurulduğu bir "öncelik sırası programı"dır.
Bağışıklama Programı
Bağışıklamanın, enfeksiyon hastalıkları ile aynı mekanizmalara sahip olması nedeniyle; birindeki gelişme, diğerine de yansımıştır. Böylece ilerleyen aşı teknolojisi, enfeksiyon hastalıklarının anlaşılmasında büyük rol oynamıştır.
1955 yılından önce dünyada yaygın olarak kullanılan aşılar çok azdı. Bunlar daha çok difteri, tetanoz, çiçek, TAB ve BCG aşıları şeklindeydi.
Virüs kültürlerinin yapılabilmesi, bağışıklık da yeni ufuklar açarak virüs aşılarının gelişmesine olanak tanıdı. Günümüzde A, C, Y ve W 135 tipi menenjitlere, tifo Vi'ye ve pnömokoklara karşı polisakkarit aşılar artık mevcuttur.
Diğer bakteri ve virüs aşılarıyla sentetik olanlar ve genetik mühendisliği ürünü olarak yapılanlar, önümüzdeki yıllarda kullanıma geçecektir. Parazit hastalıklarına ve diş çürümelerine karşı bağısıklama olanağı da, gün geçtikçe artmaktadır.
Bağışıklamanın faydalı etkileri konusunda artık kimsenin en küçük bir şüphesi bile yoktur. En son DSO bildirisi; çiçek hastalığının yeryüzünden silindiğini ve bağışıklamanın yaygın olarak uygulandığı ülkelerde boğmaca, difteri, poliomiyelit gibi hastalıkların ortadan kalktığını vurgulamaktadır.
Bağışıklık Güçlendirici
Elimizdeki aşı sayısının yüksek olması; bu aşılarla elde edilen bağışıklığın kalitesiyle, enjeksiyonların zamanlamasıyla birlikte yapılacak aşılarla ve birer birer ve bir bütün olarak bağışıklık sağlanacak hastalıkların saptanması ve yeni aşıların da dahil olduğu yeni bir bağısıklama programının belirlenmesi olarak özetleyebileceğimiz global bağısıklama stratejisinin ne olması gerektiği şeklindeki sorunla ilişkili, spesifik soruların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ayrıca bir hastalık yeryüzünden tamamen yok olduğunda, aşılama ve kitle bağısıklama konularında neler yapılması gerektiği sorusuna yanıt bulunmalıdır.
Bağışıklık programları hem hastalığın epidemiyolojisi konusundaki bilgilere, hem de aşılanan bireylerin bağışık yanıtına göre hazırlanır. Şekillenen son önerilerde bu faktörler ve daha önceki bağısıklama programlarının başarı ya da başarısızlık derecelerini gösteren uygulamalı veriler göz önünde bulundurulur.
Aşılanan popülasyonun büyük bir bölümünde; örneğin en az % 95'iilde spesifik antikor gelişmesinin sağlanması ve bir epidemi sırasında ya da hastalık etkeniyle karşılaşan kimselerin önemli bir yüzdesinde tam korunma elde edilmesi; uygulanan bağışıklık programının etkili olduğuna kanıt sayılır.
Her hastalığın epidemiyolojisi, çocukların bu hastalık etkeniyle en çok karşılaştıkları dönem, enfeksiyon hastalığının farklı yaşlardaki şiddet derecesi ve çocuğun aşı uyaranına karşı yanıt verebilme yeteneğine/eki çeşitlilikler gibi faktörler; bağışıklık programının belirlenmesinden önce mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Gerçek bağışıklama programları, belirli hastalıkların epidemiyolojik özelliklerine bakılarak saptanacak kurallar uyarınca geliştirilmelidir. Poliomiyelit, 6. aydan sonra çocuklar için önemli bir tehlikedir. Kızamık, gelişmekte olan ülkelerin çocuklarında son derece tehlikelidir ve sık sık ölümle sonuçlanır ama, sanayileşmiş ülkelerde genellikle daha büyük yaşta görülür ve daha iyi huyludur. Yaşamın ilk aylarındaki boğmacanın çok ağır seyretmesi, aşının mümkün olduğunca erken yapılmasının gerektiğini göstermektedir. Tüberküloz aşısının gerekliliği ise, hastalığın preva-lansına bağlı olarak ülkeden ülkeye değişir.
Bütün bunlara karşılık belirli zamanda geliştirilmiş, saptanmış "ideal" bir epidemiyolojik model; büyük bir aşı kampanyası veya piyasaya yeni aşıların verilmesi sonucu değişebilir. Yani bağışıklık programlarının yeni koşullara uydurulması ya da diğer bir deyişle enfeksiyon hastalıklarının epidemiyolojisinde kaydedilen değişikliklere ve bu alandaki tecrübelere göre uyarlanması gerekir.
Bir enfeksiyon hastalığı insidansının azaltılmasının veya kontrol altına alınmasının mümkün olabilmesi için, şu 3 koşul gereklidir.
1. Elde yeterli miktarda aşı bulunmalıdır;
2. Bu aşılar bütün saklama ve kullanım dönemleri boyunca etkinliklerinden hiçbir şey kaybetmemelidir.
3. Kullanılan aşıya bağlı olarak; risk altında olan bireylerin en az % 80-95'ine uygulanabilmelidir.
Genişletilmiş bağışıklama programının (EPI) sonuçları ve sanayileşmiş ülkelerde kazanılan tecrübeler, çocukluk çağındaki enfeksiyon hastalıklarının kontrol altına alınabileceğini kanıtlamıştır.
Bir bağışıklama programı, sıkı sıkıya uyulması gereken kurallardan oluşmaz. Bu program sadece çocuğun bağışıklık kazanma yeteneğinin, hastalığın epidemiyolojisinin ve mikrobik ya da viral, canlı ya da öldürülmüş, tek başına veya birlikte yapılan aşıların antijenik kalitesinin göz önünde bulundurulduğu bir "öncelik sırası programı"dır.
İmmun Yetmezlik Nedir Gammaglobulin
Gammaglobülin ve İmmün yetmezlik Sendromu
Gammaglobülin günümüzde, profilaksi ve tedavi amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Belirli vakalarda gammaglobülin, kendisinden birkaç gün sonra uygulanan bir aşının sağlayacağı aktif bağışıklığa engel olabilir.
Zayıflatılmış canlı virüs aşılarının (kızamık, kızamıkçık, kabakulak; Trimovax) kullanılmasından sonra bağışıklığın gelişebilmesi için genellikle, aşıdaki virüslerin vücutta çoğalması gereklidir. Gammaglobülin verilmesi, virüslerin çoğalmasını durdurur. Bu nedenle tatmin edici bir bağışıklama sağlayabilmek için, gammaglobülin profilaksisinden sonra en az 6 hafta, tercihen 3 ay beklendikten sonra aşı yapılmalıdır. Yapılan ön-çaiışmalar, immünglobülin kullanılmasıyla oral poliomiyelit veya sarı humma aşıları arasında herhangi bir olumsuz etkileşim göstermemiştir.
Eğer gammaglobülin kullanımıyla canlı aşı yapılması arasında geçen süre 2 haftadan daha kısaysa; aşının 3 ay sonra tekrarlanması gerekir; aradaki süre 2 haftadan uzunsa, buna ihtiyaç yoktur.
Hastalıkla temas durumunda, canlı aşının, immünglobülinle birlikte kullanılması mümkündür. Ancak aşı sonrası serolojik testler serokonversiyon göstermedikçe, yani serumda antikorların varlığını ortaya koymadıkça aşıyla sağlanan bağışıklığın, immünglobülin etkisiyle zarar göreceği unutulmamalı ve aşılama, 3 ay sonra mutlaka tekrarlanmalıdır.
Buna karşılık gammaglobülin, öldürülmüş mikroorganizmaların kullanıldığı aşılardan (DTP, DTP polio, tetanoz, kuduz, hepatit B vs) sonraki bağışık yanıtı olumsuz yönde etkilememektedir. Yine de bazı araştırmacılar, böyle bir uygulamayla elde edilen bağışıklığın düşük kalitede olduğuna inanmaktadır.
Gammaglobülin kullanılmasının, serumdaki gözlemlenebilen antikor düzeylerinde herhangi bir değişiklik yapmadığını ve araya giren enfeksiyonların değerli bir göstergesi olan serolojik testleri etkilemediğini de önemle belirtmek gerekir.
İmmün yetmezliği olan bir çocuğa aşı yapılabilir mi?
Genellikle bu durumdaki çocukların aşıya yanıt veremeyeceği ve güçlü ya da anormal aşı reaksiyonlarının gelişmesine elverişli oldukları düşünülür. Bu düşünce, aşılamanın yapılmasıyla sonuçlanır; oysa bu, pek yerinde bir davranış değildir.
İmmün yetmezlikler yakın zamana kadar klinik özellikleriyle tanımlanırdı. Ancak immünolojik olayların daha iyi anlaşılması ve moleküler biyolojideki ilerlemeler, bağışıklık eksikliklerinin birçok kategoriye ayrılmasına olanak tanımıştır (C GRISCELLI):
1. Antikor yapımı konusunda eksiklik: Cinsiyet kromozomuna bağlı olarak soya geçen agammaglabülinemi veya, çeşitli hipogammaglobülinemiler.
2. Dissosiye sıvısal bağışıklık yetmezlikleri: IgM düzeyinin yüksek olduğu, IgA ve IgG yetmezlikleri; izole serum IgM eksikliği; lgG2 ve lgG4 izotipi: infantil hipogammaglobülinemi.
3. Hücresel bağışıklığı etkileyen predominant yetmezlikleri: DİGeorge sendromu, pürin nükleotid fosforilaz eksikliği.
Gammaglobülin günümüzde, profilaksi ve tedavi amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Belirli vakalarda gammaglobülin, kendisinden birkaç gün sonra uygulanan bir aşının sağlayacağı aktif bağışıklığa engel olabilir.
Zayıflatılmış canlı virüs aşılarının (kızamık, kızamıkçık, kabakulak; Trimovax) kullanılmasından sonra bağışıklığın gelişebilmesi için genellikle, aşıdaki virüslerin vücutta çoğalması gereklidir. Gammaglobülin verilmesi, virüslerin çoğalmasını durdurur. Bu nedenle tatmin edici bir bağışıklama sağlayabilmek için, gammaglobülin profilaksisinden sonra en az 6 hafta, tercihen 3 ay beklendikten sonra aşı yapılmalıdır. Yapılan ön-çaiışmalar, immünglobülin kullanılmasıyla oral poliomiyelit veya sarı humma aşıları arasında herhangi bir olumsuz etkileşim göstermemiştir.
Eğer gammaglobülin kullanımıyla canlı aşı yapılması arasında geçen süre 2 haftadan daha kısaysa; aşının 3 ay sonra tekrarlanması gerekir; aradaki süre 2 haftadan uzunsa, buna ihtiyaç yoktur.
Hastalıkla temas durumunda, canlı aşının, immünglobülinle birlikte kullanılması mümkündür. Ancak aşı sonrası serolojik testler serokonversiyon göstermedikçe, yani serumda antikorların varlığını ortaya koymadıkça aşıyla sağlanan bağışıklığın, immünglobülin etkisiyle zarar göreceği unutulmamalı ve aşılama, 3 ay sonra mutlaka tekrarlanmalıdır.
Buna karşılık gammaglobülin, öldürülmüş mikroorganizmaların kullanıldığı aşılardan (DTP, DTP polio, tetanoz, kuduz, hepatit B vs) sonraki bağışık yanıtı olumsuz yönde etkilememektedir. Yine de bazı araştırmacılar, böyle bir uygulamayla elde edilen bağışıklığın düşük kalitede olduğuna inanmaktadır.
Gammaglobülin kullanılmasının, serumdaki gözlemlenebilen antikor düzeylerinde herhangi bir değişiklik yapmadığını ve araya giren enfeksiyonların değerli bir göstergesi olan serolojik testleri etkilemediğini de önemle belirtmek gerekir.
İmmün yetmezliği olan bir çocuğa aşı yapılabilir mi?
Genellikle bu durumdaki çocukların aşıya yanıt veremeyeceği ve güçlü ya da anormal aşı reaksiyonlarının gelişmesine elverişli oldukları düşünülür. Bu düşünce, aşılamanın yapılmasıyla sonuçlanır; oysa bu, pek yerinde bir davranış değildir.
İmmün yetmezlikler yakın zamana kadar klinik özellikleriyle tanımlanırdı. Ancak immünolojik olayların daha iyi anlaşılması ve moleküler biyolojideki ilerlemeler, bağışıklık eksikliklerinin birçok kategoriye ayrılmasına olanak tanımıştır (C GRISCELLI):
1. Antikor yapımı konusunda eksiklik: Cinsiyet kromozomuna bağlı olarak soya geçen agammaglabülinemi veya, çeşitli hipogammaglobülinemiler.
2. Dissosiye sıvısal bağışıklık yetmezlikleri: IgM düzeyinin yüksek olduğu, IgA ve IgG yetmezlikleri; izole serum IgM eksikliği; lgG2 ve lgG4 izotipi: infantil hipogammaglobülinemi.
3. Hücresel bağışıklığı etkileyen predominant yetmezlikleri: DİGeorge sendromu, pürin nükleotid fosforilaz eksikliği.
Lenfosit Nedir Lenfosit Asisi Hakkinda
Lenfosit Nedir, Lenfosit Aşısı
Bağışıklık sisteminin özel hücreleri olan lenfositler özgünlüklerini, yüzey membranında yer alan ve genetik ya da somatik kökeni bilinmeyen antijen reseptörlerine borçludurlar.
Herbiri değişik alt tiplere sahip; T ve B lenfositleri olmak üzere iki çeşit lenfosit vardır.
a) T lenfosit, timus etkisiyle farklılaşan hücrelerdir. Bu farklılaşma ya da T lenfositlerinin timustan geçişi sırasında doğrudan; ya da sıvısal etkenler aracılığıyla dolaylı yoldan gerçekleşir. Fitohemaglütinin (PHA) etkisi altında blast transformasyonu geçirmeleriyle tanınan bu hücreler, gecikmiş aşırı tip duyarlığın temelinde yer alan hücresel bağışıklıktan sorumludur.
T lenfositleri, karakteristik yüzey antijenlerine sahiptir. Bu hücreler immünglobülinleri ne taşır, ne de büyük miktarlarda salgılar; immünolojik açıdan etkilerini hedef hücreyle doğrudan temas kurarak gösterirler.
Ömürlerine bakılarak iki tip lenfosit ayırt edilebilir. Bunlar, ömürleri ortalama 4-5 gün olan kısa ömürlü lenfositlerle, bellek lenfositleri adıyla bilinen ve anamnestik reaksiyonlarda önemli rol oynayan uzun ömürlü lenfositlerdir.
T lenfositleri antijenle temasa geçtiklerinde aktive olarak, blast transformasyonu geçirir ve hücresel immünolojik tepkimelerden sorumlu, yavru-hücreler meydana getirmek üzere parçalanır.
Antijen tarafından uyarılan T lenfositleri, çeşitli metabolik reaksiyonları ve topluca lenfokinler adıyla bilinen, biyolojik bakımdan aktif birçok mediatörün şahmını sağlar. Kapiller geçirgenlik faktörü, kemotaktik faktör, makrofaj aktivasyon faktörü, sitotoksik faktör ve ayrıca da interferon, bu şekilde yapılan lenfokinlerdendir.
b) B lenfosit, İnsanlarda yalnızca kemik iliğinde yapılan bu lenfositlerin yarı-ömrü kısa olup 4-5 gün kadardır. B lenfositleri, antijenik uyarı ile çoğalarak özgün antikorlar meydana getirir. Özellikle IgM olmak üzere immünglobülinlerin veya antikorların sentez ve salıverilmesi bakımından ileri derecede özelleşmiş hücreler olan plazma hücreleri, B lenfositlerinin farklılaşmasıyla meydana gelir. Bunların antijenleri tanıyan reseptörleri, terminal fragmanıyla lenfosit membranına bağlayan tam bir immünglobülinden yapılıdır.
Plazma hücreleri IgM, IgG, IgD, IgA ve IgE olmak üzere farklı tiplerde immünglobülinler salgılar.
Plazma hücreleri tarafından salınan antikorların; virüs notralizasyonu, bazı mikroorganizmaların lizisi veya opsonizasyonuyla fagositozlarının kolaylaştırılması gibi, bazen kompleman sistemiyle birlikte etkin olduğu koruyucu işlevleri vardır.
Plazmadaki IgD ve IgE konsantrasyonları çok düşüktür. Son yapılan çalışmalar, aynı B lenfositinin eşzamanlı olarak hem IgM hem IgD sentezleyebildiğini göstermiştir.
T ve B lenfositlerime oluşan bağışık yanıtlar (hücresel, sıvısal) birbiriyle yakın ilişki içindedir:
Kanda lenfosit
T ve B lenfositleri arasında spesifik antijenik faktörler aracılığıyla gerçekleşen doğrudan etkileşim: Antijen, T lenfositi tarafından yapılan, suda erir bir faktörü birleştirerek bu hücreler arasında bir köprü oluşturur ve böylece onun makrofaj yüzeyine bağlanmasını kolaylaştırarak onu lenfositlere taşır.
Antijene spesifik olmayan, suda erir mediatörlerin etkisi; B lenfositleri üzerinde pozitif düzenleyici etkiler gösterir ve bunların antikor salgılayan, olgun plazma hücrelerine dönüşmesini sağlar (yardımcı etki).
B hücrelerinin çoğalmasına neden olan allojenik faktör (AEF) ve B hücrelerinin plazma hücrelerine dönüşmesini sağlayan TRF (T hücresi replasman faktörü), günümüzde bilinen en önemli faktörlerdendir.
T helper etkisinin aksine, süpressör (baskılayıcı) T hücreleri, belirli B ve T hücresi klonlarmı etkileyerek bazen spesifik bağışıklık felcine yol açan depresif özelliklere sahiptir. Böylece bu hücreler B lenfositlerinin veya sitotoksik T hücresi ön-hücrelerinin farklılaşma olayı üzerinde negatif bir düzenleyici etki göstermektedir. Bu etki ya doğrudan, ya da T hücrelerinin işlevlerini baskılayarak gerçekleşmektedir.
Yardımcı T lenfositlerinin aksine, baskılayıcı T lenfositleri; B lenfositlerinin proliferasyonlarını etkilerken, sitotoksik T lenfosit ön hücrelerini doğrudan veya proliferasyonunda rol oynayan yardımcı T hücrelerini baskılar. Bu şekilde bağışık yanıt oluşması engellenir.
Ayrıca baskılayıcı T lenfositleri olgun plazmositlerin immünglobülin salgılamasını da engelleyebilmektedir.
Bağışıklık sisteminin özel hücreleri olan lenfositler özgünlüklerini, yüzey membranında yer alan ve genetik ya da somatik kökeni bilinmeyen antijen reseptörlerine borçludurlar.
Herbiri değişik alt tiplere sahip; T ve B lenfositleri olmak üzere iki çeşit lenfosit vardır.
a) T lenfosit, timus etkisiyle farklılaşan hücrelerdir. Bu farklılaşma ya da T lenfositlerinin timustan geçişi sırasında doğrudan; ya da sıvısal etkenler aracılığıyla dolaylı yoldan gerçekleşir. Fitohemaglütinin (PHA) etkisi altında blast transformasyonu geçirmeleriyle tanınan bu hücreler, gecikmiş aşırı tip duyarlığın temelinde yer alan hücresel bağışıklıktan sorumludur.
T lenfositleri, karakteristik yüzey antijenlerine sahiptir. Bu hücreler immünglobülinleri ne taşır, ne de büyük miktarlarda salgılar; immünolojik açıdan etkilerini hedef hücreyle doğrudan temas kurarak gösterirler.
Ömürlerine bakılarak iki tip lenfosit ayırt edilebilir. Bunlar, ömürleri ortalama 4-5 gün olan kısa ömürlü lenfositlerle, bellek lenfositleri adıyla bilinen ve anamnestik reaksiyonlarda önemli rol oynayan uzun ömürlü lenfositlerdir.
T lenfositleri antijenle temasa geçtiklerinde aktive olarak, blast transformasyonu geçirir ve hücresel immünolojik tepkimelerden sorumlu, yavru-hücreler meydana getirmek üzere parçalanır.
Antijen tarafından uyarılan T lenfositleri, çeşitli metabolik reaksiyonları ve topluca lenfokinler adıyla bilinen, biyolojik bakımdan aktif birçok mediatörün şahmını sağlar. Kapiller geçirgenlik faktörü, kemotaktik faktör, makrofaj aktivasyon faktörü, sitotoksik faktör ve ayrıca da interferon, bu şekilde yapılan lenfokinlerdendir.
b) B lenfosit, İnsanlarda yalnızca kemik iliğinde yapılan bu lenfositlerin yarı-ömrü kısa olup 4-5 gün kadardır. B lenfositleri, antijenik uyarı ile çoğalarak özgün antikorlar meydana getirir. Özellikle IgM olmak üzere immünglobülinlerin veya antikorların sentez ve salıverilmesi bakımından ileri derecede özelleşmiş hücreler olan plazma hücreleri, B lenfositlerinin farklılaşmasıyla meydana gelir. Bunların antijenleri tanıyan reseptörleri, terminal fragmanıyla lenfosit membranına bağlayan tam bir immünglobülinden yapılıdır.
Plazma hücreleri IgM, IgG, IgD, IgA ve IgE olmak üzere farklı tiplerde immünglobülinler salgılar.
Plazma hücreleri tarafından salınan antikorların; virüs notralizasyonu, bazı mikroorganizmaların lizisi veya opsonizasyonuyla fagositozlarının kolaylaştırılması gibi, bazen kompleman sistemiyle birlikte etkin olduğu koruyucu işlevleri vardır.
Plazmadaki IgD ve IgE konsantrasyonları çok düşüktür. Son yapılan çalışmalar, aynı B lenfositinin eşzamanlı olarak hem IgM hem IgD sentezleyebildiğini göstermiştir.
T ve B lenfositlerime oluşan bağışık yanıtlar (hücresel, sıvısal) birbiriyle yakın ilişki içindedir:
Kanda lenfosit
T ve B lenfositleri arasında spesifik antijenik faktörler aracılığıyla gerçekleşen doğrudan etkileşim: Antijen, T lenfositi tarafından yapılan, suda erir bir faktörü birleştirerek bu hücreler arasında bir köprü oluşturur ve böylece onun makrofaj yüzeyine bağlanmasını kolaylaştırarak onu lenfositlere taşır.
Antijene spesifik olmayan, suda erir mediatörlerin etkisi; B lenfositleri üzerinde pozitif düzenleyici etkiler gösterir ve bunların antikor salgılayan, olgun plazma hücrelerine dönüşmesini sağlar (yardımcı etki).
B hücrelerinin çoğalmasına neden olan allojenik faktör (AEF) ve B hücrelerinin plazma hücrelerine dönüşmesini sağlayan TRF (T hücresi replasman faktörü), günümüzde bilinen en önemli faktörlerdendir.
T helper etkisinin aksine, süpressör (baskılayıcı) T hücreleri, belirli B ve T hücresi klonlarmı etkileyerek bazen spesifik bağışıklık felcine yol açan depresif özelliklere sahiptir. Böylece bu hücreler B lenfositlerinin veya sitotoksik T hücresi ön-hücrelerinin farklılaşma olayı üzerinde negatif bir düzenleyici etki göstermektedir. Bu etki ya doğrudan, ya da T hücrelerinin işlevlerini baskılayarak gerçekleşmektedir.
Yardımcı T lenfositlerinin aksine, baskılayıcı T lenfositleri; B lenfositlerinin proliferasyonlarını etkilerken, sitotoksik T lenfosit ön hücrelerini doğrudan veya proliferasyonunda rol oynayan yardımcı T hücrelerini baskılar. Bu şekilde bağışık yanıt oluşması engellenir.
Ayrıca baskılayıcı T lenfositleri olgun plazmositlerin immünglobülin salgılamasını da engelleyebilmektedir.
Makrofaj Nedir Makrofajlar İle İlgili
Aşılamanın temel ilkeleri
İmmünolojik bilgiler
İmmünoloji alanında kaydedilen son yenilikler, bağışıklama açısından son derece faydalı olmuştur. Aşılama sonrası bağışıklık gelişme mekanizmaları, organizmanın viral veya mikrobik hastalıklarla savaşmak için kullandığı mekanizmalara benzemektedir.
Bir antijen organizmaya girdiğinde, hücresel ve/veya sıvısal yapıda bir bağışık yanıtı harekete geçirir. Bağışık yanıtta, antijenin immün sistem tarafından tanındıktan sonra, yanıtı organize edebilecek, immünolojik bakımdan elverişli belirli sayıda hücrenin harekete geçmesi gerekir.
Kısaca söylemek gerekirse, bağışık yanıtta makrofajlar ve lenfositler olmak üzere iki çeşit hücre rol oynamaktadır.
Makrofajlar, Makrofaj Nedir
Bir monosit klonundan türeyen makrofajlar, herhangi bir antijenik özellik taşımayan bağışık yanıtın başlayıp yayılmasında temel rol oynamaktadır.
Makrofajlar, organizmadaki bağışık yanıtın hemen her aşamasında işe karışır:
a) Belirli antijenleri, B lenfositleri tarafından tanınacak şekilde değişime uğratır,
b) T ve B hücreleri arasındaki işbirliğinde, aracı işlevi görür.
c) T lenfositlerini etkileyen çeşitli maddeler salgılayarak bağışık yanıta katkıda bulunur.
Makrofaj Aktivasyon
Bağışıklık yanıtını baskı altına alıcı özellikteki PGE2 ya da E2 prostaglandinler; önceleri lenfosit aktivatör faktör (LAF) adıyla bilinen ve T hücrelerinin bazı fonksiyonlarını nons-pesifik şekilde harekete geçirebilen interleukin-1 (IL-1), makrofajların salgıladığı maddelerdendir.
Öte yandan makrofajlar, lenfokinler aracılığıyla T lenfositlerinden bilgi alarak; sitolitik ya da süpressif bir etkide bulunabilirler.
Son olarak da makrofajlar, sitotoksik olabilir ve bazı kanser hücrelerini öldürürler. Bu tip makrofajlara "Natural Killer" (Doğal öldürücü hücreler) (NK) adı verilir. Ayrıca makrofajlar, kemik iliğinden köken alan lenfositlere antijenik mesaj gönderir.
İmmünolojik bilgiler
İmmünoloji alanında kaydedilen son yenilikler, bağışıklama açısından son derece faydalı olmuştur. Aşılama sonrası bağışıklık gelişme mekanizmaları, organizmanın viral veya mikrobik hastalıklarla savaşmak için kullandığı mekanizmalara benzemektedir.
Bir antijen organizmaya girdiğinde, hücresel ve/veya sıvısal yapıda bir bağışık yanıtı harekete geçirir. Bağışık yanıtta, antijenin immün sistem tarafından tanındıktan sonra, yanıtı organize edebilecek, immünolojik bakımdan elverişli belirli sayıda hücrenin harekete geçmesi gerekir.
Kısaca söylemek gerekirse, bağışık yanıtta makrofajlar ve lenfositler olmak üzere iki çeşit hücre rol oynamaktadır.
Makrofajlar, Makrofaj Nedir
Bir monosit klonundan türeyen makrofajlar, herhangi bir antijenik özellik taşımayan bağışık yanıtın başlayıp yayılmasında temel rol oynamaktadır.
Makrofajlar, organizmadaki bağışık yanıtın hemen her aşamasında işe karışır:
a) Belirli antijenleri, B lenfositleri tarafından tanınacak şekilde değişime uğratır,
b) T ve B hücreleri arasındaki işbirliğinde, aracı işlevi görür.
c) T lenfositlerini etkileyen çeşitli maddeler salgılayarak bağışık yanıta katkıda bulunur.
Makrofaj Aktivasyon
Bağışıklık yanıtını baskı altına alıcı özellikteki PGE2 ya da E2 prostaglandinler; önceleri lenfosit aktivatör faktör (LAF) adıyla bilinen ve T hücrelerinin bazı fonksiyonlarını nons-pesifik şekilde harekete geçirebilen interleukin-1 (IL-1), makrofajların salgıladığı maddelerdendir.
Öte yandan makrofajlar, lenfokinler aracılığıyla T lenfositlerinden bilgi alarak; sitolitik ya da süpressif bir etkide bulunabilirler.
Son olarak da makrofajlar, sitotoksik olabilir ve bazı kanser hücrelerini öldürürler. Bu tip makrofajlara "Natural Killer" (Doğal öldürücü hücreler) (NK) adı verilir. Ayrıca makrofajlar, kemik iliğinden köken alan lenfositlere antijenik mesaj gönderir.