Diş Gıcırdatma, Uykuda Diş Gıcırdatmak
Çocukluk döneminde sık rastlanan bu sorun ergenlik ya da yetişkinlik dönemine kadar sürebilmekte; özellikle aynı odada yatan diğer kişileri rahatsız etmesinin yanında, çocuklarının diş sağlığı açısından anne babaları kaygılandırmaktadır. Birçok etkenin diş gıcırdatmasına neden olabileceği düşünülmektedir; kalıtımsal olabileceği, çene ya da diş yapısından kaynaklanabileceği ya da sıkıntılı düşlerde olduğu gibi günlük yaşanan olayların, kaygıların, istek ve beklentilerin uykuya taşınarak oluşturduğu gerginliğin diş gıcırdatmaya sebep olabileceği ileri sürülmektedir.
Diş hekimleri açısından sürtünmeden kaynaklanan zorlanma karşılıklı diş yüzeylerinde aşınmaya, dolayısıyla diş sağlığında bozulmaya neden olacaktır. Bu nedenle kalıcı dişlerin sağlığı açısından ele alınmalarında ve ergenlerde bazı alanlarda olumlu gelişmeler olabilir. Çocuk okul yaşına geldiğinde toplumsal işlevsellikte ilgi artması gözlenebilir. Bazı ergenlerde davranışların daha da bozulduğu, bazılarında ise düzeldiği gözlenebilir. Dil gelişimi ve becerileri ve genel zihinsel düzey bozukluğun seyrinin ve sonlanımının en önemli belirleyicileridir.
Diş Gıcırdatması
Eldeki izleme araştırmaları bu bozukluğu olan bireylerden yetişkinliğe ulaşanların sadece çok küçük bir yüzdesinin bağımsız yaşayabildiğini ve çalışabildiğini göstermektedir. Olguların ancak 1/3'ü kısmen bağımsızlığını kazanmaktadır. Otistik bozukluğu olan ve yüksek işlevsellik gösteren erişkinlerde bile toplumca! etkileşim ve iletişim ile ilgi ve etkinliklerdeki yetersizlikler devam etmektedir.
IQ puanı 70 ve üstünde olanlar, 36 aylığa kadar olan süre içinde olsa da geç başlayanlar, kısmen de olsa dil gelişimi iyi olanlar ve sosyal şartları iyi olanlarda hastalığın seyri daha iyidir. Sadece % 1-2'si bağımsız ve olağan yaşama kavuşabilirken çoğunluğunun bakıma gereksinimi vardır ve klinik belirtiler devam eder.
Çocuklarda Diş Gıcırdatma
Genel olarak benimsenen tedavi özel eğitim ve çocuğun temel yapısal bozukluğunu gidermeyi amaçlayan bilişsel davranışçı tedavi yöntemleridir. Bu arada otistik çocuğun duygusal yoksunluğunun da belirli ölçüde doyurulmasına çalışılır. Her türlü sosyal ortam ve anne babanın çocuğa yakın ilgisi çok önemlidir. Otistik çocukların bireysel ve grup tedavisi programlarına katılmalar!, anne babalarının ise danışmanlık yapılarak izlenmeleri gerekir. Küçük yaşlarda uygun otistik çocuklara kreş önerilebilir. Okul döneminde ilköğretime başlamaları yönünde değerlendirilmeleri gerekir. Otistik çocuklarda okula gitme oranının % 17-36 arasında değiştiği ve % 58'inin ilköğretimden yararlandığı belirtilmektedir.
Otistik bozukluk ve diğer yaygın gelişimsel bozukluklarda ilaç kullanımı daha çok belirtilere yöneliktir. Özellikle kendini yaralayıcı davranışların olduğu, eğitimi etkileyen aşırı hareketliliğin olduğu otistik çocuklarda çok farklı gruptan ilaçlar kullanılabilmektedir. Antipsikotik ilaçlar, düşük dozda antidepresan ilaçlar, fenfluramin ve naltroksen kullanılan ilaçlardandır. Aşırı hareketli, sürekli bağırıp çağıran, saldırgan, uykusu bozuk ve çevreyi rahatsız eden çocuklarda uyku düzenleyici ilaçlar ile antihistaminikler denenebilir.
Cocuklarda Konusma Gecikmesi
Konuşma Gecikmesi, Çocuklarda Geç Konuşma
Bebekler yaklaşık beş aylık iken sesler çıkarmaya başlar. Bunlar konuşmadan çok çevresindekilerin, özellikle de annenin çıkardığı sesleri taklit şeklindedir. Anlamlı olabilecek ilk kelimeler ise 8-18 aylar arasında çıkmaktadır. Başlangıçta tek heceli kelimeler şeklinde iken daha sonra birkaç heceli kelimelere geçer. Ancak bunlar yakınları tarafından anlaşılan bir konuşmadır, iki yaşındaki bir çocuk yaklaşık 200 kadar bir kelime dağarcığına ulaşmaktadır. İletişimde konuşmadan önce dilin anlaşılması başlamakta, daha sonra giderek gelişen bir dil kullanımı başlamaktadır.
Çocuklarda dil gelişimi birçok nedenden etkilenmektedir. Birincisi çocuğun ne zaman konuşacağı genetik olarak belirlenmekte ve anne babası geç konuşan çocukların daha geç konuşacağı belirtilmektedir. Anne baba, çocuğa birçok özelliği yanında geç konuşmayı da kalıtım yolu ile aktarabilmektedir. Ayrıca konuşma için gerekli dil, damak, dudak ve dişler gibi ses çıkarma organlarının gelişimi ve becerisi, çocuğun zihinsel gelişimi, beynin yapısal gelişimi ve olgunlaşması yanında fiziksel ve ruhsal durum, sosyal çevre ve etkileşim (özellikle anne bebek etkileşimi) çocuğun dil gelişimini etkilemektedir.
Bebeklerde geç Konuşma
Ruhsal durum açısından konuşma gecikmelerinde zekâ geriliği ya da otizm gibi yaygın gelişimsel bozukluklar ve sağırlık gibi duyu kusurları göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuğun konuşma dışında motor ve iletişimin diğer alanlarında da yaşıtlarından geride gelişim göstermesi durumunda zekâ geriliği düşünülmelidir, iletişimin konuşma dışında diğer alanlarında da sorunların olduğu otistik çocuklarda göz teması olmaması, basmakalıp davranışlar, özellikle dönen cansız nesnelerle ilgilenme gibi eşlik eden diğer belirtiler araştırılmalıdır.
Özellikle anne baba ya da bakıcının fazla konuşmayı sevmediği ortamda büyüyen çocuklar isteklerini işaretlerle anlatarak konuşmaya gerek duymamaktadırlar. Yaşıtları ile etkileşime girdikleri kreş ortamında bu çocukların dil gelişimi hızlanmaktadır.
Dil gelişimi, yaşıtlarına göre geri olan çocuklarda belirtilen yapısal ya da ruhsal bozuklukların değerlendirilmesi, dil gelişiminin izlenmesi ve desteklenmesi için uzman değerlendirmesi uygun olacaktır. Çocuk psikiyatrisi, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı, çocuk nörolojisi uzmanları tarafından sorunun farklı boyutları ele alınmakta, gerekli görüldüğünde konuşma tedavisine yönlendirilmektedir.
Bebekler yaklaşık beş aylık iken sesler çıkarmaya başlar. Bunlar konuşmadan çok çevresindekilerin, özellikle de annenin çıkardığı sesleri taklit şeklindedir. Anlamlı olabilecek ilk kelimeler ise 8-18 aylar arasında çıkmaktadır. Başlangıçta tek heceli kelimeler şeklinde iken daha sonra birkaç heceli kelimelere geçer. Ancak bunlar yakınları tarafından anlaşılan bir konuşmadır, iki yaşındaki bir çocuk yaklaşık 200 kadar bir kelime dağarcığına ulaşmaktadır. İletişimde konuşmadan önce dilin anlaşılması başlamakta, daha sonra giderek gelişen bir dil kullanımı başlamaktadır.
Çocuklarda dil gelişimi birçok nedenden etkilenmektedir. Birincisi çocuğun ne zaman konuşacağı genetik olarak belirlenmekte ve anne babası geç konuşan çocukların daha geç konuşacağı belirtilmektedir. Anne baba, çocuğa birçok özelliği yanında geç konuşmayı da kalıtım yolu ile aktarabilmektedir. Ayrıca konuşma için gerekli dil, damak, dudak ve dişler gibi ses çıkarma organlarının gelişimi ve becerisi, çocuğun zihinsel gelişimi, beynin yapısal gelişimi ve olgunlaşması yanında fiziksel ve ruhsal durum, sosyal çevre ve etkileşim (özellikle anne bebek etkileşimi) çocuğun dil gelişimini etkilemektedir.
Bebeklerde geç Konuşma
Ruhsal durum açısından konuşma gecikmelerinde zekâ geriliği ya da otizm gibi yaygın gelişimsel bozukluklar ve sağırlık gibi duyu kusurları göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuğun konuşma dışında motor ve iletişimin diğer alanlarında da yaşıtlarından geride gelişim göstermesi durumunda zekâ geriliği düşünülmelidir, iletişimin konuşma dışında diğer alanlarında da sorunların olduğu otistik çocuklarda göz teması olmaması, basmakalıp davranışlar, özellikle dönen cansız nesnelerle ilgilenme gibi eşlik eden diğer belirtiler araştırılmalıdır.
Özellikle anne baba ya da bakıcının fazla konuşmayı sevmediği ortamda büyüyen çocuklar isteklerini işaretlerle anlatarak konuşmaya gerek duymamaktadırlar. Yaşıtları ile etkileşime girdikleri kreş ortamında bu çocukların dil gelişimi hızlanmaktadır.
Dil gelişimi, yaşıtlarına göre geri olan çocuklarda belirtilen yapısal ya da ruhsal bozuklukların değerlendirilmesi, dil gelişiminin izlenmesi ve desteklenmesi için uzman değerlendirmesi uygun olacaktır. Çocuk psikiyatrisi, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı, çocuk nörolojisi uzmanları tarafından sorunun farklı boyutları ele alınmakta, gerekli görüldüğünde konuşma tedavisine yönlendirilmektedir.
Fonolojik Bozukluk
Fonolojik Bozukluk
Bozukluk daha önce gelişimsel söylem (artikülasyon) bozukluğu olarak isimlendirilirken artık fonolojik bozukluk olarak isimlendiril-mektedir. Bozukluğun temel özelliği kişinin yaşına, lehçesine ve gelişim dönemine uygun olarak konuşmasında beklenen düzgünlüğün ve ses uyumunun olmamasıdır.
Tipik olarak dört yaşlarında belirginleşir. Yaygındır, okul-çağı çocuklarında % 2 oranındadır, okul öncesinde ise sıklığı % 3-15 arasındadır. Bozukluğa, sıklıkla işitme bozukluğu, başta ağız olmak üzere konuşma düzeneklerindeki yapısal bozukluklar (örn. yarık damak), nörolojik durumlar (örn. serebral palsi), bilişsel sınırlamalar (örn. zekâ geriliği) ya da psikolojik sorunlar eşlik edebilir.
Bu çocuklar, çıkartması beklenen konuşma seslerini çıkaramazlar. Sesin uyumsuz çıkması ve kullanımı, yanlış vurgulama ve seçmeler ya da düzenlemelerdeki bozukluklar ile belirlidir. Konuşma seslerinin doğru çıkartılmasındaki bu üretim hatalarının yanında bilişsel ve dilbilgisi düzenlenmesindeki eksiklikler de bulunmaktadır. Bozukluğun şiddeti konuşmadaki küçük ya da önemsiz aksaklıklardan, tümüyle anlaşılmayan konuşmaya kadar değişir. Söylenmesinde en sık yanlışlıkların yapıldığı sesler ise yaşla düzelmesi beklenen seslerdir (1, r, s, z, t, ç), ancak daha küçük yaşta ya da daha ağır derecede etkilenenlerde erken dönemde öğrenilmesi gereken ünlü ve ünsüzlerde de yanlışlıklar yapılabilir. Peltek konuşma (örn. ıslıklı harflerin söylem bozukluğu) özellikle sıktır. Fonolojik bozukluk aynı zamanda heceler ve sözcükler içindeki seslerin sıralanma ve seçilme hatalarını da içerir. Zekâda, işitmede ya da dilde organik bir bozukluk yoktur.
Fonolojik Bozukluklar
Konuşma bozuklukları zekâ geriliği, bir işitme bozukluğu ya da başka bir duyusal bozukluk, konuşma ile ilgili-motor bir bozukluk ya da ağır çevre yoksunluğu ile birlikte olabilirler. Bu sorunların varlığı zekâ testi, odyometrik test, nörolojik testler ve öykü ile belirlenebilir. Konuşma bozukluğunun çevre yoksunlusuna bağlı olduğu çocuklarda çevre sorunları düzeltildikten sonra hızlı bir düzelme görülebilir.
Ağır dereceli bozuklukta çocuğun konuşması aile üyeleri tarafından bile anlaşılmayabilir. Bozukluğun daha hafif dereceleri ise okul öncesi ya da okul ortamına kadar tanınmayabilir, ancak aile üyelerinin dışındakiler tarafından anlaşıtabilir. Hastalığın gidişi, eşlik eden nedenlere ve şiddetine göre değişir. Nedenin bilinmediği hafif derecelerde kendiliğinden iyileşmelere sıklıkla rastlanır.
Bozukluk daha önce gelişimsel söylem (artikülasyon) bozukluğu olarak isimlendirilirken artık fonolojik bozukluk olarak isimlendiril-mektedir. Bozukluğun temel özelliği kişinin yaşına, lehçesine ve gelişim dönemine uygun olarak konuşmasında beklenen düzgünlüğün ve ses uyumunun olmamasıdır.
Tipik olarak dört yaşlarında belirginleşir. Yaygındır, okul-çağı çocuklarında % 2 oranındadır, okul öncesinde ise sıklığı % 3-15 arasındadır. Bozukluğa, sıklıkla işitme bozukluğu, başta ağız olmak üzere konuşma düzeneklerindeki yapısal bozukluklar (örn. yarık damak), nörolojik durumlar (örn. serebral palsi), bilişsel sınırlamalar (örn. zekâ geriliği) ya da psikolojik sorunlar eşlik edebilir.
Bu çocuklar, çıkartması beklenen konuşma seslerini çıkaramazlar. Sesin uyumsuz çıkması ve kullanımı, yanlış vurgulama ve seçmeler ya da düzenlemelerdeki bozukluklar ile belirlidir. Konuşma seslerinin doğru çıkartılmasındaki bu üretim hatalarının yanında bilişsel ve dilbilgisi düzenlenmesindeki eksiklikler de bulunmaktadır. Bozukluğun şiddeti konuşmadaki küçük ya da önemsiz aksaklıklardan, tümüyle anlaşılmayan konuşmaya kadar değişir. Söylenmesinde en sık yanlışlıkların yapıldığı sesler ise yaşla düzelmesi beklenen seslerdir (1, r, s, z, t, ç), ancak daha küçük yaşta ya da daha ağır derecede etkilenenlerde erken dönemde öğrenilmesi gereken ünlü ve ünsüzlerde de yanlışlıklar yapılabilir. Peltek konuşma (örn. ıslıklı harflerin söylem bozukluğu) özellikle sıktır. Fonolojik bozukluk aynı zamanda heceler ve sözcükler içindeki seslerin sıralanma ve seçilme hatalarını da içerir. Zekâda, işitmede ya da dilde organik bir bozukluk yoktur.
Fonolojik Bozukluklar
Konuşma bozuklukları zekâ geriliği, bir işitme bozukluğu ya da başka bir duyusal bozukluk, konuşma ile ilgili-motor bir bozukluk ya da ağır çevre yoksunluğu ile birlikte olabilirler. Bu sorunların varlığı zekâ testi, odyometrik test, nörolojik testler ve öykü ile belirlenebilir. Konuşma bozukluğunun çevre yoksunlusuna bağlı olduğu çocuklarda çevre sorunları düzeltildikten sonra hızlı bir düzelme görülebilir.
Ağır dereceli bozuklukta çocuğun konuşması aile üyeleri tarafından bile anlaşılmayabilir. Bozukluğun daha hafif dereceleri ise okul öncesi ya da okul ortamına kadar tanınmayabilir, ancak aile üyelerinin dışındakiler tarafından anlaşıtabilir. Hastalığın gidişi, eşlik eden nedenlere ve şiddetine göre değişir. Nedenin bilinmediği hafif derecelerde kendiliğinden iyileşmelere sıklıkla rastlanır.
Asiri (Cok) Su İcmek Hastaligi
Aşırı Su İçme, Çok Su İçmek
İnanılmaz miktarlarda su ya da diğer sıvı içilmesi ile ilgili bir durumdur. Bu çocuklarda öncelikle bir beden hastalığı (şekerli ya da şekersiz diyabet gibi) göz önünde bulundurulmalıdır. Bebeğin ilk besini sıvıdır ve ilk lokmaların alınması gergin annelerde çocuğun boğulabileceği kaygısını doğururken çocuklarda da çiğneme olmadığı için yine aynı kaygı olabilecektir. Bu çocuklar ayrıca tükettikleri sıvı miktarı engellenmeye çalışıldığı için çevreye (özellikle anne) karşı çıkma davranışı sergilemektedirler. Bu yoğun sıvı alımı dönemleri sıklıkla kendiliğinden kaybolur. Bedensel bir hastalık varsa ve yoğun su içme davranışı devam ediyorsa uzman desteği gerekecektir.
İnanılmaz miktarlarda su ya da diğer sıvı içilmesi ile ilgili bir durumdur. Bu çocuklarda öncelikle bir beden hastalığı (şekerli ya da şekersiz diyabet gibi) göz önünde bulundurulmalıdır. Bebeğin ilk besini sıvıdır ve ilk lokmaların alınması gergin annelerde çocuğun boğulabileceği kaygısını doğururken çocuklarda da çiğneme olmadığı için yine aynı kaygı olabilecektir. Bu çocuklar ayrıca tükettikleri sıvı miktarı engellenmeye çalışıldığı için çevreye (özellikle anne) karşı çıkma davranışı sergilemektedirler. Bu yoğun sıvı alımı dönemleri sıklıkla kendiliğinden kaybolur. Bedensel bir hastalık varsa ve yoğun su içme davranışı devam ediyorsa uzman desteği gerekecektir.
Sisman Cocuklar ve Obezite
Şişman Çocuklar
Çocuklarda yeme ile ilgili olarak ortaya çıkan, ancak anoreksirün arkasında kalmış bir sorundur. Özellikle de erişkinlerdeki obezite ile yapılmış çalışmalar sonrası ortaya çıkmıştır. Yaygın olduğu kadar da gizemli bir sorundur. İlk bakışta nedeni hemen görülebilir. Bedenin sar-fedeceğinden daha fazla bir enerji olmasıdır. Bunun neden oluştuğu oldukça karmaşık bir sorudur. Toplumun görüşü aşırı kilolu bireylerin bu sorunlarından kendilerinin sorumlu oldukları şeklindedir ve aşırı kiloların kederli bir kişiliği yansıttığına inanılır. Konuya ilişkin tutarlı kanıtların olduğu yazın bilgisine karşın günümüzde bile bu konuda ciddi önyargı ve ayırım yaygındır. Bu önyargıdan sağlık çalışanları da kendilerini kurtaramamaktadır. Aşırı kilolu bireylerin hastalıkları için normal kilodaki bireylerden çok daha az tıbbi yardım aldıkları düşünülmektedir. Klinik olarak şişmanlık, boya göre normal kilonun % 20 fazla olması ile tanımlanır. Yüzde 60 ya da daha fazla olması ise ağır risk etkeni olarak değerlendirilmektedir. Okul çağındaki çocuklarda sıklığı % 5'tir.
Obezitenin başlangıcı prognoz bakımından önemlidir. Genellikle muayeneye geliş yaklaşık puberteye kadar gecikmiştir. Aslında çok erken başlayabilir. 11-13 yaşları arasında aileler daha çok da kızlar için endişe ederler. Obesitenin yerleşmesi için iki dönem vardır; (1) Hayatın ilk döneminde başlayan, (2) 2-20 yaşlarda başlayan. Dolayısıyla iki tür obesiteden sözedilebilir. Birincil ve ikincil. Yağ hücrelerinin yapı ve sayısı bakımından çocuk hekimleri üç tip şişmanlık tanımlamışlardır. (1) Hiperplazik: yağ hücrelerinin sayısı artmıştır. Obezite hayatın ilk yıllarından itibaren başlar. (2) Hipertrofik tip: Yağ hücrelerinin hacimleri artmıştır. (3) Karışık tip: Beslenme bakımından obesite bulimik bir dönemden sonra başlayabilir. Ancak sıklıkla aile ortamındaki aşırı yemenin bir sonucudur. Bu aşırı yeme bütün alanlara yayılabileceği gibi, şekerli gıdaları yeme şeklinde sınırlı da olabilir (okul dönüşü ya da akşam atıştırmaları gibi).
Endokrin bir nedene bağlı obesiteler çok nadirdir (% l'in altında) ve genellikle bir gelişme geriliği ile birliktedir. Psikolojik anlamda bir kez obezite yerleştikten sonra tepkisel ya da nedensel bozuklukların ayırt edilmesi zordur.
Birçok klinisyen, belirtinin sürekliliği üzerinde birleşmektedir. Obezlerin % 15-25'i zayıflarken, diğerleri yetişkin yaşlarda da sürmektedir.
Çocukluk dönemlerinden beri obez olanlar ile erişkin dönemde obez olan bireyler karşılaştırıldığında, bir çalışmada erken başlangıç gösterenlerde eşlik eden psikopatolojinin anlamlı olarak yüksek olduğu görülmektedir.
Obez çocuğun kişiliği
Obezite için özgül bir kişilik tipi aranmıştır. Özellikle anoreksi, zayıflama, hiperaktiviteye karşı polifaji, obe-site ve pasivite araştırılmıştır. Şişman çocuklar genellikle yumuşak, apatik, çekingen, süregiden öfke nöbetleri gösteren çocuklar olarak tanımlanabilir. Apati ve pasiflik sürekli değildir. Belirgin bir fizik etkinlik bu çocuklar için tipik olabilir. Obesiteye eşlik eden psikolojik sıkıntılar diğer belirtilerle ortaya çıkar. Bunlar okul başarısızlığı, enü-rezis (ikincil obezlerde en sık rastlanır) gibi belirtilerdir. Obez çocuğun bilişsel işlevselliği normal ya da yüksek düzeylerdeyse çocuklar-daki inhibisyon ya da pasiflik başarı getirir. Obezite genellikle açık bir sendrom haline girmez. Ancak nadiren psikoz gibi belirgin bir psikopatoloji gösterebilir. Böyle bir psikoz varsa şişmanlık çok abartılıdır (% 60 ve üstü gibi.)
Zihinsel engelli çocuklarda da sıklıkla obeziteye rastlanır. Çocuk için sembolik anlam bulunmadığı için doyum aranır. Ailenin işleyişi ise eğitici olması gerekirken beslenmeye yönelmiştir.
Sıklıkla obez çocuklara ailenin duygunu bakımında eksiklik vardır. Dolu olma, boş olma sorunları özel bir yer tutar ve çocuk bu eksikliğini açlık olarak belirtir.
Şişman çocuk ve ailesi
Şişmanlık ailesel ve kültürel olarak önemlidir. Bazı obez ailelerde genetik ve beslenme alışkanlıkları (bebeğin beslenme şekli, ailenin beslenme tutumu, öğünlerin düzeni) önemli bir yer tutar. Süt çocukluğu döneminde anne sütü ile beslenme yerine yapay beslenmenin obezite riskini artırdığını ileri süren araştırma sonuçları bulunmaktadır. Hem anne, hem de babası obez olan çocuklarda obezite görülme sıklığı % 80 olarak bulunmuştur. Benzer şekilde obez çocukların % 80'inin ailelerinde obezite öyküsü vardır. Ayrıca fiziksel aktivite düzeyi ve yaşam tarzı önemlidir. Gelişmiş ülkelerde düşük sosyoekonomik düzeyde, gelişmekte olan ülkelerde ise yüksek sosyoekonomik düzeydeki ailelerde çocukların şişmanlığı artmaktadır. Bu, tüketim toplumu olmaya yönelmenin bir sonucudur. Bu ailelerde şişmanlık sağlıklı olmanın sembolü gibi görülür. Aile içindeki çocuğun her tepkisine anneler besin vererek yanıt verir. Bu tutum çocuğun açlık hissini köreltir ve her türlü içrel gerilim birşeyleri yutmayı çağrıştırır.
Obez anne baba ile özdeşim ve anksiyete ile başetmede bu öğrenilmiş aşırı yeme davranışı da etyolojide önemli rol oynar.
Obez çocukların anne babaları, çocuklarını, okulda ya da aile içinde alay edilmekten ya da aşağılanmaktan korumak için tampon rolü oynarlar. Bazen çocuklarının kilo verme konusundaki başarısızlığı karşısında hayal kırıklığı yaşamakta, öfkelenmektedirler.
Batı toplumlarında zayıflık kavramı erişkinlerde olduğu gibi çocuklar arasında da beğeni toplarken obez çocuklar dışlanabilmektedir. Aşırı kilo nedeniyle eleştirilme ve sosyal dışlanma, çocuklarda utanç duygularının gelişimine neden olabilmekte; çocuğun okul başarısını, sosyal ilişkilerini ve fiziksel etkinliklere karşı olan tutumlarını etkileyebilmektedir. Obez çocukların bir bölümünde benlik saygısı sorunu ve sosyal dışlanma yaşanmamaktadır. Bu farkı çocukların aşırı kiloları ile ilgili inançlarının yarattığı düşünülmektedir. Şişmanlıklarından kendilerinin sorumlu olduğunu düşünen çocukların yaşıtları tarafından daha fazla olumsuz eleştirildikleri ve etkinliklerden dışlandıkları saptanmıştır. Aşırı kilolarına neden olan organik bir bozukluk olmadığı için çevreleri tarafından da aldırış edilmediği ya da tembel olarak görüldükleri belirtilmektedir. Diğer yandan aşırı kilolarını ailesel yatkınlık ya da metabolik sorun gibi dış nedenlere bağlayan, kendi hataları olmadığına ve çevrelerinden gelen olumsuz eleştirilerin önyargılı olduğuna inanan çocukların bu sorunla daha kolay başedebildikleri görülmektedir.
Şişman Çocuk ve Bedeni
Şişman çocuğun beden algısı, başlangıcı ne kadar erkense o kadar bozuktur. Şişmiş olmak duygusu çok sıktır. Kimlik sorunları (özellikle cinsel kimlik) da önemli yer tutar. Cinsiyete bağlı şişmanlık farklı rol oynar. Çok şematik bir biçimde küçük kızın şişmanlığı kastrasyonun inkâr edilmesi, erkekte ise prepubik yağ dokusunun içinde kaybolan seksi ile kastrasyon anksiyetesine karşı pasif bir korunma geliştirir. Bu sıklıkla projektif testlerde görülmektedir.
Şişman Çocuğun Düşsel Dünyası
Bu çocukların maskeleri kaldırıldığında yaşamlarında az ya da çok bir depresyon olduğu görülür. Şişman çocuk kendini korumanın yollarını arar. Boşluğu, eksikliği, yokluğu yoğun olarak hissetmektedir. Çevreden gelen ve tehlikeli olarak algılanan yoğun değersizlik duygularına karşı oral fantazilerin ön plânda olduğu bir yaşantıları vardır. Dış tehlikeye karşı narsisistik bir regresyon vardır. Bu ise testlerde daha çok deniz, okyanus konulan şeklinde ortaya çıkar. Bunlar altta yatanı ortaya çıkaran ikincil temalardır. Benlik algısı olarak şişmanlık ideal benliğin somut olarak yerini almıştır. Böylece obezitenin iki rolü ortaya çıkmaktadır. Birincisi çevreye karşı koruma, ikincisi bütünleşme ve benlik algısının korunması. Bu da klinik tablolardaki görece çeşitliliği açıklar.
Psikiyatride obezite yeme bozukluğu olarak ele alınmasa da yeme bozuklukları ile birlikte görülebilir. Yaygın olarak kullanılan DSM ve ICD ruhsal bozukluklara ilişkin sınıflandırma sistemlerinde yeme bozuklukları bölümünde özgül olarak belirlenmiş olan anoreksiya nervoza ve bulimia nervoza yer almaktadır. Kilo almanın bu yeme bozuklukları ile doğrudan ilişkili olduğunu gösteren bir veri olmamasına karşın obezitenin, anoreksiya ve bulimia nervoza için risk etkenleri arasında olabileceği bildirilmiştir. Yalnızca DSM-IV'te atipik ya da sınıf-landırılamayan yeme bozuklukları bölümünde yer alan ve yeni bir tanı kategorisi olan tıkınırcasına yeme bozukluğunun obeziteye neden olabileceği ileri sürülmüştür. Bu yeme bozukluğunda bulimia nervoza-ya özgü uygunsuz dengeleyici davranışlar (kusma, laksatif, diüretik, lavman ya da diğer ilaçların kullanımı, hiç yemek yememe ya da aşırı egzersiz yapma) yoktur. Haftada en az iki kez tıkınırcasına yeme dönemlerinin olması ile belirlidir. Hızlı yeme, aç olmadan yeme, yalnızken yeme, fiziksel olarak rahatsız olana dek yeme, tiksinme gibi belirtilerden en az üçü altı aydan fazla süre ile bulunmalıdır. Genel toplumda kadınlarda % 1.8 sıklıkta bildirilmektedir.
Tedavide, dikkatin obezite belirtilerine yöneltilmesi başarısızlıkla sonlanır. Çünkü aile diyet yapmayı ister. Çocuğun ise böyle bir isteği yoktur. Diyet süresince çocuğu zayıflatmak mümkün olsa da diyetin bitmesiyle kilolarını hızla alacaktır. Kalori kısıtlaması gereklidir, fakat şişmanlığın psikosomatik değerlendirilmesi ve bu tedaviye çocuğun uyumu olmaksızın bir işe yaramaz. Birkaç kez tedavi amaçlı görüşme ya da destekleyici psikoterapi gereklidir. İlaç ile tedavi hiçbir zaman önerilmez. İştah kesiciler (amfetaminler) dikkatli kullanılmalıdır. 'Tedavide. nedensel etkenlerin ortadan kaldırılması ve psikolojik destek tedavileri uygulanabilir. Proynozun çok iyi olmaması nedeniyle obezite ortaya çıkmadan önce ya da başlangıç fazında tanınması ve inlenmesi tedavi ve izlemde önemlidir. Tedavi yöntemleri sağlıklı yaşam tarzını destekleyen davranışçı tedavi ve bilişsel psikoterapiyi içermektedir.
Sıklıkla uygulanan tedavi, yeme tutumlannı değiştirmeye yönelik davranışçı tedavidir. Değerlendirme sürecinde aynntılı öykü alınması önemlidir. Tercih edilen yemek çeşitleri, tatlılara eğilim, aşırı yeme dönemlerinin ortaya çıktığı zaman, iştahın uyarıldığı çevresel koşullar, gece atıştırma, sosyal baskılar, stres etkenleri, eşlik eden depresyon ve diğer psikiyatrik bozukluklar ile ilgili ayrıntılı öykü alınmalıdır. Önemli olan aşırı yeme davranışını özendiren çevresel etkenleri denetleyebilmektir.
Tedavi şu aşamaları içerir;
1. Yaşa uygun kalori/diyetin uygulanması,
2. Tüketilen yiyeceklerin (yapılabiliyorsa hasta tarafından) düzenli bir şekilde kayıt edilmesi,
3. Hekim tarafından yapılan haftalık kilo takibi,
4. Yemekleri evde yemek ve bu sırada radyo, TV ya da kitap okuma gibi dikkati başka yöne çeken uyaranların bulunmaması,
5. Öğünler arası atıştırmayı yasaklamak,
6. Fiziksel etkinliklerin artırılması,
7. Kilo kaybettikçe ödül uygulanması.
Tedavinin başarısı için çocuk ya da ergenin motivasyonu önemlidir. Özellikle ergenler, iştahının azalacağı beklentisi ile muayeneye gelirler, iştah kesici ilaçlar isterler. Tedavi öncesinde hastanın ve ailenin hedeflerinin değerlendirilmesi de önemlidir. Bazen hedefler gerçek dışı olabilir (kısa sürede aşırı kilo verme gibi). Birçok hasta kahvaltı ve öğle yemeğini atlatarak kilo vereceğine inanır. Böylesi tutum tek öğünde (özellikle akşam yemeği) daha fazla gıda alımına yol açar. Çünkü açlık kan insülin düzeyindeki artmayı sürdürecek akşam saatlerinde artan kan insülin düzeyini düşermek için daha fazla ve uzun süreli gıda alımı gerekecektir. İlaç tedavilerinin çok ümit verici olmadığı, genelde etkilerinin geçici olduğu ve ilaç kesildiği zaman başa dönüleceği gerçeği unutmamalıdır.
Bu programlar ile kilo verilebilmektedir. Ancak asıl sorun kilonun korunmasıdır.
Yemek yeme, yalnızca açlığın giderilmesi ve haz alma değildir. Gerginliği azaltan, öfkeyi yatıştıran ve uyum dengesini sağlayan bir işlevdir. Açlık dürtüsü bireyin kendisinin bile tümüyle farkında olmadığı bazı iç güçler tarafından canlı tutulur. Bu nedenle davranışlar yanında hastanın şişmanlatan yemekleri aşermesine neden olan düşüncelerle de ilgilenen (bilişsel) bir tedavi modeli daha etkili olabilir.
Tedavide aile işbirliği de önemlidir. Özellikle ergenlerle çalışılırken sorumluluğun ve denetimin hastada olması, çevrenin yalnızca ona destek olan bir rolde kalması önemlidir. Gerekirse okul, öğretmen ve arkadaş gibi sosyal destek sistemleri de değerlendirilmelidir.
Çocuklarda yeme davranışının düzenlenmesi ve fiziksel etkinlik, yalnız eğitime göre kısa dönem tedavide daha üstündür. Kısa dönemde tedavi başarı oranı % 5-20, 10 yıllık izleme çalışmasında ise % 30 olarak bildirilmektedir.
Psikolojik ve organik olarak sağlıklı olan çok aşırı kilolu olmayan çocuklarda tedavi girişimleri etkili olmaktadır. Ailede ya da kendisinde eşlik eden psikopatoloji varsa, yaşı küçükse ve olması gereken kilodan % 100 daha fazla kilolu ise tedavi etkinliği düşük olmaktadır. Bozukluğun oluştuktan sonraki seyrinin çok iyi olmaması nedeni ile obezitenin ortaya çıkmadan önce ya da başlangıçta tanınması tedavi ve izlemde önemli olacaktır. Toplumsal önyargıdan uzak, bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı ve önleme çalışmalarına öncelik verilmelidir.
Çocuklarda yeme ile ilgili olarak ortaya çıkan, ancak anoreksirün arkasında kalmış bir sorundur. Özellikle de erişkinlerdeki obezite ile yapılmış çalışmalar sonrası ortaya çıkmıştır. Yaygın olduğu kadar da gizemli bir sorundur. İlk bakışta nedeni hemen görülebilir. Bedenin sar-fedeceğinden daha fazla bir enerji olmasıdır. Bunun neden oluştuğu oldukça karmaşık bir sorudur. Toplumun görüşü aşırı kilolu bireylerin bu sorunlarından kendilerinin sorumlu oldukları şeklindedir ve aşırı kiloların kederli bir kişiliği yansıttığına inanılır. Konuya ilişkin tutarlı kanıtların olduğu yazın bilgisine karşın günümüzde bile bu konuda ciddi önyargı ve ayırım yaygındır. Bu önyargıdan sağlık çalışanları da kendilerini kurtaramamaktadır. Aşırı kilolu bireylerin hastalıkları için normal kilodaki bireylerden çok daha az tıbbi yardım aldıkları düşünülmektedir. Klinik olarak şişmanlık, boya göre normal kilonun % 20 fazla olması ile tanımlanır. Yüzde 60 ya da daha fazla olması ise ağır risk etkeni olarak değerlendirilmektedir. Okul çağındaki çocuklarda sıklığı % 5'tir.
Obezitenin başlangıcı prognoz bakımından önemlidir. Genellikle muayeneye geliş yaklaşık puberteye kadar gecikmiştir. Aslında çok erken başlayabilir. 11-13 yaşları arasında aileler daha çok da kızlar için endişe ederler. Obesitenin yerleşmesi için iki dönem vardır; (1) Hayatın ilk döneminde başlayan, (2) 2-20 yaşlarda başlayan. Dolayısıyla iki tür obesiteden sözedilebilir. Birincil ve ikincil. Yağ hücrelerinin yapı ve sayısı bakımından çocuk hekimleri üç tip şişmanlık tanımlamışlardır. (1) Hiperplazik: yağ hücrelerinin sayısı artmıştır. Obezite hayatın ilk yıllarından itibaren başlar. (2) Hipertrofik tip: Yağ hücrelerinin hacimleri artmıştır. (3) Karışık tip: Beslenme bakımından obesite bulimik bir dönemden sonra başlayabilir. Ancak sıklıkla aile ortamındaki aşırı yemenin bir sonucudur. Bu aşırı yeme bütün alanlara yayılabileceği gibi, şekerli gıdaları yeme şeklinde sınırlı da olabilir (okul dönüşü ya da akşam atıştırmaları gibi).
Endokrin bir nedene bağlı obesiteler çok nadirdir (% l'in altında) ve genellikle bir gelişme geriliği ile birliktedir. Psikolojik anlamda bir kez obezite yerleştikten sonra tepkisel ya da nedensel bozuklukların ayırt edilmesi zordur.
Birçok klinisyen, belirtinin sürekliliği üzerinde birleşmektedir. Obezlerin % 15-25'i zayıflarken, diğerleri yetişkin yaşlarda da sürmektedir.
Çocukluk dönemlerinden beri obez olanlar ile erişkin dönemde obez olan bireyler karşılaştırıldığında, bir çalışmada erken başlangıç gösterenlerde eşlik eden psikopatolojinin anlamlı olarak yüksek olduğu görülmektedir.
Obez çocuğun kişiliği
Obezite için özgül bir kişilik tipi aranmıştır. Özellikle anoreksi, zayıflama, hiperaktiviteye karşı polifaji, obe-site ve pasivite araştırılmıştır. Şişman çocuklar genellikle yumuşak, apatik, çekingen, süregiden öfke nöbetleri gösteren çocuklar olarak tanımlanabilir. Apati ve pasiflik sürekli değildir. Belirgin bir fizik etkinlik bu çocuklar için tipik olabilir. Obesiteye eşlik eden psikolojik sıkıntılar diğer belirtilerle ortaya çıkar. Bunlar okul başarısızlığı, enü-rezis (ikincil obezlerde en sık rastlanır) gibi belirtilerdir. Obez çocuğun bilişsel işlevselliği normal ya da yüksek düzeylerdeyse çocuklar-daki inhibisyon ya da pasiflik başarı getirir. Obezite genellikle açık bir sendrom haline girmez. Ancak nadiren psikoz gibi belirgin bir psikopatoloji gösterebilir. Böyle bir psikoz varsa şişmanlık çok abartılıdır (% 60 ve üstü gibi.)
Zihinsel engelli çocuklarda da sıklıkla obeziteye rastlanır. Çocuk için sembolik anlam bulunmadığı için doyum aranır. Ailenin işleyişi ise eğitici olması gerekirken beslenmeye yönelmiştir.
Sıklıkla obez çocuklara ailenin duygunu bakımında eksiklik vardır. Dolu olma, boş olma sorunları özel bir yer tutar ve çocuk bu eksikliğini açlık olarak belirtir.
Şişman çocuk ve ailesi
Şişmanlık ailesel ve kültürel olarak önemlidir. Bazı obez ailelerde genetik ve beslenme alışkanlıkları (bebeğin beslenme şekli, ailenin beslenme tutumu, öğünlerin düzeni) önemli bir yer tutar. Süt çocukluğu döneminde anne sütü ile beslenme yerine yapay beslenmenin obezite riskini artırdığını ileri süren araştırma sonuçları bulunmaktadır. Hem anne, hem de babası obez olan çocuklarda obezite görülme sıklığı % 80 olarak bulunmuştur. Benzer şekilde obez çocukların % 80'inin ailelerinde obezite öyküsü vardır. Ayrıca fiziksel aktivite düzeyi ve yaşam tarzı önemlidir. Gelişmiş ülkelerde düşük sosyoekonomik düzeyde, gelişmekte olan ülkelerde ise yüksek sosyoekonomik düzeydeki ailelerde çocukların şişmanlığı artmaktadır. Bu, tüketim toplumu olmaya yönelmenin bir sonucudur. Bu ailelerde şişmanlık sağlıklı olmanın sembolü gibi görülür. Aile içindeki çocuğun her tepkisine anneler besin vererek yanıt verir. Bu tutum çocuğun açlık hissini köreltir ve her türlü içrel gerilim birşeyleri yutmayı çağrıştırır.
Obez anne baba ile özdeşim ve anksiyete ile başetmede bu öğrenilmiş aşırı yeme davranışı da etyolojide önemli rol oynar.
Obez çocukların anne babaları, çocuklarını, okulda ya da aile içinde alay edilmekten ya da aşağılanmaktan korumak için tampon rolü oynarlar. Bazen çocuklarının kilo verme konusundaki başarısızlığı karşısında hayal kırıklığı yaşamakta, öfkelenmektedirler.
Batı toplumlarında zayıflık kavramı erişkinlerde olduğu gibi çocuklar arasında da beğeni toplarken obez çocuklar dışlanabilmektedir. Aşırı kilo nedeniyle eleştirilme ve sosyal dışlanma, çocuklarda utanç duygularının gelişimine neden olabilmekte; çocuğun okul başarısını, sosyal ilişkilerini ve fiziksel etkinliklere karşı olan tutumlarını etkileyebilmektedir. Obez çocukların bir bölümünde benlik saygısı sorunu ve sosyal dışlanma yaşanmamaktadır. Bu farkı çocukların aşırı kiloları ile ilgili inançlarının yarattığı düşünülmektedir. Şişmanlıklarından kendilerinin sorumlu olduğunu düşünen çocukların yaşıtları tarafından daha fazla olumsuz eleştirildikleri ve etkinliklerden dışlandıkları saptanmıştır. Aşırı kilolarına neden olan organik bir bozukluk olmadığı için çevreleri tarafından da aldırış edilmediği ya da tembel olarak görüldükleri belirtilmektedir. Diğer yandan aşırı kilolarını ailesel yatkınlık ya da metabolik sorun gibi dış nedenlere bağlayan, kendi hataları olmadığına ve çevrelerinden gelen olumsuz eleştirilerin önyargılı olduğuna inanan çocukların bu sorunla daha kolay başedebildikleri görülmektedir.
Şişman Çocuk ve Bedeni
Şişman çocuğun beden algısı, başlangıcı ne kadar erkense o kadar bozuktur. Şişmiş olmak duygusu çok sıktır. Kimlik sorunları (özellikle cinsel kimlik) da önemli yer tutar. Cinsiyete bağlı şişmanlık farklı rol oynar. Çok şematik bir biçimde küçük kızın şişmanlığı kastrasyonun inkâr edilmesi, erkekte ise prepubik yağ dokusunun içinde kaybolan seksi ile kastrasyon anksiyetesine karşı pasif bir korunma geliştirir. Bu sıklıkla projektif testlerde görülmektedir.
Şişman Çocuğun Düşsel Dünyası
Bu çocukların maskeleri kaldırıldığında yaşamlarında az ya da çok bir depresyon olduğu görülür. Şişman çocuk kendini korumanın yollarını arar. Boşluğu, eksikliği, yokluğu yoğun olarak hissetmektedir. Çevreden gelen ve tehlikeli olarak algılanan yoğun değersizlik duygularına karşı oral fantazilerin ön plânda olduğu bir yaşantıları vardır. Dış tehlikeye karşı narsisistik bir regresyon vardır. Bu ise testlerde daha çok deniz, okyanus konulan şeklinde ortaya çıkar. Bunlar altta yatanı ortaya çıkaran ikincil temalardır. Benlik algısı olarak şişmanlık ideal benliğin somut olarak yerini almıştır. Böylece obezitenin iki rolü ortaya çıkmaktadır. Birincisi çevreye karşı koruma, ikincisi bütünleşme ve benlik algısının korunması. Bu da klinik tablolardaki görece çeşitliliği açıklar.
Psikiyatride obezite yeme bozukluğu olarak ele alınmasa da yeme bozuklukları ile birlikte görülebilir. Yaygın olarak kullanılan DSM ve ICD ruhsal bozukluklara ilişkin sınıflandırma sistemlerinde yeme bozuklukları bölümünde özgül olarak belirlenmiş olan anoreksiya nervoza ve bulimia nervoza yer almaktadır. Kilo almanın bu yeme bozuklukları ile doğrudan ilişkili olduğunu gösteren bir veri olmamasına karşın obezitenin, anoreksiya ve bulimia nervoza için risk etkenleri arasında olabileceği bildirilmiştir. Yalnızca DSM-IV'te atipik ya da sınıf-landırılamayan yeme bozuklukları bölümünde yer alan ve yeni bir tanı kategorisi olan tıkınırcasına yeme bozukluğunun obeziteye neden olabileceği ileri sürülmüştür. Bu yeme bozukluğunda bulimia nervoza-ya özgü uygunsuz dengeleyici davranışlar (kusma, laksatif, diüretik, lavman ya da diğer ilaçların kullanımı, hiç yemek yememe ya da aşırı egzersiz yapma) yoktur. Haftada en az iki kez tıkınırcasına yeme dönemlerinin olması ile belirlidir. Hızlı yeme, aç olmadan yeme, yalnızken yeme, fiziksel olarak rahatsız olana dek yeme, tiksinme gibi belirtilerden en az üçü altı aydan fazla süre ile bulunmalıdır. Genel toplumda kadınlarda % 1.8 sıklıkta bildirilmektedir.
Tedavide, dikkatin obezite belirtilerine yöneltilmesi başarısızlıkla sonlanır. Çünkü aile diyet yapmayı ister. Çocuğun ise böyle bir isteği yoktur. Diyet süresince çocuğu zayıflatmak mümkün olsa da diyetin bitmesiyle kilolarını hızla alacaktır. Kalori kısıtlaması gereklidir, fakat şişmanlığın psikosomatik değerlendirilmesi ve bu tedaviye çocuğun uyumu olmaksızın bir işe yaramaz. Birkaç kez tedavi amaçlı görüşme ya da destekleyici psikoterapi gereklidir. İlaç ile tedavi hiçbir zaman önerilmez. İştah kesiciler (amfetaminler) dikkatli kullanılmalıdır. 'Tedavide. nedensel etkenlerin ortadan kaldırılması ve psikolojik destek tedavileri uygulanabilir. Proynozun çok iyi olmaması nedeniyle obezite ortaya çıkmadan önce ya da başlangıç fazında tanınması ve inlenmesi tedavi ve izlemde önemlidir. Tedavi yöntemleri sağlıklı yaşam tarzını destekleyen davranışçı tedavi ve bilişsel psikoterapiyi içermektedir.
Sıklıkla uygulanan tedavi, yeme tutumlannı değiştirmeye yönelik davranışçı tedavidir. Değerlendirme sürecinde aynntılı öykü alınması önemlidir. Tercih edilen yemek çeşitleri, tatlılara eğilim, aşırı yeme dönemlerinin ortaya çıktığı zaman, iştahın uyarıldığı çevresel koşullar, gece atıştırma, sosyal baskılar, stres etkenleri, eşlik eden depresyon ve diğer psikiyatrik bozukluklar ile ilgili ayrıntılı öykü alınmalıdır. Önemli olan aşırı yeme davranışını özendiren çevresel etkenleri denetleyebilmektir.
Tedavi şu aşamaları içerir;
1. Yaşa uygun kalori/diyetin uygulanması,
2. Tüketilen yiyeceklerin (yapılabiliyorsa hasta tarafından) düzenli bir şekilde kayıt edilmesi,
3. Hekim tarafından yapılan haftalık kilo takibi,
4. Yemekleri evde yemek ve bu sırada radyo, TV ya da kitap okuma gibi dikkati başka yöne çeken uyaranların bulunmaması,
5. Öğünler arası atıştırmayı yasaklamak,
6. Fiziksel etkinliklerin artırılması,
7. Kilo kaybettikçe ödül uygulanması.
Tedavinin başarısı için çocuk ya da ergenin motivasyonu önemlidir. Özellikle ergenler, iştahının azalacağı beklentisi ile muayeneye gelirler, iştah kesici ilaçlar isterler. Tedavi öncesinde hastanın ve ailenin hedeflerinin değerlendirilmesi de önemlidir. Bazen hedefler gerçek dışı olabilir (kısa sürede aşırı kilo verme gibi). Birçok hasta kahvaltı ve öğle yemeğini atlatarak kilo vereceğine inanır. Böylesi tutum tek öğünde (özellikle akşam yemeği) daha fazla gıda alımına yol açar. Çünkü açlık kan insülin düzeyindeki artmayı sürdürecek akşam saatlerinde artan kan insülin düzeyini düşermek için daha fazla ve uzun süreli gıda alımı gerekecektir. İlaç tedavilerinin çok ümit verici olmadığı, genelde etkilerinin geçici olduğu ve ilaç kesildiği zaman başa dönüleceği gerçeği unutmamalıdır.
Bu programlar ile kilo verilebilmektedir. Ancak asıl sorun kilonun korunmasıdır.
Yemek yeme, yalnızca açlığın giderilmesi ve haz alma değildir. Gerginliği azaltan, öfkeyi yatıştıran ve uyum dengesini sağlayan bir işlevdir. Açlık dürtüsü bireyin kendisinin bile tümüyle farkında olmadığı bazı iç güçler tarafından canlı tutulur. Bu nedenle davranışlar yanında hastanın şişmanlatan yemekleri aşermesine neden olan düşüncelerle de ilgilenen (bilişsel) bir tedavi modeli daha etkili olabilir.
Tedavide aile işbirliği de önemlidir. Özellikle ergenlerle çalışılırken sorumluluğun ve denetimin hastada olması, çevrenin yalnızca ona destek olan bir rolde kalması önemlidir. Gerekirse okul, öğretmen ve arkadaş gibi sosyal destek sistemleri de değerlendirilmelidir.
Çocuklarda yeme davranışının düzenlenmesi ve fiziksel etkinlik, yalnız eğitime göre kısa dönem tedavide daha üstündür. Kısa dönemde tedavi başarı oranı % 5-20, 10 yıllık izleme çalışmasında ise % 30 olarak bildirilmektedir.
Psikolojik ve organik olarak sağlıklı olan çok aşırı kilolu olmayan çocuklarda tedavi girişimleri etkili olmaktadır. Ailede ya da kendisinde eşlik eden psikopatoloji varsa, yaşı küçükse ve olması gereken kilodan % 100 daha fazla kilolu ise tedavi etkinliği düşük olmaktadır. Bozukluğun oluştuktan sonraki seyrinin çok iyi olmaması nedeni ile obezitenin ortaya çıkmadan önce ya da başlangıçta tanınması tedavi ve izlemde önemli olacaktır. Toplumsal önyargıdan uzak, bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı ve önleme çalışmalarına öncelik verilmelidir.
Bulimia Hastaligi (Yeme Krizi)
Yeme Krizi (Bulimia Hastalığı)
Dayanılmaz bir beslenme dürtüsü vardır. Aniden ortaya çıkan bir açlık duygusu eşlik edebilir ya da yoktur. Kişinin tercih ettiği besinler olabilir ya da olmaz. Genellikle de ayrım gözetilmez. Ağzı doldurma ihtiyacı olarak tanımlanabilir. Süre birkaç dakikadan bir kaç saate kadar değişebilir. Aniden kesilir. Boşalmış buzdolabı, dibi bulunmuş reçel kavanozu önündeki hoşnutsuzluk ile yeme krizi kesilir. Kriz sırasında besinlerin temiz olması aranmaz ve beslenme ile ilgili yiyecek kaprisleri görülmez. Sonunda ağır bir doygunluk hissi, hoşnutsuzluk ya da memnun olma ile birliktedir. Anoreksi gibi ele alınarak yardımcı olunur.
Dayanılmaz bir beslenme dürtüsü vardır. Aniden ortaya çıkan bir açlık duygusu eşlik edebilir ya da yoktur. Kişinin tercih ettiği besinler olabilir ya da olmaz. Genellikle de ayrım gözetilmez. Ağzı doldurma ihtiyacı olarak tanımlanabilir. Süre birkaç dakikadan bir kaç saate kadar değişebilir. Aniden kesilir. Boşalmış buzdolabı, dibi bulunmuş reçel kavanozu önündeki hoşnutsuzluk ile yeme krizi kesilir. Kriz sırasında besinlerin temiz olması aranmaz ve beslenme ile ilgili yiyecek kaprisleri görülmez. Sonunda ağır bir doygunluk hissi, hoşnutsuzluk ya da memnun olma ile birliktedir. Anoreksi gibi ele alınarak yardımcı olunur.
Bebeklik Anoreksisi
Bebeklik Anoreksisi
Sıklıkla 5 ile 8'inci aylar arasında ortaya çıkar. Kendiliğinden ya da beslenme düzenindeki bir değişikliğe (örn. lokmalara geçme) bağlı olarak oluşur. Canlı, uyanık ve çevreyi araştıran bir bebek vardır. Beslenmeyi reddetme, hızla, hemen hemen tüm besinleri reddetme şekline döner. Buna da annenin kaygılı bir tepkisi eşlik eder. Çocuğu yedirebilmek amacıyla anne değişik tutumlara girer. Oyunlar, çocuğu kışkırtmalar, uykulu bir halde iken yedirmeye çalışmalar, bazen tersine kuvvet kullanarak, bağlayarak, ellerini tutarak çocuğun ağzı açılmaya çalışılır. Bu kavgada anne güçsüz kalır ve yenilir.
Aile bireyleri ya da arkadaşlar yeni öneriler ortaya atarlar, fakat bunlar annenin kaygılarını artırmaktan başka bir işe yaramazlar. Aslında bebek büyümeye ve kilo almaya devam eder. Nadiren şiddetlidir ve kilo almamaya neden olur. Kabızlık eşlik edebilir, katılardan daha fazla sıvılara yönelme olur.
Bu sorun sıklıkla anneye yöneliktir. Bebek, bakıcı, kreştekiler, anneanne, babaanne gibi diğer kişilerle çok iyi yer. Anne bu redde-dilişin doğrudan kendine yöneldiğini algılar ve sıkıntı içindedir. Yemek saatinin yaklaşması ile sıkıntı artar ve çocuk için hiç de uygun olmayan bir hal alır. Artık beslenme saati çocuk için meme emme değil de daha çok annenin sıkıntısının emileceği bir zamandır.
Bu durumda iki gelişme olur. Birincisi tamamen ilişkisel (bakımdaki bir değişiklik, herhangi bir hastalık ya da yaşantı değişikliği) bir bozukluktur. Tepkisel, geçicidir ve bu reddetme annenin güç kullanma davranışına karşı oluşmuştur. Annenin davranışındaki değişikliklerle sorun hızla çözülebilir. Bunun için anneye güven vermek gerekir. Pratik öneriler, örneğin bebeğin baba ya da üçüncü bir kişi tarafından yedirilmesi ile sorun çözülür, ikincisinde başlangıç aynıdır. Ancak yeme ile ortaya çıkan tepki çocuğun bütün bedenini kaplamıştır ya da annenin tutumunda hiçbir değişiklik olmadığından sorun devam eder. Uyku değişiklikleri, ağır öfke ve katılma nöbetleri gibi diğer rahatsızlıklar eşlik edebilir. Besin karşısında çocuk tümüyle ilgisiz ya da çok açık bir reddetme içindedir. Tam bir reddetme oluştuğunda anne çocuğun ağzından bir-iki lokma geçmesi için her şeyi (kışkırtma, tehdit, dövme) dener. Bu arada çocuk ise kusmakta, tükürmekte ya da tabağını devirmektedir.
Çocuğun tutumları dönemler halinde kırılabilir. Bu dönemlerde çocuk kapris yapıyor gibidir (sadece tatlı, sütlü ya da sebze gibi gıdalar seçer), ancak daha iyi yemektedir. Kusmalar sıktır, yediğini kusar. Bu dönemde çocuk solgundur ve ciddi hastalıklar gelişebilir.
Aile sürekli çocuklarında bedensel bir neden (kalp ve sindirim ile ilgili bir hastalık, enfeksiyon ya da beyin tümörü) aramaktadır. Ancak bu bozukluklar hiçbir zaman böyle bir psikolojik duruma eşlik etmezler.
Bu bebeklerin anneleri daha çok otoriter, yönlendirici ya da her alanı kaplayan ve aslında ruhsal açıdan sağlıklı kişilerdir. Ancak bu anneler için beslenme ilişkisi özgül bir ilişki biçimidir. Besleme davranışının altında yoğun bir iyi anne olamama ya da terkedilme sıkıntısı ve ölüm yatar. Bebekte ise besini reddetme değişik gelişme dönemlerine göre yorumlanabilir. Bu çocuklar için yemek sonrası gevşemenin olası bir tehlike oluşturduğundan söz edilmektedir. Bu çocuklar rahatlayınca huzursuz olurlar, onlar için bir gerginlik gerekmektedir. Diğer taraftan biberon ya da anne memesine karşı başını çevirmek şematik olarak hayır demenin ilk örneğidir. Yani bebek, anne çocuk ilişkisine sembolik anlamda hayır demektedir. Bu bebeklerde yabancılara karşı korku hissi gözlenmemektedir. Bunun anlamı ise anne yüzünün ayırt edilememesi ve sıkıntının yabancıya aktarılamaması olabilir. Besin reddi sıkıntının bulaşmasını gösterir. Anne, anneden çocuğa ve anneye bulaşma şeklinde bir kısır döngü söz konusudur.
Tedavi amaçlı yaklaşım anne çocuk ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Annenin kaygısı giderilmeye çalışılır ve belirgin tutum değişikliklerine gidilmesi gerekir. Bir kez bile çocuk psikiyatristi tarafından görülmüş olma tüm kaygıları ortadan kaldırabilir, ertesi gün çocuk rahat beslenebilir. Ayrıca bu davranışlar annenin farkında olamadığı çocuk bakımı üzerine oturduğu için annenin tek başına psikoterapisi, bazen de anne çocuk ilişkisi için psikoterapi gerekebilir.
Genç Kızların Anoreksiya Nevrozası
Yaş ve boy uzunluğuna göre beklenen kilodan daha az bir beden ağırlığı olmasına karşın kilo almaktan ya da şişman biri olmaktan aşırı bir korku vardır. Başka bir deyişle beden ağırlığı ya da biçimini algılama bozulmuştur. İlk kez 1868 yılında tanımlanmış ve temel olarak nedeninin psikolojik olduğu bundan sonra kabul edilmiştir. Çekirdek belirti, şaşırtıcı olarak, iştahsızlık değil, biçim, ağırlık ve yiyecekle ilgili tutum bozukluğudur. Ortalama başlangıç yaşı 16, erkeklerde ise 12 yaş gibi daha genç dönemlerdedir. Daha çok yüksek sosyoekonomik sınıfta ortaya çıkar. Genellikle bir rejimi izleyerek başlamakta ve ağırlık azaldıkça beden şekli giderek bozulmaktadır. Oluşan bu ince hali korumak için besinlerden kaçınma, ishal, kusma ya da aşırı beden etkinliği ortaya çıkmaktadır. Tedavide kişinin psikoterapisi, aile tedavisi, grup tedavisi, ilaç tedavileri gibi yöntemler uygulanmaktadır.
Sıklıkla 5 ile 8'inci aylar arasında ortaya çıkar. Kendiliğinden ya da beslenme düzenindeki bir değişikliğe (örn. lokmalara geçme) bağlı olarak oluşur. Canlı, uyanık ve çevreyi araştıran bir bebek vardır. Beslenmeyi reddetme, hızla, hemen hemen tüm besinleri reddetme şekline döner. Buna da annenin kaygılı bir tepkisi eşlik eder. Çocuğu yedirebilmek amacıyla anne değişik tutumlara girer. Oyunlar, çocuğu kışkırtmalar, uykulu bir halde iken yedirmeye çalışmalar, bazen tersine kuvvet kullanarak, bağlayarak, ellerini tutarak çocuğun ağzı açılmaya çalışılır. Bu kavgada anne güçsüz kalır ve yenilir.
Aile bireyleri ya da arkadaşlar yeni öneriler ortaya atarlar, fakat bunlar annenin kaygılarını artırmaktan başka bir işe yaramazlar. Aslında bebek büyümeye ve kilo almaya devam eder. Nadiren şiddetlidir ve kilo almamaya neden olur. Kabızlık eşlik edebilir, katılardan daha fazla sıvılara yönelme olur.
Bu sorun sıklıkla anneye yöneliktir. Bebek, bakıcı, kreştekiler, anneanne, babaanne gibi diğer kişilerle çok iyi yer. Anne bu redde-dilişin doğrudan kendine yöneldiğini algılar ve sıkıntı içindedir. Yemek saatinin yaklaşması ile sıkıntı artar ve çocuk için hiç de uygun olmayan bir hal alır. Artık beslenme saati çocuk için meme emme değil de daha çok annenin sıkıntısının emileceği bir zamandır.
Bu durumda iki gelişme olur. Birincisi tamamen ilişkisel (bakımdaki bir değişiklik, herhangi bir hastalık ya da yaşantı değişikliği) bir bozukluktur. Tepkisel, geçicidir ve bu reddetme annenin güç kullanma davranışına karşı oluşmuştur. Annenin davranışındaki değişikliklerle sorun hızla çözülebilir. Bunun için anneye güven vermek gerekir. Pratik öneriler, örneğin bebeğin baba ya da üçüncü bir kişi tarafından yedirilmesi ile sorun çözülür, ikincisinde başlangıç aynıdır. Ancak yeme ile ortaya çıkan tepki çocuğun bütün bedenini kaplamıştır ya da annenin tutumunda hiçbir değişiklik olmadığından sorun devam eder. Uyku değişiklikleri, ağır öfke ve katılma nöbetleri gibi diğer rahatsızlıklar eşlik edebilir. Besin karşısında çocuk tümüyle ilgisiz ya da çok açık bir reddetme içindedir. Tam bir reddetme oluştuğunda anne çocuğun ağzından bir-iki lokma geçmesi için her şeyi (kışkırtma, tehdit, dövme) dener. Bu arada çocuk ise kusmakta, tükürmekte ya da tabağını devirmektedir.
Çocuğun tutumları dönemler halinde kırılabilir. Bu dönemlerde çocuk kapris yapıyor gibidir (sadece tatlı, sütlü ya da sebze gibi gıdalar seçer), ancak daha iyi yemektedir. Kusmalar sıktır, yediğini kusar. Bu dönemde çocuk solgundur ve ciddi hastalıklar gelişebilir.
Aile sürekli çocuklarında bedensel bir neden (kalp ve sindirim ile ilgili bir hastalık, enfeksiyon ya da beyin tümörü) aramaktadır. Ancak bu bozukluklar hiçbir zaman böyle bir psikolojik duruma eşlik etmezler.
Bu bebeklerin anneleri daha çok otoriter, yönlendirici ya da her alanı kaplayan ve aslında ruhsal açıdan sağlıklı kişilerdir. Ancak bu anneler için beslenme ilişkisi özgül bir ilişki biçimidir. Besleme davranışının altında yoğun bir iyi anne olamama ya da terkedilme sıkıntısı ve ölüm yatar. Bebekte ise besini reddetme değişik gelişme dönemlerine göre yorumlanabilir. Bu çocuklar için yemek sonrası gevşemenin olası bir tehlike oluşturduğundan söz edilmektedir. Bu çocuklar rahatlayınca huzursuz olurlar, onlar için bir gerginlik gerekmektedir. Diğer taraftan biberon ya da anne memesine karşı başını çevirmek şematik olarak hayır demenin ilk örneğidir. Yani bebek, anne çocuk ilişkisine sembolik anlamda hayır demektedir. Bu bebeklerde yabancılara karşı korku hissi gözlenmemektedir. Bunun anlamı ise anne yüzünün ayırt edilememesi ve sıkıntının yabancıya aktarılamaması olabilir. Besin reddi sıkıntının bulaşmasını gösterir. Anne, anneden çocuğa ve anneye bulaşma şeklinde bir kısır döngü söz konusudur.
Tedavi amaçlı yaklaşım anne çocuk ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Annenin kaygısı giderilmeye çalışılır ve belirgin tutum değişikliklerine gidilmesi gerekir. Bir kez bile çocuk psikiyatristi tarafından görülmüş olma tüm kaygıları ortadan kaldırabilir, ertesi gün çocuk rahat beslenebilir. Ayrıca bu davranışlar annenin farkında olamadığı çocuk bakımı üzerine oturduğu için annenin tek başına psikoterapisi, bazen de anne çocuk ilişkisi için psikoterapi gerekebilir.
Genç Kızların Anoreksiya Nevrozası
Yaş ve boy uzunluğuna göre beklenen kilodan daha az bir beden ağırlığı olmasına karşın kilo almaktan ya da şişman biri olmaktan aşırı bir korku vardır. Başka bir deyişle beden ağırlığı ya da biçimini algılama bozulmuştur. İlk kez 1868 yılında tanımlanmış ve temel olarak nedeninin psikolojik olduğu bundan sonra kabul edilmiştir. Çekirdek belirti, şaşırtıcı olarak, iştahsızlık değil, biçim, ağırlık ve yiyecekle ilgili tutum bozukluğudur. Ortalama başlangıç yaşı 16, erkeklerde ise 12 yaş gibi daha genç dönemlerdedir. Daha çok yüksek sosyoekonomik sınıfta ortaya çıkar. Genellikle bir rejimi izleyerek başlamakta ve ağırlık azaldıkça beden şekli giderek bozulmaktadır. Oluşan bu ince hali korumak için besinlerden kaçınma, ishal, kusma ya da aşırı beden etkinliği ortaya çıkmaktadır. Tedavide kişinin psikoterapisi, aile tedavisi, grup tedavisi, ilaç tedavileri gibi yöntemler uygulanmaktadır.
Cocuklarda Zeka Geriligi
Zekâ Geriliği, Çocuklarda Zeka Geriligi
Bu bozukluk 18 yaşın altında başlayan; bilişsel, motor, dil ve sosyal alanları içeren genel zihinsel işlevselliğin belirgin olarak ortalamanın altında olması ve eşlik eden uyum bozukluğu ile belirlenmektedir. Genel zihinsel işlevsellik bireysel olarak uygulanan bir ya da daha çok standart zekâ testinin (örn. Çocuklar için VVechsIer Zekâ Skalası- gözden geçirilmiş şekli WISC-R; 6-16 yaşlar arası, Stanfort- Binet; 2-18 yaşlar arası geçerlidir, Kaufman Çocuklar için Ölçüm Bataryası) değerlendirilmesi sonucunda elde edilen zeka bölümü (IQ) ile tanımlanır. Zihinsel işlevselliğin belirgin derecede ortalamanın altında olması (IQ'nun 70 ve altında olması ya da ortalamanın 2 standart sapma altında olması) anlamına gelir. Amerikan Zekâ Yetersizliği Birliği (American Association on Mental Deficiency, AAMD)'nin tanımlamasına göre de zekâ geriliği, gelişim döneminde oluşan, uyumlu davranışların eksikliğini içeren normalin altındaki zekâ işlevidir. Bu tanım zeka geriliğinde, şimdiki uyum sorununu ve işlevsellikteki sınırlılığı şart koşar.
Bebeklerde Zeka Geriliği
Zeka geriliğinin şiddeti 4 derecede belirtilir:
Hafif Zeka Geriliği: IQ düzeyi 50-55 ile yaklaşık 70 arası
Orta: IQ düzeyi 35-40 ile 50-55 arası
Ağır: IQ düzeyi 20-25 ile 35-40 arası
İleri derecede ağır: IQ düzeyi 20-25'in altı
Zeka geriliği olan bireylerdeki belirtiler genellikle düşük IQ'dan çok, iletişim, kendine bakım, ev yaşamı, toplamsal Kişilerarası beceriler, toplumun sağladığı olanakları kullanma, kendi kendini yönetip yönlendirme, okulla ilgili bilişsel beceriler, iş, boş zamanlar, sağlık ve güvenlik gibi uyum işlevselliğindeki yetersizliktir. Uyum işlevselliği genel yaşam koşullan ile ne derecede başa çıkabildiğini ve kendisi ile aynı yaşta, aynı sosyokültürel birikimde ve aynı toplumdaki birine kıyasla bireysel bağımsızlık standartlarını ne derecede karşılayabildiğim belirtir.
Zekâ geriliğinin belirgin olduğu durumlar birçok zihinsel hastalığın tanımından öncesinde dikkati çekmiştir. Çağımızda zekâ geriliği anlamında "zekâ yetersizliği", "zekâ özürü" "normal altı zekâ", "oligofreni" ve yakın zamanda "gelişimsel engellilik" ve "gelişimsel gecikme" gibi terimler kullanılmaktadır. "Gelişimsel özürlülük" terimi ise, zekâ geriliği, serebral palsi, otizm ve zekâ geriliği ile yakından ilişkisi olan diğer nörolojik bozukluklar gibi ileri derecede ve süreğen zihinsel ve fiziksel bozuklukları tanımlamak için kullanılmaktadır.
Değerlendirmenin objektif ve standart olmasını sağlamak amacıyla Binet ve Simon, Fransız okullarındaki başarısız öğrencileri değerlendirmek ve sorunlarına çözüm bulmak için ilk zekâ testini geliştirmiştir. Son 30 yılda zekâ geriliği olan bireylere yönelik yaklaşımlarda önemli değişiklikler başlamıştır. Zekâ geriliği olan bireylerin değerlendirildiği ve desteklendiği birimler, ruhsal bozukluk tedavi ünitelerinden ayrılarak zekâ geriliğine özel daha yoğun destek başlatılmıştır. 1960'lı yıllann başında zihinsel engelli çocukların eğitimi için okul öncesi programlar başlatılmış. Şu andaki görüş de, bu çocukların erken dönemde tanınması, değerlendirilmesi ve doğru yaklaşım ile desteklenmesidir.
Zekâ geriliğinin sıklığı % 1-3 olarak öngörülmektedir. Zekâ geriliği olan çocukların en büyük bölümü (% 8 5) hafif derecede iken % 10'u orta derecede, % 3-4'ü ağır zekâ geriliği olup tüm zekâ geriliği olgularının % 1-2'si ise ileri derecede ağır zekâ geriliği derecesindedir.
Zeka Geriliği Belirtileri
Hafif derece zekâ geriliği, okula başlamadan önce anne-baba veya çevre tarafından farkedilemeyebilir. Çocuklar okula başladıktan ve ev dışındaki etkinliklere katıldıktan sonra zihinsel yetersizlikleri anlaşılmaya ve görünür hale gelmeye başlar. Derslerin, sınıf atladıkça daha da güçleşmesi ve bilişsel yeti gerektirmesi nedeniyle ergenlik dönemine doğru farkedilme en belirgindir. İleri derece zekâ geriliği olanlara çok erken yaşlarda tanı konur. İleri derece zekâ geriliği olanlarda zeka ile toplumsal işlev arasındaki ilişki açıktır. Bunlar çocuklukta özel desteğe gereksinim duyarlar ve bu durum erişkinlikte de devam eder. Hafif derece zekâ geriliği olan çocuklann yarısından fazlası özel desteğe gerek duymaz. Zekâ bölümlerine göre kendine yeterlilik gözden geçirildiğinde, zekâ bölümü 40'ın altında olanların hiçbiri kendine yeterli değildir. Zekâ bölümü 40-49 arasında olanların % 20'si, 50-59 arasında olanların % 42'si ve 60-69 arasında olanların % 71'i kendine yeterlidir.
Zeka Geriliği Nedenleri
Zekâ geriliğinin nedenlerine bakıldığında, yapısal, genetik ve sosyokültürel faktörler ve bunların etkileşimi üzerinde durulmaktadır. Doğum öncesi dönemde zekâ geriliğinin genetik olmayan nedenlerinden en önemlisi anne karnındaki bebeğin alkole maruz kalmasıdır. Genetik etkenler, bilinen yapısal nedenlerin başlıcasıdır (Dovvn sendromu, frajil X sendromu, kedi miyavlaması hastalığı gibi).
Çevresel etkenler arasında ise, annenin gebelik dönemindeki bakım ve beslenmesi, gebelik sorunları (toksemi, kanama gibi), birden fazla gebelik, annenin yaşı, annenin ilaç kullanımı ya da kronik hastalıkları, radyasyona ya da travmaya maruz kalma sayılabilir.
Doğuma ilişkin nedenler: Günümüzde doğum koşulları ve yeni-doganın bakımı nitelik yönünden daha iyi düzeydedir ve serebral palsili doğan bebeklerin görülmesi azalmaktadır. Ancak, doğumda belirgin oksijensiz kalma (asfiksi) çağdaş tıp merkezlerinde bile görülmeye devam etmektedir. 1000 doğumda 5 kadar olan bu durum bebeklerin % 20'sinde zekâ düzeylerini etkilemektedir. Doğum ağırlığı 1500 gramdan daha az olan bebeklerde serebral palsi oranı artar. Bu oranın 10 binde 1 olduğu düşünülmektedir. Tıbbi yapılmayan doğuma bağlı sorunlar ve doğum sonrası sarılığı (aşırı bilirübin yüksekliği; kernikterus) zekâ geriliği nedenleri arasındaki diğer önemli etmenlerdir.
Doğum sonrası nedenler: Gelişmekte olan bebeği ve özellikle beyin gelişimini etkileyebilecek, toksik, metabolik ya da travmatik olaylar (kaza, çocuk istismarı, sarsılmış bebek sendromu; kızamık, boğmaca, kabakulak ve tüberküloz gibi beyni etkileyen hastalıklar; kafa içi tümörleri, seyrek olmakla birlikte yüksek düzeyde kurşunun sürekli alınması; 60 mg/dl'den fazla kan kurşun düzeyi zekâ bölümünde azalmaya neden olmaktadır) önemlidir, ileri derecede beslenme bozukluğu ve guatr da nedenler arasında yer almaktadır.
Zekâ geriliğinin en sık rastlanan belirtisi her türlü zihinsel işlevler-deki yetersizliktir. Bunlar öğrenme, kısa süreli hafıza, kavramları kullanma ve problem çözmeyi içerir. Bazen özel bir işlev diğerlerinden daha çok etkilenir.
Hafif derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olan grubun % 85'ini oluşturmaktadır. Genellikle duyu ve motor alanda yıkım yoktur. Bu gruptaki kişilerin büyük bir kısmı normal dil gelişimi ve sosyal alandaki becerilerini okul öncesi dönemde kazanırlar bu nedenle zekâ geriliği tanısı koymak çok zordur. Onlu yaşların sonlarına doğru, 6'ncı sınıf düzeyinde okul becerileri kazanabilirler. Yetişkin dönemde yaşamlarını kendi başlarına yönetebilirler, fazla beceri gerektirmeyen ya da az beceri gerektiren pratik el işleri yapabilirler. Düşük akademik beklenti olan sosyokültürel ortamlarda hafif zekâ geriliği önemli bir sorun yaratmayabilir. Ancak hafif zekâ geriliği olan kişi, aynı zamanda duygusal ve sosyal bakımdan gelişmemişse (evliliğe uyum yapabilme, çocuk yetiştirme, gelenek ve kültürün beklentilerine uyabilme gibi alanlarda) zekâ özrünün sonuçları açıkça belli olur.
Orta derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliklerinin % 10'unu oluşturur. Bu gruptaki bireylerde kavramada ve dil gelişiminde gecikme vardır. Kendilerine bakımı ve motor becerileri geri kalmıştır ve bazıları yaşam boyu başkalarının denetimine gereksinim duyar. Okuma, yazma ve sayma gibi temel becerileri zor da olsa öğrenirler. Akademik olarak ikinci sınıf düzeyinden ileri gidemezler. Bildikleri yerlerde tek başlarına dolaşabilirler. Bu bireyler yetişkin döneminde, denetim altında yapılandırılmış bazı pratik işleri yapabilirler. Genel olarak hareket yetileri tam olup bedensel olarak etkindirler.
Ağır derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olan bireylerin % 3-4ünü oluşturmaktadır. Okul öncesi dönemde gelişimleri büyük ölçüde geridir. Bu gruptaki bireyler ancak denetim altında kendilerine bakmayı öğrenirler ve basit düzeyde iletişim kurarlar. Yetişkin dönemde basit işleri yapabilir, sınırlı sosyal etkinliklere katılabilirler. Bu tanı grubundaki bireylerin çoğunda belirgin motor bozukluk ya da ilgili sakatlıklar vardır, bu da merkezi sinir sisteminde önemli bir zedelenme ya da gelişim bozukluğunun olduğunun bir göstergesidir.
Çok ağır derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olanların % l'ini oluşturur. Bu bireylerin kendilerine söylenenleri ve istenenleri anlama ve uyabilme yetileri ileri derecede sınırlıdır. Bu kişilerin çoğunluğu hareket edemez ya da hareketleri ileri derecede kısıtlıdır, idrar ve dışkı denetimi gelişmemiş olabilir. Ancak ilkel düzeyde hareketlerle sözsüz iletişim kurarlar. Temel gereksinimlerini sağlayacak yetileri ileri derecede kısıtlı olup ömür boyu bakıma muhtaçtırlar.
Zekâ geriliği olan çocuklarda klinik duruma sıklıkla fiziksel ve psikiyatrik bozukluklar eşlik etmektedir. Duyu kusurlarından, işitme ve görme bozuklukları olabilmekte, yarısında çeşitli derecelerdeki konuşma bozuklukları eşlik etmektedir.
Tedavide en önemli adım motor ve zihinsel geriliğin erken dönemde belirlenmesi ve nedenlere yönelik araştırmaların yapılmasıdır. Daha da önemli adım ise bozukluğun gelişimine ilişkin koruyucu ruh sağlığı hizmetlerinin verilmesidir. Bunun için de gebelik öncesi (35 yaş üzerindeki gebelikte, genetik yüklülüğün olduğu ailelerde) genetik danışmanlık, gebelik döneminde tanı yöntemlerinin kullanılması, annenin beslenmesi, sağlık durumunun izlenmesi ve doğumun sağlıklı şartlarda gerçekleştirilmesi, zekâ geriliğinin önlenmesi açısından değerlidir. Doğum sonrasında ise, bebeğin beklenen gelişim düzeyinde olup olmadığının izlenmesi önemlidir. Bebeğin baş çevresinin ölçülmesi, iskelet, endokrin ve dolaşım sistemlerinin incelenmesi, fenilketonüri ve diğer işlevsel bozuklukların tanınması gerekir. Doğumdan birkaç hafta sonra Moro refleksi, tutma refleksi ve emme refleksi ile kendiliğinden olan hareketler sınanmalıdır. Bebeğin işitme ve görme yanıtları, göz hareketleri ve gözleri odaklaştırması, gülmesi, başını tutması ve ses çıkartması gelişmenin iyi olduğunu gösterir. Oturma, nesneleri kavrama ve destekle yürüme genellikle 12 aydan önce olur. Yaşa uygun olmayan bir davranış daha fazla dikkati ve izlemeyi gerektirir.
Zekâ geriliği olan bireylerdeki psikiyatrik bozuklukların tedavisi zekâ geriliği olmayan hastalardan farklı değildir. Tıbbi, davranışsal ve eğitim girişimleri eşgüdümlü olarak yapılmalıdır. Zekâ geriliği olanların çevreye ya da kendine yönelik saldırgan davranışlar sergilemesi sorunlar yaratabilir. Zekâ geriliği o)an bireylerde ilaç kullanımının en gerekli olduğu durum yıkıcı davranışlardır. Bunlar, kendine zarar verici davranışlar, basmakalıp-yineleyici davranışlar ve saldırgan davranışlardır.
Bu çocukların, yıkanma, tuvalet eğitimi ve giyinme gibi kendine bakım becerilerinin geliştirilmesinde davranış terapisi teknikleri kullanılabilir. Bu teknikler, aile ve öğretmenlere hastanın günlük yaşamında uygulamaları için öğretilir. Bu yaklaşımda simgesel ödül programı, olumlu pekiştirme ve sosyal beceri eğitimi programları kullanılmaktadır. Bu tekniklerle hastanın yıkıcı ve saldırgan davranışlarının azaltılması ya da denetim altına alınması ve birtakım sosyal davranışların geliştirilmesi ya da kazandırılması amaçlanır. Denetim sorunları, uyarılmış nitelikteki davranışların düzeltilmesini, olumlu davranışların pekiştirilmesini ve yineleyici davranışların azaltılmasını amaçlayan tekniklerle tedavi edilir. Bazen edimsel koşullandırma yöntemi de kullanılır. İstenmeyen davranışları etkin bir şekilde azaltan cezalandırma ise en son başvurulacak yoldur. Davranış tedavisi ile sosyal yeteneklerde, özellikle iletişim ve günlük yaşam yeteneklerinde belirgin düzelmeler sağlanır. Genel olarak pekiştirme teknikleri anlatım dilinin gelişmesinde, yönergeleri anlamada ve izlemede, temel kişisel ve ev içi yaşam becerilerin kazanılmasında olumlu sonuçlar verir.
Zeka Geriliği Tedavisi
Tanı sırasında ailenin desteklenmesi gerekmektedir; inkâr ve kendini suçlamayı izleyen tanı ve nedenlere yönelik olarak çeşitli uzmanlara başvuru sık görülmektedir. Benzer tanıda çocuğu olan ailelerle yapılan grup tedavi uygulamalarının bu süreci kısaltmada, işbirliğine yöneltmede ve çocuğun erken dönemde desteklenmesinde önemli etkileri olmaktadır. Ayrıca ailenin ekonomik ya da sosyal güçlüklerini azaltmaya yönelik sosyal destek sistemlerinden (özürlü kimlik kartı, vergi indirimi, özel eğitim raporu, sosyal hizmetler, bakım kurumları, rehabilitasyon merkezleri) yararlanması sağlanmalıdır. Anne baba ve kardeşleri içeren bilgilendirmeye yönelik eğitim, uzun süreli güçlüklere bağlı gelişebilecek kaygı ya da depresyon gibi psikiyatrik durumların ele alınması ve aile terapileri yararlı olacaktır. Zekâ geriliği olan bireyin eğitimine erken yaşlarda başlamalıdır. Okul öncesi dönemde verilen özel eğitim ve öğretim ile çocuğun zekâ kapasitesinin ne olduğu anlaşılabilir. Çocuk, normal okul yaşına eriştiğinde, hafif derecede zekâ geriliği olan çocuklar normal okulların özel alt sınıflarında eğitim görebilir. Orta derecede zekâ geriliği olan çocuklar özel eğitim veren kurumlarda eğitilmelidir. Çocukların zekâ düzeyine göre düzenlenecek akademik eğitim ve iş öğretimine ağırlık vererek, bu tür çocukların topluma yük olmalarının engellenmesi, üzerinde en fazla durulan konulardan biridir. Kendine zarar verici davranışlarda ya da eğitimi engelleyen dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilikte ilaç tedavileri etkili olmaktadır. Ergenlik ile davranış denetimi zorlaşmakta; özellikle bedensel gelişimin farkedilmesi ihmal ya da istismar edilmeleri açısından risk yaratmaktadır. Bedensel gelişimleri yaş ile uyumlu olabilmesine karşın zihinsel gelişim aynı düzeyde olmadığından davranışlar ya da ilgi arayışı cinsel ilgi artışı olarak değerlendirilebilmektedir. Bu da anne baba ve eğiticileri kaygılandırmaktadır. En sağlıklı yaklaşım ergenin zihinsel gelişim düzeyine uygun yaklaşımdır. Duygusal gereksinimlerin karşılanması, istismar açısından denetlenmesi ve eğitimi, davranışların denetimi ile ilgili zorluklarda uzman denetiminde kısa süreli ilaç tedavileri uygun olacaktır.
Bu bozukluk 18 yaşın altında başlayan; bilişsel, motor, dil ve sosyal alanları içeren genel zihinsel işlevselliğin belirgin olarak ortalamanın altında olması ve eşlik eden uyum bozukluğu ile belirlenmektedir. Genel zihinsel işlevsellik bireysel olarak uygulanan bir ya da daha çok standart zekâ testinin (örn. Çocuklar için VVechsIer Zekâ Skalası- gözden geçirilmiş şekli WISC-R; 6-16 yaşlar arası, Stanfort- Binet; 2-18 yaşlar arası geçerlidir, Kaufman Çocuklar için Ölçüm Bataryası) değerlendirilmesi sonucunda elde edilen zeka bölümü (IQ) ile tanımlanır. Zihinsel işlevselliğin belirgin derecede ortalamanın altında olması (IQ'nun 70 ve altında olması ya da ortalamanın 2 standart sapma altında olması) anlamına gelir. Amerikan Zekâ Yetersizliği Birliği (American Association on Mental Deficiency, AAMD)'nin tanımlamasına göre de zekâ geriliği, gelişim döneminde oluşan, uyumlu davranışların eksikliğini içeren normalin altındaki zekâ işlevidir. Bu tanım zeka geriliğinde, şimdiki uyum sorununu ve işlevsellikteki sınırlılığı şart koşar.
Bebeklerde Zeka Geriliği
Zeka geriliğinin şiddeti 4 derecede belirtilir:
Hafif Zeka Geriliği: IQ düzeyi 50-55 ile yaklaşık 70 arası
Orta: IQ düzeyi 35-40 ile 50-55 arası
Ağır: IQ düzeyi 20-25 ile 35-40 arası
İleri derecede ağır: IQ düzeyi 20-25'in altı
Zeka geriliği olan bireylerdeki belirtiler genellikle düşük IQ'dan çok, iletişim, kendine bakım, ev yaşamı, toplamsal Kişilerarası beceriler, toplumun sağladığı olanakları kullanma, kendi kendini yönetip yönlendirme, okulla ilgili bilişsel beceriler, iş, boş zamanlar, sağlık ve güvenlik gibi uyum işlevselliğindeki yetersizliktir. Uyum işlevselliği genel yaşam koşullan ile ne derecede başa çıkabildiğini ve kendisi ile aynı yaşta, aynı sosyokültürel birikimde ve aynı toplumdaki birine kıyasla bireysel bağımsızlık standartlarını ne derecede karşılayabildiğim belirtir.
Zekâ geriliğinin belirgin olduğu durumlar birçok zihinsel hastalığın tanımından öncesinde dikkati çekmiştir. Çağımızda zekâ geriliği anlamında "zekâ yetersizliği", "zekâ özürü" "normal altı zekâ", "oligofreni" ve yakın zamanda "gelişimsel engellilik" ve "gelişimsel gecikme" gibi terimler kullanılmaktadır. "Gelişimsel özürlülük" terimi ise, zekâ geriliği, serebral palsi, otizm ve zekâ geriliği ile yakından ilişkisi olan diğer nörolojik bozukluklar gibi ileri derecede ve süreğen zihinsel ve fiziksel bozuklukları tanımlamak için kullanılmaktadır.
Değerlendirmenin objektif ve standart olmasını sağlamak amacıyla Binet ve Simon, Fransız okullarındaki başarısız öğrencileri değerlendirmek ve sorunlarına çözüm bulmak için ilk zekâ testini geliştirmiştir. Son 30 yılda zekâ geriliği olan bireylere yönelik yaklaşımlarda önemli değişiklikler başlamıştır. Zekâ geriliği olan bireylerin değerlendirildiği ve desteklendiği birimler, ruhsal bozukluk tedavi ünitelerinden ayrılarak zekâ geriliğine özel daha yoğun destek başlatılmıştır. 1960'lı yıllann başında zihinsel engelli çocukların eğitimi için okul öncesi programlar başlatılmış. Şu andaki görüş de, bu çocukların erken dönemde tanınması, değerlendirilmesi ve doğru yaklaşım ile desteklenmesidir.
Zekâ geriliğinin sıklığı % 1-3 olarak öngörülmektedir. Zekâ geriliği olan çocukların en büyük bölümü (% 8 5) hafif derecede iken % 10'u orta derecede, % 3-4'ü ağır zekâ geriliği olup tüm zekâ geriliği olgularının % 1-2'si ise ileri derecede ağır zekâ geriliği derecesindedir.
Zeka Geriliği Belirtileri
Hafif derece zekâ geriliği, okula başlamadan önce anne-baba veya çevre tarafından farkedilemeyebilir. Çocuklar okula başladıktan ve ev dışındaki etkinliklere katıldıktan sonra zihinsel yetersizlikleri anlaşılmaya ve görünür hale gelmeye başlar. Derslerin, sınıf atladıkça daha da güçleşmesi ve bilişsel yeti gerektirmesi nedeniyle ergenlik dönemine doğru farkedilme en belirgindir. İleri derece zekâ geriliği olanlara çok erken yaşlarda tanı konur. İleri derece zekâ geriliği olanlarda zeka ile toplumsal işlev arasındaki ilişki açıktır. Bunlar çocuklukta özel desteğe gereksinim duyarlar ve bu durum erişkinlikte de devam eder. Hafif derece zekâ geriliği olan çocuklann yarısından fazlası özel desteğe gerek duymaz. Zekâ bölümlerine göre kendine yeterlilik gözden geçirildiğinde, zekâ bölümü 40'ın altında olanların hiçbiri kendine yeterli değildir. Zekâ bölümü 40-49 arasında olanların % 20'si, 50-59 arasında olanların % 42'si ve 60-69 arasında olanların % 71'i kendine yeterlidir.
Zeka Geriliği Nedenleri
Zekâ geriliğinin nedenlerine bakıldığında, yapısal, genetik ve sosyokültürel faktörler ve bunların etkileşimi üzerinde durulmaktadır. Doğum öncesi dönemde zekâ geriliğinin genetik olmayan nedenlerinden en önemlisi anne karnındaki bebeğin alkole maruz kalmasıdır. Genetik etkenler, bilinen yapısal nedenlerin başlıcasıdır (Dovvn sendromu, frajil X sendromu, kedi miyavlaması hastalığı gibi).
Çevresel etkenler arasında ise, annenin gebelik dönemindeki bakım ve beslenmesi, gebelik sorunları (toksemi, kanama gibi), birden fazla gebelik, annenin yaşı, annenin ilaç kullanımı ya da kronik hastalıkları, radyasyona ya da travmaya maruz kalma sayılabilir.
Doğuma ilişkin nedenler: Günümüzde doğum koşulları ve yeni-doganın bakımı nitelik yönünden daha iyi düzeydedir ve serebral palsili doğan bebeklerin görülmesi azalmaktadır. Ancak, doğumda belirgin oksijensiz kalma (asfiksi) çağdaş tıp merkezlerinde bile görülmeye devam etmektedir. 1000 doğumda 5 kadar olan bu durum bebeklerin % 20'sinde zekâ düzeylerini etkilemektedir. Doğum ağırlığı 1500 gramdan daha az olan bebeklerde serebral palsi oranı artar. Bu oranın 10 binde 1 olduğu düşünülmektedir. Tıbbi yapılmayan doğuma bağlı sorunlar ve doğum sonrası sarılığı (aşırı bilirübin yüksekliği; kernikterus) zekâ geriliği nedenleri arasındaki diğer önemli etmenlerdir.
Doğum sonrası nedenler: Gelişmekte olan bebeği ve özellikle beyin gelişimini etkileyebilecek, toksik, metabolik ya da travmatik olaylar (kaza, çocuk istismarı, sarsılmış bebek sendromu; kızamık, boğmaca, kabakulak ve tüberküloz gibi beyni etkileyen hastalıklar; kafa içi tümörleri, seyrek olmakla birlikte yüksek düzeyde kurşunun sürekli alınması; 60 mg/dl'den fazla kan kurşun düzeyi zekâ bölümünde azalmaya neden olmaktadır) önemlidir, ileri derecede beslenme bozukluğu ve guatr da nedenler arasında yer almaktadır.
Zekâ geriliğinin en sık rastlanan belirtisi her türlü zihinsel işlevler-deki yetersizliktir. Bunlar öğrenme, kısa süreli hafıza, kavramları kullanma ve problem çözmeyi içerir. Bazen özel bir işlev diğerlerinden daha çok etkilenir.
Hafif derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olan grubun % 85'ini oluşturmaktadır. Genellikle duyu ve motor alanda yıkım yoktur. Bu gruptaki kişilerin büyük bir kısmı normal dil gelişimi ve sosyal alandaki becerilerini okul öncesi dönemde kazanırlar bu nedenle zekâ geriliği tanısı koymak çok zordur. Onlu yaşların sonlarına doğru, 6'ncı sınıf düzeyinde okul becerileri kazanabilirler. Yetişkin dönemde yaşamlarını kendi başlarına yönetebilirler, fazla beceri gerektirmeyen ya da az beceri gerektiren pratik el işleri yapabilirler. Düşük akademik beklenti olan sosyokültürel ortamlarda hafif zekâ geriliği önemli bir sorun yaratmayabilir. Ancak hafif zekâ geriliği olan kişi, aynı zamanda duygusal ve sosyal bakımdan gelişmemişse (evliliğe uyum yapabilme, çocuk yetiştirme, gelenek ve kültürün beklentilerine uyabilme gibi alanlarda) zekâ özrünün sonuçları açıkça belli olur.
Orta derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliklerinin % 10'unu oluşturur. Bu gruptaki bireylerde kavramada ve dil gelişiminde gecikme vardır. Kendilerine bakımı ve motor becerileri geri kalmıştır ve bazıları yaşam boyu başkalarının denetimine gereksinim duyar. Okuma, yazma ve sayma gibi temel becerileri zor da olsa öğrenirler. Akademik olarak ikinci sınıf düzeyinden ileri gidemezler. Bildikleri yerlerde tek başlarına dolaşabilirler. Bu bireyler yetişkin döneminde, denetim altında yapılandırılmış bazı pratik işleri yapabilirler. Genel olarak hareket yetileri tam olup bedensel olarak etkindirler.
Ağır derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olan bireylerin % 3-4ünü oluşturmaktadır. Okul öncesi dönemde gelişimleri büyük ölçüde geridir. Bu gruptaki bireyler ancak denetim altında kendilerine bakmayı öğrenirler ve basit düzeyde iletişim kurarlar. Yetişkin dönemde basit işleri yapabilir, sınırlı sosyal etkinliklere katılabilirler. Bu tanı grubundaki bireylerin çoğunda belirgin motor bozukluk ya da ilgili sakatlıklar vardır, bu da merkezi sinir sisteminde önemli bir zedelenme ya da gelişim bozukluğunun olduğunun bir göstergesidir.
Çok ağır derecede zekâ geriliği
Zekâ geriliği olanların % l'ini oluşturur. Bu bireylerin kendilerine söylenenleri ve istenenleri anlama ve uyabilme yetileri ileri derecede sınırlıdır. Bu kişilerin çoğunluğu hareket edemez ya da hareketleri ileri derecede kısıtlıdır, idrar ve dışkı denetimi gelişmemiş olabilir. Ancak ilkel düzeyde hareketlerle sözsüz iletişim kurarlar. Temel gereksinimlerini sağlayacak yetileri ileri derecede kısıtlı olup ömür boyu bakıma muhtaçtırlar.
Zekâ geriliği olan çocuklarda klinik duruma sıklıkla fiziksel ve psikiyatrik bozukluklar eşlik etmektedir. Duyu kusurlarından, işitme ve görme bozuklukları olabilmekte, yarısında çeşitli derecelerdeki konuşma bozuklukları eşlik etmektedir.
Tedavide en önemli adım motor ve zihinsel geriliğin erken dönemde belirlenmesi ve nedenlere yönelik araştırmaların yapılmasıdır. Daha da önemli adım ise bozukluğun gelişimine ilişkin koruyucu ruh sağlığı hizmetlerinin verilmesidir. Bunun için de gebelik öncesi (35 yaş üzerindeki gebelikte, genetik yüklülüğün olduğu ailelerde) genetik danışmanlık, gebelik döneminde tanı yöntemlerinin kullanılması, annenin beslenmesi, sağlık durumunun izlenmesi ve doğumun sağlıklı şartlarda gerçekleştirilmesi, zekâ geriliğinin önlenmesi açısından değerlidir. Doğum sonrasında ise, bebeğin beklenen gelişim düzeyinde olup olmadığının izlenmesi önemlidir. Bebeğin baş çevresinin ölçülmesi, iskelet, endokrin ve dolaşım sistemlerinin incelenmesi, fenilketonüri ve diğer işlevsel bozuklukların tanınması gerekir. Doğumdan birkaç hafta sonra Moro refleksi, tutma refleksi ve emme refleksi ile kendiliğinden olan hareketler sınanmalıdır. Bebeğin işitme ve görme yanıtları, göz hareketleri ve gözleri odaklaştırması, gülmesi, başını tutması ve ses çıkartması gelişmenin iyi olduğunu gösterir. Oturma, nesneleri kavrama ve destekle yürüme genellikle 12 aydan önce olur. Yaşa uygun olmayan bir davranış daha fazla dikkati ve izlemeyi gerektirir.
Zekâ geriliği olan bireylerdeki psikiyatrik bozuklukların tedavisi zekâ geriliği olmayan hastalardan farklı değildir. Tıbbi, davranışsal ve eğitim girişimleri eşgüdümlü olarak yapılmalıdır. Zekâ geriliği olanların çevreye ya da kendine yönelik saldırgan davranışlar sergilemesi sorunlar yaratabilir. Zekâ geriliği o)an bireylerde ilaç kullanımının en gerekli olduğu durum yıkıcı davranışlardır. Bunlar, kendine zarar verici davranışlar, basmakalıp-yineleyici davranışlar ve saldırgan davranışlardır.
Bu çocukların, yıkanma, tuvalet eğitimi ve giyinme gibi kendine bakım becerilerinin geliştirilmesinde davranış terapisi teknikleri kullanılabilir. Bu teknikler, aile ve öğretmenlere hastanın günlük yaşamında uygulamaları için öğretilir. Bu yaklaşımda simgesel ödül programı, olumlu pekiştirme ve sosyal beceri eğitimi programları kullanılmaktadır. Bu tekniklerle hastanın yıkıcı ve saldırgan davranışlarının azaltılması ya da denetim altına alınması ve birtakım sosyal davranışların geliştirilmesi ya da kazandırılması amaçlanır. Denetim sorunları, uyarılmış nitelikteki davranışların düzeltilmesini, olumlu davranışların pekiştirilmesini ve yineleyici davranışların azaltılmasını amaçlayan tekniklerle tedavi edilir. Bazen edimsel koşullandırma yöntemi de kullanılır. İstenmeyen davranışları etkin bir şekilde azaltan cezalandırma ise en son başvurulacak yoldur. Davranış tedavisi ile sosyal yeteneklerde, özellikle iletişim ve günlük yaşam yeteneklerinde belirgin düzelmeler sağlanır. Genel olarak pekiştirme teknikleri anlatım dilinin gelişmesinde, yönergeleri anlamada ve izlemede, temel kişisel ve ev içi yaşam becerilerin kazanılmasında olumlu sonuçlar verir.
Zeka Geriliği Tedavisi
Tanı sırasında ailenin desteklenmesi gerekmektedir; inkâr ve kendini suçlamayı izleyen tanı ve nedenlere yönelik olarak çeşitli uzmanlara başvuru sık görülmektedir. Benzer tanıda çocuğu olan ailelerle yapılan grup tedavi uygulamalarının bu süreci kısaltmada, işbirliğine yöneltmede ve çocuğun erken dönemde desteklenmesinde önemli etkileri olmaktadır. Ayrıca ailenin ekonomik ya da sosyal güçlüklerini azaltmaya yönelik sosyal destek sistemlerinden (özürlü kimlik kartı, vergi indirimi, özel eğitim raporu, sosyal hizmetler, bakım kurumları, rehabilitasyon merkezleri) yararlanması sağlanmalıdır. Anne baba ve kardeşleri içeren bilgilendirmeye yönelik eğitim, uzun süreli güçlüklere bağlı gelişebilecek kaygı ya da depresyon gibi psikiyatrik durumların ele alınması ve aile terapileri yararlı olacaktır. Zekâ geriliği olan bireyin eğitimine erken yaşlarda başlamalıdır. Okul öncesi dönemde verilen özel eğitim ve öğretim ile çocuğun zekâ kapasitesinin ne olduğu anlaşılabilir. Çocuk, normal okul yaşına eriştiğinde, hafif derecede zekâ geriliği olan çocuklar normal okulların özel alt sınıflarında eğitim görebilir. Orta derecede zekâ geriliği olan çocuklar özel eğitim veren kurumlarda eğitilmelidir. Çocukların zekâ düzeyine göre düzenlenecek akademik eğitim ve iş öğretimine ağırlık vererek, bu tür çocukların topluma yük olmalarının engellenmesi, üzerinde en fazla durulan konulardan biridir. Kendine zarar verici davranışlarda ya da eğitimi engelleyen dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilikte ilaç tedavileri etkili olmaktadır. Ergenlik ile davranış denetimi zorlaşmakta; özellikle bedensel gelişimin farkedilmesi ihmal ya da istismar edilmeleri açısından risk yaratmaktadır. Bedensel gelişimleri yaş ile uyumlu olabilmesine karşın zihinsel gelişim aynı düzeyde olmadığından davranışlar ya da ilgi arayışı cinsel ilgi artışı olarak değerlendirilebilmektedir. Bu da anne baba ve eğiticileri kaygılandırmaktadır. En sağlıklı yaklaşım ergenin zihinsel gelişim düzeyine uygun yaklaşımdır. Duygusal gereksinimlerin karşılanması, istismar açısından denetlenmesi ve eğitimi, davranışların denetimi ile ilgili zorluklarda uzman denetiminde kısa süreli ilaç tedavileri uygun olacaktır.
Rett Sendromu ve Bozuklugu
Rett Bozukluğu ve Rett Sendromu
1965 yılında çocuk doktoru Andreas Rett, tedavilerini izlediği 22 kız çocuğunda 6 aylık normal bir gelişimden sonra gelişimin birden durduğunu ve hızla gerilediğini gözlemiş, daha sonra diğer özgül belirtileri ile birlikte bu bozukluğu Rett Sendromu olarak tanımlamıştır. Gelişimin en az 5 ay, en geç 30 aylığa kadar normal olması, bu noktadan sonra her alanda şiddetli ve hızlı gerilemelerin olması, el burma, el yalama gibi Özgül yineleyici hareketlerin olması bozukluğun başlıca özel-, İlklerindendir. Rett bozukluğunun yaygın gelişimsel bozukluklar başlığı altında yer almasının nedeni hastalığın erken dönemlerinde başlayan sosyal ilişki kaybı ve şiddetle bozulan iletişim becerilerinden dolayıdır. Ancak diğer bilişsel ve motor işlevlerin yanı sıra sosyal ve dil işlevleri de bozulduğundan bu bozukluğun ilerleyici bir nörolojik bozukluk olarak ele alınması önerilmektedir. Bu nedenle Rett bozukluğu; özellikle kızlarda görülen, nedeni bilinemeyen, şiddetli nörogelişimsel bozulma, kafa çevresinin büyümemesi, el kullanımında bozukluk ve basmakalıp davranışlar gibi hareket anormallikleri, düzensiz solunum, otistik davranış ve sara nöbetlerin olduğu nörolojik bir bozukluk olarak tanımlanmaktadır.
1965 yılında çocuk doktoru Andreas Rett, tedavilerini izlediği 22 kız çocuğunda 6 aylık normal bir gelişimden sonra gelişimin birden durduğunu ve hızla gerilediğini gözlemiş, daha sonra diğer özgül belirtileri ile birlikte bu bozukluğu Rett Sendromu olarak tanımlamıştır. Gelişimin en az 5 ay, en geç 30 aylığa kadar normal olması, bu noktadan sonra her alanda şiddetli ve hızlı gerilemelerin olması, el burma, el yalama gibi Özgül yineleyici hareketlerin olması bozukluğun başlıca özel-, İlklerindendir. Rett bozukluğunun yaygın gelişimsel bozukluklar başlığı altında yer almasının nedeni hastalığın erken dönemlerinde başlayan sosyal ilişki kaybı ve şiddetle bozulan iletişim becerilerinden dolayıdır. Ancak diğer bilişsel ve motor işlevlerin yanı sıra sosyal ve dil işlevleri de bozulduğundan bu bozukluğun ilerleyici bir nörolojik bozukluk olarak ele alınması önerilmektedir. Bu nedenle Rett bozukluğu; özellikle kızlarda görülen, nedeni bilinemeyen, şiddetli nörogelişimsel bozulma, kafa çevresinin büyümemesi, el kullanımında bozukluk ve basmakalıp davranışlar gibi hareket anormallikleri, düzensiz solunum, otistik davranış ve sara nöbetlerin olduğu nörolojik bir bozukluk olarak tanımlanmaktadır.
Asperger Sendromu ve Bozuklugu
Asperger Bozukluğu ve Asperger Sendromu
1944 Yılında Hans Asperger tarafından "otistik psikopati" adı altında normal bir zekâ ve normale yakın gelişimi olan, ancak karşılıklı sosyal etkileşim ve ilişkilerde nitel bozukluklar, bazı tuhaf davranışlarla belirli bir sendrom olarak tanımlamıştır. Bozukluk, bir yandan yüksek işlevli otizm tablosunun farklı bir klinik dışavurumu olarak değerlendirilirken, bir yandan da şi-zoid kişilik bozukluğu, semantik-pragmatik bozukluk ve sözel olmayan öğrenme yetersizliği ile bağlantılı bulunmuş, bu nedenle yaygın gelişimsel bozukluklar ile diğer bazı klinik durumlar arasında bir köprü oluşturduğu ileri sürülmüştür.
Asperger, bozukluğun kalıtsal kökenli bir hastalık olduğunu ileri sürmüştür. Bu bozukluğa ilişkin özelliklerin hastanın ailesinde, özellikle babada bir yatkınlık olarak bulunduğunu bildirmiştir. Bu sendrom, doğum öncesinde, doğum sırasında ya da doğum sonrasında oluşabilecek ve beynin zedelenmesine yol açabilecek bir duruma bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla sergilenen davranış kalıpları, beyin işleyişin-deki bu organik bozukluğa bağlı bulunabilir. Ancak burada henüz hastalığı açıklayabilecek herhangi bir özgül patoloji saptanamamıştır. Yapılan araştırmalarda dikkat sorunları, plân yapma ve zamanlamada aksaklıklar şeklinde "yönetici" işlevlerde bozukluk olduğu ileri sürülmüştür.
Asperger sendromlu çocukların % 60'ından fazlasında EEG, BBT, beyin sapı uyarılmış potansiyellerinin ölçümü, kromozom ve beyin omurilik sıvısı tetkiklerinde anormal bulgulara rastlandığı ve beyin patolojisine ilişkin bir tanının belirlenmeye çalışıldığı ileri sürülmektedir. Bozukluğa yol açabileceği düşünülen nedenler arasında kuşaktan kuşağa taşınan bazı benzer tuhaf davranış özellikleri ile anormal çocuk yetiştirme yöntemleri ve tutumları da dikkate alınmalıdır.
Göz göze temasın az, yüz ifadelerinin ve ses tonunun sınırlı olması, sosyal içe çekilme ve yaşıt ilişkilerinde azlık, duyguları anlamada güçlük, zamirlerin yer değiştirilerek kullanılması, basmakalıp aktanm ve davranışlar, bilgiçlik taslayan konuşma biçimi, karşılıklı iletişimde ve hayali oyunda sınırlılık, zihinsel takıntılarla donatılmış olma, rutinlere katı bir biçimde yönelme ve nesnelerin yineleyici kullanımı önemli belirtileridir. Seyri ve sonlanımı otizmden daha iyidir. Dil ve zekâ gelişiminin normal oluşu diğer yaygın gelişimsel bozukluklardan ayıran temel özelliğidir.
Asperger Tedavisi
Tedavide nadiren ilaç tedavisine gerek duyulur. Sosyal beceri kazandırmaya yönelik terapi yöntemleri kullanılabilir. Aileye, bozukluğun nitelik ve sürecine ilişkin aydınlatıcı bilgi verilmeli, hastalığı kabullenmeleri yönünde onlara destek olunmalıdır. Düzenli rutinlere göre yapılandırılmış bir eğitim çok yararlıdır. Eğitim, bu çocuklarda özel ilgi alanlarının geliştirilmesi ve sosyal beceriler yönünden deneyim kazandırılması açısından önem taşımaktadır.
1944 Yılında Hans Asperger tarafından "otistik psikopati" adı altında normal bir zekâ ve normale yakın gelişimi olan, ancak karşılıklı sosyal etkileşim ve ilişkilerde nitel bozukluklar, bazı tuhaf davranışlarla belirli bir sendrom olarak tanımlamıştır. Bozukluk, bir yandan yüksek işlevli otizm tablosunun farklı bir klinik dışavurumu olarak değerlendirilirken, bir yandan da şi-zoid kişilik bozukluğu, semantik-pragmatik bozukluk ve sözel olmayan öğrenme yetersizliği ile bağlantılı bulunmuş, bu nedenle yaygın gelişimsel bozukluklar ile diğer bazı klinik durumlar arasında bir köprü oluşturduğu ileri sürülmüştür.
Asperger, bozukluğun kalıtsal kökenli bir hastalık olduğunu ileri sürmüştür. Bu bozukluğa ilişkin özelliklerin hastanın ailesinde, özellikle babada bir yatkınlık olarak bulunduğunu bildirmiştir. Bu sendrom, doğum öncesinde, doğum sırasında ya da doğum sonrasında oluşabilecek ve beynin zedelenmesine yol açabilecek bir duruma bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla sergilenen davranış kalıpları, beyin işleyişin-deki bu organik bozukluğa bağlı bulunabilir. Ancak burada henüz hastalığı açıklayabilecek herhangi bir özgül patoloji saptanamamıştır. Yapılan araştırmalarda dikkat sorunları, plân yapma ve zamanlamada aksaklıklar şeklinde "yönetici" işlevlerde bozukluk olduğu ileri sürülmüştür.
Asperger sendromlu çocukların % 60'ından fazlasında EEG, BBT, beyin sapı uyarılmış potansiyellerinin ölçümü, kromozom ve beyin omurilik sıvısı tetkiklerinde anormal bulgulara rastlandığı ve beyin patolojisine ilişkin bir tanının belirlenmeye çalışıldığı ileri sürülmektedir. Bozukluğa yol açabileceği düşünülen nedenler arasında kuşaktan kuşağa taşınan bazı benzer tuhaf davranış özellikleri ile anormal çocuk yetiştirme yöntemleri ve tutumları da dikkate alınmalıdır.
Göz göze temasın az, yüz ifadelerinin ve ses tonunun sınırlı olması, sosyal içe çekilme ve yaşıt ilişkilerinde azlık, duyguları anlamada güçlük, zamirlerin yer değiştirilerek kullanılması, basmakalıp aktanm ve davranışlar, bilgiçlik taslayan konuşma biçimi, karşılıklı iletişimde ve hayali oyunda sınırlılık, zihinsel takıntılarla donatılmış olma, rutinlere katı bir biçimde yönelme ve nesnelerin yineleyici kullanımı önemli belirtileridir. Seyri ve sonlanımı otizmden daha iyidir. Dil ve zekâ gelişiminin normal oluşu diğer yaygın gelişimsel bozukluklardan ayıran temel özelliğidir.
Asperger Tedavisi
Tedavide nadiren ilaç tedavisine gerek duyulur. Sosyal beceri kazandırmaya yönelik terapi yöntemleri kullanılabilir. Aileye, bozukluğun nitelik ve sürecine ilişkin aydınlatıcı bilgi verilmeli, hastalığı kabullenmeleri yönünde onlara destek olunmalıdır. Düzenli rutinlere göre yapılandırılmış bir eğitim çok yararlıdır. Eğitim, bu çocuklarda özel ilgi alanlarının geliştirilmesi ve sosyal beceriler yönünden deneyim kazandırılması açısından önem taşımaktadır.
Dezintegratif Bozukluk
Dezintegratif Bozukluk
Bu bozukluğun görülme sıklığı otizmin onda biri kadardır. Erkeklerde kızlara göre 4-8 kat daha fazla görülmektedir. Klinik belirtileri otizme çok yakın olup şiddeti daha az olabilir. 10 yaş altında başlaması ve 2 yaşa kadar gelişimin normal olması gerekir. Genellikle 3-4 yaşlarında başlar ve bozukluğun ilk üç ve dokuzuncu aylarında huzursuzluk ve aşırı hareketlilik tanımlanır.
Bozukluk için farklı başlangıç biçimleri olduğu, bunlardan birinin haftalar ya da aylar süren sinsi bir gidiş ile seyrettiği, diğerlerinin ise birkaç gün ya da hafta içinde aniden başladığı ileri sürülmüştür. Bazı hastalarda daha huzursuz ya da sıkıntılı oldukları bir ara evre olabilir. Çocuktaki değişim, ister haftalar içinde, ister günler içinde olsun, bozukluktaki temel özellikler olarak; becerilerinde belirgin gerileme ya da kayıp, sosyal ilişkilerde sorunlar, basmakalıp davranışlar, değişime direnç, aşırı hareketlilik, korku ve anksiyete gibi belirtiler, özbakım becerilerinde yıkım (özellikle idrar ve dışkı denetimi) sayılabilir. Bu belirtiler daha önceki gelişim öyküsü göz ardı edildiğinde "otizm"den ayırt edilmesi oldukça güç bir tablo oluşturur.
Bozukluk seyrek görülmesine karşın klinik açıdan otizme göre daha olumsuz seyretmektedir, iletişim becerilerindeki kayıp klinik tablodaki en dramatik değişikliktir. Hastalık öncesinde cümle kurabilirken, bozukluk ile birlikte bu çocuklardaki dil ve iletişim becerilerinin, hem anlama, hem de belirtme açısından ciddi olarak etkilendiği saptanmıştır. Bu çocukların zekâ düzeyleri de oldukça düşük bulunmuştur.
Birçok nörolojik sorun bu bozukluğa eşlik edebilmektedir. Bu sorunlar arasında sara nöbetlerinin en önemli komplikasyon olduğu söylenebilir. Araştırma sonuçları, EEG bozuklukları ve nöbetlerin, otistik bozukluklar kadar, hatta daha fazla olduğunu göstermektedir.
Dezintegratif bozukluğu, bazı hastalarda gelişimde bir plato evresi, bazı hastalarda kısıtlı da olsa bir düzelme, bazı hastalarda ise ilerleyici bir yıkım ile seyredebilir. Yıkım düzeyi çok değişkendir ve sıklıkla ilerleyici bir nörolojik süreç ile birlikte gider. Ancak birkaç hastada oldukça iyi düzeyde bir düzelme de bildirilmiştir.
Otizmdeki tedavi ilkeleri bu bozukluk için de geçerlidir. Anne baba eğitimi ve çocuk için özel eğitim programlarının yanı sıra belirtilere yönelik düşük doz ilaç tedavisi bu eğitimin verimini artırabilir. Genel olarak yaşam boyu oldukça iyi yapılandırılmış bir çevre gerekir. Erişkin yaşamda çoğu hasta yoğun bir bakım ve desteğe gereksinim duyabilir.
Bu bozukluğun görülme sıklığı otizmin onda biri kadardır. Erkeklerde kızlara göre 4-8 kat daha fazla görülmektedir. Klinik belirtileri otizme çok yakın olup şiddeti daha az olabilir. 10 yaş altında başlaması ve 2 yaşa kadar gelişimin normal olması gerekir. Genellikle 3-4 yaşlarında başlar ve bozukluğun ilk üç ve dokuzuncu aylarında huzursuzluk ve aşırı hareketlilik tanımlanır.
Bozukluk için farklı başlangıç biçimleri olduğu, bunlardan birinin haftalar ya da aylar süren sinsi bir gidiş ile seyrettiği, diğerlerinin ise birkaç gün ya da hafta içinde aniden başladığı ileri sürülmüştür. Bazı hastalarda daha huzursuz ya da sıkıntılı oldukları bir ara evre olabilir. Çocuktaki değişim, ister haftalar içinde, ister günler içinde olsun, bozukluktaki temel özellikler olarak; becerilerinde belirgin gerileme ya da kayıp, sosyal ilişkilerde sorunlar, basmakalıp davranışlar, değişime direnç, aşırı hareketlilik, korku ve anksiyete gibi belirtiler, özbakım becerilerinde yıkım (özellikle idrar ve dışkı denetimi) sayılabilir. Bu belirtiler daha önceki gelişim öyküsü göz ardı edildiğinde "otizm"den ayırt edilmesi oldukça güç bir tablo oluşturur.
Bozukluk seyrek görülmesine karşın klinik açıdan otizme göre daha olumsuz seyretmektedir, iletişim becerilerindeki kayıp klinik tablodaki en dramatik değişikliktir. Hastalık öncesinde cümle kurabilirken, bozukluk ile birlikte bu çocuklardaki dil ve iletişim becerilerinin, hem anlama, hem de belirtme açısından ciddi olarak etkilendiği saptanmıştır. Bu çocukların zekâ düzeyleri de oldukça düşük bulunmuştur.
Birçok nörolojik sorun bu bozukluğa eşlik edebilmektedir. Bu sorunlar arasında sara nöbetlerinin en önemli komplikasyon olduğu söylenebilir. Araştırma sonuçları, EEG bozuklukları ve nöbetlerin, otistik bozukluklar kadar, hatta daha fazla olduğunu göstermektedir.
Dezintegratif bozukluğu, bazı hastalarda gelişimde bir plato evresi, bazı hastalarda kısıtlı da olsa bir düzelme, bazı hastalarda ise ilerleyici bir yıkım ile seyredebilir. Yıkım düzeyi çok değişkendir ve sıklıkla ilerleyici bir nörolojik süreç ile birlikte gider. Ancak birkaç hastada oldukça iyi düzeyde bir düzelme de bildirilmiştir.
Otizmdeki tedavi ilkeleri bu bozukluk için de geçerlidir. Anne baba eğitimi ve çocuk için özel eğitim programlarının yanı sıra belirtilere yönelik düşük doz ilaç tedavisi bu eğitimin verimini artırabilir. Genel olarak yaşam boyu oldukça iyi yapılandırılmış bir çevre gerekir. Erişkin yaşamda çoğu hasta yoğun bir bakım ve desteğe gereksinim duyabilir.