Meme Kanseri Ameliyatı
Hastanıza "memenizi almamız gerekiyor" dediğinizde, hastalarınızda gözlediğiniz tepkiler nelerdir? Siz neler hissediyorsunuz? Bununla ilgili yaşadığınız ve sizde etki bırakan bir anı var mı?
Bu çok nazik bir durum gerçekten. Genel olarak insanlar vücutlarının içinde olup bitenle pek de ilgilenmiyorlar. Ama söz konusu vücudun dışı olunca durum yüz seksen derece değişiyor. Bilirsiniz, dünyanın en önemli ameliyatını yapmışsınızdır, ama hastanın ilgisi karnına atılan dikişlere dönüktür.
Gerek hastadan gerekse hasta yakınlarından duymaya alıştığımız ilk soru genellikle "kaç dikişim var?" olur. Bunu garip karşılamamak gerekir. Vücudun dışında olanlar ilk olarak göze çarptığından bu durum bence çok insani bir tepki. İşte bu sebeple cerrahi sorunlar tarihin en erken dönemlerinden beri insanların ilgi merkezinde olmuş, ilk yapılan tedaviler hep cerrahi müdahaleler şeklinde olmuştur. Bu nedenle iş bir de gelip kadın memesine dayandığında her şey daha da karmaşık hale geliyor.
Bir kadına her türlü ameliyatı kolaylıkla kabul ettirebilirsiniz. İkna olma ve metanet göstermesi açısından erkeklerden daha anlayışlılar, ancak konu meme olunca her şey değişiyor. Değil memesini almak, olası bir biyopsi girişiminden bahsetmek bile zor oluyor. Böyle olunca bir kadına memesini almak zorunda olduğumuzu söylemek, en hafifinden yorucu bir eylem haline geliyor.
Meme Kanseri Ameliyat
Bu da anlaşılabilir bir durum tabii ki. Meme sadece bir organ olmaktan öte bir anlam taşıyor; doğurganlığı, beslenmeyi, bereketi simgeliyor. Bu simgeler genlerimize kadar işlemiş durumda. Meme kadının gururu, kadın kendini onsuz düşünemiyor. Esasen sadece kadın değil, erkek de aynı şekilde düşünüyor. Böyle olunca da meme kanseri olan bir hastada en zor şey, hastayı hastalığına ve tedavisine ikna etmek. Hasta bir kez kabullendikten sonra her şey çok kolay ilerliyor.
Bu konuda size çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Şimdi size parça parça sunacağım satırlar, daha önce meme kanseri ile ilgili bir kitabımızda bizim için anılarını aktarmayı kabul eden bir meme kanserli hastamıza ait. Sanırım bu satırları okuduktan sonra gerek "memenizde kanser var" diyen doktorun, gerekse de bunu duyan kadının o kritik anlarda neler hissettiğini çok daha iyi anlayacaksınız: "'Feleğin tokadı' denen bir şey söylenirdi. Ne olduğunu yüzüme inmesi ile anladım. Bu nasıl bir ağır tokattı Ya-rabbim! İnsanın tüm varlığını titretiyordu. Kimseyi yanımda istemedim. Odama çekildim. Bir kova kaynar su düşünün, bu başınızdan aşağıya boca edilmiyor; damla damla yüreğinize akıp her karesini yakıyor, dağlıyor...
Üç gün evimde oturup dinlenememiştim. Nereden nereye geldiğimi, nasıl inişli, yokuşlu bir hayat sürdüğümü, elimde kalanın ne olduğunu, elimden kayıp gidenin ne olduğunu düşünüp, kendimle yüzleşememiştim. Ama yüzüme adı kanser olan bir tokat yemiştim...
Dünyam başıma yıkılmıştı. Hem benim sıhhatimden hiçbir şikâyetim de yoktu. Nereden çıkmıştı bu hastalık? Sanki bir ormandaydım da ormanın bütün ağustos böcekleri beynime yerleşmiş, çıkardıkları ses cümbüşü ile duyma ve algılama yeteneklerimi kaybetmiştim. Kalbim çarpmayı mı unutmuştu, yoksa çok hızlı çarpıyordu da hissetmiyor muydum?
Vücudumdaki eksiklik içimi yakıyordu. Kadının bir vücut şekli vardır. Kadınlığını simgeleyen şeylerden biri, hatta en önemlisi göğüsleridir. Vücudunu ahenkli gösteren memeler, Allah tarafından kadına takılmış iki mücevher gibidir, birinin yokluğu ise bu ahengi bozar."
Ameliyat öncesi ve sonrası herhangi bir psikolojik destek veriliyor mu?
Göğüs Kanseri Ameliyatı
Meme kanseri daha öncede vurguladığım gibi basit bir tıbbi sorun olmanın çok ötesinde, ciddi bir sosyal sorundur aslında. Meme kadınlığın en belirgin ifadelerinden birisi ve tekrar söylemek gerekir ki insanlığın binlerce yıllık geçmişinde her zaman bereketin ve doğurganlığın simgesi olarak kullanılagelmiş.
Dolayısıyla böyle bir hastalığın, herhangi bir organa yönelik tıbbi veya cerrahi girişimde olduğu derecede mekanik bir gözle bakılması söz konusu olamaz. Hem hastanın kendisi hem de hastanın yakınları (eşi, anne-babası, çocukları) ciddi bir travma yaşıyorlar. Genelde hastanın ilk tepkisi "teşhis yanlıştır belki" oluyor. Bu sebeple mutlaka birkaç farklı merkezde tanıdan emin olmaya çalışıyorlar. Tanıdan emin olup da artık gerçeklerle yüz yüze gelince, hasta kendisini ve kaderini sorgulayarak, "neden ben?" diye sormaya başlıyor. Arkasından da ölüm korkusu ile birlikte ciddi bir stres içine giriyor. Daha sonra tedavinin çeşitli aşamalarında (cerrahi, kemoterapi, radyoterapi) farklı depresyon ve anksiyete bozuklukları gelişebiliyor.
Tüm bu süreçler boyunca, hastanın tüm yaşamında köklü etkilenmeler oluşuyor. Günlük yaşantısındaki basit alışkanlıklardan tutun da çevresi ile ilişkileri, çalışma ha- yatı ve cinsel hayatına kadar birçok alanda bu etkileri güçlü bir şekilde hissediyor hasta.
Meme kanserini, örneğin basit bir safra kesesi ameliyatı ile bir tutmamak gerekir. Bu nedenle hem tanı konduğu andan ameliyata kadar, hem de ameliyattan sonraki tedavi süreçlerinde ciddi bir psikolojik destek gerekiyor. Bu amaçla psikiyatristle görüşmelerden, ilaç desteği ve grup terapilerine kadar giden yöntemler kullanılıyor.
Hastanın psikolojisi açısından bunu ilk olarak hastanın ailesine söylemek mi daha doğru, yoksa doğrudan hastaya söylemek mi?
Bu da kritik tercihlerden birisi. Bu tercihin belirli bir şablonu yok. Genellikle hasta neyi duymak, neyi duymamak istediğini davranışları ile size bildirir veya hasta yakınları hastadan önce size hangi yolu seçeceğinize dair önerilerde bulunurlar. Başlangıçta hasta yakınları ile işbirliğinde yarar görüyorum. Başlangıçta yuvarlak sözler söylenebilir, ancak özellikle biyopsi ile tanı konduktan sonra hastaya bilgi verilmeli.
Eğer hasta sizi anlayabilecek entelektüel yapıya sahipse, en doğrusu hastalığını daha başlangıçta kendisine söylemek, çünkü aslında bu durum ciddi bir etik sorun yaratabilir. Hastanın hastalığını bilmesi onun en doğal hakkıdır ve bundan sonraki hayatını planlaması açısından böylesine kritik bir bilginin kendisine verilmemesi etik olarak mümkün değil.
Aslında bizim Doğulu geleneklerimiz, Batılı toplumların gerçekçiliğine bakılarak çok daha naiftir. Batılı toplumlarda gerçeğin kendisini duymak insanları bizdeki kadar rahatsız etmediğinden, onlar bu etik sorunu halletmiş gibi görünüyorlar. Bizde ise özellikle hekimlikte hâlâ "babacı" dediğimiz yaklaşım devam ediyor. Hasta adına karar almak, hastaya nelerin söylenip, nelerin gizleneceğine karar vermek, bizim toplumumuzdaki hekimlik anlayışında oldukça yaygın. Temel olarak kötü niyetli bir yaklaşım olmamakla birlikte, artık insanların kişisel haklarının ön planda olduğu günümüzde geçerliliğini kaybettiğini kabul etmemiz gerekiyor.
Hastanın, neyin yararına-neyin zararına olduğuna kendisinin karar vermesi ön planda olmalı. Hekimin bu aşamadaki rolü, teknik bilgileri verip, hastaya uygun tedavi seçeneklerini sıralaması ile sınırlı olmak zorunda artık. Ama hekimin böyle düşünmesi yetmiyor. Günümüzde hâlâ hastanın veya yakınlarının düşüncesi, hekimin bir şeyleri gizlemiş olacağı yolunda oluyor. Çoğunlukla hasta odadan çıktıktan sonra bir yakını geri gelip hekime başka söyleyeceği bir şeyin olup-olmadığını soruyor.
Tüm bu nedenlerle ben, hastanın hastalığını kendisine söyleme eğilimindeyim. Bunu yaparken her seferinde hasta ve yakınlarına, "Bu söylediklerimden başka bir gerçek yok, elimde hangi bilgiler varsa hepsini sizlerle paylaşıyorum. Lütfen aklınızda başka gerçeklerin var olduğu gibi bir düşünce kalmasın"diyorum. Hatta, "Onlar eski Türk filmlerinde oluyordu, artık yok böyle şeyler" diye ekleme ihtiyacı hissediyorum.
Yine de tıbbi gerçeklerle ilgili tüm bilgileri hastaya söylemek mutlak bir kural değil. Hastanın tıbbi koşullarına, bedensel ve ruhsal durumuna destek olacağından emin olunursa, bir süreliğine de olsa hastanın gerçek tıbbi durumu kendine söylenmeyebilir.
Göğüs Kanseri Ameliyat
Hastalarınızın ailesi böyle bir durum karşısında nasıl bir tepki veriyor ve sizce nasıl bir tepki verilmeli? Hasta ve yakınlarının böyle bir durumu kolay atlatabilmeleri için siz neler önerebilirsiniz?
Genel olarak hasta yakınları, özellikle de hastanın eşi yıkılıyor. Bu anlamda ilk şoku atlattıktan sonra kadınlar daha metanetliler. Ancak özellikle eşler, belki de ellerinden başka bir şey gelmeyeceği yetersizliği ile ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Kanser, günümüzün en büyük korkusu olmaya devam ediyor. Genel olarak tüm kanserler aynı kefeye konuyor ve "kanser = tedavisi olmayan hastalık = ölüm" genellemesi akıllardan çıkmıyor. Oysa her şeyden önce tüm kanserler aynı değil. Sonra kanser bazı türlerde gerçekten de tedavisi imkânsız bir hastalık olmaktan çıktı; hem tıbbın ilerlemesi hem de teknolojinin yükselişi sayesinde çok çeşitli tedavi imkânları var önümüzde.
Aslında bu şansı biraz da bu konuda çeşitli bilimsel çalışmalar yapılmasına yardımcı olan hastalara borçluyuz. Eğer bilimsel şüphe ve araştırmalar (ve tabii ki bu araştırmalara katılan gönüllüler) olmasaydı biz hâlâ tarih öncesinde olduğu gibi yaraları dağlamaya devam ediyor olurduk.
Bu bilgiler ışığında hasta ve hasta yakınlarının verdiği tepki aslında oldukça abartılı oluyor; çünkü meme kanseri geçmiş zamanda "komşu teyzelerde" gördüğümüz "amansız hastalık" olmaktan çıkalı epey oldu. Artık "meme kanseri" denildiğinde, tedavisi mümkün olan ve hastaların yaşam sürelerinin çok uzadığı bir hastalık aklımıza gelmeli. Hem yaşam sürelerinde hem de hayat konforunda tahmin edilmeyecek kadar büyük aşamalar kaydedilmiş durumda.
Şunu kesinlikle ve rahatlıkla söyleyebilirim ki artık meme kanseri tıp camiasında, karşısında çaresiz kalınan bir hastalık değil. Tabii ki özel şartlarda, özellikle de ilerlemiş durumlarda, elimizden çok fazla bir şey gelmiyor. Ancak erken dönemde yakalanan meme kanserlerinde sonuçlar oldukça yüz güldürücü.
Burada hastaların veya yakınlarının kendilerini perişan etmemelerinin tek bir yolu var: Meme kanseri gerçeğini kabul etmek, bu konu ile ilgili özellikle halka yönelik olarak yapılan bilimsel toplantıları takip etmek, gerektiğinde uzmanlardan bilgi almak. Böylece meme kanserinin aslında korkulacak bir hastalık olmadığını ama bunun için kanserin erken dönemde yakalanması gerektiğini bilebileceklerdir. Erken dönemde yakalamanın yolunun da gerekli tarama programlarına katılmaktan geçtiği bilindiğinde korkacak bir şey kalmayacaktır.
Bizim hastalarımızın en çok kafasını karıştıran şey; çay sohbetlerinde veya dost meclislerinde bu konularda otorite gibi konuşan, bireysel deneyimleri genel kurallar gibi anlatmayı seven, insanların korkularını körüklemekten haz alan kişilerin söyledikleri oluyor. Böyle kişilerin söyledikleri ile kafası karışan hastalar genel olarak, "dediler ki" diye söze başlıyorlar. O zaman biz de hastaya "ne söylendiğinden" önce "kimin söylediğini" soruyoruz. Aldığımız cevap neredeyse hiç değişmeden "bir arkadaş" veya "bir tanıdık" oluyor.
Bu aşamada akıldan çıkarılmaması gereken bir konu da bilimsel gerçeklerin dışına çıkan söylemlerden ve uygulamalardan uzak durmak gerektiğidir. Özellikle "alternatif tıp" denilen yöntemlere ve bilimsel yetkinliği ispatlanmamış gazete, dergi, televizyon yayınlarına şüpheyle bakmak gerektiği gerçeğinin altını çizmek istiyorum. Konusunda uzman olmayan kimselerin söylediklerinin bir geçerliliği olmadığını, her hastalığın ve her tedavinin her hastada farklı sonuçlar yaratabileceğini unutmamak gerekiyor.
Son olarak neler söylemek istersiniz? Bence tüm bu konuşmalardan ilk çıkarılacak sonuç, meme kanserinin artık korkulacak bir hastalık olmaktan çıkmış olduğu. Elli yıl önce meme kanseri tanısı konduğunda, hastanın hayatından hemen ümit kesilmekteydi. Ancak bugün meme kanseri olan hastaların büyük çoğunluğuna yeni bir meme yaptırmasını öneriyoruz. Bu bile tek başına artık meme kanseri olan kadının hayatından umudumuzu kesmediğimizi, aksine yeni bir meme yapılmasına değecek kadar uzun süre yaşayacağına inandığımızı gösteriyor.
Tabii "bu dönüşüm nasıl oldu?" derseniz, cevabım sadece "erken tanı" olacaktır. Hem gelişen teknolojinin tanı yöntemlerine getirdiği inanılmaz olanaklar hem de insanların gün geçtikçe bilinçlenerek tarama programlarına gönüllü olarak başvurmaları erken tanıyı olanaklı hale getirdi. Bugün meme kanserinin görülme sıklığında yaşadığımız artışın ana sebebi, daha önce de belirttiğim gibi artık daha çok kadının bilinçli olarak meme kontrollerini yaptırması ve kendisini muayene etmesidir. Bu artışın en olumlu sonucu doğaldır ki kanserin çok daha erken aşamalarda saptanabilir hale gelmesi oldu.
Erken tanının en büyük getirişi de tedavi seçeneklerinin çeşitlenmesi oldu. Erken tanı sayesinde artık kanser çok daha küçük boyutlarda, hatta bazen daha ele gelmeden mamografi gibi yöntemlerle saptanabilmekte. Böylece cerrahinin boyutları küçüldü ve uygun hastalarda etrafında bir miktar normal meme dokusu ile birlikte sadece kitlenin alınması gibi bir seçenek ortaya çıktı. Memenin tamamının alınması durumunda birçok yeni meme yapımı yöntemi ortaya kondu. Yine erken dönemde yakalanan kanserlerde, koltuk altı lenf düğümlerinin temizlenmesine gerek olmayan durumlar oluştu. Ayrıca ameliyat öncesinde yapılan kemoterapilerle kitle küçültülerek ameliyatın genişliği azaltılabilir hale geldi.
Tüm bu ilerlemeler sayesinde, hem meme kanseri nedeniyle ölüm oranları azaldı, hem yaşam süreleri uzadı ve hem de konforlu bir hayat sürme imkânı ortaya çıktı. Aslına bakarsanız bu ilerlemelerin önemli bir kısmını, geçmiş zamanda kendisini bilimsel araştırmalara emanet etmiş olan cesur kadınlara borçluyuz. Eğer onların desteği olmasaydı, meme kanseri hâlâ antik çağlarda olduğu gibi dağlanarak tedavi ediliyor olabilirdi.
Bugün hâlâ bu cesur ve öncü kadınların sayesinde araştırmalar devam etmekte. Belki de yakın gelecekte meme kanserinin tedavisinde cerrahi seçenekler iyice geri plana itilecek ve "minimal invaziv" veya "hedefe yönelik" adı verilen yöntemlerle, çok daha küçük girişimlerle, meme kanseri hayatımızın önemli bir sorunu olmaktan tamamen çıkacak. Belki de sadece genetik uygulamalarla sorun halledilecek.
Bu nedenle meme kanserinden korkmamak gerekiyor. Asıl korkulması gereken, erken dönemde saptamak, uzun ve konforlu bir hayat sürmek imkânı varken, kelimenin tam anlamıyla kafamızı kuma gömerek, hastalığı görmezden gelmek olmalı.