Omeprazol Nedir
Bir benzimidazol türevi olan omeprazol gastrik asit sekresyonunda uzun etkili bir inhibitördür. Omeprazolün parietal hücrelere ait olduğu bilinen bir proton pompası olan hidrojen, potasyum-adenozin trifosfatazı (H+,K+-ATPaz) inhibe ederek mide asid sekresyonunu güçlü bir şekilde baskıladığı gösterilmiştir. Sıçanda 1033 amino asidden oluşan bu enzim 114 kd moleküler ağırlığa sahiptir. Parietal hücrenin apikal yüzeyindeki H+,K+-ATPaz enzim sistemi, mide mukozasında asid (proton) pompası olarak kabul edilir. Omeprazol, asid üretiminin son adımını bloke ettiği için mide asid pompa inhibitörü olarak tanımlanabilir. Omeprazolün doza bağlı olarak ülserli hastalarda ve sağlıklı kişilerde hem bazal hem de uyarılmış asid sekresyonunu aynı şekilde inhibe ettiği gösterilmiştir
Omeprazole İçeren İlaçlar
H+,K+-ATPaz bir elektronötral H+ / K+ değiştiricisidir. H+,K+-ATPaz ve KCI transport yollarının kombinasyonu ile bir hidrojen ve bir klorid iyonu parietal hücreden ayrılırken K+ iyonları parietal hücrede yeniden absorbe olurlar
Omeprazolün sıçan, köpek ve insanda plazma yan ömrü 40-60 dakikadır. Antisekretuvar etki, plazma yarı ömrü çok kısa olmasına rağmen omeprazolün parietal H+,K+-ATPaz enzimine bağlanmasından dolayı daha uzun sürer. Omeprazolün plazma seviyesi ve antisekretuvar etkisi arasında bir ilişki yoktur (142). Omeprazol protonlaştığı parietal hücre asid kanalcıkları içine kandan hızlıca alınır. Bu şekilde kanalcıklarda konsantredir. Yüklü molekül iken parietal hücre sitosolüne yavaşça yayılır. Omeprazol asid ortamda sülfenamid türevi olan bir tetrasiklik bileşene dönüşür. Böylece H+,K+-ATPaz luminal kısımda sülfıdril grupları ile reaksiyona girerek inhibitör kompleks şeklini oluşturur
Somatostatin Nedir
Somatostatin Nedir
Somatostatin D Hücreleri Hormonu
Somatostatin Brazeu ve arkadaşları (18) tarafından 1973'de koyun hipotalamusundan izole edilen bir tetradekapeptiddir. Prosomatostatinin posttransyonel ayrılmasından türevlenen, biyolojik olarak aktif olan; somatostatin-14(SS-14) ve somatostatin-28 (SS-28) peptidleridir. Somatostatin hem endokrin (D) hücrelerinde hem de nöral yapılarda bulunur. Ayrıca sıçan ve insanların mide, pankreas ve bağırsak kas tabakalarında SS-14 baskındır. SS-28 hipotalamik kortiko releasing faktör, hipofiz büyüme hormonu ve tiroid uyarıcı hormon sekresyonunun, insülin sekresyonunun ve ekzokrin pankreas sekresyonunun inhibisyonu için SS-14'den nispeten daha seçici davranır, oysa SS-14'ün kortikal nöronlar, glukagon , mide asid inhibisyonu ve gastrointestinal hareket ve dolaşım üzerine SS-28'den daha güçlü etki gösterdiği bildirilmiştir
Sıçan ve tavşanda SS hücreleri mukozanın bazale yakın 1/3'lük kısmında daha yoğun olmak üzere daha üstlerde tek tek dağılmışlardır. Oysa kedi, köpek ve insan pilor mukozasında hücreler mukozanın alttan 1/3, üstten 2/3 arasındaki bölgede yerleşmişlerdir. D hücre granülleri 150-300 nm büyüklüğünde, yuvarlak, membranla çevrili ve orta derecede elektron yoğun, ince granüllü bir merkez içerir. Somatostatin granüllerinin ortalama çapı sıçanda 155-170 nm bulunmuştur. Her D hücresi bazalinde, bir veya daha fazla ince uzun uzantıya sahiptir, bunlar pilorda gastrin hücrelerine, korpusda parietal hücrelere veya esas hücrelere veya enterokromafin hücrelerine uzanırlar. Bu hücrelerde salgı granüllerinin yukarıdan aşağıya doğru taşındığı gösterilmiştir. Korpusda D hücreleri yuvarlak kapalı tip olarak gözükür. Oysa pilordaki bu hücreler, mikrovillusları ile lümenle ilişkidedirler. D hücreleri komşu hücrelere yoğun membran interdigitasyonlarıyla karakterize edilir. D hücrelerinin gerçek endokrin etkiden ziyade lokal (parakrin) etki ettikleri bilinmektedir. Ayrıca paranöron etki şekli de öne sürülmüştür.
Somatostatin hücresinin tokmak gibi şişkin uzun bazal uzantılarının pilorda gastrin hücreleri , korpus mukozasında parietal hücreler gibi effektör hücrelere uzandığının ışık mikroskobunda immunreaktif olarak gözlenmesi, bu kavramı daha da desteklemektedir. Parakrin etkinin yanısıra kan damarları içine endokrin salınma ve açık tip pilor D hücrelerinde apikal hücre uzantıları yoluyla ekzokrin salınma da öne sürülmektedir. Fakat elektron mikroskop seviyesinde henüz gösterilmemiştir. Midenin pilor ve korpus bölgelerinde asid sekresyonun düzenlenmesinde, somatostatinin parakrin rol oynadığı öne sürülmüştür. İn vitro incelemeler somatostatinin hem adenilat siklaz /siklik adenozin monofosfat (cAMP) hem de inositol fosfolipid / protein kinaz C ile parietal hücre fonksiyonunu inhibe ettiğini göstermiştir
İnsanda yiyecek alınımı kana SS sekresyonunu uyarır, özellikle yağ ve protein SS salınımı İçin güçlü bir uyarandır. Oysa karbohidrat daha zayıf bir uyarıcıdır. Ayrıca insülin, hipoglisemi ile vagal uyarı dolaşımda somatostatini yükseltir. Bombesin ve kolesistokinin gibi çeşitli gastrointestinal poiipeptidler somatostatin sekresyonunu uyarırlar
Somatostatinin gastrointestinal kanal üzerinde güçlü inhibitör etkisi vardır.Ekzokrin sekresyon olarak; gastrin, sekretin, kolesistokinin, vasoakttf intestinal peptid, glukagon, motilin, pankreatik polipeptid, insülin, gastrik inhibitör peptid sekresyonunu inhibe eder. Endokrin sekresyon olarak; gastrik asid ve pepsin, pankreatik bikarbonat ve enzimler, barsak sıvısı ve safra sekresyonunun inhibisyonunda rol oynar. Ayrıca mide boşalması, safra kesesi kontraksiyonu ve ince bağırsak geçişinin inhibisyonunda rolü vardır. Glukoz ve amino asidlerin absorbsiyonunun inhibisyonu, mezenterik ve çöliak kan akımının azalması, gastrointestinal mukozanın büyümesinin azalmasında rolü vardır
Somatostatin D Hücreleri Hormonu
Somatostatin Brazeu ve arkadaşları (18) tarafından 1973'de koyun hipotalamusundan izole edilen bir tetradekapeptiddir. Prosomatostatinin posttransyonel ayrılmasından türevlenen, biyolojik olarak aktif olan; somatostatin-14(SS-14) ve somatostatin-28 (SS-28) peptidleridir. Somatostatin hem endokrin (D) hücrelerinde hem de nöral yapılarda bulunur. Ayrıca sıçan ve insanların mide, pankreas ve bağırsak kas tabakalarında SS-14 baskındır. SS-28 hipotalamik kortiko releasing faktör, hipofiz büyüme hormonu ve tiroid uyarıcı hormon sekresyonunun, insülin sekresyonunun ve ekzokrin pankreas sekresyonunun inhibisyonu için SS-14'den nispeten daha seçici davranır, oysa SS-14'ün kortikal nöronlar, glukagon , mide asid inhibisyonu ve gastrointestinal hareket ve dolaşım üzerine SS-28'den daha güçlü etki gösterdiği bildirilmiştir
Sıçan ve tavşanda SS hücreleri mukozanın bazale yakın 1/3'lük kısmında daha yoğun olmak üzere daha üstlerde tek tek dağılmışlardır. Oysa kedi, köpek ve insan pilor mukozasında hücreler mukozanın alttan 1/3, üstten 2/3 arasındaki bölgede yerleşmişlerdir. D hücre granülleri 150-300 nm büyüklüğünde, yuvarlak, membranla çevrili ve orta derecede elektron yoğun, ince granüllü bir merkez içerir. Somatostatin granüllerinin ortalama çapı sıçanda 155-170 nm bulunmuştur. Her D hücresi bazalinde, bir veya daha fazla ince uzun uzantıya sahiptir, bunlar pilorda gastrin hücrelerine, korpusda parietal hücrelere veya esas hücrelere veya enterokromafin hücrelerine uzanırlar. Bu hücrelerde salgı granüllerinin yukarıdan aşağıya doğru taşındığı gösterilmiştir. Korpusda D hücreleri yuvarlak kapalı tip olarak gözükür. Oysa pilordaki bu hücreler, mikrovillusları ile lümenle ilişkidedirler. D hücreleri komşu hücrelere yoğun membran interdigitasyonlarıyla karakterize edilir. D hücrelerinin gerçek endokrin etkiden ziyade lokal (parakrin) etki ettikleri bilinmektedir. Ayrıca paranöron etki şekli de öne sürülmüştür.
Somatostatin hücresinin tokmak gibi şişkin uzun bazal uzantılarının pilorda gastrin hücreleri , korpus mukozasında parietal hücreler gibi effektör hücrelere uzandığının ışık mikroskobunda immunreaktif olarak gözlenmesi, bu kavramı daha da desteklemektedir. Parakrin etkinin yanısıra kan damarları içine endokrin salınma ve açık tip pilor D hücrelerinde apikal hücre uzantıları yoluyla ekzokrin salınma da öne sürülmektedir. Fakat elektron mikroskop seviyesinde henüz gösterilmemiştir. Midenin pilor ve korpus bölgelerinde asid sekresyonun düzenlenmesinde, somatostatinin parakrin rol oynadığı öne sürülmüştür. İn vitro incelemeler somatostatinin hem adenilat siklaz /siklik adenozin monofosfat (cAMP) hem de inositol fosfolipid / protein kinaz C ile parietal hücre fonksiyonunu inhibe ettiğini göstermiştir
İnsanda yiyecek alınımı kana SS sekresyonunu uyarır, özellikle yağ ve protein SS salınımı İçin güçlü bir uyarandır. Oysa karbohidrat daha zayıf bir uyarıcıdır. Ayrıca insülin, hipoglisemi ile vagal uyarı dolaşımda somatostatini yükseltir. Bombesin ve kolesistokinin gibi çeşitli gastrointestinal poiipeptidler somatostatin sekresyonunu uyarırlar
Somatostatinin gastrointestinal kanal üzerinde güçlü inhibitör etkisi vardır.Ekzokrin sekresyon olarak; gastrin, sekretin, kolesistokinin, vasoakttf intestinal peptid, glukagon, motilin, pankreatik polipeptid, insülin, gastrik inhibitör peptid sekresyonunu inhibe eder. Endokrin sekresyon olarak; gastrik asid ve pepsin, pankreatik bikarbonat ve enzimler, barsak sıvısı ve safra sekresyonunun inhibisyonunda rol oynar. Ayrıca mide boşalması, safra kesesi kontraksiyonu ve ince bağırsak geçişinin inhibisyonunda rolü vardır. Glukoz ve amino asidlerin absorbsiyonunun inhibisyonu, mezenterik ve çöliak kan akımının azalması, gastrointestinal mukozanın büyümesinin azalmasında rolü vardır
Gastrin Nedir Gastrin Yuksekligi
Gastrin Nedir, Gastrin Hücreleri Hakkında Bilgiler
Gastrin çeşitli moleküler oluşumlar şeklinde dolaşımda ve dokularda mevcuttur. Hem mide pilor mukozasında hem de gastrinoma tümör dokusunda 17 amino asidlik peptid (G17) olan heptadekapeptiddir. Memeli dokularında bu peptid ya sülfatlanmış (Gastrin II) ya da sülfatlanmamış (Gastrin I) şekilde olabilir. Gastrinin sülfatlanmış şekli heptadekapeptidin (G17) 11. amino asidinin tirozil kısmının esterleşmesiyle gerçekleşir. Pilorda gastrinin % 90-95'i G17'dir
Gastrin, midenin pilor bölgesinde yaygın olmak üzere mukozada tek tek dağılmış gastrin (G) hücrelerinin sitoplazmasında salgı granüllerinde bulunur. Gastrin hücreleri çoğunlukla pilorik bezlerin orta veya dip kısımlarına yerleşmişlerdir. Gastrin hücreleri mikrovillusları ile apikal bez lürhenine sıklıkla ulaşırlar yani açık tip hücrelerdir. Gastrin hücrelerinin elektron mikroskopda salgı granülleri yuvarlak, l80-300nm çaplı, granül içeriği değişen elektron yoğunlukta olup, belirgin bir membranfa çevrilidirler. Gastrin hücrelerinin farklı elektron yoğunlukta granüller içerdikleri bildirilmektedir. Bunlar yoğun, açık ve boş granüller şeklinde tanımlanmaktadır. Gastrin hücrelerinden gastrinin salınma şekli olarak tubular füzyon, ekzokrin salınım ileri sürülmektedir. Gastrin hücreleri tarafından yapılan gastrinin büyük bir kısmı kana verilir, bir kısmı da mide lümenine salgılanır. Sistemik dolaşımla parietal hücreye gelen gastrin HCI salgılanmasını artırır.
Gastrin Düzeyi ve Gastrin Testi
Gastrin salınmasında esas fizyolojik uyarı olarak beslenme düşünülür. Protein sindirim ürünleri olan amino asidler ve peptidler ile uyarıcı etki oluşur. Dolaşıma gastrinin salınması; antral şişme, vâgal veya kolinerjik uyarı ve p adrenerjik uyarı ile olur. Gastrin salgısını inhibe eden en önemli etken mide asiditesidir, pH 1'e düşünce gastrin yapımı %100 inhibe olur. Ayrıca duodenumda yağların mevcudiyeti gastrini inhibe eden hormonların salgılanmasına neden olur.Somatostatin hormonunun da gastrin salınmasının inhibisyonunda rolü olduğu bildirilmektedir. Somatostatin ile gastrin salınmasının inhibisyonunda lokal olarak salınmış somatostatinin parakrin etkisinin aracılık ettiği düşünülmektedir. Genellikle somatostatin içeren hücreler gastrin hücreleri ile yakın ilişkide olup sıklıkla somatostatin hücrelerinden gastrin hücrelere uzanan sitoplazmik uzantılar gösterilmiştir. Somatostatinin parietal hücreler üzerine direkt etki ederek, mide asid sekresyonunu inhibe ettiği ve pilordan gastrin salınmasını baskıladığı belirtilmektedir
Gastirn Yüksekliği
Gastrinin esas fonksiyonu parietal hücrelerden HCI sekresyonunu uyarmasıdır. Besinler iyice karışıp, kimus halinde pilor bölgesine dolunca bunların baskısı ve içlerindeki maddelerin uyarıcı etkisiyle pilor bölgesindeki gastrin hücrelerinden gastrin hormonu salgılanır. Gastrin hormonu kana karışır ve kan yoluyla midenin salgı bezlerine ulaşarak mide enzimlerinin bol miktarda salgılanmasını sağlar. Gastrin mide, ince bağırsak, kolon ve pankreas için trafik bir maddedir. Gastrinin diğer biyolojik etkileri; mide, pankreas, karaciğer, duodenumda su ve elektrolit sekresyonunun uyarılması, mide, inde bağırsak ve pankreasda kan akımının uyarılması, keza insülin ve kalsitonin salınmasının da uyarılmasıdır. Alt özofajial sfinkter, mide, ince bağırsak, kolon ve safra kesesinde düz kas kontraksiyonunu uyarır. İnce bağırsakda glukoz, elektrolit ve su absorbsiyonu gastrin tarafından inhibe edildiği gibi pilorik sfinkterin düz kasının kasılması da gastrin ile inhibe edilir
Gastrin çeşitli moleküler oluşumlar şeklinde dolaşımda ve dokularda mevcuttur. Hem mide pilor mukozasında hem de gastrinoma tümör dokusunda 17 amino asidlik peptid (G17) olan heptadekapeptiddir. Memeli dokularında bu peptid ya sülfatlanmış (Gastrin II) ya da sülfatlanmamış (Gastrin I) şekilde olabilir. Gastrinin sülfatlanmış şekli heptadekapeptidin (G17) 11. amino asidinin tirozil kısmının esterleşmesiyle gerçekleşir. Pilorda gastrinin % 90-95'i G17'dir
Gastrin, midenin pilor bölgesinde yaygın olmak üzere mukozada tek tek dağılmış gastrin (G) hücrelerinin sitoplazmasında salgı granüllerinde bulunur. Gastrin hücreleri çoğunlukla pilorik bezlerin orta veya dip kısımlarına yerleşmişlerdir. Gastrin hücreleri mikrovillusları ile apikal bez lürhenine sıklıkla ulaşırlar yani açık tip hücrelerdir. Gastrin hücrelerinin elektron mikroskopda salgı granülleri yuvarlak, l80-300nm çaplı, granül içeriği değişen elektron yoğunlukta olup, belirgin bir membranfa çevrilidirler. Gastrin hücrelerinin farklı elektron yoğunlukta granüller içerdikleri bildirilmektedir. Bunlar yoğun, açık ve boş granüller şeklinde tanımlanmaktadır. Gastrin hücrelerinden gastrinin salınma şekli olarak tubular füzyon, ekzokrin salınım ileri sürülmektedir. Gastrin hücreleri tarafından yapılan gastrinin büyük bir kısmı kana verilir, bir kısmı da mide lümenine salgılanır. Sistemik dolaşımla parietal hücreye gelen gastrin HCI salgılanmasını artırır.
Gastrin Düzeyi ve Gastrin Testi
Gastrin salınmasında esas fizyolojik uyarı olarak beslenme düşünülür. Protein sindirim ürünleri olan amino asidler ve peptidler ile uyarıcı etki oluşur. Dolaşıma gastrinin salınması; antral şişme, vâgal veya kolinerjik uyarı ve p adrenerjik uyarı ile olur. Gastrin salgısını inhibe eden en önemli etken mide asiditesidir, pH 1'e düşünce gastrin yapımı %100 inhibe olur. Ayrıca duodenumda yağların mevcudiyeti gastrini inhibe eden hormonların salgılanmasına neden olur.Somatostatin hormonunun da gastrin salınmasının inhibisyonunda rolü olduğu bildirilmektedir. Somatostatin ile gastrin salınmasının inhibisyonunda lokal olarak salınmış somatostatinin parakrin etkisinin aracılık ettiği düşünülmektedir. Genellikle somatostatin içeren hücreler gastrin hücreleri ile yakın ilişkide olup sıklıkla somatostatin hücrelerinden gastrin hücrelere uzanan sitoplazmik uzantılar gösterilmiştir. Somatostatinin parietal hücreler üzerine direkt etki ederek, mide asid sekresyonunu inhibe ettiği ve pilordan gastrin salınmasını baskıladığı belirtilmektedir
Gastirn Yüksekliği
Gastrinin esas fonksiyonu parietal hücrelerden HCI sekresyonunu uyarmasıdır. Besinler iyice karışıp, kimus halinde pilor bölgesine dolunca bunların baskısı ve içlerindeki maddelerin uyarıcı etkisiyle pilor bölgesindeki gastrin hücrelerinden gastrin hormonu salgılanır. Gastrin hormonu kana karışır ve kan yoluyla midenin salgı bezlerine ulaşarak mide enzimlerinin bol miktarda salgılanmasını sağlar. Gastrin mide, ince bağırsak, kolon ve pankreas için trafik bir maddedir. Gastrinin diğer biyolojik etkileri; mide, pankreas, karaciğer, duodenumda su ve elektrolit sekresyonunun uyarılması, mide, inde bağırsak ve pankreasda kan akımının uyarılması, keza insülin ve kalsitonin salınmasının da uyarılmasıdır. Alt özofajial sfinkter, mide, ince bağırsak, kolon ve safra kesesinde düz kas kontraksiyonunu uyarır. İnce bağırsakda glukoz, elektrolit ve su absorbsiyonu gastrin tarafından inhibe edildiği gibi pilorik sfinkterin düz kasının kasılması da gastrin ile inhibe edilir
Karbonhidrat Antijeni
Karbonhidrat Antijeni 15-3 (CA 15-3)
CA 15-3, molekül ağırlığı 300-450 kd kadar olan polimorfık bir epitel müsindir. Heterojen göğüs kanserine bağlı müsinler, tekrarlayan polipeptid yapılı bir çekirdek dizisi ile dışta bulunan karbonhidrat kabuğundan oluşmaktadır
CA 15-3, biri insan süt yağ globüllerinden, diğeri insan metastatik meme kanseri hücre dizisi kaynaklı iki antikor (DF3 ve 11 5DB) ile tanınır. Primer meme kanserinde hastaların % 20'sinde yüksek iken metastatik meme kanserinde bu oran % 61-84'e kadar çıkmaktadır. Özellikle kemik metastazlarında yükselmektedir. Üst sınır düzeyi < 25 IU/L (Ünite/Litre) alındığında duyarlılığı % 31 ve seçiciliği % 86'dır. Benign meme hastalıktan ve inflamatuar karaciğer hastalıklannda da seviyesi yükselebilir. Gebelik ve laktasyon kan seviyesini etkilemez. Tarama veya tanı amacıyla kullanılamaz. Meme kanseri tanısı olan hastalann tedaviye yanı tının değerlendirilmesinde tekrarlann tesbitinde yararlı bir belirleyicidir. CEA meme kanserinde yalnızca tümör kitlesi büyüklüğü ile korele iken; CA 15-3 düzeyinin tümör kitlesi büyüklüğü, metastatik bölge sayısı ve yaşam süresiylede ilişkili olduğu gösterilmiştir. Meme kanserinde duyarlı bir tümör belirleyicidir. Gastrointestinal, genitoüriner kanserler, prostat kanseri, bronkojenik tümörler ve hepatosellüler karsinomda da kan seviyeleri yükselir
CA 15-3, molekül ağırlığı 300-450 kd kadar olan polimorfık bir epitel müsindir. Heterojen göğüs kanserine bağlı müsinler, tekrarlayan polipeptid yapılı bir çekirdek dizisi ile dışta bulunan karbonhidrat kabuğundan oluşmaktadır
CA 15-3, biri insan süt yağ globüllerinden, diğeri insan metastatik meme kanseri hücre dizisi kaynaklı iki antikor (DF3 ve 11 5DB) ile tanınır. Primer meme kanserinde hastaların % 20'sinde yüksek iken metastatik meme kanserinde bu oran % 61-84'e kadar çıkmaktadır. Özellikle kemik metastazlarında yükselmektedir. Üst sınır düzeyi < 25 IU/L (Ünite/Litre) alındığında duyarlılığı % 31 ve seçiciliği % 86'dır. Benign meme hastalıktan ve inflamatuar karaciğer hastalıklannda da seviyesi yükselebilir. Gebelik ve laktasyon kan seviyesini etkilemez. Tarama veya tanı amacıyla kullanılamaz. Meme kanseri tanısı olan hastalann tedaviye yanı tının değerlendirilmesinde tekrarlann tesbitinde yararlı bir belirleyicidir. CEA meme kanserinde yalnızca tümör kitlesi büyüklüğü ile korele iken; CA 15-3 düzeyinin tümör kitlesi büyüklüğü, metastatik bölge sayısı ve yaşam süresiylede ilişkili olduğu gösterilmiştir. Meme kanserinde duyarlı bir tümör belirleyicidir. Gastrointestinal, genitoüriner kanserler, prostat kanseri, bronkojenik tümörler ve hepatosellüler karsinomda da kan seviyeleri yükselir
Onkofetal Antijen Alfa Fteo Protein
Onkofetal Antijenler
Onkofetal antijenler fetal yaşam sırasında üretilen proteinlerdir. Bu proteinler fetus serumunda yüksek miktarlarda bulunurlar. Doğumdan sonra düşük seviyelere iner ve kaybolurlar. Kanser hastalarında bu proteinler tekrar ortaya çıkar ve bazı kanserlerin tanısında tümör belirleyici olarak kullanılırlar
ALFA FETO PROTEİN (AFP)
AFP klinik kulanıma erken girmiş olan ve bugünde sıklıkla kullanılan bir tümör belirleyicidir. Fetal yolk-sac, karaciğer ve bağırsakta sentezlenen, gebeliğin 12-15. haftaları arasında en yüksek seviyesine ulaşan, 16. haftadan sonra seviyesi giderek düşen, sağlıklı kişilerde hayatın 1. yılından sonra serumda belirlenemeyen, 70 kilodalton (kd) ağırlığında bir glukoproteindir. Yan ömrü 4,5 gündür. Yolk-sac kökenli AFP, konkavalin-A'ya bağlanırken, karaciğer kökenli olan bağlanmaz
AFP'nin yapımı, gebeliğin 12-15. haftaları arasında başlar; doğumdan 6-12 ay sonra erişkinlerde normalde bulunan 20 ng/ml düzeyine düşer (26). Hepatosellüler karsinom (HCC), testis ve överin embriyonel hücreli tümörleri ve teratokarsinom-larında, extragonadal germ hücreli tümörlerde %75 vakada yüksektir (43). AFP'nin klinik kullanımını kısıtlayan bir faktör değişik durumlarda yüksek bulunabilmesidir. Gebelik dışında çeşitli karaciğer hastalıklarında, ataksi telenjektazi ve herediter tirozinemide de serum AFP düzeyleri yüksek bulunur. Bu nedenle hastaların izlenmesi ve değerlendirilmesinde AFP düzeyleri tüm klinik ve laboratuvar sonuçları ile paralel olarak yorumlanır
AFP, bazı karsinomaların klinik takibinde tümör belirleyici olarak kullanılan onkofetal bir antijendir. Eksperimental ve klinik çalışmalarda hepatosellüler karsinomalı hastaların serumunda yüksek bulunmuş, daha sonraki araştırmacılar serum AFP düzeylerinin ovarian, testiküler ve presakral teratokarsinomalı hastalarda da artmış olduğunu göstermişlerdir.
Cerrahi işlem sonrası AFP tayinleri özellikle çok büyük bir değere sahiptir. Cerahi operasyon sonrası konsantrasyonunun normal düzeye düşmemesi durumunda bir tümör kalıntısının varlığından şüphe edilir. Ancak düzeydeki değişikliklerin doğru şekilde yorumlanması ve değerlendirilmesi önemlidir. Kematorapi esnasında AFP düzeyi azalır. Tümör kitlesi belirgin durumdayken kemoterapi nedeniyle AFP'nin normal düzeye indiği gözönünde bulundurulmalıdır. Bu durumlarda planlanan tedavinin tamamlanması tavsiye edilir
CEA'NIN ÖZELLİKLERİ
CEA, molekülün protein kısımlarındaki yaygın antijenik determinantlarla hücre yüzey glikoproteinlerinin büyük bir ailesini kapsar. Protein kısmı 30 amino asitten ibaret tek bir polipeptit zincirinden meydana gelmiştir. Molekülün % 45 - % 57'si karbonhidratlardan oluşmuştur. CEA ailesi içinde 35 farklı glikoprotein (hatta daha fazlası) belirlenmiştir. CEA'daki proteinin karbonhidrata oranı farklı tümörler arasında 5 katı kadar fazla olabilir. CEA 160-300 kd arasında bir moleküler kitleye sahiptir
CEA hem endodermal dokularda (barsak mukozası, akciğer, pankreas) hem de endodermal olmayan dokularda mevcuttur. 12 haftalık gebelikten sonra fetusun sindirim sisteminde bulunmuştur ve embriyonik karaciğer ve pankreasta mevcuttur
Müsin ve diğer polisakkaritlerin bir komponenti olan CEA normal mukozal hücre zarında ve kolonik karsinoma hücrelerinin stoplazmasında bulunmaktadır. Dolaşımdaki CEA'nın konsantrasyonu, CEA üreten hücrelerin sayısına, sentez oranına ve karaciğerin hepatik dışarı atılımına bağlıdır. CEA, bunu üreten bir tümörün alınmasından 3 hafta sonra kaybolur. Normalde mide ve bağırsak epitelinin mikrovillar membranlan içerisinde sentezlenmektedir. CEA ve ilişkili antijenler, normal kolon mukozasında 50-70 mg/gün kadar üretilir. CEA'nın serum yanlanma ömrü, hastanın karaciğer fonksiyonları ile ilgili olarak 1-7 gün kadardır
CEA'nın normal serum değerleri, piyasada bulunan değişik kitlere göre farklı olmakla birlikte genellikle 2,5 ng/ml "nin altı normal, 5 ng/ml'nin üstü yüksek kabul edilir
CEA'NIN KLİNİK KULLANIMI
CEA düzeylerinin kolorektal, pankreas ve karaciğer kanserinin tanısında kullanımı sınırlıdır. Örneğin, kolorektal kanserli hastaların yaklaşık %35'inde CEA düzeyleri yükselmemiştir. Bundan başka anormal olarak artmış CEA değerleri akciğer amfizemi, akut ülseratif kolitler, alkolik karaciğer sirozları, hepatitler, safra kesesi iltihabı, bazı benign göğüs tümörleri, rektal polipli hastalarda gözlemlenmiştir
CEA düzeyleri ve onun yükselme derecesinin kanser lezyonunun patolojik safhası ile yakın ilişkili olduğu gösterilmiştir. Örneğin, Wonebo ve arkadaşları, Dukes stage A kolon kanserli hastalann yalnızca % 27,5'inde CEA düzeylerinin yükseldiğini, stage D grubu hastalann ise % 83,8'inde bir yükselme olduğunu belirlemişlerdir (54). CEA yüksek olan kolorektal kanserli hastalann tümörleri çıkarıldıktan sonra CEA düzeylerinin genellikle normale döndüğü seri ölçümlerle belirlenmiş, ancak çok az sayıda hastada (% 6) CEA'da artış olmaksızın hastalığın yeniden meydana geldiği tesbit edilmiştir (55). Vakalarm % 75inde ise diğer klinik belirtilerden önce CEA yükselmesi görülmüştür
Ulusal Kanser Enstitüsü Paneli CEA'nın tek başına kanser teşhisi için yeterli olmadığını, ancak seri CEA ölçümlerinin kolorektal kanser için cerrahi müdahaleye maruz kalan hastalann ameliyat sonrası izlenmesinde en iyi araç olduğunu ileri sürmektedir. Kolon kanserine ilaveten, CEA'nın göğüs kanseri, bronş karsinoması, pankreatik karsinoma, gastrik karsinoma, mesane kanseri, prostat kanseri, yumurtalık kanseri, nöroblastom ve tiroid karsinomu için de yararlı bir tümör markın olduğu bildirilmiştir
Onkofetal antijenler fetal yaşam sırasında üretilen proteinlerdir. Bu proteinler fetus serumunda yüksek miktarlarda bulunurlar. Doğumdan sonra düşük seviyelere iner ve kaybolurlar. Kanser hastalarında bu proteinler tekrar ortaya çıkar ve bazı kanserlerin tanısında tümör belirleyici olarak kullanılırlar
ALFA FETO PROTEİN (AFP)
AFP klinik kulanıma erken girmiş olan ve bugünde sıklıkla kullanılan bir tümör belirleyicidir. Fetal yolk-sac, karaciğer ve bağırsakta sentezlenen, gebeliğin 12-15. haftaları arasında en yüksek seviyesine ulaşan, 16. haftadan sonra seviyesi giderek düşen, sağlıklı kişilerde hayatın 1. yılından sonra serumda belirlenemeyen, 70 kilodalton (kd) ağırlığında bir glukoproteindir. Yan ömrü 4,5 gündür. Yolk-sac kökenli AFP, konkavalin-A'ya bağlanırken, karaciğer kökenli olan bağlanmaz
AFP'nin yapımı, gebeliğin 12-15. haftaları arasında başlar; doğumdan 6-12 ay sonra erişkinlerde normalde bulunan 20 ng/ml düzeyine düşer (26). Hepatosellüler karsinom (HCC), testis ve överin embriyonel hücreli tümörleri ve teratokarsinom-larında, extragonadal germ hücreli tümörlerde %75 vakada yüksektir (43). AFP'nin klinik kullanımını kısıtlayan bir faktör değişik durumlarda yüksek bulunabilmesidir. Gebelik dışında çeşitli karaciğer hastalıklarında, ataksi telenjektazi ve herediter tirozinemide de serum AFP düzeyleri yüksek bulunur. Bu nedenle hastaların izlenmesi ve değerlendirilmesinde AFP düzeyleri tüm klinik ve laboratuvar sonuçları ile paralel olarak yorumlanır
AFP, bazı karsinomaların klinik takibinde tümör belirleyici olarak kullanılan onkofetal bir antijendir. Eksperimental ve klinik çalışmalarda hepatosellüler karsinomalı hastaların serumunda yüksek bulunmuş, daha sonraki araştırmacılar serum AFP düzeylerinin ovarian, testiküler ve presakral teratokarsinomalı hastalarda da artmış olduğunu göstermişlerdir.
Cerrahi işlem sonrası AFP tayinleri özellikle çok büyük bir değere sahiptir. Cerahi operasyon sonrası konsantrasyonunun normal düzeye düşmemesi durumunda bir tümör kalıntısının varlığından şüphe edilir. Ancak düzeydeki değişikliklerin doğru şekilde yorumlanması ve değerlendirilmesi önemlidir. Kematorapi esnasında AFP düzeyi azalır. Tümör kitlesi belirgin durumdayken kemoterapi nedeniyle AFP'nin normal düzeye indiği gözönünde bulundurulmalıdır. Bu durumlarda planlanan tedavinin tamamlanması tavsiye edilir
CEA'NIN ÖZELLİKLERİ
CEA, molekülün protein kısımlarındaki yaygın antijenik determinantlarla hücre yüzey glikoproteinlerinin büyük bir ailesini kapsar. Protein kısmı 30 amino asitten ibaret tek bir polipeptit zincirinden meydana gelmiştir. Molekülün % 45 - % 57'si karbonhidratlardan oluşmuştur. CEA ailesi içinde 35 farklı glikoprotein (hatta daha fazlası) belirlenmiştir. CEA'daki proteinin karbonhidrata oranı farklı tümörler arasında 5 katı kadar fazla olabilir. CEA 160-300 kd arasında bir moleküler kitleye sahiptir
CEA hem endodermal dokularda (barsak mukozası, akciğer, pankreas) hem de endodermal olmayan dokularda mevcuttur. 12 haftalık gebelikten sonra fetusun sindirim sisteminde bulunmuştur ve embriyonik karaciğer ve pankreasta mevcuttur
Müsin ve diğer polisakkaritlerin bir komponenti olan CEA normal mukozal hücre zarında ve kolonik karsinoma hücrelerinin stoplazmasında bulunmaktadır. Dolaşımdaki CEA'nın konsantrasyonu, CEA üreten hücrelerin sayısına, sentez oranına ve karaciğerin hepatik dışarı atılımına bağlıdır. CEA, bunu üreten bir tümörün alınmasından 3 hafta sonra kaybolur. Normalde mide ve bağırsak epitelinin mikrovillar membranlan içerisinde sentezlenmektedir. CEA ve ilişkili antijenler, normal kolon mukozasında 50-70 mg/gün kadar üretilir. CEA'nın serum yanlanma ömrü, hastanın karaciğer fonksiyonları ile ilgili olarak 1-7 gün kadardır
CEA'nın normal serum değerleri, piyasada bulunan değişik kitlere göre farklı olmakla birlikte genellikle 2,5 ng/ml "nin altı normal, 5 ng/ml'nin üstü yüksek kabul edilir
CEA'NIN KLİNİK KULLANIMI
CEA düzeylerinin kolorektal, pankreas ve karaciğer kanserinin tanısında kullanımı sınırlıdır. Örneğin, kolorektal kanserli hastaların yaklaşık %35'inde CEA düzeyleri yükselmemiştir. Bundan başka anormal olarak artmış CEA değerleri akciğer amfizemi, akut ülseratif kolitler, alkolik karaciğer sirozları, hepatitler, safra kesesi iltihabı, bazı benign göğüs tümörleri, rektal polipli hastalarda gözlemlenmiştir
CEA düzeyleri ve onun yükselme derecesinin kanser lezyonunun patolojik safhası ile yakın ilişkili olduğu gösterilmiştir. Örneğin, Wonebo ve arkadaşları, Dukes stage A kolon kanserli hastalann yalnızca % 27,5'inde CEA düzeylerinin yükseldiğini, stage D grubu hastalann ise % 83,8'inde bir yükselme olduğunu belirlemişlerdir (54). CEA yüksek olan kolorektal kanserli hastalann tümörleri çıkarıldıktan sonra CEA düzeylerinin genellikle normale döndüğü seri ölçümlerle belirlenmiş, ancak çok az sayıda hastada (% 6) CEA'da artış olmaksızın hastalığın yeniden meydana geldiği tesbit edilmiştir (55). Vakalarm % 75inde ise diğer klinik belirtilerden önce CEA yükselmesi görülmüştür
Ulusal Kanser Enstitüsü Paneli CEA'nın tek başına kanser teşhisi için yeterli olmadığını, ancak seri CEA ölçümlerinin kolorektal kanser için cerrahi müdahaleye maruz kalan hastalann ameliyat sonrası izlenmesinde en iyi araç olduğunu ileri sürmektedir. Kolon kanserine ilaveten, CEA'nın göğüs kanseri, bronş karsinoması, pankreatik karsinoma, gastrik karsinoma, mesane kanseri, prostat kanseri, yumurtalık kanseri, nöroblastom ve tiroid karsinomu için de yararlı bir tümör markın olduğu bildirilmiştir
Kolorektal Karsinomalar
Kolorektal Karsinomalar Kalın barsak, sindirim kanalının ileumdan sonra gelen ve anüse kadar uzanan bölümüdür. Kalın barsak; karın boşluğunun yanlan, üst ve alt kısımlannda bulunur, ve ince barsaklan içine alan bir çerçeve oluşturur. Kalın barsaklann uzunluğu insanda; 130-150 cm, genişliği 3-8 cm arasındadır. Rektum ise kalın barsağın en son parçasıdır; 3. sakral vertebra yüksekliğinden anüse kadar olan bölümdür. Kolon kanserleri hem erkek hem kadında oldukça sık görülen bir kanser türü olması nedeni ile önemli onkolojik sorunlardan biridir. Kolon ve rektumda görülen kanser tiplerinin başında mide ve incebarsakta olduğu gibi adenokarsinomlar (%95) gelmektedir. Bunun yanısıra lenfoma, sarkom ve karsinoid tümörler de görülmektedir Kolorektal Karsinoma İnsidansı Kolorektal kanserler endüstrileşmiş toplumlarda sık görülür ve akciğer kanserlerinden sonra ikinci sırada yer alır. Tüm kanserlerin % 15'ini, gastrointestinal kanserlerin % 75'ini oluştururlar Kolon kanseri kadınlarda, rektum kanseri ise erkeklerde daha sık görülmektedir (23). Kolorektal kanser sıklığı yaş ile artmaktadır. 40 yaşında hafif, 50 yaşında daha belirgin bir artma olurken en fazla artış 55 ila 74 yaşlan arasında olmaktadır. Erkekler kadınlara göre yalnızca biraz daha fazla yaşa göre uyarlanmış ölüm oranlanna sahiptirler Kolorektal kanserlerin görülme sıklığı ülkeler arasında değişiklik göstermektedir. ABD 'de ve Kuzey-Batı Avrupada sık görülmesine karşın, Afrika ve Asya ülkelerinde daha az görülmektedir (23). Genel olarak, kolorektal kanser oranı A.B.D' de kadınlar ve erkekler dahil olmak üzere 100.000 kişide yaklaşık % 14'lük bir oranla yelpazenin üst ucundadır. Fakat Yeni Zellanda, Avusturalya ve birçok Avrupa ülkesinde de sık görülmektedir (örneğin, Çek erkeklerinde 100.000'de 30.7). Asya ve Güney Amerika ülkelerinde ise daha az görülmektedir (örneğin, Ekvator erkeklerinde 100.000'de 2.7) (24). Bu dağılım ayrılığı sosyoekonomik nedenlerle ve beslenme alışkanlıkları ile açıklanmaya çalışılmıştır Ülkemizde kesin veriler olmamasına karşın yapılan bir çalışmada kolorekıal karsinomalar malign tümörler arasında kadınlarda 3., erkeklerde 8. sırayı aldığı belirlenmiştir. Ölüm nedenleri arasında da aynı sırayı korumaktadır
Kanserin Siniflandirilmasi
Kanserin Siniflandirilmasi Kanser, üç ana dönemde değerlendirebileceğimiz çok aşamalı bir olaydır: 1) Başlangıç dönemi: Hücrenin genetik bilgisinde kalıcı değişikliklerin ortaya çıkışının görüldüğü mutajenik etki dönemidir. 2) Gelişme dönemi: Hücrenin genomunda başlamış olan değişikliklerin devamının sağlanması ve kanser hücresinin gelişimi dönemidir. 3) İlerleme dönemi: Kanserin ilerleme ve yayılma dönemidir Kanser probleminin çözümünde korunma en ideal yol olduğu halde yoğun araştırmalara rağmen bu konuda atılan adımlar yeterli değildir. Çünkü çevredeki tüm risk faktörleri ve karsinojenlerden kaçmak mümkün olmadığı gibi, toplumu koruyacak bir yöntem de mevcut değildir (16). Son yıllardaki gelişmeler daha çok tedavide başarı oranını yükseltmiş ve olumlu sonuçlar sağlamıştır. Endoskopik ve histopatolojik tetkikler, nükleer tıp görüntüleme teknikleri, radyolojik yöntemler kanserin erken tanısında çok önemli rol oynamaktadır. Kanserdeki bazı maddelerin düzeylerinin değişmesi kanserin varlığını ve yaygınlığım ortaya koymada bazen diğer tanı yöntemlerinden de daha değerli olabilmektedir Bu açıdan tümör belirleyicileri oldukça büyük önem taşımaktadır. Kanserler, meydana geldikleri hücre ve dokuların çeşidine göre gruplandınlır. Epitelyal hücrelerden meydana gelen kanserler karsinom, bağ doku veya kas hücrelerinden meydana gelen kanserler sarkom olarak isimlendirilir. Bu iki kategorinin hiç birine uymayan kanserler, hemopoetik hücrelerden köken alan çeşitli lösemiler ve sinir sistemi hücrelerinden kaynaklanan kanserleri kapsar İnsan kanserlerinin yaklaşık % 90'ı karsinomalardır. Çünkü vücutta hücre çoğalmasının (veya bölünmesinin) büyük bir bölümü epitelyal dokuda olur ve aynca epitelyal dokular kanser oluşumuna sebep olan fiziksel ve kimyasal ajanların etkilerine en fazla maruz kalan dokulardır
Kanser Hucresi Buyumesi
Kanser Hücresi Büyümesi Durumu Tümör dokusundaki hücreler çoğalabilme, metastaz yapma özellikleri yönünden genellikle heterojendir. Tümör dokusundaki hücre sayısının artabilmesi için başlıca üç seçenek vardır: 1) Hücre döngüsünün hızlanarak birim zamanda daha fazla hücre meydana gelmesi, 2) Programlanmış hücre ölümünün (apoptozis) bu hücre döngüsünün hızına uyum sağlayamaması 3) Daha çok sayıda G0 evresindeki hücrenin yeniden döngüye katılması Tümör dokusundaki hücrelerin hemen hepsi erken dönemde çoğalırken tümör büyüdükçe beslenme ve oksijen yetersizliği nedeniyle çoğalan hücrelerin sayısı azalır, fakat çevre dokulara metaztas yapmaya başlar. Tümör hücre sayısının iki katma çıkması anlamına gelen "ikilenme zamanı" kilinikte genellikle tümörün büyüme hızını ifade etmek için kullanılır. Bir tümörün klinik olarak tesbit edilebilecek büyüklüğe (1 cm3 veya 109 hücre) ulaşılabilmesi için yaklaşık 30 kez bölünmesi gerekir. Organizma için genellikle öldürücü olan büyüklüğe ulaşılabilmesi için ise ek olarak sadece 10 bölünme yeterlidir Tümör hücrelerinin vücuda yayılması basit tek kademeli bir işlem olmayıp birbirini izleyen bir olaylar dizisi sonucunda olabilmektedir. Tümör hücreleri başlangıçta geometrik diziye göre çoğalırken zaman ilerledikçe büyüme hızı yavaşlar ve bazı durumlarda da ölen ve çoğalan hücrelerin birbirine eşit olduğu bir plato dönemi izlenir. Bu özellik en iyi şekilde Gombertz büyüme kinetiğine göre açıklanabilmektedir (15). Buna göre: Tümör hücresinin çoğalma hızı zamanla azalır, tümör maksimum büyüklüğe erişmeden büyüme hızı pik yapar. Yani tümörler başlangıçta yavaş büyür, daha sonra tümör hücreleri bir çoğalma sürecine girer ve maksimum büyüklüğüne yaklaşınca büyüme hızı tekrar yavaşlar
Kanser Problemi
Kanser Problemi Kanser hücrenin klonlaşması, otonomi, anaplazi ve metastaz yapma özellikleri ile tanımlanabilecek bir hastalıklar grubudur. Tek bir mutant hücreden gelişen (klon), çevre faktörlerinden bağımsız ve kontrolsüz çoğalan (otonomi), diferansiye hücre özellikleri kaybolup artık kontak noktalarında inhibe olmadan büyüyebilen (anaplazi), bulunduğu klondan kopup ayrılarak, yandaki veya diğer hücrelerde veya dokularda yeni klonlar oluşturarak, biyolojik davranışlarına göre farklı zamanlarda ve farklı dokularda metastaz yaparak tümörler oluşturan hücrelere kanserli hücre ve dokular denir Kanser; A.B.D. ve dünyada, kalp hastalıklarından sonra ikinci derecede büyük sağlık problemlerinden birisidir ve her yıl Ölümlerin yaklaşık % 25'ini oluşturmaktadır (10). Türkiye'de kanser sıklığı konusunda kesin rakamlar yoktur. Ancak; Devlet İstatistik Enstitüsü'nün mortalite kayıtlarına göre ülkemizde de kanser, kalp ve damar hastalıklarından sonra ikinci sıradaki ölüm nedenidir İnsanda oluşan kanserlerin elliden fazla farklı tipleri bulunmaktadır; bunların aşağı yukarı %54'ünü "akciğer-bronş, kolon-rektum, meme, prostat ve uterus" kanseri vakaları oluşturur. Üriner kese, kolon-rektum, akciğer-bronş ve prostat kanserlerinin erkeklerde çok daha sıklıkla görüldüğü, halbuki kadınlarda; meme, akciğer-bronş, kolon-rektum ve rahim kanserlerinin yüksek sıklıkta görüldüğü rapor edilmiştir Karsinojen maddeler kansere neden olan ajanlardır. Karsinojenler; fiziksel (örneğin radyasyon), kimyasal (örneğin polisiklik hidrokarbon) yada biyolojik (örneğin bir virüs) olabilir. Böyle bir ajana maruz kalmak, ya DNA üzerinde direkt zararlı etkilerin oluşumu ile (örneğin radyasyonla olduğu gibi) yada hücre proliferasyonunun artışı ile (örneğin bir hormonla) yada her ikisi (örneğin tütün kullanımı ile) kansere yol açabilir İnsan tümörlerinin çok büyük bir kısmının monoklonal olarak (yani tek bir hücrenin kanserleşmesi sonucunda) geliştiği kabul edilir. Çeşitli genetik çalışmalarda tümörlerin monoklonal gelişim gösterdiği kanıtlanmıştır (12). Tek bir hücrenin malign dönüşümü karsinogenez için yeterli değildir. Karsinogenez çok basamaklı bir süreçte değişik karsinojen faktörlerin (kimyasal, fiziksel, viral) etkisi ile uzun bir sürede gerçekleşir. Kanser hücresinin büyüme ve çoğalması sürecinde meydana gelen genetik (onkogenler, tümör baskılayıcı genler vb.) değişiklikler ve konakçı hücrenin faktörlerinin etkisiyle sonuçta heterojen bir tümör kitlesi ortaya çıkar Moleküler genetikteki ilerlemeler, insan kanser genlerinin daha iyi anlaşılmasım sağlamıştır. Normal hücrenin proliferasyonu, tümör supressör genlerin etkisiyle regüle edilir (8). Kanser oluşumu; tümör supressör genlerin inaktivayonu veya kaybı, onkogenlerin değişmiş ekspresyonu ya da aktivasyonunu içine almaktadır Kanser, son on yılda bir gen hastalığı olarak kabul edilmektedir.Bu gen hastalıklarından sadece bir kısmı ailesel kalıtım gösterir. Örneğin, Familial Poliposis Koli. Pek çok gen kanserde defektif olarak bulunmuştur. Genetik değişiklikler; translasyon, amplifıkasyon, mutasyon, delesyonlar ya da anormal gen regülasyonundaki bozuklukları içerir. Onkogenler ve tümör supressör genlerin geleceğin tümör belirleyicisi olmak için bir potansiyele sahip olup olmayacakları inceleme konusudur. Ancak, genetik çalışma olanaklarının azlığı nedeniyle bu konudaki çalışmalar sınırlıdır. Kanser belirleyicilerinin rutin laboratuvarlarda bakılabilir olması daha yaygın tanı ve değerlendirme olanağı sunmaktadır.