Beyin İltihabı (Ensefalit), Beyin İltihap
Hastalığa özgü tedavi yöntemleri henüz yeterince geliştirilemediği için hiç istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.
Doğrudan beyin zarında yayılan ya da kan ve lenf yoluyla geüp beyne yerleşen değişik etkenler (bakteri, spiroket, virüs, asalaklar, zehir), iltihabi bir süreç başlatabilir. Bu süreç farklı özellikler gösterebilir. İltihabın yayılım düzeyine, yerleşimine, irinli kanamak oluşuna ya da doku ölümüne yol açma eğilimine, ayrıca sinir dokusunun etkilenen bölgelerinin genişliğine göre farklı tablolar ortaya çıkar.
Beyin İltihabı Nedenleri
Çeşitli bakteri, mantar ve asalaklar beyin-beyin zarı (meninks) iltihabı yapabilir, ama ensefalit terimi genellikle yalnızca virüslerin neden olduğu iltihaplar için kullanılır. Merkez sinir sistemindeki akut virüs iltihaplan genellikle şöyle sınıflandırılır: Akut viral beyin iltihabı (ensefalit) beyin dokusunu ilgilendirir; enfeksiyon sonrası beyin-omurilik iltihabı (ensefalomiyelitler) bir enfeksiyonun komplikâsyonu olarak gelişir.
Günümüzde, bazıları mevsimlerle ilgili ve coğrafi özellikler gösteren 40'tan fazla virüs merkez sinir sistemi enfeksiyonlarından sorumlu tutulur.
Beyin İltihabı Belirtileri, Hastalık Nasıl Ortaya Çıkar
Nedenleri çok çeşitli olduğundan ve beynin çok değişik bölgelerinde görüldüğü için ensefalit farklı belirtiler verebilir. Olguların büyük bir bölümünde en özgül belirti olan uyku eğilimi bazı olgularda görülmez. Hatta bazen olağandışı uyuşukluk (letarji) belirtileri yerine psikomotor aşın uyarılmayla (eksitasyon) seyreden inatçı bir uykusuzluk görülebilir (psikomotor: Zihinsel ya da ruhsal etkinliğe bağlı kas hareketi). Klinik tablonun çeşitlilik göstermesi, bu tablolar arasında önde giden belirtilere ya da belirti gruplarına göre ayrım yapmayı gerektirir. Bilinen başlıca türler oküloletarjik, hiperkinetik, amiyostatik-akinetik, miyoklonik, koreik ve konfüzyonel periferiktir. Bu tabloların her birinin ayrıntılı bir biçimde tanımlanması da hastalığın eksiksiz bir görüntüsünü saptamak için yeterli değildir. Bu nedenle önce tek tek belirtiler, daha sonra bu belirtilerin en sık görüldüğü gruplar incelenecektir.
En özgül ve yaygın tablo olan oküloletarjik tipte başlıca üç önemli klinik belirti görülür: Baş ağrısının eşlik ettiği yüksek ateş, uykuya eğilim (ya da uyku düzeninin bozulması), gözlerde felç. • Ateş. Genellikle çok yüksek değildir ve kısa sürer. Kırıklık, halsizlik, iştahsızlık, baş ağrısı, hafif yutak iltihabı (farenjit), bazen hafif beyin zarı örselenmesi belirtileri (hafif ense sertliği) gibi hastalık öncesi bulgular görülebilir. Bazı olgularda ateş hiç yükselmez, genellikle birkaç gün süreyle 37°C-38°C arasında gider, sonra birden düşer. Bazen düzensiz gerilemeler göstermekle birlikte, çok daha yüksek olabilir. Özellikle ağır ve ölümcül olgularda, hastalığın kısa seyri boyunca yüksektir; hastalık çok seyrek de olsa uzarsa bir kaç hafta boyunca sürekli ve fazla yükselmeden sürebilir. Genellikle yaygın ve hafif baş ağrısı ile birliktedir.
• Uyku düzeni bozuklukları
Hastalığın en özgül belirtilerindendir. Genellikle sürekli bir uykuya eğilim ya da aşın uyku, bazen de gerçek bir uyuşukluk görülür. Bu durum birkaç gün, birkaç hafta ya da birkaç ay sürebilir. Basit bir uyku eğilimi ya da uyku fazlalığı görülen hafif olgularda hasta kolay uyanır, uyaranlara yanıt verir, otonom sinir sisteminin olağan işlevleri sürer. Ama dış uyaranlar gelmezse hasta hemen uyuklamaya başlar. Genellikle oturur oturmaz, hatta bazen yemek yerken bile uyuklar. Ağır letarji durumunda uyku daha derin ve uzundur, şiddetli uyarılar bile hastayı ancak birkaç saniye uyandırabilir. Çok seyrek olarak letarjinin komaya değin ilerlediği, hastanın idrar ve dışkısını kaçırdığı, beslenemediği ve şiddetli uyaranlarla bile uyanmadığı olgular görülebilir. Bazen uykuya eğilim belirli aralıklarla gelir ya da nöbetler halindedir, yani düzenli ya da düzensiz aralıklarla aniden başlar; bazen de alışılmış uykudan farklı olarak, zihinsel etkinliklerin normal olarak süregeldiği bir uyku durumu görülür.
Birçok olguda uyku eğilimi yalnız gündüzleri görülür, hasta gecelerini huzursuz geçirir ve bir türlü uyuyamaz, yani uyku düzeni ters dönmüştür. Bu olgularda gün içinde aşın uyuma, uykuya eğilim ya da letarji görülürse de tablo hiçbir zaman gerçek bir komaya dönüşmez. Bazen aşırı uyku yerine "agripnia" yani gece ve gündüz süren inatçı bir uykusuzluk görülebilir ve günlerce sürebilir. Bu olgularda agripnia özellikle geceleri ortaya çıkan huzursuzlukla, bazen gerçek bir psikomotor aşırı uyarılmayla birlikte görülebilir.
• Göz bozuklukları
Gözkapaklarının düşmesi (ptoz) ve çift görme (diplopi) ile birlikte şaşılık gelişir. Ptoz bazen yalnızca biçimseldir, yani gözkapaklarının düşmesi uyku eğilimine bağlıdır. Gene de, birçok olguda hasta uyandırıldığında gözkapaklarını kaldıramaz. Göz kaslarının felci (oftalmopleji) genellikle tam değildir. Hemen ardından içe ya da dışa dönük bir şaşılık ve buna bağlı çift görme gelişir. Göz kaslarının felci geçicidir; genellikle aşın uykuyla birlikte birkaç gün ya da birkaç hafta sürer.
Öbür kafa çiftleri (kafa çift sinirleri) hastalığa çok daha seyrek yakalanır. Bazen tek ya da iki taraflı bir yüz felci, daha seyrek olarak da yutma, konuşma ve çiğneme bozuklukları görülür. Kol ve bacaklardaki felçler enderdir ve hafif gidişlidir. Kas gerginliği (tonus) bozuklukları çok daha yaygındır.
• Kas gerginliği (tonus) bozuklukları
Bu bozukluklar ekstrapiramidal sistem tutulması sonucunda özellikle kas gerginliğinin azalması (hipotoni) ya da artması (hipertoni) biçiminde ortaya çıkan ve parkinson belirtilerine benzer yapıdadır. Parkinson sendromu olarak adlandırılan bu durum hastalığın akut döneminden bazen birkaç ay ya da birkaç yıl sonra gelişebilir, ama amyostatik-akinetik tabloda sürecin başında görülür. Tüm hareketler yavaşlamıştır (bradikinezi), yüz görünümü maske katılığındadır, ses monotondur, kas tonusu artmıştır; reflekslerde değişmezlik (fiksasyon) belirgindir, bazen gerçek bir katalepsi (dona-kalım) görülür.
• Ruhsal bozukluklar
Genellikle her zaman hastalığın akut evresinde görülürler, akut tutulmanın belirtisiz gittiği olgular bu kuralın dışındadır. Ağır olmayan tablolarda ruhsal bozukluklar hafif duyarsızlık, apati (duyumsamazlık) ve karar alma güçlüğü ile düşünce yavaşlaması biçiminde ortaya çıkar. Bazı olgularda huzursuzluk kaygı ile birlikte görülür ve bu durum ağır bir psikomotor aşın uyarılma aşamasına değin varabilir.
Beyin İltihabı Tedavisi
Virüslerin etken olduğu beyin-beyin zarı iltihabının özgün bir tedavisi yoktur; bu nedenle hastanın sıkıntılarını hafifletebilen ve hastalığın gidişini iyileştirebilen tüm önlemler büyük önem taşır. Hastalığın klinik gidişi oldukça üzücü olsa da, sonucu genellikle iyidir. Akut virütik beyin zarı iltihaplarında yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Hasta yatakta tutulur, çevreden akılcı bir şekilde soyutlanır ve genellikle tam olarak bilinmeyen enfeksiyon etkeninin yayılmasını önlemeye yönelik bazı sağlık önlemleri alınır (dışkının uzaklaştırılması, kişisel eşyasını başkalarının kullanmaması vb). İki temel belirti olan baş ağrısı ve ateş aspirin ile denetlenebilir. Çırpınma nöbetleri görülürse, barbitürat türevleri (fenobarbital) verilebilir.
Virüslerin etken olduğu "beyin iltihaplarında, daha önce değinilen önlemlerin yanı sıra, hastanın kolayca girebileceği stupor ya da koma durumunu yönlendirmek gerekir. Özellikle solunum yollarına yabancı maddelerin kaçması sonucunda gelişen zatürreeler, idrar yolu enfeksiyonları ve yatak (dekubitus) ülserleri gibi istenmeyen sonuçla-n önlemeye yönelik önlemler alınır. En iyisi hastayı yüzü aşağıya dönük olarak yatırmaktır, böylece mide içeriğinin akciğerlere kaçması önlenebilir. Aynı sonuç yatağın ayakucunun başucuna göre biraz yüksek tutulmasıyla da sağlanabilir. Bu yatış biçimi soluk borusu ve bronş salgılarının çıkarılmasını da kolaylaştırır. Bu salgılardan korunmak için gerekirse, burun-yutak ya da burun-soluk borusu yoluyla konulan sondalarla emilim (aspirasyon) uygulanabilir. Fizik tedavi uzmanı denetimindeki hemşireler yatak ülserlerini önlemek için hastanın konumunu sürekli değiştirmeli ve aşın kas sertleşmelerini (kontraktür) önlemek için hastaya uygun hareketler yaptırmalıda Beslenmenin burun-mide sondası ile yapılması en iyi yöntemdir.
Virüs ensefalitlerinde en önemli tehlikelerden biri sinir dokusunda önemli miktarda sıvı tutulmasıdır (beyin ödemi). Beyin kümesi, esneme yeteneği olmayan bir kutu olan kafatasında yer alır. Dolayısıyla beyin hacmindeki küçük bir artış bile mekanik bir baskıya ve buna bağlı sinir ve damar zedelenmelerine yol açabilir. Beyin ödemi gelişirse alınacak ilk önlem, damar yoluyla yüzde yirmilik mannitol eriyiği verilmesidir.
Bu maddenin böbrek glomerül (kılcal damar yumağı) süzgeçlerinde yüksek yoğunlukta bulunması, nefron borucukları düzeyinde suyun geri emilimini sınırlar ve idrar yapımım artırır. İdrar yapımının artması, kan hacmini azaltarak interstisyel (doku ve organ yapısındaki küçük boşluk ve aralıklardaki/aralıksal) sıvıların dolaşıma dönmesini sağlar ve böylece beyin ödemi azalır. Beyin ödeminin uzun süreli tedavisinde kortikosteroitler yararlı olabilir. Son zamanlarda virüslere karşı etkili bazı ilaçların bulunması, virüs ensefalitlerinde özgün bir tedavi sağlayamamıştır, yalnızca deneysel olarak bazı umut verici sonuçlar elde edilmiştir. Enfeksiyonlarla birlikte gelişen ya da aşılan izleyen beyin-omurilik iltihaplarında tedavi önlemleri daha önce anlatıldığı gibidir, yalnız hastalığın klinik belirtilerinin şiddetine bağlı olarak bazı değişiklikler yapılabilir.
Virüs ensefalitleri nasıl sınıflandırılabilir?
Sınıflandırma etken olan virüse göre yapılır. Böylece letarjik ensefalit, B ensefalit, kuduz ensefaliti ve çocuk felci ensefalitini ayırabiliriz. Tüm bu biçimler birincildir ve organizmaya giren virüsün sinir sistemine yerleşmesine bağlı olarak ortaya çıkarlar. Bir başka deyişle bunlar "nörotrop" (sinir dokulanna yönelen) virüslerin neden olduğu geleneksel enfeksiyonlardır. Ama ensefalit, kızamık, su çiçeği, kabakulak ve grip gibi genel hastalıkların etkeni olan virüsler tarafından da oluşturulabilir. Bu olgularda ikincil ensefalitten söz edilir
Basilli Dizanteri Nedir Tedavisi
Basilli Dizanteri Nedir
Basilli dizanteriden korunmanın temelini kişisel temizlik ile mikrop bulaşabilecek her türlü eşyanın mikroplardan arındırılması oluşturur.
Basilli dizanteri akut ve bulaşıcı bir bağırsak enfeksiyonudur. Kanlı, irinli ve sümüksü ishale, ateşe, karın ağrısına, makatta ağrılı kas kasılmalarına ve sık sık dışkılama isteğine yol açar.
Basilli Dizanteri Nedenleri, Basilli Dizanteri Etkeni
Basilli dizanterinin etkeni Shigella cinsi mikroorganizmalardır. Çomak biçimli bu bakterilerden Shigella dyseteriae dışında Shigella flexneri ve Shigella sonnei türleri de dizanteri etkeni
olabilir. Basiller vücuda ağız yoluyla girer, incebağırsağın son bölümü ve kalınbağırsak mukozası hücrelerine yerleşir. Burada üreyerek mukoza yıkımına neden olan basiller bölgede yoğun bir alyuvar birikimini başlatır. Ayrıca kesin sınırları olan yüzeysel ülserler (yara) yaparlar.
Dizanteri Bulaşma Yolları
Shigella cinsi mikroorganizmalar yalnız hasta ya da taşıyıcı insanlarda yaşar. Genellikle iyileşme dönemindeki hastalar taşıyıcıdır ve iyileştikten sonraki birkaç hafta boyunca hastalık yapıcı mikroorganizmaları bulaştırmayı sürdürürler. Olguların yüzde 5-10 kadarı kronik taşıyıcılardan kaynaklanır. Aynca sağlıklı kişiler de Shigella taşıyıcısı olabilirler. Bütün olgularda hastalık dışkı-ağız yoluyla bulaşır. Hastalık özellikle kirli ellerle doğrudan ve kirli sularla yıkanmış yiyeceklerin yenmesiyle de dolaylı olarak bulaşabilir. Bu arada hastaların ya da taşıyıcıların dışkılarına konan sinekler de hastalığın yayılmasında önemli rol oynar.
Basilli Dizanteri Belirtileri
Basilli dizanterinin kendine özgü bir hastalık tablosu vardır, ama bu değişik biçimlerde ortaya çıkmasını engellemez. İyi gidişli, görece hafif olgular muayene sırasında kolayca gözden kaçabilir. Buna karşılık akut gidişli, şiddetli olgular zamanında tedavi edilmezse kısa sürede ölümle sonuçlanabilir.
Hastalığın ağırlığı özellikle hastalık etkeninin türüyle ilişkilidir. Etken Shigella dysentreiae türü bakterileri ise hastalığın en akut biçimi ortaya çıkar. Hastalığın kuluçka süresi 1-3 gündür. Kuluçka dönemini ishal, karın ağrısı, iştahsızlık ve genel durum bozukluğu görülen, ama ateşin yükselmediği kısa bir ara dönem izler; bu dönemde hastalığın doğru tanışma ulaşmak çok güçtür. Hastalık titreme nöbetiyle yükselen 39-40°C'nin üzerinde bir ateş, bulantı, kusma, şiddetli karın ağrısı, sık ve sulu dış-kılama ile başlar. Dışkılama sayısının 24 saatte 50'yi aştığı olgular görülmüştür. Dışkı mukus-irin karışımı, kanlı
balgama benzer. İyi gidişli, hafif olgularda hasta 3-4 günde iyileşir. Ağır olgularda iyileşme süresi daha uzundur. Hastalığın kesin tanısı hasta ve taşıyıcıların dışkısında hastalık etkeni bakterilerin araştırılmasıyla konur. Ağır olgularda ve hastalıktan sonraki 2-3 hafta içinde yapılan özgün antikor testleri de olumlu sonuç verir.
Basilli Dizanteri Tedavisi
Basilli dizanteri tedavisinin temel amacı hastanın yitirdiği suyu yerine koymaktır. Sürekli ishal vücudun su-tuz dengesini ciddi biçimde bozar. Su-tuz dengesini yeniden sağlamak için hastaya damar yoluyla yeterli miktarda ve plazmadaki yoğunluklarına uygun oranda tuzlu su eriyikleri verilir. Sıvının ağız yoluyla verilmesi gerekiyorsa ve başka bir olanak yoksa Dünya Sağlık Örgütü'nün önerisi bir litre su içine 20 gr şeker, 3,5 gr tuz (sodyum klorür), 2,5 gr sodyum bikarbonat ve 1,5 gr potasyum klorür katılarak hazırlanacak bileşiğin verilmesidir. Hastaya 6 saat içinde yitirdiğinin 2 katı kadar sıvı verilmeli, bunun da üçte ikisi Dünya Sağlık Örgütü'nün önerdiği bileşik, üçte biri normal su olmalıdır. Ayrıca bağırsak hareketlerini ketleyen hiçbir ishal kesici ilaç kesinlikle kullanılmamalıdır. Bu ilaçlar ters etki gösterir.
Basilli dizanterinin tedavisinde antibiyotik kullanımı hâlâ önerilmektedir. Ama antibiyotik tedavisinin bağırsakta dizanteri etkeninin bulunma süresini, uzattığı ve bu nedenle hafif olgularda, hastaya yalnızca sıvı verilmesi gerektiği de öne sürülmektedir.
Hastalığın akut döneminde hastaya pirinç lapası, bol sıvı ve meyve suyu verilir. Daha sonra et suyu, şehriye, haşlanmış balık, kıyma, elma gibi besinler de eklenebilir.
Basilli dizanteri bildirimi zorunlu bir hastalıktır. Ama hafif olguların büyük çoğunluğu kolaylıkla gözden kaçabilir. Hastanın ağırlığına göre tedavi hastanede ya da evde yapılabilir. Her iki durumda da hastalık etkenleri tümüyle yok oluncaya değin hasta sürekli izlenmelidir. Hastanın idrar ve dışkısının değdiği her şey ve tedavi gördüğü çevrede her türlü eşyanın tam olarak mikroplardan arındırılması gerekir. Hastaya bakan kimseler de sağlık kurallarına, özellikle ellerinin temizliğine dikkat etmelidirler.
Basilli dizanteride kas ağrıları görülür mü?
Şiddetli ishal önemli miktarda potasyum kaybına yol açtığından özellikle kaslarda ağrı ve belirgin bir yorgunluk görülür. Potasyum kaybı bazı ender durumlarda felç benzeri bir gelişmeye yol açarsa da bu potasyum verilmesiyle kaslar hızla iyileşir.
Basilli dizanterideki karın ağrısı akut apandisiti andırabilir mi?
Ağrı, karnın sağ yanında duyulduğundan akut apandisit kuşkusu uyandırabilir. Ağrının ishalle birlikte ortaya çıkması ise akut apandisitte genellikle kabızlık görüldüğünden tanıyı kolaylaştırır.
Basilli dizanteride bilinç bulanıklığı görülür mü?
İshal nedeniyle büyük oranda sıvı ve başta potasyum olmak üzere elektrolit kaybı, özellikle çocuk hastalarda havale nöbetlerine, şiddetli baş ağrısına ve sinir sistemi rahatsızlıklarına yol açabilir. Bazı durumlarda bağırsaklardan kan dolaşımına geçen zehirli maddeler, menenjiti düşündüren belirtilere neden olabilir.
Basilli dizanteri tanışma ulaşmada kan tahlilleri yardımcı olur mu?
Tanı amacıyla yapılan kan tahlilleri her zaman yararlı olmaz. Bazen enfeksiyona bağlı olarak değişiklik gösterir; bazen de bütünüyle yararsızdır. En yararlı inceleme, hastalığın akut döneminde yapılan dışkı tahlilidir.
Basilli dizanteriden korunmanın temelini kişisel temizlik ile mikrop bulaşabilecek her türlü eşyanın mikroplardan arındırılması oluşturur.
Basilli dizanteri akut ve bulaşıcı bir bağırsak enfeksiyonudur. Kanlı, irinli ve sümüksü ishale, ateşe, karın ağrısına, makatta ağrılı kas kasılmalarına ve sık sık dışkılama isteğine yol açar.
Basilli Dizanteri Nedenleri, Basilli Dizanteri Etkeni
Basilli dizanterinin etkeni Shigella cinsi mikroorganizmalardır. Çomak biçimli bu bakterilerden Shigella dyseteriae dışında Shigella flexneri ve Shigella sonnei türleri de dizanteri etkeni
olabilir. Basiller vücuda ağız yoluyla girer, incebağırsağın son bölümü ve kalınbağırsak mukozası hücrelerine yerleşir. Burada üreyerek mukoza yıkımına neden olan basiller bölgede yoğun bir alyuvar birikimini başlatır. Ayrıca kesin sınırları olan yüzeysel ülserler (yara) yaparlar.
Dizanteri Bulaşma Yolları
Shigella cinsi mikroorganizmalar yalnız hasta ya da taşıyıcı insanlarda yaşar. Genellikle iyileşme dönemindeki hastalar taşıyıcıdır ve iyileştikten sonraki birkaç hafta boyunca hastalık yapıcı mikroorganizmaları bulaştırmayı sürdürürler. Olguların yüzde 5-10 kadarı kronik taşıyıcılardan kaynaklanır. Aynca sağlıklı kişiler de Shigella taşıyıcısı olabilirler. Bütün olgularda hastalık dışkı-ağız yoluyla bulaşır. Hastalık özellikle kirli ellerle doğrudan ve kirli sularla yıkanmış yiyeceklerin yenmesiyle de dolaylı olarak bulaşabilir. Bu arada hastaların ya da taşıyıcıların dışkılarına konan sinekler de hastalığın yayılmasında önemli rol oynar.
Basilli Dizanteri Belirtileri
Basilli dizanterinin kendine özgü bir hastalık tablosu vardır, ama bu değişik biçimlerde ortaya çıkmasını engellemez. İyi gidişli, görece hafif olgular muayene sırasında kolayca gözden kaçabilir. Buna karşılık akut gidişli, şiddetli olgular zamanında tedavi edilmezse kısa sürede ölümle sonuçlanabilir.
Hastalığın ağırlığı özellikle hastalık etkeninin türüyle ilişkilidir. Etken Shigella dysentreiae türü bakterileri ise hastalığın en akut biçimi ortaya çıkar. Hastalığın kuluçka süresi 1-3 gündür. Kuluçka dönemini ishal, karın ağrısı, iştahsızlık ve genel durum bozukluğu görülen, ama ateşin yükselmediği kısa bir ara dönem izler; bu dönemde hastalığın doğru tanışma ulaşmak çok güçtür. Hastalık titreme nöbetiyle yükselen 39-40°C'nin üzerinde bir ateş, bulantı, kusma, şiddetli karın ağrısı, sık ve sulu dış-kılama ile başlar. Dışkılama sayısının 24 saatte 50'yi aştığı olgular görülmüştür. Dışkı mukus-irin karışımı, kanlı
balgama benzer. İyi gidişli, hafif olgularda hasta 3-4 günde iyileşir. Ağır olgularda iyileşme süresi daha uzundur. Hastalığın kesin tanısı hasta ve taşıyıcıların dışkısında hastalık etkeni bakterilerin araştırılmasıyla konur. Ağır olgularda ve hastalıktan sonraki 2-3 hafta içinde yapılan özgün antikor testleri de olumlu sonuç verir.
Basilli Dizanteri Tedavisi
Basilli dizanteri tedavisinin temel amacı hastanın yitirdiği suyu yerine koymaktır. Sürekli ishal vücudun su-tuz dengesini ciddi biçimde bozar. Su-tuz dengesini yeniden sağlamak için hastaya damar yoluyla yeterli miktarda ve plazmadaki yoğunluklarına uygun oranda tuzlu su eriyikleri verilir. Sıvının ağız yoluyla verilmesi gerekiyorsa ve başka bir olanak yoksa Dünya Sağlık Örgütü'nün önerisi bir litre su içine 20 gr şeker, 3,5 gr tuz (sodyum klorür), 2,5 gr sodyum bikarbonat ve 1,5 gr potasyum klorür katılarak hazırlanacak bileşiğin verilmesidir. Hastaya 6 saat içinde yitirdiğinin 2 katı kadar sıvı verilmeli, bunun da üçte ikisi Dünya Sağlık Örgütü'nün önerdiği bileşik, üçte biri normal su olmalıdır. Ayrıca bağırsak hareketlerini ketleyen hiçbir ishal kesici ilaç kesinlikle kullanılmamalıdır. Bu ilaçlar ters etki gösterir.
Basilli dizanterinin tedavisinde antibiyotik kullanımı hâlâ önerilmektedir. Ama antibiyotik tedavisinin bağırsakta dizanteri etkeninin bulunma süresini, uzattığı ve bu nedenle hafif olgularda, hastaya yalnızca sıvı verilmesi gerektiği de öne sürülmektedir.
Hastalığın akut döneminde hastaya pirinç lapası, bol sıvı ve meyve suyu verilir. Daha sonra et suyu, şehriye, haşlanmış balık, kıyma, elma gibi besinler de eklenebilir.
Basilli dizanteri bildirimi zorunlu bir hastalıktır. Ama hafif olguların büyük çoğunluğu kolaylıkla gözden kaçabilir. Hastanın ağırlığına göre tedavi hastanede ya da evde yapılabilir. Her iki durumda da hastalık etkenleri tümüyle yok oluncaya değin hasta sürekli izlenmelidir. Hastanın idrar ve dışkısının değdiği her şey ve tedavi gördüğü çevrede her türlü eşyanın tam olarak mikroplardan arındırılması gerekir. Hastaya bakan kimseler de sağlık kurallarına, özellikle ellerinin temizliğine dikkat etmelidirler.
Basilli dizanteride kas ağrıları görülür mü?
Şiddetli ishal önemli miktarda potasyum kaybına yol açtığından özellikle kaslarda ağrı ve belirgin bir yorgunluk görülür. Potasyum kaybı bazı ender durumlarda felç benzeri bir gelişmeye yol açarsa da bu potasyum verilmesiyle kaslar hızla iyileşir.
Basilli dizanterideki karın ağrısı akut apandisiti andırabilir mi?
Ağrı, karnın sağ yanında duyulduğundan akut apandisit kuşkusu uyandırabilir. Ağrının ishalle birlikte ortaya çıkması ise akut apandisitte genellikle kabızlık görüldüğünden tanıyı kolaylaştırır.
Basilli dizanteride bilinç bulanıklığı görülür mü?
İshal nedeniyle büyük oranda sıvı ve başta potasyum olmak üzere elektrolit kaybı, özellikle çocuk hastalarda havale nöbetlerine, şiddetli baş ağrısına ve sinir sistemi rahatsızlıklarına yol açabilir. Bazı durumlarda bağırsaklardan kan dolaşımına geçen zehirli maddeler, menenjiti düşündüren belirtilere neden olabilir.
Basilli dizanteri tanışma ulaşmada kan tahlilleri yardımcı olur mu?
Tanı amacıyla yapılan kan tahlilleri her zaman yararlı olmaz. Bazen enfeksiyona bağlı olarak değişiklik gösterir; bazen de bütünüyle yararsızdır. En yararlı inceleme, hastalığın akut döneminde yapılan dışkı tahlilidir.
Belsoğuklugu Nedir Belsoguklugu Tedavisi
Belsoğukluğu Nedir, Belsoğukluğu Hastalığı
Penisiline dirençli bakteri çeşitlerinin yaygınlaşmasıyla günümüzde daha çok spektinomisin, seftriakson ve sefoksitin gibi ilaçlarla tedavi edilmektedir.
Gonore adıyla da bilinen belsoğukluğu akut ya da kronik gidişli, daha çok idrar yollan ve üreme organlarının mukozasına yerleşen ve cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalıktır. Enfeksiyon kan dolaşımı yoluyla vücudun dölyolu, dölyatağı tüpleri, epididim kanalı, prostat, eklemler, konjunktiva (göz dış zan), yutak ve kalp gibi başka bölümlerine de yayılabilir.
Belsoğukluğu Nedenleri, Belsoğukluğu Mikrobu
Belsoğukluğunun etkeni, gonokok cinsinden Neisseria gonorrhoeae türü bakteridir. Bu mikroplar bir kapsül içinde ve genellikle ikili gruplar halinde bulunur. Mikroskopla bakıldığında kahve çekirdeklerini andıran tipik bir görünümleri vardır. Erkekte siyekten alınan irinli akıntı örneği incelendiğinde gonokoklar akyuvarların içinde görülür. Özellikle hastalığın kronik biçiminde serbest bakterilere de rastlanır.
Belsoğukluğu Yayılması
Belsoğukluğu cinsel ilişkiyle bulaşan hastalıkların en yaygınıdır; erişkinler arasında tek bulaşma yolu da cinsel ilişkidir. Özellikle 1960'lann başından bu yana hastalık gençler arasında daha sık görülmektedir. Gonokokların en önemli kaynağı, enfeksiyonun kuluçka döneminde olduğu hastalar ve belirti vermeyen kronik olgulardır.
Belsoğukluğu Belirtileri
Hastalığın 48-72 saat süren kuluçka döneminden sonra ilk klinik belirti ortaya çıkar. Hasta siyeğin dış ucunda yanma duyar. Siyeğin ucu kızarmış, şişmiş ve
aşırı kanlanmış durumdadır. Birkaç saat sonra san-yeşil renkte irinli bir akıntı başlar. Akıntı kendiliğinden ya da penis başı sıkıldığında bol miktarda gelir. İdrar yaparken duyulan yanma gittikçe artar ve bazen idrar yapmayı zorlaştırır. Hastada baş ağrısı, halsizlik ve hafif ateş görülebilir, ama hastalık genellikle ağır belirtilere yol açmaz. Hastanın iki ayrı kaba idrar yapması istendiğinde (Thompson testi) ilk kaptaki idrarın daha bulanık olduğu ve içinde hemen dibe çöken artıkların bulunduğu saptanır. Buna karşılık ikinci kaptaki idrar daha berraktır. Bu durumda hastada ön siyek akut gonokok enfeksiyonu olduğu düşünülür. Ön siyek deyimi enfeksiyonun siyeğin dışa yakın bölümünde bulunduğunu anlatır. Bu bölüm yapısından ötürü sandalsı çukur denen genişlemiş alandır.
Enfeksiyon önemsenmez ya da tam tedavi edilmezse kroniklesin Kronikleşen enfeksiyonda akıntı gittikçe azalır ve belirtiler büyük ölçüde geriler.
Önce sülfamitlerin, daha sonra da penisilinin kullanıma girmesiyle belsoğukluğunun komplikasyonları çok azalmıştır. Bu tür ikincil sorunlardan örneğin anüs çevresinde dolgunluk duygusu, dışkılama ve idrar yapma sırasında ağrıyla kendini belli eden prostat iltihabı günümüzde ender görülmektedir. Prostatın düzbağırsak (rektum) yoluyla yapılan muayenesi hastaya çok ağrı verir ve prostat bezinin elle sıkılmasıyla idrar yolundan hastalığa özgü parçacıklar atılır. Belsoğukluğunun günümüzde de görülen bir komplikasyonu epididim iltihabıdır (epididimit). Bu hastalığın belirtileri siyekte irinli akıntı birikmesiyle birdenbire ortaya çıkar. Başlıca belirtiler şiddetli ağrı, enfeksiyonun yerleştiği erbezinde şişme, yüksek ateş ve genel durum bozukluğudur. Hastalığın her iki erbezine yayıldığı durumlarda erken tedavi yapılmazsa, ersuyu (sperma) kanalı tıkanmasına bağlı kısırlık gelişir.
Belsoğukluğu kadınlarda erkeklere göre çok daha sessiz gidişlidir. Genellikle fark edilmez ya da kadınlarda sık görülen sıradan bir "akıntı" olduğu düşünülerek önemsenmez. Belsoğukluğu kadınlarda daha çok dölyatağı (rahim) boynu kanalına yerleşir; bu kanal dölyatağıyla dölyolu arasındaki geçiş bölgesidir. Bazen de hastalık siyektedir. Kadınlarda siyek daha kısa ve az karmaşık yapıda olduğundan, enfeksiyon siyekteyse şiddetli belirtiler görülmez; yalnız idrar yaparken ağrı vardır. Buna karşılık enfeksiyon dölyatağı boynundaysa dölyolundan bol miktarda
sarı-yeşil renkte akıntı gelir. Bu dönemde yapılan jinekolojik muayenede dölyatağının dölyoluna açılan ağzında ödem, kan toplanması, şişkinlik ve kızarıklık gözlenir. Bölge yüzeyini döşeyen mukoza örtüsü zedelenmiştir ve kolayca kanar. Ayrıca dölyatağı boynu kanalından bol miktarda akıntı gelir. Bu akıntıdan alman örneğin bir lam üzerine damlatılıp metilen mavisi ile boyanarak mikroskopta incelenmesiyle hemen tanıya varılır.
Belsoğukluğu Tedavisi, Belsoğukluğu Tedavi
Belsoğukluğu tedavisinde artık sülfamitler gibi eski ilaçların yerini antibiyotikler almıştır. Önceleri etkili olabilen sülfamitler, bakterilerin direnç geliştirmesiyle tedavi edici özelliklerini büyük ölçüde yitirmiştir. Hemen hemen bütün antibiyotiklerin etkili olduğu gonokok enfeksiyonunda gene dirençli bakteri çeşitlerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak penisilin kullanımı da azalmaktadır. Penisilin yerine daha çok spektinomisin, seftriakson ve sefoksitin gibi ilaçlar kullanılmaktadır.
Antibiyotik tedavisinin en sakıncalı yanı, bu tedavinin yeni yakalanılan bir frengiyi maskelemesi olasılığıdır. Belsoğukluğu için yeterli olabilen antibiyotik tedavisi, frengi için yeterli değildir ve yarım kalan bir tedavi programı frenginin gidişini değiştirir. Kuluçka dönemi uzar; iltihabın başlangıç belirtileri (birinci evre frengi) görülmez; tahlil Wasserman tepkimesi gibi tahlil sonuçları ancak geç dönemlerde olumlu sonuç verir.
Belsoğukluğundan Korunma Yolları
Bulaşmadan hemen önce ya da sonra alman antibiyotikler belsoğuklu-ğuna karşı en etkili korunmayı sağlar. Yerel korunmanın etkisi daha azdır; ancak antibiyotik tedavisi ile birlikte uygulandığında yararlı olabilir. Cinsel ilişkiden sonraki bir saat içinde dış cinsel organların sabunla yıkanması ve dezenfekte edici bir maddeyle temizlenmesi enfeksiyon olasılığını azaltır. Antibiyotiklerin yalnızca enfeksiyon tehlikesi olan cinsel ilişkiden önce alınmasıyla da korunma sağlanabilir. Bu korunma yöntemi frengi için de geçerlidir.
Bel Soğukluğu Tanısı Nasıl Konulur
Belsoğukluğu tanısında en güvenilir yöntem irinli akıntıda gonokokların aranmasıdır. Akıntı bir lam üzerinde toplanır, sabitleştirilir, boyanır ve opak mikroskopla incelenir. Enfeksiyon varsa mikroskopta çok sayıda granüllü nötrofil ve bunların sitoplazmasmda yer alan gonokoklar görülür. Aşağıdaki mikroskop fotoğrafında okla işaretli olarak küçük kahve çekirdeklerini andıran gonokoklar görülmektedir. Bunlar kullanılan boyama yöntemine göre koyu mavi ya da kırmızı renkli olabilir. Enfeksiyon uzun süredir varsa mikroorganizmalar hücre sitoplazmasının dışında da görülebilir.
Penisiline dirençli bakteri çeşitlerinin yaygınlaşmasıyla günümüzde daha çok spektinomisin, seftriakson ve sefoksitin gibi ilaçlarla tedavi edilmektedir.
Gonore adıyla da bilinen belsoğukluğu akut ya da kronik gidişli, daha çok idrar yollan ve üreme organlarının mukozasına yerleşen ve cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalıktır. Enfeksiyon kan dolaşımı yoluyla vücudun dölyolu, dölyatağı tüpleri, epididim kanalı, prostat, eklemler, konjunktiva (göz dış zan), yutak ve kalp gibi başka bölümlerine de yayılabilir.
Belsoğukluğu Nedenleri, Belsoğukluğu Mikrobu
Belsoğukluğunun etkeni, gonokok cinsinden Neisseria gonorrhoeae türü bakteridir. Bu mikroplar bir kapsül içinde ve genellikle ikili gruplar halinde bulunur. Mikroskopla bakıldığında kahve çekirdeklerini andıran tipik bir görünümleri vardır. Erkekte siyekten alınan irinli akıntı örneği incelendiğinde gonokoklar akyuvarların içinde görülür. Özellikle hastalığın kronik biçiminde serbest bakterilere de rastlanır.
Belsoğukluğu Yayılması
Belsoğukluğu cinsel ilişkiyle bulaşan hastalıkların en yaygınıdır; erişkinler arasında tek bulaşma yolu da cinsel ilişkidir. Özellikle 1960'lann başından bu yana hastalık gençler arasında daha sık görülmektedir. Gonokokların en önemli kaynağı, enfeksiyonun kuluçka döneminde olduğu hastalar ve belirti vermeyen kronik olgulardır.
Belsoğukluğu Belirtileri
Hastalığın 48-72 saat süren kuluçka döneminden sonra ilk klinik belirti ortaya çıkar. Hasta siyeğin dış ucunda yanma duyar. Siyeğin ucu kızarmış, şişmiş ve
aşırı kanlanmış durumdadır. Birkaç saat sonra san-yeşil renkte irinli bir akıntı başlar. Akıntı kendiliğinden ya da penis başı sıkıldığında bol miktarda gelir. İdrar yaparken duyulan yanma gittikçe artar ve bazen idrar yapmayı zorlaştırır. Hastada baş ağrısı, halsizlik ve hafif ateş görülebilir, ama hastalık genellikle ağır belirtilere yol açmaz. Hastanın iki ayrı kaba idrar yapması istendiğinde (Thompson testi) ilk kaptaki idrarın daha bulanık olduğu ve içinde hemen dibe çöken artıkların bulunduğu saptanır. Buna karşılık ikinci kaptaki idrar daha berraktır. Bu durumda hastada ön siyek akut gonokok enfeksiyonu olduğu düşünülür. Ön siyek deyimi enfeksiyonun siyeğin dışa yakın bölümünde bulunduğunu anlatır. Bu bölüm yapısından ötürü sandalsı çukur denen genişlemiş alandır.
Enfeksiyon önemsenmez ya da tam tedavi edilmezse kroniklesin Kronikleşen enfeksiyonda akıntı gittikçe azalır ve belirtiler büyük ölçüde geriler.
Önce sülfamitlerin, daha sonra da penisilinin kullanıma girmesiyle belsoğukluğunun komplikasyonları çok azalmıştır. Bu tür ikincil sorunlardan örneğin anüs çevresinde dolgunluk duygusu, dışkılama ve idrar yapma sırasında ağrıyla kendini belli eden prostat iltihabı günümüzde ender görülmektedir. Prostatın düzbağırsak (rektum) yoluyla yapılan muayenesi hastaya çok ağrı verir ve prostat bezinin elle sıkılmasıyla idrar yolundan hastalığa özgü parçacıklar atılır. Belsoğukluğunun günümüzde de görülen bir komplikasyonu epididim iltihabıdır (epididimit). Bu hastalığın belirtileri siyekte irinli akıntı birikmesiyle birdenbire ortaya çıkar. Başlıca belirtiler şiddetli ağrı, enfeksiyonun yerleştiği erbezinde şişme, yüksek ateş ve genel durum bozukluğudur. Hastalığın her iki erbezine yayıldığı durumlarda erken tedavi yapılmazsa, ersuyu (sperma) kanalı tıkanmasına bağlı kısırlık gelişir.
Belsoğukluğu kadınlarda erkeklere göre çok daha sessiz gidişlidir. Genellikle fark edilmez ya da kadınlarda sık görülen sıradan bir "akıntı" olduğu düşünülerek önemsenmez. Belsoğukluğu kadınlarda daha çok dölyatağı (rahim) boynu kanalına yerleşir; bu kanal dölyatağıyla dölyolu arasındaki geçiş bölgesidir. Bazen de hastalık siyektedir. Kadınlarda siyek daha kısa ve az karmaşık yapıda olduğundan, enfeksiyon siyekteyse şiddetli belirtiler görülmez; yalnız idrar yaparken ağrı vardır. Buna karşılık enfeksiyon dölyatağı boynundaysa dölyolundan bol miktarda
sarı-yeşil renkte akıntı gelir. Bu dönemde yapılan jinekolojik muayenede dölyatağının dölyoluna açılan ağzında ödem, kan toplanması, şişkinlik ve kızarıklık gözlenir. Bölge yüzeyini döşeyen mukoza örtüsü zedelenmiştir ve kolayca kanar. Ayrıca dölyatağı boynu kanalından bol miktarda akıntı gelir. Bu akıntıdan alman örneğin bir lam üzerine damlatılıp metilen mavisi ile boyanarak mikroskopta incelenmesiyle hemen tanıya varılır.
Belsoğukluğu Tedavisi, Belsoğukluğu Tedavi
Belsoğukluğu tedavisinde artık sülfamitler gibi eski ilaçların yerini antibiyotikler almıştır. Önceleri etkili olabilen sülfamitler, bakterilerin direnç geliştirmesiyle tedavi edici özelliklerini büyük ölçüde yitirmiştir. Hemen hemen bütün antibiyotiklerin etkili olduğu gonokok enfeksiyonunda gene dirençli bakteri çeşitlerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak penisilin kullanımı da azalmaktadır. Penisilin yerine daha çok spektinomisin, seftriakson ve sefoksitin gibi ilaçlar kullanılmaktadır.
Antibiyotik tedavisinin en sakıncalı yanı, bu tedavinin yeni yakalanılan bir frengiyi maskelemesi olasılığıdır. Belsoğukluğu için yeterli olabilen antibiyotik tedavisi, frengi için yeterli değildir ve yarım kalan bir tedavi programı frenginin gidişini değiştirir. Kuluçka dönemi uzar; iltihabın başlangıç belirtileri (birinci evre frengi) görülmez; tahlil Wasserman tepkimesi gibi tahlil sonuçları ancak geç dönemlerde olumlu sonuç verir.
Belsoğukluğundan Korunma Yolları
Bulaşmadan hemen önce ya da sonra alman antibiyotikler belsoğuklu-ğuna karşı en etkili korunmayı sağlar. Yerel korunmanın etkisi daha azdır; ancak antibiyotik tedavisi ile birlikte uygulandığında yararlı olabilir. Cinsel ilişkiden sonraki bir saat içinde dış cinsel organların sabunla yıkanması ve dezenfekte edici bir maddeyle temizlenmesi enfeksiyon olasılığını azaltır. Antibiyotiklerin yalnızca enfeksiyon tehlikesi olan cinsel ilişkiden önce alınmasıyla da korunma sağlanabilir. Bu korunma yöntemi frengi için de geçerlidir.
Bel Soğukluğu Tanısı Nasıl Konulur
Belsoğukluğu tanısında en güvenilir yöntem irinli akıntıda gonokokların aranmasıdır. Akıntı bir lam üzerinde toplanır, sabitleştirilir, boyanır ve opak mikroskopla incelenir. Enfeksiyon varsa mikroskopta çok sayıda granüllü nötrofil ve bunların sitoplazmasmda yer alan gonokoklar görülür. Aşağıdaki mikroskop fotoğrafında okla işaretli olarak küçük kahve çekirdeklerini andıran gonokoklar görülmektedir. Bunlar kullanılan boyama yöntemine göre koyu mavi ya da kırmızı renkli olabilir. Enfeksiyon uzun süredir varsa mikroorganizmalar hücre sitoplazmasının dışında da görülebilir.
Akut Glomerulonefrit Hastaligi Nedir
Akut Glomerülonefrit Hastalığı Nedir
Akut glomerülonefrit olgularında, başka sakıncalı bir durum ortaya çıkmamışsa, vücutta su tutulmasını ve yüksek tansiyonu denetlemeye yönelik tedavi uygulanır.
Glomerülonefrit, en çok bilinen böbrek hastalığıdır. Özellikle çocukluk ve ergenlik evresinde görülmekle birlikte her yaşta rastlanabilir. Erkeklerde daha sık ortaya çıkar. Görülme sıklığı coğrafi bölgelere bağlı değildir.
Akut Glomerülonefrit Belirtileri
Akut glomerülonefrit sık sık bademcik iltihabı ve akut farenjit hastalıklarını izleyen birkaç gün ya da hafta içinde ortaya çıkar. Daha seyrek olarak üst solunum yollan iltihabı, kulak iltihabı, deri enfeksiyonu ya da kızıl hastalığından sonra görülür.
Olguların çoğunda böbrek hastalığı, yukarıda sözü edilen enfeksiyonların belirtiler vererek geçmesinden sonra gelişir. Başlangıçta genel bir yorgunluk ve hastalık durumu görülür. Daha tipik olgularda bir süre sonra idrar miktarı azalır. İdrar etin yıkama suyuna benzer renkte kanlıdır. Derialtı yumuşak dokularda su tutulmasına (ödem) bağlı olarak göz altlan, ayak bilekleri belirgin biçimde şişmiştir. Güç kaybı giderek artar ve hasta bel, böğür ve baş ağrından şikâyet eder. Bazen güç harcamayla (efor) birlikte nefes darlığı da ortaya çıkar.
Hastanın muayenesi sırasında yumuşak ve soluk renkli ödemler, hem küçük, hem de büyük tansiyonun yüksekliği ve kalp dolaşım sistemine ilişkin başka belirtiler dikkat çeker. Ayrıca bu belirtilere akciğer tabanında dinleme sırasında işitilen çıtırtı sesi, kalpte kasılma sırasında işitilen üfürüm, boyun toplardamarlarında ve karaciğerde elle yapılan muayenede hissedilen gerginlik ve dolgunluk eklenir.
Laboratuvar incelemeleriyle ortaya konan bozukluklar hemen tanı koymaya yetecek ölçüde tipiktir. İdrarda protein bulunur (proteinüri). Mikroskop altında incelenen idrar çökeltisinde genellikle bol miktarda alvuyar ve silindirler görülür. Silindirler böbrekteki hastalıklı glomerülden (kılcal damar yumağı) süzülüp böbreğin boşaltım birimleri olan nefronların uzak ya da toplayıcı borucuklarında sıkışarak biçimlenen proteinlerdir. Borucukların iç boşluğuna uygun olarak aldıkları biçimden ötürü silindir denen bu yapılar, tanecikli ya da taneciksiz olabilir ve başka hücreleri içerebilir. Akut glomerülonefritte en sık görülen silindirler kardı ya da alyuvarlı silindirlerdir.
Akut Glomerulonefrit Tedavisi, Tedavi
Tanı konunca hastanın yatarak dinlenmesi istenir.
Geçtiğimiz yıllarda yatakta kalma süresi hastalığın bütün belirtileri kaybolana değin uzatılıyordu. Bu da haftalar, hatta aylar boyunca yatakta kalınacak anlamına geliyordu. Ama daha sonra kesin dinlenmenin hastalığın seyrini etkilemediği anlaşıldı. Bu nedenle yalnız yüksek tansiyon, yaygın ödem ve kalp yetmezliği tehlikesinin bulunduğu başlangıç evresinde fiziksel zorlanmadan kaçınmak için yatakta dinlenme önerilmektedir.
Tedavide, perhiz ile ilgili yanlış inanış ve uygulamalara da son vermek gerekir. Örneğin hastaya süt verilmesinin hiçbir yaran yoktur. Üstelik süt ağır ödem ve yüksek tansiyon durumunda zararlı olabilir. Gerçekten sütün içerdiği tuz, yukarıda da belirtildiği gibi vücutta tutularak tansiyonun yükselmesine ve ödemin gelişmesine yardımcı olur.
Perhiz hastanın durumuna göre düzenlenmelidir. İdrar miktarı azalmamışsa, ağır ödem, yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliği belirtileri yoksa besin sınırlamasına gerek duyulmaz. Bu hastalar yalnızca aşın tuz ve su almaktan kaçınmalıdırlar. Vücutta sıvı tutulması hastanın her gün tartılmasıyla denetlenir. Ağırlık artışı vücutta sıvı tutulduğunun bir işaretidir. Sıvı tutulmasının belirgin, tansiyonun yüksek olduğu durumlarda tuz alımı kesin biçimde yasaklanırken ekmek, süt, salam, şekerleme gibi sodyumca zengin yiyeceklerden uzak durmak ve su alımını iyice azaltmak gerekir. Ağır böbrek yetmezliğinin ve kanda azot düzeyinin yüksek olduğu durumların dışında protein kısıtlamasına gidilmez. Belirtilere yönelik tedavide idrar söktürücüler (diüretikler) ve tansiyon düşürücü ilaçlar kullanılır. İdrar söktürücüler böbreklerin boşaltım birimleri olan nefron borucuklarına da etki ederek sodyumun geri emilimini önler. Su ve sodyumun idrar yoluyla hızla atılması kandaki geçişme basıncım düzenleyerek ödemlerin çözülmesini sağlar. Glomerülonefritte en sık kullanılan idrar söktürücüler tiyazit ve son zamanlarda kullanılmaya başlanan furosemit ile etakrinik asittir. Tansiyon düşürücü ilaçlar çeşitli mekanizmaları harekete geçirerek etkili olur (örneğin, çevrel damar direncinin ya da kalbin pompaladığı kan miktarının azaltılması). Bunlar arasında metildopa ve hidralazin sayılabilir. Bu ilaçlar, benzerlerinden farklı olarak böbreğe gelen kan akımını azaltmaz. Ağır yüksek tansiyon krizlerinde damar yoluyla rezerpin, klonidin ya da diyazoksit verilebilir.
Yukarıda belirtildiği gibi birçok akut glomerülonefrit olgusunda yaklaşık 10 gün önce geçirilmiş sıradan bir streptokok enfeksiyonu görülür. Bu bakteriler penisilin ve türevleri, sefalosporin, eritromisin ve linkomisin gibi birçok antibiyotiğe duyarlıdır. Böbrek hastalığı tanısı konduktan sonra bu antibiyotiklerin verilmesi, yararlı olduğuna inanılan alışılmış bir uygulamadır. Ama bu koruyucu girişimin etkinlik durumu hâlâ açıklık kazanmış değildir. Gerçekten de enfeksiyon, bağışıklık sisteminde glomerülonefrite yol açan bir dizi tepkimeyi başlatır.
Yaygın biçimde ortaya çıkan akut glomerülonefrit olgularında erken antibiyotik tedavisinin iyileşmeyi hızlandırdığı görülmüştür. Öte yandan zehir etkisini yok eden ilaçlar ve böbrek özütleri bütünüyle yararsızdır. Hastalıkta ilk enfeksiyon odağı olan bademciklerin çıkarılması çok tartışmalı bir konudur. Bazı araştırmacılar bademciklerin çıkarılmasının glomerülonefrit seyrine etki etmediğini, hatta geçici bir bakteriyemiye (kana bakteri karışması) yol açarak böbrek şikâyetlerinin daha da artmasına neden olduğunu savunmaktadırlar.
Kortizon ya da hücre büyüme ve çoğalmasını önleyen (sitostatik) ilaçların antikor yanıtını değiştirici etkilerinden yararlanılması düşünüldüyse de araştırmalardan olumlu sonuç alınamamış ve bu ilaçların kullanımı çok sınırlı kalmıştır.
Sonuç olarak, streptokok enfeksiyonundan sonra gelişen akut glomerülo-nefritin tedavisi koruyucu temizlik ve beslenme önlemlerinin alınmasının yanı sıra streptokoklara yönelik antibiyotik uygulamasıyla sınırlıdır. Başka tedavi girişimleri, etkilerini gösteren kesin kanıtlar bulunmadığından uygulama dışı bırakılır. Bu böbrek hastalığı doğal seyrine bırakıldığında bile yüzde 80-90 oranında iyileşir.
Glomerül nedir?
Glomerül böbreklerde kanın süzüldüğü kılcal damar yumağıdır. Böbreklerin ilk görevi kandaki bazı artık maddeleri vücuttan uzaklaştırmaktır. Bu maddeler önce karaciğerin etkisiz hale getirdiği, vücuda yabancı maddeler olabileceği gibi, vücudun kendi ürettiği ama zararlı ve zehirli olmaları nedeniyle atılmaları gereken maddeler de olabilir. Bu amaçla böbreklere gelen kan buradaki kılcal damarlardan süzülür. Bu kılcal damarlar çok ince olan duvarlarından su ve suda erimiş maddelerin geçişine izin verir. Süzülme işleminin sağlıklı biçimde sürebilmesi için böbreklerden geçen günlük kan miktarı son derece yüksektir. Vücuttaki yaklaşık 5 litre kanın günde 36 kez böbreklerden geçmesiyle oluşan bu miktar 180 litreyi bulur. Bu kadar çok kanın süzülmesi için son derece geniş bir yüzeye gereksinim vardır. Üstelik bu yüzeyin fazla yer kaplamaması gerekir, işte bu nedenlerle böbrek kılcal damarları kendi çevrelerinde kıvrılarak küçük bir alanda büyük bir süzme yüzeyi sağladıkları yumakları, yani glomerülleri oluşturur. Ana böbrek atardamarı giderek daralan dallara ayrılarak getirici arteriyol denen glomerül öncesi küçük atardamarlara dönüşür. Her getirici arteriyol bir glomerülü besler. Burada süzülen kan götürücü arteriyol ile glomerülden ayrılır.
Süzülme nasıl gerçekleşir?
Glomerüle kan getiren atardamarın çapı, kan götüren damarın çapından biraz daha büyüktür. Bunun sonucu olarak glomerül kılcal damarlan içinde önemli bir basınç doğar. Ayrıca glomerülü bir kılıf gibi saran Bowman kapsülü glomerül duvarına yapışmak yerine, arada kapsül boşluğu denen bir uzaklık bırakır. Kılcal damarlar ve kapsül boşluğundaki basınçların farklı olması nedeniyle damar duvarından boşluğa süzülen sıvı, Bowman kapsülü aracılığıyla nefron borucuklarına geçer.
Glomerülonefrit neden bademcik iltihabı gibi yerel enfeksiyon geçiren her hastada görülmez?
İstatistiklere göre yerel enfeksiyon geçirenlerde glomerülonefrit görülme oranı yüzde 5-8 dolayındadır. Çünkü antikor ve antijenlerin glomerüllerde çökmeye elverişli büyüklükte bileşik oluşturmalarına oldukça seyrek rastlanır.
Hastanın böyle bir enfeksiyon geçirdiği nasıl anlaşılır?
Her şeyden önce uzman hekim muayenesi gereklidir. Ayrıca kandaki antikorlar araştırılır. Bu antikorların streptokokun hangi bölümüne karşı olduğu da incelenmelidir: Örneğin streptokok tarafından üretilen ve bu bakterinin alyuvarları yok edici etkisinden sorumlu streptolizine karşı üretilen antikorlar varsa, bunlar saptanır. Antistreptolizin titresi (değeri, miktan) ya da kısaca ASO, böyle bir enfeksiyonun en belirgin işaretidir.
Tüm glomerülonefritler streptokok kaynaklı mıdır?
Büyük bir çoğunlukla evet. Ama bazen etken, stafilakok ya da sıtma etkeni Plasmodium bile olabilir. Daha ender olarak antijen, bir mikroorganizmadan değil, vücudun kendisinden kaynaklanır. Böyle özel durumlarda bağışıklık sistemi vücudun kendi yapılarına karşı antikor üretir. Özbağışıklık (otoimmünite) hastalığında görülen bu durum normal koşullarda gerçekleşmez.
Akut glomerülonefrit olgularında, başka sakıncalı bir durum ortaya çıkmamışsa, vücutta su tutulmasını ve yüksek tansiyonu denetlemeye yönelik tedavi uygulanır.
Glomerülonefrit, en çok bilinen böbrek hastalığıdır. Özellikle çocukluk ve ergenlik evresinde görülmekle birlikte her yaşta rastlanabilir. Erkeklerde daha sık ortaya çıkar. Görülme sıklığı coğrafi bölgelere bağlı değildir.
Akut Glomerülonefrit Belirtileri
Akut glomerülonefrit sık sık bademcik iltihabı ve akut farenjit hastalıklarını izleyen birkaç gün ya da hafta içinde ortaya çıkar. Daha seyrek olarak üst solunum yollan iltihabı, kulak iltihabı, deri enfeksiyonu ya da kızıl hastalığından sonra görülür.
Olguların çoğunda böbrek hastalığı, yukarıda sözü edilen enfeksiyonların belirtiler vererek geçmesinden sonra gelişir. Başlangıçta genel bir yorgunluk ve hastalık durumu görülür. Daha tipik olgularda bir süre sonra idrar miktarı azalır. İdrar etin yıkama suyuna benzer renkte kanlıdır. Derialtı yumuşak dokularda su tutulmasına (ödem) bağlı olarak göz altlan, ayak bilekleri belirgin biçimde şişmiştir. Güç kaybı giderek artar ve hasta bel, böğür ve baş ağrından şikâyet eder. Bazen güç harcamayla (efor) birlikte nefes darlığı da ortaya çıkar.
Hastanın muayenesi sırasında yumuşak ve soluk renkli ödemler, hem küçük, hem de büyük tansiyonun yüksekliği ve kalp dolaşım sistemine ilişkin başka belirtiler dikkat çeker. Ayrıca bu belirtilere akciğer tabanında dinleme sırasında işitilen çıtırtı sesi, kalpte kasılma sırasında işitilen üfürüm, boyun toplardamarlarında ve karaciğerde elle yapılan muayenede hissedilen gerginlik ve dolgunluk eklenir.
Laboratuvar incelemeleriyle ortaya konan bozukluklar hemen tanı koymaya yetecek ölçüde tipiktir. İdrarda protein bulunur (proteinüri). Mikroskop altında incelenen idrar çökeltisinde genellikle bol miktarda alvuyar ve silindirler görülür. Silindirler böbrekteki hastalıklı glomerülden (kılcal damar yumağı) süzülüp böbreğin boşaltım birimleri olan nefronların uzak ya da toplayıcı borucuklarında sıkışarak biçimlenen proteinlerdir. Borucukların iç boşluğuna uygun olarak aldıkları biçimden ötürü silindir denen bu yapılar, tanecikli ya da taneciksiz olabilir ve başka hücreleri içerebilir. Akut glomerülonefritte en sık görülen silindirler kardı ya da alyuvarlı silindirlerdir.
Akut Glomerulonefrit Tedavisi, Tedavi
Tanı konunca hastanın yatarak dinlenmesi istenir.
Geçtiğimiz yıllarda yatakta kalma süresi hastalığın bütün belirtileri kaybolana değin uzatılıyordu. Bu da haftalar, hatta aylar boyunca yatakta kalınacak anlamına geliyordu. Ama daha sonra kesin dinlenmenin hastalığın seyrini etkilemediği anlaşıldı. Bu nedenle yalnız yüksek tansiyon, yaygın ödem ve kalp yetmezliği tehlikesinin bulunduğu başlangıç evresinde fiziksel zorlanmadan kaçınmak için yatakta dinlenme önerilmektedir.
Tedavide, perhiz ile ilgili yanlış inanış ve uygulamalara da son vermek gerekir. Örneğin hastaya süt verilmesinin hiçbir yaran yoktur. Üstelik süt ağır ödem ve yüksek tansiyon durumunda zararlı olabilir. Gerçekten sütün içerdiği tuz, yukarıda da belirtildiği gibi vücutta tutularak tansiyonun yükselmesine ve ödemin gelişmesine yardımcı olur.
Perhiz hastanın durumuna göre düzenlenmelidir. İdrar miktarı azalmamışsa, ağır ödem, yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliği belirtileri yoksa besin sınırlamasına gerek duyulmaz. Bu hastalar yalnızca aşın tuz ve su almaktan kaçınmalıdırlar. Vücutta sıvı tutulması hastanın her gün tartılmasıyla denetlenir. Ağırlık artışı vücutta sıvı tutulduğunun bir işaretidir. Sıvı tutulmasının belirgin, tansiyonun yüksek olduğu durumlarda tuz alımı kesin biçimde yasaklanırken ekmek, süt, salam, şekerleme gibi sodyumca zengin yiyeceklerden uzak durmak ve su alımını iyice azaltmak gerekir. Ağır böbrek yetmezliğinin ve kanda azot düzeyinin yüksek olduğu durumların dışında protein kısıtlamasına gidilmez. Belirtilere yönelik tedavide idrar söktürücüler (diüretikler) ve tansiyon düşürücü ilaçlar kullanılır. İdrar söktürücüler böbreklerin boşaltım birimleri olan nefron borucuklarına da etki ederek sodyumun geri emilimini önler. Su ve sodyumun idrar yoluyla hızla atılması kandaki geçişme basıncım düzenleyerek ödemlerin çözülmesini sağlar. Glomerülonefritte en sık kullanılan idrar söktürücüler tiyazit ve son zamanlarda kullanılmaya başlanan furosemit ile etakrinik asittir. Tansiyon düşürücü ilaçlar çeşitli mekanizmaları harekete geçirerek etkili olur (örneğin, çevrel damar direncinin ya da kalbin pompaladığı kan miktarının azaltılması). Bunlar arasında metildopa ve hidralazin sayılabilir. Bu ilaçlar, benzerlerinden farklı olarak böbreğe gelen kan akımını azaltmaz. Ağır yüksek tansiyon krizlerinde damar yoluyla rezerpin, klonidin ya da diyazoksit verilebilir.
Yukarıda belirtildiği gibi birçok akut glomerülonefrit olgusunda yaklaşık 10 gün önce geçirilmiş sıradan bir streptokok enfeksiyonu görülür. Bu bakteriler penisilin ve türevleri, sefalosporin, eritromisin ve linkomisin gibi birçok antibiyotiğe duyarlıdır. Böbrek hastalığı tanısı konduktan sonra bu antibiyotiklerin verilmesi, yararlı olduğuna inanılan alışılmış bir uygulamadır. Ama bu koruyucu girişimin etkinlik durumu hâlâ açıklık kazanmış değildir. Gerçekten de enfeksiyon, bağışıklık sisteminde glomerülonefrite yol açan bir dizi tepkimeyi başlatır.
Yaygın biçimde ortaya çıkan akut glomerülonefrit olgularında erken antibiyotik tedavisinin iyileşmeyi hızlandırdığı görülmüştür. Öte yandan zehir etkisini yok eden ilaçlar ve böbrek özütleri bütünüyle yararsızdır. Hastalıkta ilk enfeksiyon odağı olan bademciklerin çıkarılması çok tartışmalı bir konudur. Bazı araştırmacılar bademciklerin çıkarılmasının glomerülonefrit seyrine etki etmediğini, hatta geçici bir bakteriyemiye (kana bakteri karışması) yol açarak böbrek şikâyetlerinin daha da artmasına neden olduğunu savunmaktadırlar.
Kortizon ya da hücre büyüme ve çoğalmasını önleyen (sitostatik) ilaçların antikor yanıtını değiştirici etkilerinden yararlanılması düşünüldüyse de araştırmalardan olumlu sonuç alınamamış ve bu ilaçların kullanımı çok sınırlı kalmıştır.
Sonuç olarak, streptokok enfeksiyonundan sonra gelişen akut glomerülo-nefritin tedavisi koruyucu temizlik ve beslenme önlemlerinin alınmasının yanı sıra streptokoklara yönelik antibiyotik uygulamasıyla sınırlıdır. Başka tedavi girişimleri, etkilerini gösteren kesin kanıtlar bulunmadığından uygulama dışı bırakılır. Bu böbrek hastalığı doğal seyrine bırakıldığında bile yüzde 80-90 oranında iyileşir.
Glomerül nedir?
Glomerül böbreklerde kanın süzüldüğü kılcal damar yumağıdır. Böbreklerin ilk görevi kandaki bazı artık maddeleri vücuttan uzaklaştırmaktır. Bu maddeler önce karaciğerin etkisiz hale getirdiği, vücuda yabancı maddeler olabileceği gibi, vücudun kendi ürettiği ama zararlı ve zehirli olmaları nedeniyle atılmaları gereken maddeler de olabilir. Bu amaçla böbreklere gelen kan buradaki kılcal damarlardan süzülür. Bu kılcal damarlar çok ince olan duvarlarından su ve suda erimiş maddelerin geçişine izin verir. Süzülme işleminin sağlıklı biçimde sürebilmesi için böbreklerden geçen günlük kan miktarı son derece yüksektir. Vücuttaki yaklaşık 5 litre kanın günde 36 kez böbreklerden geçmesiyle oluşan bu miktar 180 litreyi bulur. Bu kadar çok kanın süzülmesi için son derece geniş bir yüzeye gereksinim vardır. Üstelik bu yüzeyin fazla yer kaplamaması gerekir, işte bu nedenlerle böbrek kılcal damarları kendi çevrelerinde kıvrılarak küçük bir alanda büyük bir süzme yüzeyi sağladıkları yumakları, yani glomerülleri oluşturur. Ana böbrek atardamarı giderek daralan dallara ayrılarak getirici arteriyol denen glomerül öncesi küçük atardamarlara dönüşür. Her getirici arteriyol bir glomerülü besler. Burada süzülen kan götürücü arteriyol ile glomerülden ayrılır.
Süzülme nasıl gerçekleşir?
Glomerüle kan getiren atardamarın çapı, kan götüren damarın çapından biraz daha büyüktür. Bunun sonucu olarak glomerül kılcal damarlan içinde önemli bir basınç doğar. Ayrıca glomerülü bir kılıf gibi saran Bowman kapsülü glomerül duvarına yapışmak yerine, arada kapsül boşluğu denen bir uzaklık bırakır. Kılcal damarlar ve kapsül boşluğundaki basınçların farklı olması nedeniyle damar duvarından boşluğa süzülen sıvı, Bowman kapsülü aracılığıyla nefron borucuklarına geçer.
Glomerülonefrit neden bademcik iltihabı gibi yerel enfeksiyon geçiren her hastada görülmez?
İstatistiklere göre yerel enfeksiyon geçirenlerde glomerülonefrit görülme oranı yüzde 5-8 dolayındadır. Çünkü antikor ve antijenlerin glomerüllerde çökmeye elverişli büyüklükte bileşik oluşturmalarına oldukça seyrek rastlanır.
Hastanın böyle bir enfeksiyon geçirdiği nasıl anlaşılır?
Her şeyden önce uzman hekim muayenesi gereklidir. Ayrıca kandaki antikorlar araştırılır. Bu antikorların streptokokun hangi bölümüne karşı olduğu da incelenmelidir: Örneğin streptokok tarafından üretilen ve bu bakterinin alyuvarları yok edici etkisinden sorumlu streptolizine karşı üretilen antikorlar varsa, bunlar saptanır. Antistreptolizin titresi (değeri, miktan) ya da kısaca ASO, böyle bir enfeksiyonun en belirgin işaretidir.
Tüm glomerülonefritler streptokok kaynaklı mıdır?
Büyük bir çoğunlukla evet. Ama bazen etken, stafilakok ya da sıtma etkeni Plasmodium bile olabilir. Daha ender olarak antijen, bir mikroorganizmadan değil, vücudun kendisinden kaynaklanır. Böyle özel durumlarda bağışıklık sistemi vücudun kendi yapılarına karşı antikor üretir. Özbağışıklık (otoimmünite) hastalığında görülen bu durum normal koşullarda gerçekleşmez.
Akromegali Hastaligi Nedir ve Tedavisi
Akromegali Hastalığı Hakkında Bilgiler
Akromegali Nedir, Hipofiz bezinin aşırı büyüme hormonu salgılaması sonucu gelişen bir hastalıktır.
Akromegali hastalığında iskelet, yumuşak doku ve iç organlar aşın ölçüde büyür. Büyüme özellikle el, ayak ve yüz çıkıntılarında belirgindir ve hastaya tipik bir görünüm verir.
Akromegali Hastalığı Belirtileri
Hastalığın ilk görüşte tanınmasını sağlayan özgün belirtisi vücudun uç noktalarının büyümesidir. El ve ayaklar iridir; abartılı bir şekilde genişleyen el parmakları sosis gibidir. Parmak uçlan dikdörtgen bir biçim alır. Burun iri ve şiş, üzeri tüylü ve gözeneklidir. Elmacık kemikleri, alın yayı, çene ve çene
köşelerinin aşın genişlemesi hastaya akromegaliye has bir yüz görünümü verir. Yüzün boyuna doğru uzamasıyla normal oranlar kaybolur. Yüzün alt yansı belirgin bir şekilde uzar. Kafa ense yönünde büyüme gösterir. Çene öne çıkar (prognatizm). Çenenin genişlemesiyle diş yuvalan birbirinden uzaklaşır. Bütün bu değişiklikler çok yavaş ve başlangıçta hiç belirti vermeden gelişir. Hasta genellikle olayı rastlantı sonucu fark eder: Yüzüğünün parmağına girmediğini, ayakkabılarının giderek sıktığını, eldiven ve şapka ölçülerinin arttığını görür. Akromegalinin bu belirtilerine genellikle baş, şakak ve elmacık kemikleriyle kol ve bacaklarda duyulan ağrılar öncülük eder. Yorgunluk ve bezginlik duygusu ön plandadır. Halsizlikle birlikte ruhsal bozuklukların, şaşkın, cansız, anlamsız bakışların eşlik ettiği bir ruh hali (apati) ve elemli davranışlar görülür.
Yumuşak dokular da büyümeden etkilenir. Özellikle altdudaklar, dil ve dış eşey organları kalınlaşır.
İskelet büyümesi sonucunda köprücük kemiği, kaburgalar, kürekkemikleri, el ve ayak kemikleri çıkıntılı, köşeli bir biçim alır ve kalınlaşır. Eklem yerlerinde aşın esneklik gelişir. İstenirse el parmaklan ön kola paralel olacak kadar geriye bükülebilir. Bunun nedeni eklem kılıfının genişleyerek rahatlamasıdır. Gırtlak kıkırdakları ve ses tellerinin genişlemesi sonucunda ses gürleşir ve kalınlaşır.
Kas sistemindeki büyümeyle birlikte önceleri güç artışı da görülür. Ama sonradan bunun kas dokusundaki yağlanmaya bağlı yalancı bir büyüme olduğu anlaşılır.
İyice büyüyen dil çiğneme ve konuşma bozukluklarına neden olur. Deri katmanlarının da büyümesi (hipertrofı) ile deri kalınlaşmış, derialtı dokularının kütlesi artmıştır. Genişleyen ter bezleri deriye nemli ve yağlı bir görünüm verir. Saç telleri kalınlaşır, saçlar nemlidir. Bazen yüzde de görülen yaygın kıllanma başlar. Bu, kadınlarda, vücut ölçülerinin de kalınlaşmasıyla erkeksi bir görünüme neden olur.
İç organlar da genel olarak büyümüştür. Kalp, karaciğer, böbrekler, dalak, pankreas ve hormon salgılayan bezlerin büyümesiyle bu organların ağırlık-lan normalin üzerine çıkar. Olguların üçte birinde tiroit bezi yaygın olarak büyümüştür. Öbür üçte iki olguda ise tiroit bezinin yalnız bir bölümünde doku artışı vardır. Kadınlarda âdet düzensizlikleri ve âdetten kesilme gözlenir. Cinsel istek hastalığın ilk evrelerinde artabilir. Dış eşey organlarından kamış (penis), büyük ve küçük dudaklar, bızır (klitoris) büyürken, dölyatağı, yumurtalıklar ve erbezleri küçülme eğilimindedir. Hastalığın genç yaşta geliştiği olgularda üreme organların küçük kalması (hipogenitalizm) oldukça erken başlar. Kalp olguların çoğunda büyüktür. Bunun sonucunda kan basıncı düzensizlikleri görülür. Hastada zayıflık, bitkinlik ve düşkünlük vardır. Erken dönemlerde sıklıkla damar sertliği ortaya çıkar.
Akromegali Komplikasyonlar
• Akromegali romatizması. Omurganın ileri derecede eğrilmesi sonucu romatizma ve ayrıca kalp-dolaşım ve solunum sistemlerine bağlı sorunlar sık görülür. Radyolojik görünüm ankilozan spondiliti (doku yıkımı yapan bir omurga hastalığı) andırır, ancak burada kalça ekleminde hastalık yoktur. Yerel iltihap bulgulan olmasa da akromegali romatizması son derece ağrılı nöbetler yapar.
• Kalp-dolaşım sistemi. En ağır komplikasyonlar hastalığın bu sistemi etkilemesinden kaynaklanır. Öbür iç organlarla birlikte kalbin de büyümesi, kan basıncı yüksekliği ve koroner damar yetmezliği gibi yan etkilere neden olur. Sol kalp ya da kalp yetmezliği bu komplikasyonun önemli bir sonucudur ve kalp güçlendirici ilaçlara iyi yanıt vermez; geriye dönüşsüzdür ve hipofiz bezinin ameliyatla çıkarılmasından etkilenmez.
Kalp-dolaşım sistemini tehlikeye sokan bu sonuçlar görülmeden hipofizin çıkarılması düşünülmelidir.
• Şeker hastalığı. Akromegali hastalarının yüzde 20-40'ını ilgilendiren bir sonuçtur. Asidozsuz seyreder, tedaviye yanıt vermez ve zaten ağır bir hastalık olan akromegali tablosuna ek tehlikeler yükleyebilir. Şeker hastalığının başlaması akromegalinin ilerlediğini ve tedavinin hemen planlanması gerektiğini gösterir.
Akromegali Tanı, Teşhis
Hipofiz denetimindeki iç salgıbezlerinin bozukluğu ile hipofiz hormonlarının aşırı salgılanmasından kaynaklanan klinik ve laboratuvar bulgular veren hastalarda hipofiz ya da Türk eyeri (sella turcica) bölgesi tümörleri düşünülmelidir. Bu hastalara hemen hipotalamus, hipofiz ve hipofizin denetimindeki iç salgıbezlerinin işlevlerini ölçen bir dizi test uygulanmalıdır. Türk eyeri bölgesi ve üzerindeki alanın anatomik ayrıntıları incelenmeli, hastanın görme alanı muayene edilmelidir. Hipofiz adenomu (ya da tümörü) tanısı, en güvenilir ve hızlı yöntemlerle konmalıdır. Doğal olarak, klinik belirtileri ile klasik akromegali tablosu sunan hastalarda yalnızca birkaç inceleme ile tanıya gidilebilir.
Günümüzde rastlanan hipofiz tümörlerinin büyük bir bölümü çapı 1 cm'den az olan mikroadenomlardır. Küçük kütleli bu tümörler çok belirsiz klinik ve laboratuvar bulguları verir. Küçük lezyonlar acil cerrahi girişim gerektirmediğinden dışarıdan denetlenebilir. Küçük tümörlerin büyüyerek belirti vermeye başlaması için gereken zaman tümörün biyolojik gelişimine bağlıdır. Bu nedenle tedaviye mikroadenom tanısından hemen sonra başlamak gerekir.
Tanıda kafa filminin, bilgisayarlı tomografinin ve manyetik rezonans tekniğiyle incelemenin önemi büyüktür. Bu incelemelerde, hipofizin içine oturduğu kemik yuvası olan Türk eyerinin genişlediği, silikleştiği ve kemiğin baskı yapan tümör nedeniyle derinleştiği görülür.
Hormonal açıdan tanıyı kesinleştirmek için kandaki büyüme hormonu düzeyi ölçülür. Bu hormonun kandaki açlık düzeyi oldukça yüksek çıkacaktır. Ayrıca şeker tolerans testi de yapılmalıdır.
Akromegali Tedavi, Akromegali Tedavisi
Hastalığın gidişini önemli ölçüde iyileştiren yöntemler cerrahi girişim ile radyasyon (ışın) ve ilaç tedavileridir.
Tümör Türk eyeri çukurundan dışa-n taşmış ve görme bozuklukları başlamışsa cerrahi tedavi söz konusu değildir. Öbür olguların tümünde; yani tümörün henüz Türk eyeri çukuru ile sınırlı olduğu durumlarda (çukur büyümüştür ama dışarıya yayılma ve değişik yönlerde tümör yayılımı henüz yoktur) ve tümörün hipofiz içinde olması halinde (kafa filminde çukurun büyüdüğünü gösteren belirti yoktur) cerrahi tedavi düşünülür. Günümüzde mikrocerrahi yöntemlerinin gelişmesiyle, beyin cerrahisi uzmanlarınca gerçekleştirilen cerrahi girişim kolay, güvenilir ve kesin sonuç veren bir tedavi yöntemi olmuştur. Cerrahi girişim ile tümörün çıkarılmasıyla hormon bozuklukları da tedavi edilmiş olur. Tümörün belirti verdiği durumlarda başvurulan cerrahi girişim, tümörün kendiliğinden gerilemekte olduğuna ilişkin belirtiler varsa düşünülmez.
Cerrahi tedavide sorun yaratan ikilem yalnızca tümörün ya da tüm hipofîzin çıkarılması arasındaki seçimdir. Yalnızca tümörün çıkarılması, geride tümör hücrelerinin kalması sonucu hormonal bozukluklara ilişkin belirtilerin yinelenmesi tehlikesini taşır. Hipofîzin bütünüyle çıkarılması, tümörün yanı sıra sağlıklı hipofiz dokusunun da alınması sonucunda hipofiz yetmezliği tablosunun gelişimine yol açar. Uzman ellerde cerrahi girişim kusursuz sonuçlar verir; yeni yöntemlerin geliştirilmesiyle bu alanda elde edilen başarılar artmaktadır.
Kesin iyileşme kandaki büyüme hormonu düzeyinin 1 mililitrede 5 nanogramı (nanogram [ng]= bir gramın milyarda biri) aşmamasıyla gerçekleşir. Olguların yüzde 70'inde kesin iyileşme görülür. Bu olgularda cerrahi girişim sonrası hormon tedavisi genellikle gerekmez. Aşın büyüme hormonu salgılayan hipofiz tümörlerinde ışın tedavisi ya geleneksel röntgen ışınlan ya da başka enerji kaynakları ile yapılır. Ayrıca radyoaktif uçlu iğnelerin hipofiz içine uygulanması da yöntemlerden biridir. Hipofiz mikrocenahisinin gelişmesinden önce ışın tedavisi, ilk tedavi seçeneği idi. Bu tedavi hipofiz tümörünün sürekli büyüdüğünü düşündüren belirtiler veren ve/ya da tümörün aşın çalışmaya başladığı olgularda uygulanıyordu. Ayrıca tümörün Türk eyeri çukuru dışına yayıldığı olgularda cerrahi girişim düşünülmediğinden ışın tedavisi ön planda gelirdi. Yüksek dozda ışın tedavisi kesin olarak daha iyi sonuç verse de, teknik nedenlerle yaygın değildir. Radyoaktif başlıklı iğne ile hipofiz içine girerek yapılan ışın tedavisi de işlevsel açıdan başarılı sonuçlar verir. Ama olguların önemli bir bölümünde, şekersiz diyabet (diabetes insipidus), likonea (beyin-omurilik sıvısının dışarı akması), görme bozuklukları, beyin zan iltihabı ya da beyin iltihabı gibi yan etkiler ortaya çıkmaktadır.
Akromegali Nedir, Hipofiz bezinin aşırı büyüme hormonu salgılaması sonucu gelişen bir hastalıktır.
Akromegali hastalığında iskelet, yumuşak doku ve iç organlar aşın ölçüde büyür. Büyüme özellikle el, ayak ve yüz çıkıntılarında belirgindir ve hastaya tipik bir görünüm verir.
Akromegali Hastalığı Belirtileri
Hastalığın ilk görüşte tanınmasını sağlayan özgün belirtisi vücudun uç noktalarının büyümesidir. El ve ayaklar iridir; abartılı bir şekilde genişleyen el parmakları sosis gibidir. Parmak uçlan dikdörtgen bir biçim alır. Burun iri ve şiş, üzeri tüylü ve gözeneklidir. Elmacık kemikleri, alın yayı, çene ve çene
köşelerinin aşın genişlemesi hastaya akromegaliye has bir yüz görünümü verir. Yüzün boyuna doğru uzamasıyla normal oranlar kaybolur. Yüzün alt yansı belirgin bir şekilde uzar. Kafa ense yönünde büyüme gösterir. Çene öne çıkar (prognatizm). Çenenin genişlemesiyle diş yuvalan birbirinden uzaklaşır. Bütün bu değişiklikler çok yavaş ve başlangıçta hiç belirti vermeden gelişir. Hasta genellikle olayı rastlantı sonucu fark eder: Yüzüğünün parmağına girmediğini, ayakkabılarının giderek sıktığını, eldiven ve şapka ölçülerinin arttığını görür. Akromegalinin bu belirtilerine genellikle baş, şakak ve elmacık kemikleriyle kol ve bacaklarda duyulan ağrılar öncülük eder. Yorgunluk ve bezginlik duygusu ön plandadır. Halsizlikle birlikte ruhsal bozuklukların, şaşkın, cansız, anlamsız bakışların eşlik ettiği bir ruh hali (apati) ve elemli davranışlar görülür.
Yumuşak dokular da büyümeden etkilenir. Özellikle altdudaklar, dil ve dış eşey organları kalınlaşır.
İskelet büyümesi sonucunda köprücük kemiği, kaburgalar, kürekkemikleri, el ve ayak kemikleri çıkıntılı, köşeli bir biçim alır ve kalınlaşır. Eklem yerlerinde aşın esneklik gelişir. İstenirse el parmaklan ön kola paralel olacak kadar geriye bükülebilir. Bunun nedeni eklem kılıfının genişleyerek rahatlamasıdır. Gırtlak kıkırdakları ve ses tellerinin genişlemesi sonucunda ses gürleşir ve kalınlaşır.
Kas sistemindeki büyümeyle birlikte önceleri güç artışı da görülür. Ama sonradan bunun kas dokusundaki yağlanmaya bağlı yalancı bir büyüme olduğu anlaşılır.
İyice büyüyen dil çiğneme ve konuşma bozukluklarına neden olur. Deri katmanlarının da büyümesi (hipertrofı) ile deri kalınlaşmış, derialtı dokularının kütlesi artmıştır. Genişleyen ter bezleri deriye nemli ve yağlı bir görünüm verir. Saç telleri kalınlaşır, saçlar nemlidir. Bazen yüzde de görülen yaygın kıllanma başlar. Bu, kadınlarda, vücut ölçülerinin de kalınlaşmasıyla erkeksi bir görünüme neden olur.
İç organlar da genel olarak büyümüştür. Kalp, karaciğer, böbrekler, dalak, pankreas ve hormon salgılayan bezlerin büyümesiyle bu organların ağırlık-lan normalin üzerine çıkar. Olguların üçte birinde tiroit bezi yaygın olarak büyümüştür. Öbür üçte iki olguda ise tiroit bezinin yalnız bir bölümünde doku artışı vardır. Kadınlarda âdet düzensizlikleri ve âdetten kesilme gözlenir. Cinsel istek hastalığın ilk evrelerinde artabilir. Dış eşey organlarından kamış (penis), büyük ve küçük dudaklar, bızır (klitoris) büyürken, dölyatağı, yumurtalıklar ve erbezleri küçülme eğilimindedir. Hastalığın genç yaşta geliştiği olgularda üreme organların küçük kalması (hipogenitalizm) oldukça erken başlar. Kalp olguların çoğunda büyüktür. Bunun sonucunda kan basıncı düzensizlikleri görülür. Hastada zayıflık, bitkinlik ve düşkünlük vardır. Erken dönemlerde sıklıkla damar sertliği ortaya çıkar.
Akromegali Komplikasyonlar
• Akromegali romatizması. Omurganın ileri derecede eğrilmesi sonucu romatizma ve ayrıca kalp-dolaşım ve solunum sistemlerine bağlı sorunlar sık görülür. Radyolojik görünüm ankilozan spondiliti (doku yıkımı yapan bir omurga hastalığı) andırır, ancak burada kalça ekleminde hastalık yoktur. Yerel iltihap bulgulan olmasa da akromegali romatizması son derece ağrılı nöbetler yapar.
• Kalp-dolaşım sistemi. En ağır komplikasyonlar hastalığın bu sistemi etkilemesinden kaynaklanır. Öbür iç organlarla birlikte kalbin de büyümesi, kan basıncı yüksekliği ve koroner damar yetmezliği gibi yan etkilere neden olur. Sol kalp ya da kalp yetmezliği bu komplikasyonun önemli bir sonucudur ve kalp güçlendirici ilaçlara iyi yanıt vermez; geriye dönüşsüzdür ve hipofiz bezinin ameliyatla çıkarılmasından etkilenmez.
Kalp-dolaşım sistemini tehlikeye sokan bu sonuçlar görülmeden hipofizin çıkarılması düşünülmelidir.
• Şeker hastalığı. Akromegali hastalarının yüzde 20-40'ını ilgilendiren bir sonuçtur. Asidozsuz seyreder, tedaviye yanıt vermez ve zaten ağır bir hastalık olan akromegali tablosuna ek tehlikeler yükleyebilir. Şeker hastalığının başlaması akromegalinin ilerlediğini ve tedavinin hemen planlanması gerektiğini gösterir.
Akromegali Tanı, Teşhis
Hipofiz denetimindeki iç salgıbezlerinin bozukluğu ile hipofiz hormonlarının aşırı salgılanmasından kaynaklanan klinik ve laboratuvar bulgular veren hastalarda hipofiz ya da Türk eyeri (sella turcica) bölgesi tümörleri düşünülmelidir. Bu hastalara hemen hipotalamus, hipofiz ve hipofizin denetimindeki iç salgıbezlerinin işlevlerini ölçen bir dizi test uygulanmalıdır. Türk eyeri bölgesi ve üzerindeki alanın anatomik ayrıntıları incelenmeli, hastanın görme alanı muayene edilmelidir. Hipofiz adenomu (ya da tümörü) tanısı, en güvenilir ve hızlı yöntemlerle konmalıdır. Doğal olarak, klinik belirtileri ile klasik akromegali tablosu sunan hastalarda yalnızca birkaç inceleme ile tanıya gidilebilir.
Günümüzde rastlanan hipofiz tümörlerinin büyük bir bölümü çapı 1 cm'den az olan mikroadenomlardır. Küçük kütleli bu tümörler çok belirsiz klinik ve laboratuvar bulguları verir. Küçük lezyonlar acil cerrahi girişim gerektirmediğinden dışarıdan denetlenebilir. Küçük tümörlerin büyüyerek belirti vermeye başlaması için gereken zaman tümörün biyolojik gelişimine bağlıdır. Bu nedenle tedaviye mikroadenom tanısından hemen sonra başlamak gerekir.
Tanıda kafa filminin, bilgisayarlı tomografinin ve manyetik rezonans tekniğiyle incelemenin önemi büyüktür. Bu incelemelerde, hipofizin içine oturduğu kemik yuvası olan Türk eyerinin genişlediği, silikleştiği ve kemiğin baskı yapan tümör nedeniyle derinleştiği görülür.
Hormonal açıdan tanıyı kesinleştirmek için kandaki büyüme hormonu düzeyi ölçülür. Bu hormonun kandaki açlık düzeyi oldukça yüksek çıkacaktır. Ayrıca şeker tolerans testi de yapılmalıdır.
Akromegali Tedavi, Akromegali Tedavisi
Hastalığın gidişini önemli ölçüde iyileştiren yöntemler cerrahi girişim ile radyasyon (ışın) ve ilaç tedavileridir.
Tümör Türk eyeri çukurundan dışa-n taşmış ve görme bozuklukları başlamışsa cerrahi tedavi söz konusu değildir. Öbür olguların tümünde; yani tümörün henüz Türk eyeri çukuru ile sınırlı olduğu durumlarda (çukur büyümüştür ama dışarıya yayılma ve değişik yönlerde tümör yayılımı henüz yoktur) ve tümörün hipofiz içinde olması halinde (kafa filminde çukurun büyüdüğünü gösteren belirti yoktur) cerrahi tedavi düşünülür. Günümüzde mikrocerrahi yöntemlerinin gelişmesiyle, beyin cerrahisi uzmanlarınca gerçekleştirilen cerrahi girişim kolay, güvenilir ve kesin sonuç veren bir tedavi yöntemi olmuştur. Cerrahi girişim ile tümörün çıkarılmasıyla hormon bozuklukları da tedavi edilmiş olur. Tümörün belirti verdiği durumlarda başvurulan cerrahi girişim, tümörün kendiliğinden gerilemekte olduğuna ilişkin belirtiler varsa düşünülmez.
Cerrahi tedavide sorun yaratan ikilem yalnızca tümörün ya da tüm hipofîzin çıkarılması arasındaki seçimdir. Yalnızca tümörün çıkarılması, geride tümör hücrelerinin kalması sonucu hormonal bozukluklara ilişkin belirtilerin yinelenmesi tehlikesini taşır. Hipofîzin bütünüyle çıkarılması, tümörün yanı sıra sağlıklı hipofiz dokusunun da alınması sonucunda hipofiz yetmezliği tablosunun gelişimine yol açar. Uzman ellerde cerrahi girişim kusursuz sonuçlar verir; yeni yöntemlerin geliştirilmesiyle bu alanda elde edilen başarılar artmaktadır.
Kesin iyileşme kandaki büyüme hormonu düzeyinin 1 mililitrede 5 nanogramı (nanogram [ng]= bir gramın milyarda biri) aşmamasıyla gerçekleşir. Olguların yüzde 70'inde kesin iyileşme görülür. Bu olgularda cerrahi girişim sonrası hormon tedavisi genellikle gerekmez. Aşın büyüme hormonu salgılayan hipofiz tümörlerinde ışın tedavisi ya geleneksel röntgen ışınlan ya da başka enerji kaynakları ile yapılır. Ayrıca radyoaktif uçlu iğnelerin hipofiz içine uygulanması da yöntemlerden biridir. Hipofiz mikrocenahisinin gelişmesinden önce ışın tedavisi, ilk tedavi seçeneği idi. Bu tedavi hipofiz tümörünün sürekli büyüdüğünü düşündüren belirtiler veren ve/ya da tümörün aşın çalışmaya başladığı olgularda uygulanıyordu. Ayrıca tümörün Türk eyeri çukuru dışına yayıldığı olgularda cerrahi girişim düşünülmediğinden ışın tedavisi ön planda gelirdi. Yüksek dozda ışın tedavisi kesin olarak daha iyi sonuç verse de, teknik nedenlerle yaygın değildir. Radyoaktif başlıklı iğne ile hipofiz içine girerek yapılan ışın tedavisi de işlevsel açıdan başarılı sonuçlar verir. Ama olguların önemli bir bölümünde, şekersiz diyabet (diabetes insipidus), likonea (beyin-omurilik sıvısının dışarı akması), görme bozuklukları, beyin zan iltihabı ya da beyin iltihabı gibi yan etkiler ortaya çıkmaktadır.