Sigara İçmek, Sigara Neden İçilir, Sigara Nikotin
Sigaraya Başlama Nedenleri, Sigara İçme
Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı sigara içmektedir. Bunun anlamı, sigaranın yarattığı sorunlarla ülke gündeminde güncel bir konumda olmasıdır. Tütün ve sigara neden olduğu hastalık ve ölümler gibi zararlarının yanında ekonomik boyutuyla da önemli bir konumdadır, ülke ekonomisine katkısı sınırlıdır, üretimden tüketime 3 milyon insana iş imkanı yaratmaktadır. 1980'li yıllarda yabancı dev sigara üreticilerinin ürünleri ithal edilerek pazarlanmaya başlamıştı Bu şekilde kaçak satılan yabancı sigaraların vergilendirilmesi öngörülmüştür. Yabancı sigara alışkanlığı hızla yayılmış belki de beklenenden daha yüksek düzeylere ulaşmıştır. Yerli ve yabancı sigaralardan bütçeye vergiler kanalıyla önemli bir gelir sağlanmaktadır. Bu gelirin bir kısmından vazgeçmek, başka bir deyimle sigara tüketimini azaltmaya yönelik önlemler almak zordur. Ülkemizdeki işsizlik ve bütçe açıkları da düşünülürse bu imkansız gibi görülmektedir. Bu nedenle sigara tüketimini azaltmaya yönelik baskılara ülke yöneticilerinin destek sağlaması beklenmemelidir/ Yabancı sigara alışkanlığı uluslararası dev şirketlerin etkilerini de arttırmaktadır. Yabancı sigaraların ithal edilmeye başlanıldığı günlerdeki birim fiyatları sabit olarak alınırsa geçen sürede sigara ucuzlamaktadır. Bu ucuzlama veya fiyatın artmaması sigara tüketimini arttıracak bir faktördür. Sigara fiyatlarını veya alınan vergileri arttırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yabancı şirketlerin kaçak sigaraları buna önemli bir engeldir. Ayrıca sigara pazarına ve sigara ile ilgili konulardaki problemlere bu şirketlerin etkisi çok büyük boyutlardadır. Bu şirketlere rağmen sigara tüketiminin azaltılmasını sağlayacak önlemler almak zordur. Şu da sigara içimine karşı oluşacak kamuoyu baskısını engellemektedir. Yine yabancı şirketler ekonomik güçleri nedeniyle sigara ile ilgili pazarı istedikleri gibi etkilemektedirler. Bunun en basit örneği uyguladıkları ustaca hazırlanmış dolaylı reklamlardır.
Sigara tüketimini azaltma yolundaki eğitimin ana konusu; "niçin sigara içimi ile savaşmak gerekir?" sorusudur. Bunun en iyi cevabı sağlıkla ilgili mesleklerde çalışanlardan gelmelidir. Ama ülkemizde sağlıkla ilgili mesleklerde çalışanların en önde gelen grubu olan tıp doktorlarındaki sigara alışkanlığı toplumdaki diğer meslek gruplarından pek de farklı değildir. Bu durumda gönüllü sağlık çalışanlarının üzerine düşen görev daha da ağırdır. Bu ağırlığı hafifletecek olan diğer meslek gruplarının da bu savaşa gönüllü katkıları olacaktır. Bu durum sigara ile savaşın hem boyutunu genişletecek hem de oluşacak baskıyı artıracaktır. Böylece oluşan baskı ile istenilen amaca daha kolay ulaşılacaktır.
Sigara ile savaşta diğer önemli bir nokta ise, sigaranın insan sağlığına olan etkileridir. Bir çok insan sadece "Sigara sağlığa zararlıdır" cümlesinden öteye bilgi sahibi değildir. Buna tıp öğrencileri ile tıp doktorlarının bir bölümü de dahildir. Sigaranın yarattığı sağlık sorunları bu nedenle yeterli ölçüde topluma yansıtılmamaktadır. Yansıtılanların bir kısmı ise gerçek boyutlarda olmadığından etkili olmamaktadır. Sigaranın yarattığı sağlık sorunları yapılan araştırmalardan çıkarılan bilimsel verilere dayandırılmalı, gerçekler olduğu gibi anlatılmalıdır. Buna ek olarak, sigaraya bağlı hastalıklara, Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu gibi resmi kurumların harcadığı giderlerin bir bölümünün sigara içmeyenlerin ödedikleri vergilerden karşılandığı bilinci de yerleşmemiştir. Kısaca ülkemizde sigaranın yarattığı sorunların toplum tarafından yeterli ölçüde bilinmediği bir gerçektir.
Sigaranın yarattığı hastalık ve ölümlerin anlaşılmasından önceki dönemlerde sigara içmek moda sayılmaktaydı. Bizim ülkemizde de sigara içilmesi bir zamanlar teşvik edilmiştir. Askerlik hizmetini yapanlara bedava sigara dağıtıldığı dönem örnek olarak verilebilir.
Sigara içilmesi ve yaygınlaşması sonucu toplumumuz bazı alışkanlıklar kazanmıştır. Evlerde, işyerlerinde, kapalı alanların bir çoğunda sigara içilmesinin beklenen ve normal bir davranış olduğu gibi, bu beklentinin delili olarak küllük bulundurulmaktadır. Kapalı alanlarda hatta hasta ve çocukların yanında sigara içilmesine hiç tepki gösterilmemiştir. Tersine, insanların birbirlerine ve misafirlerine sigara ikram etmesi neredeyse toplumumuzda bir gelenek haline gelmiştir. Sigara yurtdışından gelen bir çok insan için hediyelik bir madde olarak kabul görmektedir. Toplumumuzda sigara içenlerin üzüntü, sıkıntı ve streslerinde ilk yaptıklarından biri sigara içmedir. Sigara sadece üzüntü ve streste teselli aracı olarak görülmesinin yanısıra keyif verici bir madde olarak da kabul edilmektedir.
Bronş astmalılarda sorun daha büyüktür. Astma ataklarını ortaya çıkardığı için ev ve iş ortamında sigara içilmemesi gereklidir. Hastaların bunu çevrelerine kabul ettirme- leri çok güç olmaktadır.
Ülkemizde 7 Kasım 1996'ya kadar sigara paketlerinin üzerindeki, T.C. Bakanlar Kurulu'nun 1986 yılı ve 86-10911 sayılı kararı uyarınca "Sigara sağlığa zararlıdır" yazısı dışında ciddi bir yasal engel bulunmamaktaydı.
Sigara üreticileri doğrudan reklam yanında ustaca dolaylı reklamlara yönelmişlerdir. Bu reklamlar özellikle gençliğin ilgi duyduğu alanlara kaydırılmıştır. Bu alanlardaki aktif reklamlar devamlı görülmektedir. Örneğin; otomobil sporlarına yönelik reklamlar ön plandadır. Bu sporlar gençliğin en büyük ilgi alanlarındandır. Sigara üreticilerinin ustaca kullandıkları bir diğer yöntem ise sigaranın filtreli olması, filtre özelliklerinin belirtilmesi, içerdiği katranın azlığı veya hafif olduğunu belirten ibarelerle sanki zararlarının azaltıldığı imajını yaratmaktır.
Sigaranın kötü kokusu ve aşırı duyarlı soluk borularına sahip astmalılarda yarattığı boğaza takılma hissi, öksürük, hırıltılı soluk, nefes darlığı gibi belirtiler dışında erken görülen bir etkisi yoktur. İnsanlar yıllar sonra ortaya çıkabilecek zararlara karşı çoğu kez duyarsızdır. Sigaranın yarattığı sağlık sorunların genellikle 20 yıl veya daha uzun bir süre sonra ortaya çıkmaktadır. Bunu bilmelerine rağmen bir çok kimse başladığı sigarayı kolay bırakabileceği gibi yanlış ön yargılara sahiptir.
İnsanın doğasında yasaklara karşı gelmek, yasakların tersini yapma isteği vardır. Sigara sorununun boyutları ile ilgili eğitimi yetersiz kimselerin sigara aleyhindeki beyan-ları bazen sigaraya ilgiyi arttırmaktadır. Ayrıca özellikle gençler özgürlük, bağımsızlık duygularını sigarayla özdeşleştirmektedirler.
Yukarıdaki görüşlerin ışığında, sağlıkla uğraşanlar da dahil, toplumun büyük bir bölümünün sigara ile ilgili gerdekleri bilmediği ve bu nedenle sigaraya kolayca başlayıp devam ettiği söylenebilir.
Kaynak: Prof. Dr. Altay Şahin
Sigara ve Sigara Bagimliligi Anasayfa
Sigaranın Tarihçesi; Dünya'da ve Türkiye'de
Sigaraya Neden Başlanır, Niçin Sigara İçilir?
Sigaranın İçinde Bulunan Zararlı Maddeler
Sigaranın Yolaçtığı Hastalıklar
Sigara ve Tütün Bağımlılığı
Pasif İçicilik Nedir
Sigaranın Aileye ve Topluma Zararları
Sigara ve Kadınlar
Uluslararası Sigara Şirketlerinin Stratejileri
Sigara ile Mücadele Yöntemleri
Sigara Nasıl Bırakılır, Bırakma Yöntemleri
Sigaraya Neden Başlanır, Niçin Sigara İçilir?
Sigaranın İçinde Bulunan Zararlı Maddeler
Sigaranın Yolaçtığı Hastalıklar
Sigara ve Tütün Bağımlılığı
Pasif İçicilik Nedir
Sigaranın Aileye ve Topluma Zararları
Sigara ve Kadınlar
Uluslararası Sigara Şirketlerinin Stratejileri
Sigara ile Mücadele Yöntemleri
Sigara Nasıl Bırakılır, Bırakma Yöntemleri
Sigaranin Tarihcesi Sigara Tarihi
Sigaranın Tarihçesi: Dünya'da ve Türkiye'de Sigara
Sigara Hakkında Bilgi, Sigara Kullanımı
Tütün bitkisi yüzyıllar önce yani tarih öncesi dönemlerde, yeni dünya yerlileri tarafından keyif verici bir madde olarak kullanılmaktaydı. Aynı bitki Avusturalya'da da bulunmasına rağmen orada bu amaçla kullanılmamıştır.
Tütün Tarihçesi; Tütün yaprakları, enfiye, çiğneme, nargile, pipo, puro ve sigara şeklinde kullanılmaktadır. Bugün tütün denilince akla daha çok sigara gelmektedir.
Kristof Kolomb, XV. yüzyıl sonlarında Batı Hind adalarına geldiği, zaman, yerlilerin "Tobaccos" diye isimlendirdiği bir bitki yaprağını sararak yakıp dumanını zevkle içlerine çektiklerini görmüş ve faydalı olur düşüncesiyle bu bitkinin tohumlarını eski dünyaya taşımıştır. Tütün yapraklarının, geçmeyen yaraları iyileştirdiği, başta verem olmak üzere bir çok hastalıklara yararlı olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Fransa'nın Portekiz elçisi Jean Nicot da faydalı olduğuna inanarak, tohumlarını Paris'e taşımış ve Versay Sarayı'nın bahçesindeki çiçeklerin arasında tütün bitkisi de yerini almıştır. Bahçede çiçekleri açan bitki kraliçenin baş ağrısına yararlı olunca, tütün kısa zamanda sağlığa faydalı bitki sınıfına girmiş ve yeni bir endüstri doğmuştur. Bu bitkinin İngiltere'ye gelişi ise, tütün tiryakisi olan Amiral Walter Raleigh ile XVI. yüzyılın sonunda olmuştur. Amiral, Kraliçe Elizabeth'e tütün kullanmasını öğretmiştir. Daha sonraki yıllarda Kral James I'i devirmek suçundan ölüm cezasına çarptırılan Raleigh, Londra kulesinde hapisken, hücresinin önündeki ufak bir yerde tütün yetiştirmeye devam etmiştir. Zaman içinde, İngiltere ve Fransa'nın dışında, Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya'da da tütün endüstrisi gelişmeye başlamıştır. İlk sigara fabrikası ise 1856 yılında İngiliz Gloak tarafından kurulmuştur. Bunu diğer ülkelerdeki yeni fabrikalar takip etmiştir.
Tütünün ülkelere yayılması daha çok denizciler tarafından olmuştur. Avrupa ülkelerinin çoğu, sömürge ülkelerinde tütün yetiştirmeye başlamış ve oradan getirdikleri kurutulmuş tütün yapraklarını sararak puro, ya da kıyarak pipo veya sarma sigara şeklinde üreterek, pazarda yer kapmışlardır. XVIII. ve XIX. yüzyılda kıyılmış tütün ve sigarayı muhafaza eden tabakalar, pipolar ve ağızlıklar, erkeklerin süs eşyası haline gelmiştir. Tütün üreten ve işleyen şirketlerin sayısı artmış tütün endüstrisi devletler için büyük bir gelir kaynağı durumuna gelmiştir.
Her sanayi dalında olduğu gibi tütünde de en hızlı ve büyük gelişme ABD'de olmuştur. XX. yüzyılın ilk yarısında tercih edilen Şark tütünü idi. Bu tütünden yapılan sigaralar Avrupa piyasasında iyi bir üne sahipti. ABD, Virginia'da sulu tarım alanlarında yetiştirilen büyük yapraklı tütün üretmiş ve bunu eski kıtaya kısa zamanda tanıtmayı başarmıştır. Önceleri, sigaralar Şark tütünü ile Amerika'dan Burney ve Virginia tütünü ile karıştırılarak piyasaya sürülürken, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşik Amerika Marshall yardımı adıyla Avrupa'yı kendi tütününe alıştırmış ve piyasadaki payını genişletmiştir. Bunun sonucunda, Türkiye'nin ürettiği Şark tütününün dış satımı gittikçe azalmıştır.
Tütün kullanan kişilerde değişik hastalıklar olduğu çok eskiden beri bilinmekteydi. Zararlı bir bitki olduğu önce din adamları tarafından anlaşılmış ve kullanımı yasaklanmak istenmiştir. Tütünün o devirde daha çok üst tabaka insanları tarafından kullanılışı ve iyi para getirmesi nedenleriyle yasaklama başarılı olamamıştır. 1930 ve 1940'LN yıllarda çok nadir görülen akciğer kanseri olgularının 1950'Ierde gittikçe artan sıklıkta görülmesi araştırmaların gerekli olduğunu göstermiştir. ABD' de kişi başına düşen sigara sayısının XX. yüzyıl başından itibaren hafif dalgalanmalarla nasıl arttığını ve 60'lı yıllarda ise en yüksek sayı olan 4.000'e vardığı görülmektedir. Bu tarihten sonra ise düşme başlamıştır.
Savaş yıllarında tüketim hızla artmakta, buna karşın ekonomik kriz olduğu yıllarda kısa bir düşme göstermektedir. ABD'de tütün tüketimindeki belirgin azalmanın en büyük nedeni, Richard Doll ve arkadaşlarının 1951 yılında 41.000 İngiliz doktoru üzerinde yaptıkları çalışmalarla, tütünün insan sağlığına zararlı olduğunu göstermesinden kaynaklanmaktadır. Aynı yıllarda ABD'de kanser derneklerinin 25 eyalette sürdürmüş olduğu çalışmalar da benzer sonuçlar vermiştir. İnsanlığa büyük bir hizmette bulunan bu araştırıcılar, sigara içen doktorlarda başta akciğer kanseri olmak üzere bir çok kanserin, solunum yetmezliği yapan süreğen bronş hastalığının ve kalp damar rahatsızlıklarının, içmeyenlere göre daha fazla olduğunu istatistiksel olarak göstermişlerdir. Araştırmalarda, ABD'de bir yılda 130.000'i akciğer kanserinden olmak üzere 434.000 kişinin sigara ile ilgili hastalıktan öldüğü hesaplanmıştır. İngiltere'de ise sigara içiminden kaynaklanan erken ölüm sayısı 100.000 civarında olup, bu her gün içi tamamen insanla dolu büyük bir yolcu uçağının düşmesi anlamındadır.
Sigaranın tehlikeli bir alışkanlık olduğu kesin olarak ortaya çıkınca bundan yararlanan ve önlem alan ilk ülke İsveç olmuştur. Sağlıkçılar, bu önemli sağlık sorununun boyutlarını ve gerekli önlemleri hükümete bildirmiş, parlamento da gereken kanunları çıkarmış ve kısa bir sürede sigara ile mücadele başlatılmıştır. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı yönde hareket etmişlerdir. Amerika'da ve Avrupa'da sigara satışları azalmaya başlayınca, tütün tekelleri daha iyi kalitede sigara yapmaya başlamışlar, piyasaya filtreli, daha az katranlı sigaralar çıkmıştır.
Batıda tütüne karşı aşırı tepki o kadar etkin olmuştur ki, yukarıdaki gelişmeler, tütün tüketiminin azalmasına engel olamamıştır. ABD ve batının gelişmiş ülkelerinde, sigara ile mücadele yöntemleri ve halkın bilgilenmesi sonunda sigara tüketimi hızla düşmeye başlamıştır. 70'li yıllarda başlatılan savaş sonunda, yirmi yıl içinde, tütün kullanımı erişkin nüfusta % 41'den % 29'a düşmüştür. Buna rağmen çok uluslu sigara tekelleri, üretimlerini kısmamış, üretim fazlasını az gelişmiş ülkelere aktarma yoluna gitmişlerdir. Onlar için, Orta-Doğu, Afrika, Asya ve Pasifik okyanusu ülkeleri çok iyi pazarlardır ve gelecekleri oradadır. Bu görüşün dayanaklarını sayacak olursak:
1) Az gelişmiş ülkelerde nüfus çok fazladır.
2) Bu ülkelerde sigara ile mücadele olsa bile, devamlı artan nüfus sigara tüketimini artıracaktır.
3) Az gelişmiş ülkelerin ekonomileri düzeldikçe, halkın geliri arttıkça, sigara içimi otomatik olarak artacaktır.
4) Bu ülkelerin teknolojileri, batılı sigara tekelleri ile yarışacak durumda değildir.
5) Az gelişmiş ülkelerde daima parasal sorun vardır. Hükümetlerin sigaradan aldıkları vergilere gereksinimi vardır.
6) Batıda başlayan feminizm akımı üçüncü dünya ülkelerine geldiğinde kadınlar arasında sigara içimini artıracaktır.
Neticede çok uluslu tütün tekelleri, az gelişmiş ülkelerde altın arar gibi yeni pazarlar peşinde koşmuşlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır.
Tütün pazarını elinde tutan büyük şirketlerin, pazar bulmak için belirli yöntemleri vardır. Kullandıkları yüksek teknoloji nedeniyle ürettikleri sigaraların kaliteleri çok iyidir. Önce hedef ülkeye yasal olmayan yollarla (kaçakçılık, bavul turizmi vb.) sigaralarını sokmuşlardır. Sonra ülke yöneticilerine, "Sizin paraya ihtiyacınız var. Açın gümrük kapılarınızı, kaçakçının cebine girecek para sizin olsun" önerisinde bulunmuşlardır. İkinci işlem, etkin bir reklam kampanyası ile birlikte halkı kendi sigaralarına alıştırmaktır. Hedefleri, sigara içmeyen gençler ve kadınlardır. Reklamlarını yaparken, amaçlarının gençleri sigaraya alıştırmak değil; tiryakilere daha iyi sigara sunarak, onlara hizmet olduğunu vurgularlar! Yabancı sigara şirketlerinin bu oyunlarını bilen ve onlara mani olmaya çalışan ülkeler başarılı olamamışlardır. Zira, karşılarına ABD ile yapılan ticaret anlaşmaları çıkar. Sigaralarını pazarlayamadıkları, reklamlarını yapamadıkları ülkelere ambargo uygulatmaktadırlar.
Çok uluslu tütün tekellerinin bu acımasız hareketleri, etkisini kısa zamanda göstermiş ve Batıda sigara tüketimi azalırken, üretim fazlalaşmış ve az gelişmiş ülkelerde sigara kullanımı artmıştır. Tütün tüketimi İngiltere'de %22 Latin Amerika'da %24, Afrika ülkelerinde ise %42 oranında artmıştır.
Tütün, Osmanlı'ya ilk kez XVII. yüzyılın sonunda Ce-novalı denizciler tarafından liman şehirleri olan İstanbul ve İzmir'e getirilerek tanıtılmıştır. Bundan sonra Selanik ve İskeçe şehirlerinde üretim başlamıştır. Tütün kullanımına bağlı büyük yangınlar nedeniyle IV. Murat katı önlemler almış, ancak başarılı olamamıştır. Osmanlı, tütün ihtiyacını, Batı Trakya yöresindeki üretim ile gidermeye çalışmış ve bir süre sonra Avrupa'ya Şark tütününü satar duruma gelmiştir. Osmanlı 1895 yılında Fransız Reji şirketiyle anlaşmış ve bununla İstanbul, İzmir ve Samsun'da sigara fabrikaları kurulmuştur. Bu şirketle anlaşma süresi bitmesine rağmen, Balkan Savaşı felaketi ve maddi sıkıntılar Osmanlı'yı Fransızlarla yeniden anlaşmaya zorlamıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hemen başında TBMM Hükümeti Reji şirketi ile anlaşmayı feshetmiş ve ulusal bir politika gereği Tekel kurulmuştur.
Türkiye'de üretilen Şark veya yarı Şark tipi tütün olup; daha çok Ege Bölgesi'nde, İzmir, Manisa, Aydın, Balıkesir; Karadeniz'de, Samsun, Trabzon ve Artvin civarında; Marmara ve Güney Doğu Anadolu'da üretilmektedir, üretilen yerler genellikle başka amaçla pek kullanılmayan kıraç arazilerdir. Bugün Türkiye'de tütünle uğraşan yarım milyon insan ve bunların bakmakla yükümlü olduğu 5 milyon kişi vardır.
TC. Devleti tütün üreticilerini, desteklemekte yani halkın ürettiği tütünü, dış piyasadaki değerinden daha pahalı almaktadır. Alınan tütünler, sınıflandırılmakta ve ona göre üreticiye para ödenmektedir. Son zamanlarda, bazı yörelerdeki kötü kaliteli tütünler, sırf politik amaçla, olduğundan yüksek değerlerle alınmaktadır, üreticiden alınan iyi kaliteli tütünler, döviz ihtiyacı olduğu zaman ucuz fiyatla dışarıya satılmakta ve tütün ihtiyacı olduğu zaman da, ihraç edilenler daha pahalı olarak satın alınmaktadır. Yani devletimiz tütünden artık kâr yerine, zarar etmektedir.
Çok uluslu tütün tekelleri, Türkiye'de üretilen Şark tütününü % 10-20 oranında Virginia tütünü ile harmanlayarak daha lezzetli sigara üretmektedirler. Türkiye'de 1984 yılında çıkan bir yasa ile yabancı sigaralar Tekel aracılığıyla ithal edilmeye ve satılmaya başlanmıştır. Bu şekilde Türk toplumu yabancı sigaraları tanımaya başlamıştır. 1986 yılında çıkartılan ikinci bir yasa ile ülkemizde tütün tekeline son verilmiştir. Bu tarihten sonra, tütün ürünlerinin üretimi, ithalatı ve ihracatıyla ilgili kararlar Bakanlar Kurulu'na verilmiştir. 1991 yılında çıkartılan bir kararname ile, yabancı şirketlerin Türkiye'de tütün hazırlama ünitelerini de içeren bütünleşme tesisleri kurmalarına izin verilmiştir. Bundan sonra tütün ürünlerinin fiyatlandırma, dağıtım ve satışı serbest bırakılmıştır. Yabancı tütün tekellerinin, ülkemizdeki tesislerde ürettikleri ürünler 2.000 ton üretim seviyesine ulaştığında kendi sigaralarının fiyatlanmasında da karar sahibi olacaklardır.
Yukarıdaki kanunlar sayesinde, yabancı tütün tekelleri, yerli ortaklar bularak, sigara fabrikaları kurmuşlar, tanıtım ve reklamları sayesinde ülke pazarına iyice girmişlerdir. İlk yabancı sigara fabrikası 1991'de Bitlis'de Best sigarası ile üretime başlamıştır. Bundan hemen sonra Reynold firması, Camel, Winston ve Salem sigara fabrikalarını; Philip Morris şirketi de büyük bir holding ile anlaşarak Marlboro sigara fabrikasını kurmuşlardır.
Yabancı sigaraların 1984'de toplam sigara tüketimindeki payı % 2.4 iken 1991'de %15'e; toplam sigara satışı aynı süre içinde % 0'dan % 33'e ulaşmıştır, bu sayılar çok uluslu sigara tekellerinin ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir.
Yabancı şirketlerle anlaşma gereği, Türkiye'de üretilen sigaraların içine Türk tütününün de katılması şart koşulmuştur. Bu da işlerliliğini gittikçe kaybetmektedir.
Türk pazarındaki yabancı sigaralar, Türkiye'deki yabancı sigara fabrikalarının ürettikleri sigaralar, ithalat ve kaçakçılık yollarıyla girenlerdir. T.C. Tekeli pazarı yabancı şirketlerden korumak için, yabancı sigara ile aynı kalitede sigara çıkarmış ve bunun fiyatı, yabancı sigaralardan daha düşük olduğu için daha çok satılır duruma gelmiştir.
ABD'nin ürettiği Virginia tütününün dünya pazarında hakimiyeti, tütün üreten ülke olan Türkiye'nin durumunu sarsmıştır. Artık eskisi gibi Avrupa'ya tütün satılamamaktır. Satıcıdan alınan tütünler, ihtiyacın üstünde olmaya başlamıştır. 1993 yılında Tekel'in elindeki tütün stoklarının miktarı 520 bin tondur. Tüccar yılda ortalama 80 bin ton tütün satın alırken; ortalama 30-40 bin ton tütün ihraç edilmektedir. Tekel'in fabrikalarında bir yılda işleyebileceği azami tütün miktarı ise 10 bin tondur. 20 bin ton da çürüme gibi nedenlerle kaybedilen stok için düşürülecek olursa, yılda ihtiyaç duyacağımız tütün miktarı sadece 300 bin tondur. Geriye kalan tütün depoda boşuna bekleyecektir. Devlet, bir an önce tütün üreticisine, başka ürün yetiştirmesinde önayak olmalıdır.
Sonuçta, gelişmiş ülkeler sigara ile savaşta başarıya ulaşmak üzereler. Batılı ülkelerde sigara tüketimi her yıl azalmaktayken üretilen sigara sayısında ise artma vardır. ABD'de son 5 yılda sigara tüketimi 557 milyar paketten 487 milyar pakete inerken; üretim 686 milyar paketten 745 milyar pakete çıkmıştır. Yine bu ülke 1955'de 17 milyar paket sigara ihraç ederken, bu sayı 1995'de 15 kat artarak 240 milyar pakete çıkmıştır. Yani ABD sigara içmiyor, içtiriyor durumdadır.
Tütün endüstrisinin insanlığa yapmış olduğu kötülükler yetmiyormuş gibi, şimdi artık firmalar "Dumansız Sigara" üretip, her yerde sigara içilmesini hedeflemektedir.
Sigara Yasağı, Sigara Yasak
Türkiye'de sigara karşıtı derneklerin yoğun çabalan sonunda nihayet 7 Kasım 1996 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "Tütün mahsullerinin zararlarının önlenmesine" dair 4207 sayılı yasa çıkmıştır. Bu yasa ile sigara için her türlü özendirici reklam ve teşvik kampanyaları engellendi. Sağlık, eğitim ve kültür hizmeti veren yerler ile kapalı spor salonlarında ve toplu taşımacılık yapılan her türlü nakil vasıtaları ve bunların bekleme salonlarında, kamu hizmeti yapan kurum ve kuruluşlardan beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlarda tütün mamullerinin içilmesi yasaklandı. Ayrıca 18 yaşından küçük çocuklara sigara ve tütün ürünlerinin satılması da yasaklandı. TRT ve özel televizyonlar, her ay doksan dakika tütün kullanım alışkanlığının zararları konusunda yayın yapmak zorunda bırakıldı.
Artık sigara tüketiminin bundan sonraki durumu başta gençler olmak üzere, halkımızın duyarlılığına kalmıştır.
Kaynak: Prof. Dr. Y. İzzettin Barış
Sigara Hakkında Bilgi, Sigara Kullanımı
Tütün bitkisi yüzyıllar önce yani tarih öncesi dönemlerde, yeni dünya yerlileri tarafından keyif verici bir madde olarak kullanılmaktaydı. Aynı bitki Avusturalya'da da bulunmasına rağmen orada bu amaçla kullanılmamıştır.
Tütün Tarihçesi; Tütün yaprakları, enfiye, çiğneme, nargile, pipo, puro ve sigara şeklinde kullanılmaktadır. Bugün tütün denilince akla daha çok sigara gelmektedir.
Kristof Kolomb, XV. yüzyıl sonlarında Batı Hind adalarına geldiği, zaman, yerlilerin "Tobaccos" diye isimlendirdiği bir bitki yaprağını sararak yakıp dumanını zevkle içlerine çektiklerini görmüş ve faydalı olur düşüncesiyle bu bitkinin tohumlarını eski dünyaya taşımıştır. Tütün yapraklarının, geçmeyen yaraları iyileştirdiği, başta verem olmak üzere bir çok hastalıklara yararlı olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Fransa'nın Portekiz elçisi Jean Nicot da faydalı olduğuna inanarak, tohumlarını Paris'e taşımış ve Versay Sarayı'nın bahçesindeki çiçeklerin arasında tütün bitkisi de yerini almıştır. Bahçede çiçekleri açan bitki kraliçenin baş ağrısına yararlı olunca, tütün kısa zamanda sağlığa faydalı bitki sınıfına girmiş ve yeni bir endüstri doğmuştur. Bu bitkinin İngiltere'ye gelişi ise, tütün tiryakisi olan Amiral Walter Raleigh ile XVI. yüzyılın sonunda olmuştur. Amiral, Kraliçe Elizabeth'e tütün kullanmasını öğretmiştir. Daha sonraki yıllarda Kral James I'i devirmek suçundan ölüm cezasına çarptırılan Raleigh, Londra kulesinde hapisken, hücresinin önündeki ufak bir yerde tütün yetiştirmeye devam etmiştir. Zaman içinde, İngiltere ve Fransa'nın dışında, Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya'da da tütün endüstrisi gelişmeye başlamıştır. İlk sigara fabrikası ise 1856 yılında İngiliz Gloak tarafından kurulmuştur. Bunu diğer ülkelerdeki yeni fabrikalar takip etmiştir.
Tütünün ülkelere yayılması daha çok denizciler tarafından olmuştur. Avrupa ülkelerinin çoğu, sömürge ülkelerinde tütün yetiştirmeye başlamış ve oradan getirdikleri kurutulmuş tütün yapraklarını sararak puro, ya da kıyarak pipo veya sarma sigara şeklinde üreterek, pazarda yer kapmışlardır. XVIII. ve XIX. yüzyılda kıyılmış tütün ve sigarayı muhafaza eden tabakalar, pipolar ve ağızlıklar, erkeklerin süs eşyası haline gelmiştir. Tütün üreten ve işleyen şirketlerin sayısı artmış tütün endüstrisi devletler için büyük bir gelir kaynağı durumuna gelmiştir.
Her sanayi dalında olduğu gibi tütünde de en hızlı ve büyük gelişme ABD'de olmuştur. XX. yüzyılın ilk yarısında tercih edilen Şark tütünü idi. Bu tütünden yapılan sigaralar Avrupa piyasasında iyi bir üne sahipti. ABD, Virginia'da sulu tarım alanlarında yetiştirilen büyük yapraklı tütün üretmiş ve bunu eski kıtaya kısa zamanda tanıtmayı başarmıştır. Önceleri, sigaralar Şark tütünü ile Amerika'dan Burney ve Virginia tütünü ile karıştırılarak piyasaya sürülürken, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşik Amerika Marshall yardımı adıyla Avrupa'yı kendi tütününe alıştırmış ve piyasadaki payını genişletmiştir. Bunun sonucunda, Türkiye'nin ürettiği Şark tütününün dış satımı gittikçe azalmıştır.
Tütün kullanan kişilerde değişik hastalıklar olduğu çok eskiden beri bilinmekteydi. Zararlı bir bitki olduğu önce din adamları tarafından anlaşılmış ve kullanımı yasaklanmak istenmiştir. Tütünün o devirde daha çok üst tabaka insanları tarafından kullanılışı ve iyi para getirmesi nedenleriyle yasaklama başarılı olamamıştır. 1930 ve 1940'LN yıllarda çok nadir görülen akciğer kanseri olgularının 1950'Ierde gittikçe artan sıklıkta görülmesi araştırmaların gerekli olduğunu göstermiştir. ABD' de kişi başına düşen sigara sayısının XX. yüzyıl başından itibaren hafif dalgalanmalarla nasıl arttığını ve 60'lı yıllarda ise en yüksek sayı olan 4.000'e vardığı görülmektedir. Bu tarihten sonra ise düşme başlamıştır.
Savaş yıllarında tüketim hızla artmakta, buna karşın ekonomik kriz olduğu yıllarda kısa bir düşme göstermektedir. ABD'de tütün tüketimindeki belirgin azalmanın en büyük nedeni, Richard Doll ve arkadaşlarının 1951 yılında 41.000 İngiliz doktoru üzerinde yaptıkları çalışmalarla, tütünün insan sağlığına zararlı olduğunu göstermesinden kaynaklanmaktadır. Aynı yıllarda ABD'de kanser derneklerinin 25 eyalette sürdürmüş olduğu çalışmalar da benzer sonuçlar vermiştir. İnsanlığa büyük bir hizmette bulunan bu araştırıcılar, sigara içen doktorlarda başta akciğer kanseri olmak üzere bir çok kanserin, solunum yetmezliği yapan süreğen bronş hastalığının ve kalp damar rahatsızlıklarının, içmeyenlere göre daha fazla olduğunu istatistiksel olarak göstermişlerdir. Araştırmalarda, ABD'de bir yılda 130.000'i akciğer kanserinden olmak üzere 434.000 kişinin sigara ile ilgili hastalıktan öldüğü hesaplanmıştır. İngiltere'de ise sigara içiminden kaynaklanan erken ölüm sayısı 100.000 civarında olup, bu her gün içi tamamen insanla dolu büyük bir yolcu uçağının düşmesi anlamındadır.
Sigaranın tehlikeli bir alışkanlık olduğu kesin olarak ortaya çıkınca bundan yararlanan ve önlem alan ilk ülke İsveç olmuştur. Sağlıkçılar, bu önemli sağlık sorununun boyutlarını ve gerekli önlemleri hükümete bildirmiş, parlamento da gereken kanunları çıkarmış ve kısa bir sürede sigara ile mücadele başlatılmıştır. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı yönde hareket etmişlerdir. Amerika'da ve Avrupa'da sigara satışları azalmaya başlayınca, tütün tekelleri daha iyi kalitede sigara yapmaya başlamışlar, piyasaya filtreli, daha az katranlı sigaralar çıkmıştır.
Batıda tütüne karşı aşırı tepki o kadar etkin olmuştur ki, yukarıdaki gelişmeler, tütün tüketiminin azalmasına engel olamamıştır. ABD ve batının gelişmiş ülkelerinde, sigara ile mücadele yöntemleri ve halkın bilgilenmesi sonunda sigara tüketimi hızla düşmeye başlamıştır. 70'li yıllarda başlatılan savaş sonunda, yirmi yıl içinde, tütün kullanımı erişkin nüfusta % 41'den % 29'a düşmüştür. Buna rağmen çok uluslu sigara tekelleri, üretimlerini kısmamış, üretim fazlasını az gelişmiş ülkelere aktarma yoluna gitmişlerdir. Onlar için, Orta-Doğu, Afrika, Asya ve Pasifik okyanusu ülkeleri çok iyi pazarlardır ve gelecekleri oradadır. Bu görüşün dayanaklarını sayacak olursak:
1) Az gelişmiş ülkelerde nüfus çok fazladır.
2) Bu ülkelerde sigara ile mücadele olsa bile, devamlı artan nüfus sigara tüketimini artıracaktır.
3) Az gelişmiş ülkelerin ekonomileri düzeldikçe, halkın geliri arttıkça, sigara içimi otomatik olarak artacaktır.
4) Bu ülkelerin teknolojileri, batılı sigara tekelleri ile yarışacak durumda değildir.
5) Az gelişmiş ülkelerde daima parasal sorun vardır. Hükümetlerin sigaradan aldıkları vergilere gereksinimi vardır.
6) Batıda başlayan feminizm akımı üçüncü dünya ülkelerine geldiğinde kadınlar arasında sigara içimini artıracaktır.
Neticede çok uluslu tütün tekelleri, az gelişmiş ülkelerde altın arar gibi yeni pazarlar peşinde koşmuşlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır.
Tütün pazarını elinde tutan büyük şirketlerin, pazar bulmak için belirli yöntemleri vardır. Kullandıkları yüksek teknoloji nedeniyle ürettikleri sigaraların kaliteleri çok iyidir. Önce hedef ülkeye yasal olmayan yollarla (kaçakçılık, bavul turizmi vb.) sigaralarını sokmuşlardır. Sonra ülke yöneticilerine, "Sizin paraya ihtiyacınız var. Açın gümrük kapılarınızı, kaçakçının cebine girecek para sizin olsun" önerisinde bulunmuşlardır. İkinci işlem, etkin bir reklam kampanyası ile birlikte halkı kendi sigaralarına alıştırmaktır. Hedefleri, sigara içmeyen gençler ve kadınlardır. Reklamlarını yaparken, amaçlarının gençleri sigaraya alıştırmak değil; tiryakilere daha iyi sigara sunarak, onlara hizmet olduğunu vurgularlar! Yabancı sigara şirketlerinin bu oyunlarını bilen ve onlara mani olmaya çalışan ülkeler başarılı olamamışlardır. Zira, karşılarına ABD ile yapılan ticaret anlaşmaları çıkar. Sigaralarını pazarlayamadıkları, reklamlarını yapamadıkları ülkelere ambargo uygulatmaktadırlar.
Çok uluslu tütün tekellerinin bu acımasız hareketleri, etkisini kısa zamanda göstermiş ve Batıda sigara tüketimi azalırken, üretim fazlalaşmış ve az gelişmiş ülkelerde sigara kullanımı artmıştır. Tütün tüketimi İngiltere'de %22 Latin Amerika'da %24, Afrika ülkelerinde ise %42 oranında artmıştır.
Tütün, Osmanlı'ya ilk kez XVII. yüzyılın sonunda Ce-novalı denizciler tarafından liman şehirleri olan İstanbul ve İzmir'e getirilerek tanıtılmıştır. Bundan sonra Selanik ve İskeçe şehirlerinde üretim başlamıştır. Tütün kullanımına bağlı büyük yangınlar nedeniyle IV. Murat katı önlemler almış, ancak başarılı olamamıştır. Osmanlı, tütün ihtiyacını, Batı Trakya yöresindeki üretim ile gidermeye çalışmış ve bir süre sonra Avrupa'ya Şark tütününü satar duruma gelmiştir. Osmanlı 1895 yılında Fransız Reji şirketiyle anlaşmış ve bununla İstanbul, İzmir ve Samsun'da sigara fabrikaları kurulmuştur. Bu şirketle anlaşma süresi bitmesine rağmen, Balkan Savaşı felaketi ve maddi sıkıntılar Osmanlı'yı Fransızlarla yeniden anlaşmaya zorlamıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hemen başında TBMM Hükümeti Reji şirketi ile anlaşmayı feshetmiş ve ulusal bir politika gereği Tekel kurulmuştur.
Türkiye'de üretilen Şark veya yarı Şark tipi tütün olup; daha çok Ege Bölgesi'nde, İzmir, Manisa, Aydın, Balıkesir; Karadeniz'de, Samsun, Trabzon ve Artvin civarında; Marmara ve Güney Doğu Anadolu'da üretilmektedir, üretilen yerler genellikle başka amaçla pek kullanılmayan kıraç arazilerdir. Bugün Türkiye'de tütünle uğraşan yarım milyon insan ve bunların bakmakla yükümlü olduğu 5 milyon kişi vardır.
TC. Devleti tütün üreticilerini, desteklemekte yani halkın ürettiği tütünü, dış piyasadaki değerinden daha pahalı almaktadır. Alınan tütünler, sınıflandırılmakta ve ona göre üreticiye para ödenmektedir. Son zamanlarda, bazı yörelerdeki kötü kaliteli tütünler, sırf politik amaçla, olduğundan yüksek değerlerle alınmaktadır, üreticiden alınan iyi kaliteli tütünler, döviz ihtiyacı olduğu zaman ucuz fiyatla dışarıya satılmakta ve tütün ihtiyacı olduğu zaman da, ihraç edilenler daha pahalı olarak satın alınmaktadır. Yani devletimiz tütünden artık kâr yerine, zarar etmektedir.
Çok uluslu tütün tekelleri, Türkiye'de üretilen Şark tütününü % 10-20 oranında Virginia tütünü ile harmanlayarak daha lezzetli sigara üretmektedirler. Türkiye'de 1984 yılında çıkan bir yasa ile yabancı sigaralar Tekel aracılığıyla ithal edilmeye ve satılmaya başlanmıştır. Bu şekilde Türk toplumu yabancı sigaraları tanımaya başlamıştır. 1986 yılında çıkartılan ikinci bir yasa ile ülkemizde tütün tekeline son verilmiştir. Bu tarihten sonra, tütün ürünlerinin üretimi, ithalatı ve ihracatıyla ilgili kararlar Bakanlar Kurulu'na verilmiştir. 1991 yılında çıkartılan bir kararname ile, yabancı şirketlerin Türkiye'de tütün hazırlama ünitelerini de içeren bütünleşme tesisleri kurmalarına izin verilmiştir. Bundan sonra tütün ürünlerinin fiyatlandırma, dağıtım ve satışı serbest bırakılmıştır. Yabancı tütün tekellerinin, ülkemizdeki tesislerde ürettikleri ürünler 2.000 ton üretim seviyesine ulaştığında kendi sigaralarının fiyatlanmasında da karar sahibi olacaklardır.
Yukarıdaki kanunlar sayesinde, yabancı tütün tekelleri, yerli ortaklar bularak, sigara fabrikaları kurmuşlar, tanıtım ve reklamları sayesinde ülke pazarına iyice girmişlerdir. İlk yabancı sigara fabrikası 1991'de Bitlis'de Best sigarası ile üretime başlamıştır. Bundan hemen sonra Reynold firması, Camel, Winston ve Salem sigara fabrikalarını; Philip Morris şirketi de büyük bir holding ile anlaşarak Marlboro sigara fabrikasını kurmuşlardır.
Yabancı sigaraların 1984'de toplam sigara tüketimindeki payı % 2.4 iken 1991'de %15'e; toplam sigara satışı aynı süre içinde % 0'dan % 33'e ulaşmıştır, bu sayılar çok uluslu sigara tekellerinin ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir.
Yabancı şirketlerle anlaşma gereği, Türkiye'de üretilen sigaraların içine Türk tütününün de katılması şart koşulmuştur. Bu da işlerliliğini gittikçe kaybetmektedir.
Türk pazarındaki yabancı sigaralar, Türkiye'deki yabancı sigara fabrikalarının ürettikleri sigaralar, ithalat ve kaçakçılık yollarıyla girenlerdir. T.C. Tekeli pazarı yabancı şirketlerden korumak için, yabancı sigara ile aynı kalitede sigara çıkarmış ve bunun fiyatı, yabancı sigaralardan daha düşük olduğu için daha çok satılır duruma gelmiştir.
ABD'nin ürettiği Virginia tütününün dünya pazarında hakimiyeti, tütün üreten ülke olan Türkiye'nin durumunu sarsmıştır. Artık eskisi gibi Avrupa'ya tütün satılamamaktır. Satıcıdan alınan tütünler, ihtiyacın üstünde olmaya başlamıştır. 1993 yılında Tekel'in elindeki tütün stoklarının miktarı 520 bin tondur. Tüccar yılda ortalama 80 bin ton tütün satın alırken; ortalama 30-40 bin ton tütün ihraç edilmektedir. Tekel'in fabrikalarında bir yılda işleyebileceği azami tütün miktarı ise 10 bin tondur. 20 bin ton da çürüme gibi nedenlerle kaybedilen stok için düşürülecek olursa, yılda ihtiyaç duyacağımız tütün miktarı sadece 300 bin tondur. Geriye kalan tütün depoda boşuna bekleyecektir. Devlet, bir an önce tütün üreticisine, başka ürün yetiştirmesinde önayak olmalıdır.
Sonuçta, gelişmiş ülkeler sigara ile savaşta başarıya ulaşmak üzereler. Batılı ülkelerde sigara tüketimi her yıl azalmaktayken üretilen sigara sayısında ise artma vardır. ABD'de son 5 yılda sigara tüketimi 557 milyar paketten 487 milyar pakete inerken; üretim 686 milyar paketten 745 milyar pakete çıkmıştır. Yine bu ülke 1955'de 17 milyar paket sigara ihraç ederken, bu sayı 1995'de 15 kat artarak 240 milyar pakete çıkmıştır. Yani ABD sigara içmiyor, içtiriyor durumdadır.
Tütün endüstrisinin insanlığa yapmış olduğu kötülükler yetmiyormuş gibi, şimdi artık firmalar "Dumansız Sigara" üretip, her yerde sigara içilmesini hedeflemektedir.
Sigara Yasağı, Sigara Yasak
Türkiye'de sigara karşıtı derneklerin yoğun çabalan sonunda nihayet 7 Kasım 1996 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "Tütün mahsullerinin zararlarının önlenmesine" dair 4207 sayılı yasa çıkmıştır. Bu yasa ile sigara için her türlü özendirici reklam ve teşvik kampanyaları engellendi. Sağlık, eğitim ve kültür hizmeti veren yerler ile kapalı spor salonlarında ve toplu taşımacılık yapılan her türlü nakil vasıtaları ve bunların bekleme salonlarında, kamu hizmeti yapan kurum ve kuruluşlardan beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlarda tütün mamullerinin içilmesi yasaklandı. Ayrıca 18 yaşından küçük çocuklara sigara ve tütün ürünlerinin satılması da yasaklandı. TRT ve özel televizyonlar, her ay doksan dakika tütün kullanım alışkanlığının zararları konusunda yayın yapmak zorunda bırakıldı.
Artık sigara tüketiminin bundan sonraki durumu başta gençler olmak üzere, halkımızın duyarlılığına kalmıştır.
Kaynak: Prof. Dr. Y. İzzettin Barış
Parkinsondan Korunma Yollari
Parkinson Hastalığından Korunma Yöntemleri
Çok önemli iki toplumsal hastalığı konuştuk. Tedavi anlamında bugün hangisinde daha başarılıyız?
Şu an Parkinson tedavisinde daha başarılıyız. Bugün kullandığımız ilaçlarla hemen hemen tüm Parkinson hastalarında gözle görülür, belirgin bir düzelme sağlamak mümkün, aynı ölçüde bir düzelmeyi Alzheimer hastalarında maalesef görmüyoruz.
Peki bu hastalıklardan korunmak için ne yapmalı?
Tüm dünya beynin yaşlılıkla ortaya çıkan hastalıklarından korunmanın yollarını arıyor. İnsanlardaki genel eğilim alınacak herhangi bir vitamin ya da besin katkısıyla bunların önüne geçebilme dileği. Bir başka deyimle insanlar çözümü kendi dışlarında arıyorlar. "Ben yaşam tarzımda hiçbir şey değiştirmeyeyim, beslenmeme, kendime dikkat etmek zorunda olmayayım, bir vitamin ya da başka bir hap alayım ve bu hastalıklardan korunayım" arayışı içindeler. Ancak bugüne kadar herhangi bir vitaminin ya da başka bir maddenin tek başına bu tip hastalıkları engelleyebileceği gösterilemedi. Böyle sihirli bir hap yok elimizde. Ama bildiğimiz risk faktörleri var. Her iki hastalık için de bu risk faktörlerini azalttığınız zaman, hastalıkların ortaya çıkma olasılığını da azaltıyorsunuz. Alzheimer hastalığında bilinen risk faktörleri arasında; yüksek tansiyon, kolesterol, doymuş yağlardan zengin beslenme şeklinin olduğunu söylemiştik. Bütün bunları kontrol altına alırsanız, zihninizi ve bedeninizi düzenli olarak aktif tutarsanız, nöro-dejeneratif hastalıkların ortaya çıkma riskini de azaltırsınız.
İlave olarak alınan vitaminlerin gerçekten hiçbir etkisi yok mu?
Bugüne kadar ispatlanmış, şu vitamin şu kadar dozda alınırsa, Alzheimer veya Parkinson hastalığı oluşmaz diye bir bulgu yok. Yüksek dozda E vitamininin (günde 2.000 mg ) hem Alzheimer hem de Parkinson hastalığında tedavi edici olup olmadığı veya hastalığın ilerleme hızını yavaşlatıp yavaşlatmadığı araştırıldı ve böyle bir etki olmadığı görüldü. Bu hastalıklardan korunma bağlamında ise yapılan tüm gözlemsel çalışmalar bir araya getirildiğinde her gün alınan 400 mg E vitamininin beynin dejeneratif hastalıklarının ortaya çıkma riskini hafif de olsa azalttığı kanısına varıldı, ancak bu henüz ispatlanmış olarak düşünülmemeli.
Yani düzenli olarak ilave vitamin almanın ispatlanmış bir etkisi yok?
Yok. Günlük gıdalara ilave olarak alınan herhangi bir vitaminin koruyucu etkisini göstermek o kadar zor ki. Bin insan aldığınızı düşünün, bu vitamin kullanan grup olsun; kıyaslamak için de bin tane vitamin almayan insan aldığınızı düşünün. Kesin bir sonuca varmak için bu iki grubun diğer özelliklerini yıllar boyunca eşit tutmanız gerekir. Bunu yapmak mümkün mü? Başka bir deyişle yıllar boyunca bu iki grubun, kabaca aynı miktarda aynı şeyleri yemesini sağlamak, aynı şekilde yaşamasını sağlamak, aradaki tek farkın vitamin almak veya almamak olmasını sağlamak mümkün mü? Vitamin katkılarının etkisini kesin bir şekilde cevaplamanın tek yolu bu, bu da pratik olarak çok zor bir yöntem. Bu yüzden de bugüne kadar yapılmış araştırmaların (ki bunlar kişilerin aldığı günlük vitamin miktarlarının tahmin edilmesi yöntemine dayanıyor) sonuçlan ciddi farklılıklar gösteriyor, örneğin bir çalışma E vitamininin koruyucu olduğunu bulurken bir başkası hiçbir koruyucu etki bulmuyor.
Top bizde
Top bizde mi yani?
Evet öyle, top büyük ölçüde insanların kendisinde. Dışardan alabileceğimiz, beyin hastalıklarını engelleyen sihirli bir hap henüz yok. Yük insanın kendi omuzlarında, top sizin ayağınızda, kendiniz için bir şey yapmak sizin elinizde. Eğer sağlıklı bir yaşam sürerseniz, beslenmenize, zihin-sel-fiziksel aktivitelerinize dikkat ederseniz, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, yüksek kolesterol gibi riskleriniz varsa ve bunlarla etkin bir şekilde mücadele ederseniz, beyninizin hastalanma riskini de azaltırsınız.
Beynin yaşlanması ve özellikle Alzheimer ve Parkinson hastalıkları tüm dünyanın baş etmeye çalıştığı toplumsal sağlık sorunlarının başında geliyor. Türk insanını bu konuda aydınlattığınız için size çok teşekkür ediyorum. Ben de kitabın hastalarımıza, hasta yakınlarına ve tüm halkımıza yararlı olmasını diliyorum.
Çok önemli iki toplumsal hastalığı konuştuk. Tedavi anlamında bugün hangisinde daha başarılıyız?
Şu an Parkinson tedavisinde daha başarılıyız. Bugün kullandığımız ilaçlarla hemen hemen tüm Parkinson hastalarında gözle görülür, belirgin bir düzelme sağlamak mümkün, aynı ölçüde bir düzelmeyi Alzheimer hastalarında maalesef görmüyoruz.
Peki bu hastalıklardan korunmak için ne yapmalı?
Tüm dünya beynin yaşlılıkla ortaya çıkan hastalıklarından korunmanın yollarını arıyor. İnsanlardaki genel eğilim alınacak herhangi bir vitamin ya da besin katkısıyla bunların önüne geçebilme dileği. Bir başka deyimle insanlar çözümü kendi dışlarında arıyorlar. "Ben yaşam tarzımda hiçbir şey değiştirmeyeyim, beslenmeme, kendime dikkat etmek zorunda olmayayım, bir vitamin ya da başka bir hap alayım ve bu hastalıklardan korunayım" arayışı içindeler. Ancak bugüne kadar herhangi bir vitaminin ya da başka bir maddenin tek başına bu tip hastalıkları engelleyebileceği gösterilemedi. Böyle sihirli bir hap yok elimizde. Ama bildiğimiz risk faktörleri var. Her iki hastalık için de bu risk faktörlerini azalttığınız zaman, hastalıkların ortaya çıkma olasılığını da azaltıyorsunuz. Alzheimer hastalığında bilinen risk faktörleri arasında; yüksek tansiyon, kolesterol, doymuş yağlardan zengin beslenme şeklinin olduğunu söylemiştik. Bütün bunları kontrol altına alırsanız, zihninizi ve bedeninizi düzenli olarak aktif tutarsanız, nöro-dejeneratif hastalıkların ortaya çıkma riskini de azaltırsınız.
İlave olarak alınan vitaminlerin gerçekten hiçbir etkisi yok mu?
Bugüne kadar ispatlanmış, şu vitamin şu kadar dozda alınırsa, Alzheimer veya Parkinson hastalığı oluşmaz diye bir bulgu yok. Yüksek dozda E vitamininin (günde 2.000 mg ) hem Alzheimer hem de Parkinson hastalığında tedavi edici olup olmadığı veya hastalığın ilerleme hızını yavaşlatıp yavaşlatmadığı araştırıldı ve böyle bir etki olmadığı görüldü. Bu hastalıklardan korunma bağlamında ise yapılan tüm gözlemsel çalışmalar bir araya getirildiğinde her gün alınan 400 mg E vitamininin beynin dejeneratif hastalıklarının ortaya çıkma riskini hafif de olsa azalttığı kanısına varıldı, ancak bu henüz ispatlanmış olarak düşünülmemeli.
Yani düzenli olarak ilave vitamin almanın ispatlanmış bir etkisi yok?
Yok. Günlük gıdalara ilave olarak alınan herhangi bir vitaminin koruyucu etkisini göstermek o kadar zor ki. Bin insan aldığınızı düşünün, bu vitamin kullanan grup olsun; kıyaslamak için de bin tane vitamin almayan insan aldığınızı düşünün. Kesin bir sonuca varmak için bu iki grubun diğer özelliklerini yıllar boyunca eşit tutmanız gerekir. Bunu yapmak mümkün mü? Başka bir deyişle yıllar boyunca bu iki grubun, kabaca aynı miktarda aynı şeyleri yemesini sağlamak, aynı şekilde yaşamasını sağlamak, aradaki tek farkın vitamin almak veya almamak olmasını sağlamak mümkün mü? Vitamin katkılarının etkisini kesin bir şekilde cevaplamanın tek yolu bu, bu da pratik olarak çok zor bir yöntem. Bu yüzden de bugüne kadar yapılmış araştırmaların (ki bunlar kişilerin aldığı günlük vitamin miktarlarının tahmin edilmesi yöntemine dayanıyor) sonuçlan ciddi farklılıklar gösteriyor, örneğin bir çalışma E vitamininin koruyucu olduğunu bulurken bir başkası hiçbir koruyucu etki bulmuyor.
Top bizde
Top bizde mi yani?
Evet öyle, top büyük ölçüde insanların kendisinde. Dışardan alabileceğimiz, beyin hastalıklarını engelleyen sihirli bir hap henüz yok. Yük insanın kendi omuzlarında, top sizin ayağınızda, kendiniz için bir şey yapmak sizin elinizde. Eğer sağlıklı bir yaşam sürerseniz, beslenmenize, zihin-sel-fiziksel aktivitelerinize dikkat ederseniz, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, yüksek kolesterol gibi riskleriniz varsa ve bunlarla etkin bir şekilde mücadele ederseniz, beyninizin hastalanma riskini de azaltırsınız.
Beynin yaşlanması ve özellikle Alzheimer ve Parkinson hastalıkları tüm dünyanın baş etmeye çalıştığı toplumsal sağlık sorunlarının başında geliyor. Türk insanını bu konuda aydınlattığınız için size çok teşekkür ediyorum. Ben de kitabın hastalarımıza, hasta yakınlarına ve tüm halkımıza yararlı olmasını diliyorum.
Parkinson Tedavisinde Pil Takma
Parkinson Hastalığı Tedavisi ve Pil Takma
Bir tür elektriksel titreşimle uyarma gibi düşünün. Bu hücrelerin normalde belirli bir çalışma ritmi var. Çok yüksek frekansta uyardığınızda o ritmi tutturamıyorlar ve işlev dışı kalıyorlar. Pil cerrahisinin avantajı şu: Beyindeki doku zarar görmediği için eğer istenmeyen bir etki oluşursa pilin ayarlarını değiştirmeniz, pili kapatmanız ya da tamamen çıkarmanız mümkün. Geri dönüşümü olan bir yöntem yani.
Teknik olarak ise uygulama şöyle: Her hasta için hedeflenen merkezin o hastanın beynindeki koordinatları hesaplanıyor. Hastanın başı özel bir çerçeveye oturtulup bu çerçeve yardımıyla hesaplanan koordinatlar uygulanıyor ve hasta uyanıkken hedeflenen bölgeye elektrot dediğimiz incecik bir tel ile ulaşılıyor. Bu elektrotun ucundan istediğimiz şiddet ve sürelerle elektrik uyarıları verebiliyoruz. Elektrot kafatasına sabitleniyor ve deri altından getirilip aynı kalp pillerinde olduğu gibi hemen göğüs derisinin altına yerleştirilmiş bir pile bağlanıyor. Bu pili uzaktan kumandayla dışardan açıp kapatmak, kontrol etmek mümkün. Ne kadar sık, ne kadar şiddetli ve ne kadar sürelerle uyarı göndereceği gibi üç değişik ayarı dışardan yapmak mümkün. Pil cerrahisi, Yakma cerrahisine göre daha avantajlı, ama çok daha pahalı.
Türkiye'de her iki yöntem de uygulanıyor herhalde...
Türkiye'de İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde ve belirli merkezlerde her iki yöntem de uygulanıyor. Bu konuda uzmanlaşmış az sayıda beyin cerrahı arkadaşımız var. Doğru vakaya yapıldığı ve iyi uygulandığı zaman çok etkili olabilen bir yöntem bu. Özellikle pil koyma yöntemi ile hastalar büyük ölçüde düzelebiliyorlar, açılma-kapanmaları, istem dışı hareketler kayboluyor, ilaç dozları yan yarıya azaltılabiliyor.
Parkinson ve egzersiz
Parkinson hastalarında tıbbi tedavinin yanı sıra fiziksel aktivite ve egzersizlerin de önemli olduğu söyleniyor...
Evet fiziksel aktivite ve egzersizlerin özellikle kas sertliği ve hareket yavaşlığı üzerine olumlu etkileri var. Kullanılmayan kaslar zamanla atrofiye uğrayabilirler, yani kitleleri azalıp boyları kısalabilir, eklemler de düzenli hareket ettirilmedikleri takdirde sertleşip hareket yeteneğini kaybedebilirler. Dolayısıyla düzenli bedensel faaliyet ve egzersiz, kasların ve eklemlerin işlevselliğini sürdürmesini sağlıyor. Bu amaçla hastalarımız tüm eklem ve kaslarını her gün kısa sürelerle de olsa çalıştırmalılar. Bu egzersizlerin hastayı yoracak derecede ağır olması ya da uzun sürmesi gerekmiyor. Örneğin yürüme gayet basit ancak etkili bir egzersiz şekli. Bir başka seçenek yüzme, yapabilen hastalarda oldukça yararlı bir egzersiz şekli. Hastanın daha önceden yapageldiği tenis, futbol gibi spor aktiviteleri varsa bunları sürdürmelerini de öneririz. Çünkü bu tip bilinçli motor istem tarafından yürütülen hareketler, yürüme gibi otomatik hareketlere kıyasla Parkinson hastalığından daha az etkilenirler. Burada yeri gelmişken söyleyeyim, Parkinson hastalığında sorun büyük ölçüde yürümenin düşünmeden otomatik olarak başlatılması ve sürdürülmesin-dedir, yani "otomatik pilot" hasarlı iken "istemli, manuel pilot" daha iyi durumdadır. Bu yüzden hastalar komut verildiğinde ya da dikkatlerini toplayıp önlerindeki bir çizginin, eşiğin üzerinden atladıklarında yürümeyi başlatmaları kolaylaşır, adım mesafeleri büyür.
Özellikle önerdiğiniz hareketler var mı?
Hayır yok, bu hastadan hastaya değişebilir Ancak tüm büyük eklemleri ve onları oynatan kasları düzenli olarak hareket ettirmek önemli. İhmal edilmemesi açısından bu hareketler düzenli olarak sabah yataktan kalkındığında yapılabilir. Bu egzersizlerin ilaç tedavisinden çok yarar görmeyen öne eğik duruş, denge bozukluğu veya sandalyeden doğrulma zorluğu gibi belirtilere faydası olabilir.
Bir tür elektriksel titreşimle uyarma gibi düşünün. Bu hücrelerin normalde belirli bir çalışma ritmi var. Çok yüksek frekansta uyardığınızda o ritmi tutturamıyorlar ve işlev dışı kalıyorlar. Pil cerrahisinin avantajı şu: Beyindeki doku zarar görmediği için eğer istenmeyen bir etki oluşursa pilin ayarlarını değiştirmeniz, pili kapatmanız ya da tamamen çıkarmanız mümkün. Geri dönüşümü olan bir yöntem yani.
Teknik olarak ise uygulama şöyle: Her hasta için hedeflenen merkezin o hastanın beynindeki koordinatları hesaplanıyor. Hastanın başı özel bir çerçeveye oturtulup bu çerçeve yardımıyla hesaplanan koordinatlar uygulanıyor ve hasta uyanıkken hedeflenen bölgeye elektrot dediğimiz incecik bir tel ile ulaşılıyor. Bu elektrotun ucundan istediğimiz şiddet ve sürelerle elektrik uyarıları verebiliyoruz. Elektrot kafatasına sabitleniyor ve deri altından getirilip aynı kalp pillerinde olduğu gibi hemen göğüs derisinin altına yerleştirilmiş bir pile bağlanıyor. Bu pili uzaktan kumandayla dışardan açıp kapatmak, kontrol etmek mümkün. Ne kadar sık, ne kadar şiddetli ve ne kadar sürelerle uyarı göndereceği gibi üç değişik ayarı dışardan yapmak mümkün. Pil cerrahisi, Yakma cerrahisine göre daha avantajlı, ama çok daha pahalı.
Türkiye'de her iki yöntem de uygulanıyor herhalde...
Türkiye'de İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde ve belirli merkezlerde her iki yöntem de uygulanıyor. Bu konuda uzmanlaşmış az sayıda beyin cerrahı arkadaşımız var. Doğru vakaya yapıldığı ve iyi uygulandığı zaman çok etkili olabilen bir yöntem bu. Özellikle pil koyma yöntemi ile hastalar büyük ölçüde düzelebiliyorlar, açılma-kapanmaları, istem dışı hareketler kayboluyor, ilaç dozları yan yarıya azaltılabiliyor.
Parkinson ve egzersiz
Parkinson hastalarında tıbbi tedavinin yanı sıra fiziksel aktivite ve egzersizlerin de önemli olduğu söyleniyor...
Evet fiziksel aktivite ve egzersizlerin özellikle kas sertliği ve hareket yavaşlığı üzerine olumlu etkileri var. Kullanılmayan kaslar zamanla atrofiye uğrayabilirler, yani kitleleri azalıp boyları kısalabilir, eklemler de düzenli hareket ettirilmedikleri takdirde sertleşip hareket yeteneğini kaybedebilirler. Dolayısıyla düzenli bedensel faaliyet ve egzersiz, kasların ve eklemlerin işlevselliğini sürdürmesini sağlıyor. Bu amaçla hastalarımız tüm eklem ve kaslarını her gün kısa sürelerle de olsa çalıştırmalılar. Bu egzersizlerin hastayı yoracak derecede ağır olması ya da uzun sürmesi gerekmiyor. Örneğin yürüme gayet basit ancak etkili bir egzersiz şekli. Bir başka seçenek yüzme, yapabilen hastalarda oldukça yararlı bir egzersiz şekli. Hastanın daha önceden yapageldiği tenis, futbol gibi spor aktiviteleri varsa bunları sürdürmelerini de öneririz. Çünkü bu tip bilinçli motor istem tarafından yürütülen hareketler, yürüme gibi otomatik hareketlere kıyasla Parkinson hastalığından daha az etkilenirler. Burada yeri gelmişken söyleyeyim, Parkinson hastalığında sorun büyük ölçüde yürümenin düşünmeden otomatik olarak başlatılması ve sürdürülmesin-dedir, yani "otomatik pilot" hasarlı iken "istemli, manuel pilot" daha iyi durumdadır. Bu yüzden hastalar komut verildiğinde ya da dikkatlerini toplayıp önlerindeki bir çizginin, eşiğin üzerinden atladıklarında yürümeyi başlatmaları kolaylaşır, adım mesafeleri büyür.
Özellikle önerdiğiniz hareketler var mı?
Hayır yok, bu hastadan hastaya değişebilir Ancak tüm büyük eklemleri ve onları oynatan kasları düzenli olarak hareket ettirmek önemli. İhmal edilmemesi açısından bu hareketler düzenli olarak sabah yataktan kalkındığında yapılabilir. Bu egzersizlerin ilaç tedavisinden çok yarar görmeyen öne eğik duruş, denge bozukluğu veya sandalyeden doğrulma zorluğu gibi belirtilere faydası olabilir.
Parkinson Tedavisi Parkinson Tedavi
Parkinson Hastalığı Tedavisi, Parkinson Tedavi
Parkinson hastalığının tedavisini kabaca üçe ayırmak mümkün: İlaç tedavisi, ilaç dışı tedavi ve cerrahi tedavi. Önce genel prensiplerden başlayalım. Tedavide ilk adım, bunun kalıcı bir beyin hastalığı olduğunu kabul etmekten oluşuyor. Hastalığın geçmeyeceğini bilmek ve onunla yaşamayı öğrenmek gerekli. Elimizdeki yöntemlerle hastalarımızı uzun yıllar iyi bir hayat kalitesi ile yaşatmak mümkün. Onların da alacakları basit tedbirler ve uyacakları birtakım kurallarla hayatlarını kolaylaştırmak ellerinde. Hastalığın özelliklerini bilirlerse hasta, hayatını, aktivitelerini, hareketlerini ona göre şekillendirebilir. Örneğin çabuk yorulma Parkinson hastalığının bir özelliğidir ve Parkinsonluların yaklaşık yarısı yorgunluktan yakınırlar. Eğer hasta bunu bilirse, gününü daha iyi yapılandırabilir. Biz hastalarımıza yorgunluk sınırını aşmamalarını öneririz. Ev kadınlarımızın klasik bir yöntemi vardır. "Sabahtan bütün işimi gücümü yapayım, öğleden sonra oturayım, dinleneyim." Ama biz bunu önermeyiz. "Günü bölün. Sabahtan yemek yapın, öğleden sonra temizlik yapın, akşama da biraz iş bırakın" diyoruz. Yorulduklarını hissederlerse, ara vermelerini ve sonra yeniden başlamalarını, bunun yanında düzenli egzersizi, yürümeyi öneriyoruz. Bu bizim için tedavinin bir parçası. Mutlaka kilo vermelerini istiyoruz. Çünkü kilo zaten normal bir kişide de sorun oluşturabiliyor. Eğer beyin hastaysa, o zaman fazla kilo daha da sorunlu hale gelebilir. Sağlıklı bir beslenme şekli öneriyoruz. Parkinson hastalığının kendine ait bir diyeti yok. Bazı ilaçlar, proteinli gıdalarla beraber alındığında emilmeleri zorlaşır, beyne geçmeyebilirler. Onun için o ilaçlar alınırken, proteinli gıdaların ilaçtan belli bir süre sonra tüketilmesini öneririz. Bunun dışında tüm insanlar için geçerli olan sağlıklı beslenme şekli, Parkinson hastalan için de geçerlidir. Hastalarımızdan hem fiziksel hem de zihinsel olarak aktif kalmalarını isteriz. Bir köşeye çekilmelerine tamamen karşıyızdır. Modern tedavi yöntemleri ile Parkinson hastalarının günlük yaşama ve iş yaşamına katılmalarında sorun olmaz. Kendi başlarına egzersiz yapamayan hastalar için fizyoterapi de faydalıdır.
Dopamin ve levodopa başrolde
Parkinson Hastalığının Tedavisi; İlaç Tedavisi Nasıl yapılıyor?
Alzheimer'da olduğu gibi ilaç tedavisinin doğrudan doğruya hastalığa özgün olan ve bu hastalık için özgün olmayan şekilleri var. Hastalığa özgün tedavinin ana stratejisini de beyinde artık yeteri kadar üretilmeyen dopamin'i yerine koymak oluşturuyor. Dopamin'in kendisini veremiyoruz. Bunun nedeni, dopamin'in kan-beyin seddini aşamaması. Normalde kan ile beyin arasında bir bariyer, bir set vardır; "kan-beyin seddi" olarak tanımlanır. Kandaki her madde beyne geçemez. Beyin ancak kendi istediklerini seçip alır. Dopamin de beyne geçemeyen maddelerden birisi. Bu yüzden tedavide dopamin'in ön maddesini veriyoruz. Bu maddenin adı levodopa. Beyne geçen levodopa, beyindeki dopamin üreten hücreler tarafından dopamin'e çevriliyor ve depolanıp kullanılmaya başlanıyor. Levodopa'yı da saf olarak vermiyoruz. Çünkü böyle yaparsak, levodopa beyin dışı hücrelerde de dopamin'e çevriliyor, mesela mide-bağırsak sisteminde. Bu da istemediğimiz bir şey çünkü yan etkilere sebep oluyor. Levodopa'yı, dopamin'e dönüştüren çeviriciyi (enzimi) baskılayan bir madde ile birlikte veriyoruz, ancak bu madde beyne geçmiyor, sadece çevre dokularda kalıyor.
Böylelikle de verdiğimiz levodopa, çevre dokularda dopamin'e çevrilmiyor ve büyük kısmı beyne geçiyor. Beyne geçtikten sonra dopamin'e çevriliyor ve kullanılmaya başlıyor. Bu ilaç halen Parkinson hastalığının en etkili tedavi yöntemi olarak kabul ediliyor. Levodopa, 1960'lerin sonu 1970'lerin başından beri kullanılan bir madde.
Ancak şöyle bir gözlem var. Uzun yıllar levodopa kullanan hastalarda, özellikle de genç hastalarda bazı sorunlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin tedaviye başlandıktan sonra beş yıl içinde hastaların yaklaşık yüzde 40-50'sinde ilacın etki süresinin kısaldığını görüyoruz. Hasta diyor ki, "Eskiden ben ilacımı aldığım zaman, bir dahaki doza kadar hiçbir kötüleşme hissetmezdim. Ama son yıllarda bir dozu alıyorum ikincisinin vakti yaklaşırken kötüleştiğimi hissediyorum, tutukluğum artıyor, yürümem yavaşlıyor, kapanmaya başlıyorum." Biz buna "motor (harekette) dalgalanmalar" veya "açılma-kapanma dönemleri' diyoruz. Hasta hareket edebilme yeteneği bağlamında bir açık, bir kapalı oluyor. Bir de bizim diskinezi veya "istem dışı hareketler" dediğimiz bir durum ortaya çıkabiliyor. Hasta açılma veya kapanma dönemine girerken ya da açık olduğu tüm süre boyunca eğilme, bükülme, atma, kasılma şeklinde istem dışı hareketler ortaya çıkıyor. Bunların ise şu mekanizmayla olduğu düşünülüyor: Başlangıçta beyin levodopa'yı kandan alıp dopamin'e çeviriyor, depoluyor ve istediği zaman kullanıyor. Ancak zamanla hastalık ilerleyip dopamin yapan hücrelerin ölümü arttıkça depolama kabiliyeti azalıyor. Bu yüzden beyin o an kanda ne kadar levodopa varsa onu alıp kullanıyor. Kanda çok varsa, çok alıp kullanıyor. Bu durumda da hasta yürüyor, hareket edebiliyor ancak bunun yanında istem dışı, fazladan hareketler de ortaya çıkıyor. İşte bu iki komplikasyon, açılıp-kapanma dönemleri ve diskinezi'lerden dolayı şu an modern tedavide levodopa bazındaki ilaçları genç hastalarda geciktirerek kullanıyoruz. Onun yerine önce diğer ilaçları kullanmayı yeğliyoruz.
Şimdi giderek daha iyi anlıyoruz ki levodopa'nm yaptığı bu komplikasyonlar, büyük ihtimalle bizim ilacı kullanma şeklimizden kaynaklanıyor. Dopamin beyinde sürekli salgılanıyor. Halbuki biz levodopa'yı dışardan kesintili bir şekilde, zaman zaman veriyoruz, bu da beyinde dopamin'ın kesintili bir şekilde salınmasına sebep oluyor. Gerekli uyarı beyne bir süreliğine geliyor, sonra bir süre kayboluyor. Sözünü ettiğim bu komplikasyonlann, levodopa'nın kesintili verilmesinden doğduğunu düşünüyoruz. Onun için de levodopa'yı daha kesintisiz, daha sürekli verirsek bu sorunlar oluşmaz mı sorusu şu an araştırılıyor. Elimizde bunu kısmen sağlayan bir ilaç var, onunla ilgili bizim de içinde olduğumuz uluslararası bir çalışma halen yürüyor.
Ne çalışması bu hocam? Ne zaman başladı ve ne zaman sonuçlanacak?
Bu ilaçta levodopa'nın daha sabit bir kan düzeyine kavuşup beyne daha düzenli ve sürekli ulaşmasını sağlayan bir katkı maddesi (entacapone) var. Levodopa'yı klasik şekilde alan hastalarla, bu şekilde alan hastaları kıyaslıyoruz. Tüm dünyada yaklaşık 800 hasta katılıyor bu çalışmaya. Sonuçlar iki sene içinde ortaya çıkacak. Eğer levodopa'nın beyne daha sürekli, daha az kesintili verilmesi bu tedaviye bağlı olarak oluştuğunu düşündüğümüz komplikasyonları azaltırsa levodopa kullanımının zamanlamasına karşı bakış açımız da değişecektir.
Elimizdeki ikinci grup ilaçlar ise, dopamin agonistleri olarak tanımladığımız grup. Bu ilaçlar beyinde dopamin'in algılayıcılarına bağlanarak onun oluşturduğu etkiyi yaratıyorlar, bir nevi onun etkisini taklit ediyorlar. Bu grupta değişik ilaçlar var (bromokriptin, pergolid, lizürid, kabergolin, pramipeksol, ropinirol, pribedil) ve tamamı Türkiye'de bulunuyor. Genç yaştaki hastalarda tedaviye bunlarla başlamayı tercih ediyoruz, ihtiyaç doğunca da levodopa'yı tedaviye ekliyoruz.
Elde başka silahlarımız yok mu?
Başka grup ilaçlar da var. Bunlardan birisi antikoliner-jikler. Beynin hareketle ilgili bazal ganglion'laı dediğimiz bölgesinde dopamin ile bir başka mesaj taşıyıcı kimyasal olan asetilkolin arasında bir denge var. Dopamin azaldığı zaman, asetilkolin miktarı da göreceli olarak yüksek kalıyor. Antikolinerjikler asetilkolin'in etkisini azaltarak dopamin-asetilkolin dengesinin kısmen de olsa tekrar kurulmasını sağlıyor. Bu grubu daha genç ve titremesi ön planda olan hastalarda kullanıyoruz. Yaşlı hastalarda tercih etmiyoruz, zira bellek bozukluğu, kafa karışıklığı yapabiliyorlar.
Parkinson Tedavisinde En yeni ilaç grubu nedir?
Bunlar, "enzim inhibitörleri" dediğimiz bir grup, iki ayrı çeşidi var: "COMT enzimi inhibitörleri" ve "MAO enzimi inhibitörleri." Birinci gruptaki ilaçların etkisi levodopa'nın beyin dışı çevre dokularda kullanımını engelleyerek beyne ulaşan levodopa miktarını artırmak, ikinci grup ise, beyin hücrelerinin kendi yaptığı ya da dışarıdan ulaşan levodopa'dan ürettiği dopamin'in. yıkılmasını engelleyerek beyinde daha uzun kalmasını sağlamaya yönelik ilaçlar. ikinci grup hem tek başlarına hem de levodopa içeren diğer ilaçlarla beraber kullanılabiliyor. COMT inhibitörleri ise, sadece levodoa içeren ilaçlarla beraber işe yarıyorlar çünkü onların amacı zaten daha çok levodopa'nın beyne ulaşmasını sağlamak.
İlaçları ağızdan vermenin bir alternatifi var mı? Evet ilaçlan başka türlü verme yöntemleri de var. Örneğin yeni geliştirilen bir yöntem sayesinde levodopa, karından sokulan ince,bir kanül yoluyla onikiparmak bağırsağına sürekli olarak verilebiliyor. İlaç doğrudan doğruya bağırsağın içine verildiğinde emilmesinde bir süreklilik ve düzenlilik sağlanabiliyor. Ancak oldukça zahmetli bir yöntem bu. Bir başkası dopamin agonistler'inden bir tanesinin (apomorfin), deri altına takılan ince bir iğne ve programlanabilen, bu sayede de verilen ilaç miktarını ayarlayabilen küçük bir pompa vasıtasıyla sürekli olarak vücuda verilmesi ve beyindeki dopaminerjik uyarının sürekliliğinin sağlanması. Bu yöntem hareket kabiliyetinde dalgalanma sorunu yaşayan hastalarda oldukça işe yarıyor. Ya da aynı ilaç aniden kapanan hastaların kendi kendilerine yaptıkları tek enjeksiyonlar şeklinde uygulanabiliyor. Böyle verildiğinde ilaç 5 dakika gibi kısa bir sürede etki ediyor, etkisi yarım ila 1-2 saat kadar sürüyor. O süre zarfında da, örneğin hasta dışarıdaysa açılıp evine gitme şansını yakalıyor. Yeni çıkan bir başka yöntem daha var. Bu da yine bir başka dopamin agonist'inin (rotigotin) günde bir kez deriye yapıştırılan bir bant yoluyla verilmesi şeklinde.
Hastalık için özgün olmayan tedavi yöntemleri olduğunu da söylediniz, bunlar neler?
Örneğin depresyon ilaçları. Bu hastalarda depresyona sık rastladığımızı söylemiştim. Hastanın yaşına, diğer vücutsal hastalıklarının olup olmadığına ve kullandığı diğer ilaçlara bakarak hangi depresyon ilacını tercih edeceğimize karar veriyoruz. Ya da hastanın hayalleri, hezeyanları varsa şizofrenide kullandığımız ilaçları kullanıyoruz. Parkinson hastalığının yarattığı zihinsel bozukluklar ve Par-kinson bunaması için de yeni bir ilaç grubu kullanmaya başladık. Bizim kliniğimizin koordinatörlüğünde yürütülen büyük bir uluslararası çalışma ile bugüne kadar Alzheimer hastalığında kullandığımız, "kolinesteraz inhibitörleri" grubundan bir ilacın (rivastigmin) Parkinson hastalığının yol açtığı bunamada da faydalı olduğunu gösterdik.
Bir de baklanın yararlı olduğundan söz ediliyor, doğru mu?
Taze bakla, önemli ölçüde yukarıda sözünü eniğimiz, dopamin'in öncül maddesi olan leuodopa içeriyor. Taze baklanın 40-50 gramında yaklaşık 135 miligram leıvdopa var, yani bizim ilaçlarla verdiğimiz madde baklanın içinde doğal olarak mevcut. Ancak bakla hiçbir şekilde ilaç tedavisinin yerine geçmez. Yoğurtsuz olmak kaydıyla günde birkaç yüz gram taze bakla özellikle açılma-kapanma yaşayan hastaların daha uzun süre açık kalmalarını sağlayabilir. Ancak fazla yenmesi başta istem dışı hareketler olmak üzere istenmeyen etkilerin ortaya çıkmasına da neden olabilir.
Parkinson cerrahisi
İlaç tedavisini anlattık, sıra geldi cerrahiye.
Aslına bakarsanız cerrahi müdahalenin geçmişi oldukça eskilere dayanıyor, ilk olarak 1940'larda uygulanmış. Ondan sonra etkili ilaçların ortaya çıkmasıyla rafa kaldırılmış. Cerrahi yöntem 1990'larm başından itibaren tekrar popüler olmaya başladı, özellikle de levodopa'nın uzun süreli kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan istem dışı hareketleri olan hastalarda çok işe yarayabileceği gösterildikten sonra. Cerrahinin temelinde şu mekanizma var: Parkinson hastalarının beyinlerinde bazı merkezler, dopamin eksikliğine bağlı olarak fazla çalışıyorlar. Nitelikleri baskılayıcı olan bu merkezler fazla çalıştıkları zaman, kendi kontrolleri altında bulunan ve hareket için gerekli son emirleri vermesi gereken beyin bölgelerini baskılıyorlar. Parkinson cerrahisinin amacı kontrolsüz olarak fazla çalışan bu bölgeleri daha az çalışır hale getirmek. Bu amaçla da iki değişik yöntem uygulanıyor. Bunlardan bir tanesine destruktif (harap edici) ya da "yakma cerrahisi" diyoruz, ikincisine ise "derin beyin stimülasyonu" veya "elektrot ile uyarma" veya "Pil takma cerrahisi diyoruz. Her iki yöntem de hasta uyutulmadan uygulanıyor.
Yakma cerrahisi nasıl uygulanıyor ve ne kadar başarılı?
Yüksek frekanslı radyo dalgaları ile fazla çalışan bölge kısmen dağlanıyor. Bu yöntem örneğin titremesi olan hastalarda çok işe yarıyor. Ama bunun bazı kısıtlamaları da var. Birincisi, beynin bu bölgesine zarar verdiğiniz için ve istediğinizden fazla yaktıysanız o zarar kalıcı olabiliyor. İstediğinizden az yaktıysanız etki geçici oluyor. Mesela hasta 3 ay, 6 ay iyi gidiyor ama ondan sonra belirtiler tekrar ortaya çıkıyor Bir başka sorun ise yakmanın çift taraflı yapılamaması. Diyelim ki bir tarafta titreme çok fazlaydı, o tarafa yönelik yakma cerrahisi uyguladınız. Tek taraflı yapılan müdahalenin riski oldukça düşük, yüzde 3-5 civarında. Ama bu sefer hastanın diğer tarafı titremeye başladı. Orayı da yakmak istediğiniz zaman, komplikasyon ortaya çıkma riski yüzde 30'lara yükseliyor ve ciddi riskler bunlar; konuşma bozulması, denge bozulması, yutma bozulması gibi. Onun için "harap edici cerrahi" yararlı, ancak genelde tek taraflı uygulanan bir yöntem. Özellikle titremesi ve istem dışı hareketleri olan hastalarda işe yarıyor.
Parkinson cerrahisinde temel olarak 3 değişik merkez hedefleniyor. Nereye müdahale edileceği hastanın şikayetine göre belirleniyor. İkinci cerrahi yöntemde de beyinde benzer merkezlere müdahale ediliyor. Burada ise hedeflenen merkez yakılarak değil de elektrotlarla, yüksek frekansla uyarılarak baskı altında tutuluyor.
Parkinson hastalığının tedavisini kabaca üçe ayırmak mümkün: İlaç tedavisi, ilaç dışı tedavi ve cerrahi tedavi. Önce genel prensiplerden başlayalım. Tedavide ilk adım, bunun kalıcı bir beyin hastalığı olduğunu kabul etmekten oluşuyor. Hastalığın geçmeyeceğini bilmek ve onunla yaşamayı öğrenmek gerekli. Elimizdeki yöntemlerle hastalarımızı uzun yıllar iyi bir hayat kalitesi ile yaşatmak mümkün. Onların da alacakları basit tedbirler ve uyacakları birtakım kurallarla hayatlarını kolaylaştırmak ellerinde. Hastalığın özelliklerini bilirlerse hasta, hayatını, aktivitelerini, hareketlerini ona göre şekillendirebilir. Örneğin çabuk yorulma Parkinson hastalığının bir özelliğidir ve Parkinsonluların yaklaşık yarısı yorgunluktan yakınırlar. Eğer hasta bunu bilirse, gününü daha iyi yapılandırabilir. Biz hastalarımıza yorgunluk sınırını aşmamalarını öneririz. Ev kadınlarımızın klasik bir yöntemi vardır. "Sabahtan bütün işimi gücümü yapayım, öğleden sonra oturayım, dinleneyim." Ama biz bunu önermeyiz. "Günü bölün. Sabahtan yemek yapın, öğleden sonra temizlik yapın, akşama da biraz iş bırakın" diyoruz. Yorulduklarını hissederlerse, ara vermelerini ve sonra yeniden başlamalarını, bunun yanında düzenli egzersizi, yürümeyi öneriyoruz. Bu bizim için tedavinin bir parçası. Mutlaka kilo vermelerini istiyoruz. Çünkü kilo zaten normal bir kişide de sorun oluşturabiliyor. Eğer beyin hastaysa, o zaman fazla kilo daha da sorunlu hale gelebilir. Sağlıklı bir beslenme şekli öneriyoruz. Parkinson hastalığının kendine ait bir diyeti yok. Bazı ilaçlar, proteinli gıdalarla beraber alındığında emilmeleri zorlaşır, beyne geçmeyebilirler. Onun için o ilaçlar alınırken, proteinli gıdaların ilaçtan belli bir süre sonra tüketilmesini öneririz. Bunun dışında tüm insanlar için geçerli olan sağlıklı beslenme şekli, Parkinson hastalan için de geçerlidir. Hastalarımızdan hem fiziksel hem de zihinsel olarak aktif kalmalarını isteriz. Bir köşeye çekilmelerine tamamen karşıyızdır. Modern tedavi yöntemleri ile Parkinson hastalarının günlük yaşama ve iş yaşamına katılmalarında sorun olmaz. Kendi başlarına egzersiz yapamayan hastalar için fizyoterapi de faydalıdır.
Dopamin ve levodopa başrolde
Parkinson Hastalığının Tedavisi; İlaç Tedavisi Nasıl yapılıyor?
Alzheimer'da olduğu gibi ilaç tedavisinin doğrudan doğruya hastalığa özgün olan ve bu hastalık için özgün olmayan şekilleri var. Hastalığa özgün tedavinin ana stratejisini de beyinde artık yeteri kadar üretilmeyen dopamin'i yerine koymak oluşturuyor. Dopamin'in kendisini veremiyoruz. Bunun nedeni, dopamin'in kan-beyin seddini aşamaması. Normalde kan ile beyin arasında bir bariyer, bir set vardır; "kan-beyin seddi" olarak tanımlanır. Kandaki her madde beyne geçemez. Beyin ancak kendi istediklerini seçip alır. Dopamin de beyne geçemeyen maddelerden birisi. Bu yüzden tedavide dopamin'in ön maddesini veriyoruz. Bu maddenin adı levodopa. Beyne geçen levodopa, beyindeki dopamin üreten hücreler tarafından dopamin'e çevriliyor ve depolanıp kullanılmaya başlanıyor. Levodopa'yı da saf olarak vermiyoruz. Çünkü böyle yaparsak, levodopa beyin dışı hücrelerde de dopamin'e çevriliyor, mesela mide-bağırsak sisteminde. Bu da istemediğimiz bir şey çünkü yan etkilere sebep oluyor. Levodopa'yı, dopamin'e dönüştüren çeviriciyi (enzimi) baskılayan bir madde ile birlikte veriyoruz, ancak bu madde beyne geçmiyor, sadece çevre dokularda kalıyor.
Böylelikle de verdiğimiz levodopa, çevre dokularda dopamin'e çevrilmiyor ve büyük kısmı beyne geçiyor. Beyne geçtikten sonra dopamin'e çevriliyor ve kullanılmaya başlıyor. Bu ilaç halen Parkinson hastalığının en etkili tedavi yöntemi olarak kabul ediliyor. Levodopa, 1960'lerin sonu 1970'lerin başından beri kullanılan bir madde.
Ancak şöyle bir gözlem var. Uzun yıllar levodopa kullanan hastalarda, özellikle de genç hastalarda bazı sorunlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin tedaviye başlandıktan sonra beş yıl içinde hastaların yaklaşık yüzde 40-50'sinde ilacın etki süresinin kısaldığını görüyoruz. Hasta diyor ki, "Eskiden ben ilacımı aldığım zaman, bir dahaki doza kadar hiçbir kötüleşme hissetmezdim. Ama son yıllarda bir dozu alıyorum ikincisinin vakti yaklaşırken kötüleştiğimi hissediyorum, tutukluğum artıyor, yürümem yavaşlıyor, kapanmaya başlıyorum." Biz buna "motor (harekette) dalgalanmalar" veya "açılma-kapanma dönemleri' diyoruz. Hasta hareket edebilme yeteneği bağlamında bir açık, bir kapalı oluyor. Bir de bizim diskinezi veya "istem dışı hareketler" dediğimiz bir durum ortaya çıkabiliyor. Hasta açılma veya kapanma dönemine girerken ya da açık olduğu tüm süre boyunca eğilme, bükülme, atma, kasılma şeklinde istem dışı hareketler ortaya çıkıyor. Bunların ise şu mekanizmayla olduğu düşünülüyor: Başlangıçta beyin levodopa'yı kandan alıp dopamin'e çeviriyor, depoluyor ve istediği zaman kullanıyor. Ancak zamanla hastalık ilerleyip dopamin yapan hücrelerin ölümü arttıkça depolama kabiliyeti azalıyor. Bu yüzden beyin o an kanda ne kadar levodopa varsa onu alıp kullanıyor. Kanda çok varsa, çok alıp kullanıyor. Bu durumda da hasta yürüyor, hareket edebiliyor ancak bunun yanında istem dışı, fazladan hareketler de ortaya çıkıyor. İşte bu iki komplikasyon, açılıp-kapanma dönemleri ve diskinezi'lerden dolayı şu an modern tedavide levodopa bazındaki ilaçları genç hastalarda geciktirerek kullanıyoruz. Onun yerine önce diğer ilaçları kullanmayı yeğliyoruz.
Şimdi giderek daha iyi anlıyoruz ki levodopa'nm yaptığı bu komplikasyonlar, büyük ihtimalle bizim ilacı kullanma şeklimizden kaynaklanıyor. Dopamin beyinde sürekli salgılanıyor. Halbuki biz levodopa'yı dışardan kesintili bir şekilde, zaman zaman veriyoruz, bu da beyinde dopamin'ın kesintili bir şekilde salınmasına sebep oluyor. Gerekli uyarı beyne bir süreliğine geliyor, sonra bir süre kayboluyor. Sözünü ettiğim bu komplikasyonlann, levodopa'nın kesintili verilmesinden doğduğunu düşünüyoruz. Onun için de levodopa'yı daha kesintisiz, daha sürekli verirsek bu sorunlar oluşmaz mı sorusu şu an araştırılıyor. Elimizde bunu kısmen sağlayan bir ilaç var, onunla ilgili bizim de içinde olduğumuz uluslararası bir çalışma halen yürüyor.
Ne çalışması bu hocam? Ne zaman başladı ve ne zaman sonuçlanacak?
Bu ilaçta levodopa'nın daha sabit bir kan düzeyine kavuşup beyne daha düzenli ve sürekli ulaşmasını sağlayan bir katkı maddesi (entacapone) var. Levodopa'yı klasik şekilde alan hastalarla, bu şekilde alan hastaları kıyaslıyoruz. Tüm dünyada yaklaşık 800 hasta katılıyor bu çalışmaya. Sonuçlar iki sene içinde ortaya çıkacak. Eğer levodopa'nın beyne daha sürekli, daha az kesintili verilmesi bu tedaviye bağlı olarak oluştuğunu düşündüğümüz komplikasyonları azaltırsa levodopa kullanımının zamanlamasına karşı bakış açımız da değişecektir.
Elimizdeki ikinci grup ilaçlar ise, dopamin agonistleri olarak tanımladığımız grup. Bu ilaçlar beyinde dopamin'in algılayıcılarına bağlanarak onun oluşturduğu etkiyi yaratıyorlar, bir nevi onun etkisini taklit ediyorlar. Bu grupta değişik ilaçlar var (bromokriptin, pergolid, lizürid, kabergolin, pramipeksol, ropinirol, pribedil) ve tamamı Türkiye'de bulunuyor. Genç yaştaki hastalarda tedaviye bunlarla başlamayı tercih ediyoruz, ihtiyaç doğunca da levodopa'yı tedaviye ekliyoruz.
Elde başka silahlarımız yok mu?
Başka grup ilaçlar da var. Bunlardan birisi antikoliner-jikler. Beynin hareketle ilgili bazal ganglion'laı dediğimiz bölgesinde dopamin ile bir başka mesaj taşıyıcı kimyasal olan asetilkolin arasında bir denge var. Dopamin azaldığı zaman, asetilkolin miktarı da göreceli olarak yüksek kalıyor. Antikolinerjikler asetilkolin'in etkisini azaltarak dopamin-asetilkolin dengesinin kısmen de olsa tekrar kurulmasını sağlıyor. Bu grubu daha genç ve titremesi ön planda olan hastalarda kullanıyoruz. Yaşlı hastalarda tercih etmiyoruz, zira bellek bozukluğu, kafa karışıklığı yapabiliyorlar.
Parkinson Tedavisinde En yeni ilaç grubu nedir?
Bunlar, "enzim inhibitörleri" dediğimiz bir grup, iki ayrı çeşidi var: "COMT enzimi inhibitörleri" ve "MAO enzimi inhibitörleri." Birinci gruptaki ilaçların etkisi levodopa'nın beyin dışı çevre dokularda kullanımını engelleyerek beyne ulaşan levodopa miktarını artırmak, ikinci grup ise, beyin hücrelerinin kendi yaptığı ya da dışarıdan ulaşan levodopa'dan ürettiği dopamin'in. yıkılmasını engelleyerek beyinde daha uzun kalmasını sağlamaya yönelik ilaçlar. ikinci grup hem tek başlarına hem de levodopa içeren diğer ilaçlarla beraber kullanılabiliyor. COMT inhibitörleri ise, sadece levodoa içeren ilaçlarla beraber işe yarıyorlar çünkü onların amacı zaten daha çok levodopa'nın beyne ulaşmasını sağlamak.
İlaçları ağızdan vermenin bir alternatifi var mı? Evet ilaçlan başka türlü verme yöntemleri de var. Örneğin yeni geliştirilen bir yöntem sayesinde levodopa, karından sokulan ince,bir kanül yoluyla onikiparmak bağırsağına sürekli olarak verilebiliyor. İlaç doğrudan doğruya bağırsağın içine verildiğinde emilmesinde bir süreklilik ve düzenlilik sağlanabiliyor. Ancak oldukça zahmetli bir yöntem bu. Bir başkası dopamin agonistler'inden bir tanesinin (apomorfin), deri altına takılan ince bir iğne ve programlanabilen, bu sayede de verilen ilaç miktarını ayarlayabilen küçük bir pompa vasıtasıyla sürekli olarak vücuda verilmesi ve beyindeki dopaminerjik uyarının sürekliliğinin sağlanması. Bu yöntem hareket kabiliyetinde dalgalanma sorunu yaşayan hastalarda oldukça işe yarıyor. Ya da aynı ilaç aniden kapanan hastaların kendi kendilerine yaptıkları tek enjeksiyonlar şeklinde uygulanabiliyor. Böyle verildiğinde ilaç 5 dakika gibi kısa bir sürede etki ediyor, etkisi yarım ila 1-2 saat kadar sürüyor. O süre zarfında da, örneğin hasta dışarıdaysa açılıp evine gitme şansını yakalıyor. Yeni çıkan bir başka yöntem daha var. Bu da yine bir başka dopamin agonist'inin (rotigotin) günde bir kez deriye yapıştırılan bir bant yoluyla verilmesi şeklinde.
Hastalık için özgün olmayan tedavi yöntemleri olduğunu da söylediniz, bunlar neler?
Örneğin depresyon ilaçları. Bu hastalarda depresyona sık rastladığımızı söylemiştim. Hastanın yaşına, diğer vücutsal hastalıklarının olup olmadığına ve kullandığı diğer ilaçlara bakarak hangi depresyon ilacını tercih edeceğimize karar veriyoruz. Ya da hastanın hayalleri, hezeyanları varsa şizofrenide kullandığımız ilaçları kullanıyoruz. Parkinson hastalığının yarattığı zihinsel bozukluklar ve Par-kinson bunaması için de yeni bir ilaç grubu kullanmaya başladık. Bizim kliniğimizin koordinatörlüğünde yürütülen büyük bir uluslararası çalışma ile bugüne kadar Alzheimer hastalığında kullandığımız, "kolinesteraz inhibitörleri" grubundan bir ilacın (rivastigmin) Parkinson hastalığının yol açtığı bunamada da faydalı olduğunu gösterdik.
Bir de baklanın yararlı olduğundan söz ediliyor, doğru mu?
Taze bakla, önemli ölçüde yukarıda sözünü eniğimiz, dopamin'in öncül maddesi olan leuodopa içeriyor. Taze baklanın 40-50 gramında yaklaşık 135 miligram leıvdopa var, yani bizim ilaçlarla verdiğimiz madde baklanın içinde doğal olarak mevcut. Ancak bakla hiçbir şekilde ilaç tedavisinin yerine geçmez. Yoğurtsuz olmak kaydıyla günde birkaç yüz gram taze bakla özellikle açılma-kapanma yaşayan hastaların daha uzun süre açık kalmalarını sağlayabilir. Ancak fazla yenmesi başta istem dışı hareketler olmak üzere istenmeyen etkilerin ortaya çıkmasına da neden olabilir.
Parkinson cerrahisi
İlaç tedavisini anlattık, sıra geldi cerrahiye.
Aslına bakarsanız cerrahi müdahalenin geçmişi oldukça eskilere dayanıyor, ilk olarak 1940'larda uygulanmış. Ondan sonra etkili ilaçların ortaya çıkmasıyla rafa kaldırılmış. Cerrahi yöntem 1990'larm başından itibaren tekrar popüler olmaya başladı, özellikle de levodopa'nın uzun süreli kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan istem dışı hareketleri olan hastalarda çok işe yarayabileceği gösterildikten sonra. Cerrahinin temelinde şu mekanizma var: Parkinson hastalarının beyinlerinde bazı merkezler, dopamin eksikliğine bağlı olarak fazla çalışıyorlar. Nitelikleri baskılayıcı olan bu merkezler fazla çalıştıkları zaman, kendi kontrolleri altında bulunan ve hareket için gerekli son emirleri vermesi gereken beyin bölgelerini baskılıyorlar. Parkinson cerrahisinin amacı kontrolsüz olarak fazla çalışan bu bölgeleri daha az çalışır hale getirmek. Bu amaçla da iki değişik yöntem uygulanıyor. Bunlardan bir tanesine destruktif (harap edici) ya da "yakma cerrahisi" diyoruz, ikincisine ise "derin beyin stimülasyonu" veya "elektrot ile uyarma" veya "Pil takma cerrahisi diyoruz. Her iki yöntem de hasta uyutulmadan uygulanıyor.
Yakma cerrahisi nasıl uygulanıyor ve ne kadar başarılı?
Yüksek frekanslı radyo dalgaları ile fazla çalışan bölge kısmen dağlanıyor. Bu yöntem örneğin titremesi olan hastalarda çok işe yarıyor. Ama bunun bazı kısıtlamaları da var. Birincisi, beynin bu bölgesine zarar verdiğiniz için ve istediğinizden fazla yaktıysanız o zarar kalıcı olabiliyor. İstediğinizden az yaktıysanız etki geçici oluyor. Mesela hasta 3 ay, 6 ay iyi gidiyor ama ondan sonra belirtiler tekrar ortaya çıkıyor Bir başka sorun ise yakmanın çift taraflı yapılamaması. Diyelim ki bir tarafta titreme çok fazlaydı, o tarafa yönelik yakma cerrahisi uyguladınız. Tek taraflı yapılan müdahalenin riski oldukça düşük, yüzde 3-5 civarında. Ama bu sefer hastanın diğer tarafı titremeye başladı. Orayı da yakmak istediğiniz zaman, komplikasyon ortaya çıkma riski yüzde 30'lara yükseliyor ve ciddi riskler bunlar; konuşma bozulması, denge bozulması, yutma bozulması gibi. Onun için "harap edici cerrahi" yararlı, ancak genelde tek taraflı uygulanan bir yöntem. Özellikle titremesi ve istem dışı hareketleri olan hastalarda işe yarıyor.
Parkinson cerrahisinde temel olarak 3 değişik merkez hedefleniyor. Nereye müdahale edileceği hastanın şikayetine göre belirleniyor. İkinci cerrahi yöntemde de beyinde benzer merkezlere müdahale ediliyor. Burada ise hedeflenen merkez yakılarak değil de elektrotlarla, yüksek frekansla uyarılarak baskı altında tutuluyor.
Parkinson Hastaligi Risk Faktorleri
Parkinson Hastalığı Risk Faktörleri
Parkinson hastalığının bir numaralı risk faktörü nedir?
Parkinson hastalığının da bir numaralı risk faktörü, yaş. Yaş ilerledikçe Parkinson hastalığının ortaya çıkma sıklığı da artıyor.
Yani prostatta olduğu gibi, bunama da olduğu gibi. Kişi uzun yaşıyorsa, ister istemez riskler artıyor?
Uzun yaşamanın bedellerinden bir tanesi. Bir başka risk faktörü; anlamlı kafa travmaları. Anlamlı kafa travması ile kastettiğimiz, bilinç kaybına neden olacak kadar şiddetli kafa travması. Erkeklerde kadınlara göre biraz daha fazla görülüyor. Oran, l'e 1,5'tur. Buna karşın koruyucu faktörler de var mı diye bakarsak, şöyle bir ilginç gözlem var: Sigara içenlerde Parkinson hastalığı daha az görülüyor.
Belli bir yaşın üstündeki hastalarımız bundan etkilenirler mi sizce? Yani istemeden de olsa, sigarayı teşvik etmeyelim.
Bence etkilenmemeleri lazım. Çünkü sigaranın yaptığı o kadar fazla başka zararlar var ki... Ancak sigaranın içinde bazı maddeler olmalı ki belli bir koruyucu etki sağlıyor. Örneğin nikotin beyinde belli yerleri uyararak koruma sağlıyor olabilir. Bizim yapacağımız iş, insanlara sigara içmelerini tavsiye etmek değil, sigaranın içindeki hangi faktör gerçekten bu korumayı sağlıyor, onu saptamak ve o faktörü zararsız bir şekilde vermeye çalışmak. Onun için bu bulguyu aktarmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Bu değişik çalışmalarda birçok kez gösterildi. Hatta başlangıçta herkesin ilk planda aklına gelen düşünce, sigara içenler erken öldükleri ve Parkinson hastalığı da daha yaşlı insanlarda ortaya çıktığı için doğal olarak böyle bir sonuç olabileceği şeklindeydi. Sonradan Çin'de bir çalışma yapıldı. Birkaç bin kişiyi alıp yıllar boyunca izlediler, sigara içenler ve içmeyenlerde kaç tane yeni Parkinson vakası ortaya çıktığına baktılar ve sigara içenlerde hastalığın daha az görüldüğünü onayladılar. Hatta bir "doz-cevap" ilişkisi dahi buldular, yani en çok içen grupta risk en az. Bir başka gözlem kahve ile ilgili. Kahvenin de belirli bir koruyucu etkisi olduğu düşünülüyor. Bu çalışmaların bizim için önemi, insanlara, "Sigara için ya da kahve için" demek bağlamında değil. Önemli olan, hangi mekanizmalarla bu etkiyi gösterdiklerini bulmak ve bunu hastalığın tedavisi için kullanmak.
Parkinson hastalığına ne kadar sık rastlanılıyor ve daha çok hangi yaşta görülüyor?
Parkinson hastalığı sıklığı yaşla artan bir hastalık. Ortalama başlangıç yaşı 55-60 arasında, ancak hastaların yüzde 5'inde 40 yaşın altında başlıyor. 60-65 yaş üzerindeki sıklığın yaklaşık yüzde 1 olduğu düşünülüyor. Bu yüzdeyi Türkiye'nin nüfus yapısına uyguladığınız zaman, bizim tahminimiz, ülkemizde 120 bin civarında Parkinson hastası olduğu şeklinde.
Alzheimer hastası sayısı yaklaşık 250 binlerde diye hatırlıyorum. Demek ki Parkinsonluların sayısı Alzheimer hastalarının yarısı düzeyinde kalıyor... Ancak yukarıda bahsettiğim gibi hastalık yüzde 5 oranında 40 yaşın altında başlıyor, onlar bu hesaba dahil değil. Biz bu gruba "genç başlangıçlı Parkinson" diyoruz. Bizim, sporadik dediğimiz, yani ailesel olmayan, her ailede rasgele ortaya çıkan Parkinson hastalığı daha ziyade ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Hastalığın başlangıç yaşı ne kadar düşerse genetik olma olasılığı o kadar yükseliyor, 30 yaşın altında başlayanların büyük kısmı, 20 yaşın altında başlayanların ise hemen hepsi genetik bozukluklara bağlı ailevi tipte vakalar. Parkinson hastalığının genç yaşlarda da ortaya çıkabileceğini bilmek önemli. Bazen, "Ama bu hasta 30 yaşında, bu yaşta Parkinson olur mu" diye hasta yakınları şüpheye düşüyorlar. Parkinson hastalığı çok genç yaşlarda dahi başlayabilir. Bizim gördüğümüz en genç hasta, belirtileri yaklaşık 14-15 yaşlarında başlamış bir hastaydı. Akraba evliliğinden doğmuş bir çocuktu ve bilinen bir genetik mutasyon taşıdığını saptadık.
Demek ki akraba evlilikleri de riski artırıyor.
Evet akraba evlilikleri ailevi Parkinson hastalığı riskini artırıyor. Buna karşın ırklar arası bir farklılık göze çarpmıyor.
Kırsal kesimde daha sık görülüyor
Peki yaşam biçiminin, iklimin etkileri var mı?
Yaşam biçimiyle ilgili şöyle ilginç bir gözlem var: Parkinson hastalığı, kırsal kesimde yaşayanlarda, şehirde yaşayanlara göre daha sık görülüyor. Kuyu suyu kullananlarda daha sık görülüyor.
Neden böyle peki hocam?
Tarımda kullanılan ilaçların rolü olabileceği düşünülüyor. Böyle düşünülmesinin sebebi 1980'lerin başına ABD'ye uzanıyor. O yıllarda Kaliforniya'da kısa bir süre içinde ortaya çıkan birkaç çok genç Parkinson hastası oradaki bir nöroloji uzmanının dikkatini çekiyor. Bu nörolog (Dr. William Langston) hastaların ortak özelliklerini araştırıyor. Bir kısmının kimya fakültesinde okuduklarını, kendi kendilerine uyuşturucu yapmaya çalıştıklarını anlıyor.
Yapmaya çalıştıkları uyuşturucunun adı MPPP. Öğrenciler, evlerinin bodrumunda küçük bir laboraruvar kurup, bu uyuşturucuyu imal etmek istiyorlar. Dr. Langston bu amatör laboratuvarın yerini saptıyor, gidip, imal ettikleri uyuşturucudan tüpte kalan son örneği alıp, analiz ettiriyor. Bakıyor ki, bu uyuşturucu MPPP değil, MPTP olmuş. MPTP yüksek oranda zehirli bir madde.
Bu zehirli madde, gençlerin beynini mi etkilemiş?
Evet, ancak beyinlerinin sadece bir bölgesini, Parkinson hastalığında da etkilenen başlıca bölge olan siyah çekirdeği. Sonradan yapılan deneylerle anlaşılıyor ki bu madde, sadece siyah çekirdekteki hücreleri öldürüyor başka bir yere dokunmuyor. MPTP'nin, bu çok seçici zehirli özelliği Dr. Langston'ın gözlem yeteneği ve meselenin peşini bırakmayıp iz sürmesi sayesinde Parkinson hastalığı tarihinde çok önemli bir bulgu haline geldi. Siyah çekirdeğe siyah rengini hücrelerin içinde bulunan nöromelanin adındaki bir madde veriyor. Sadece nöro-melanin içeren hücreler MPTP'yi içlerine alıyorlar, bu yüzden de MPTP sadece bu hücrelere zarar veriyor. Sonradan MPTP'nin kimyasal yapısına bakıldığı zaman tarımda kullanılan bazı ilaçlarla yapısal olarak büyük benzerlik gösterdiği anlaşılıyor. İşte Parkinson'un tarımsal ilaç kullanılan yerlerde daha sık olabileceği tezi de buradan çıktı.
Gerçekten şaşırtıcı bir hikaye, Dr. Langston nereden ne bilgilere ulaşmış. Sanırım pozitif bilimlerde hiçbir şey tesadüfi değil.
Evet katılıyorum, Pasteur'ü hatırlayın; "Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder." Dr. Langston şimdi Kaliforniya'daki "James Fox Parkinson Enstitüsü"nün direktörü. MPTP'yi keşfetti ve Parkinson alanındaki araştırmalara önemli katkılarda bulundu. Artık bu madde hayvan modellerinde kullanılıyor, örneğin maymunlarda oluşturulan Parkinson hastalığı modelinde. Biliyorsunuz, ilaç araştırmalarının ilk safhaları hayvanlar üzerinde yapılıyor. Maymunlara MPTP verildiğinde insanlardaki Parkinson'a benzeyen bir tablo ortaya çıkıyor. İşte yeni ilaçları insanlarda araştırmaya geçmeden önce bu tip hayvan modellerinde test ediyoruz. Onun için MPTP'nin hem hücre ölümünün mekanizmasının anlaşılması, hem de laboratuvar hayvanlarında model oluşturulması açısından bize büyük katkısı oldu.
Genetiğin rolü
Tekrar hastalığın genetik yönüne dönersek...
Parkinson hastalığının ailevi yönünü aynı Alzheimer hastalığında olduğu gibi 2 başlık altında incelemek mümkün: Birincisi ailevi yatkınlık. Eğer birinci derece akrabalarda hastalık ortaya çıkmışsa Parkinson'a yakalanma riski ailede olmayanlara göre 2-3 kat kadar daha yüksek oluyor. İkincisi ise, doğrudan doğruya ailevi tipte Parkinson hastalığı. Bu konudaki bilgilerimiz özellikle son 8-10 yıl içinde hızla arttı. Bugüne kadar tam 10 tane ailevi Parkinson tipi olduğu belirlendi. Bunların bir kısmı, "çekkin genler" bir kısmı ise "baskın genler" ile oluşuyor. Biliyorsunuz insanlar her genden iki tane taşırlar. Birisi anneden, diğeri de babadan gelir. Çekkin genlerle geçen hastalıklarda, eğer kişi sadece bir tane bozuk gen taşıyorsa sorun yoktur. İki tane bozuk gen bir araya geldiği zaman ise hastalık ortaya çıkar. Akraba evliliğinde bu tip, çekkin genlerle taşınan hastalıkların daha sık ortaya çıkmasının nedeni, akrabaların aynı gen havuzundan gelmeleri. Eğer o ailede bir genetik bozukluk varsa ve aynı aileden iki kişi evlenirse, iki bozuk genin bir araya gelmesi olasılığı yükseliyor...
Baskın genlerden söz edersek?
Parkinson hastalığının bazı türleri de, baskın genlerden kaynaklanıyor. Bu tip, baskın genlerle taşınan genetik hastalıklarda bir tek bozuk gen hastalığın ortaya çıkması için yetiyor. Bugüne kadar 10 tip ailevi Parkinson hastalığının 5'inin genleri tanımlandı. İşin ilginç tarafı bu genlerin hemen hepsi hücre içinde bazı proteinlerin yapımı, daha ziyade de eskimiş proteinlerin yıkımı ile ilgili.
Bu gelişmeler ne kadar zamanda oldu?
Son on sene içinde. İlk önce İtalyan kökenli geniş bir ailede ilk Parkinson geni tanımlandı. Bu gen baskın tipteydi. Hemen ardından ilk çekkin gen Japonya'da bulundu. Arkasından da hızla diğerleri gelmeye başladılar.
Biraz da ailevi veya genetik Parkinson hastalığının özelliklerinden söz edelim mi?
Özellikle çekkin genlerin yol açtığı ailevi tipte Parkinson, çok erken yaşta başlayabiliyor. Bunun yanında hastalar Parkinson hastalığı için tipik olmayan bazı belirtiler de gösteriyorlar. Baskın genlerin yol açtıkları ise farklı farklı. Bazen aynı ailede, aynı geni taşıyanlara bakıyorsunuz, bir kısmında erken yaşta başlıyor, bir kısmında geç başlıyor. Sonuç olarak hastalık genç yaşta başladıysa ve atipik özellikler de gösteriyorsa, o zaman genetik olmasından şüpheleniyoruz. Ama diğer yönden her genetik tipte Parkinson hastalığı da genç yaşta başlamıyor veya atipik özellikler göstermiyor. Genetik kökenli Parkinson hastalığının bazı tipleri sporadik dediğimiz kalıtsal olmayan tipten hiç farklılık göstermiyorlar.
Gerek Alzheimer, gerekse Parkinson hastalığı ile ilgili hâlâ bilemediğimiz çok şey var.
Mekanizmasıyla ilgili binlerce bilim adamı çalışıyor. Ama nasıl oluyor da o tetiği çekeni hâlâ bulamadık?
Bu soruyu bazen hasta yakınları ve hastalar da soruyorlar. "Nasıl olur da bunun çaresi hâlâ bulunmaz. Tıp o kadar ilerledi ki" diyorlar. Ancak bu hastalıkların çaresinin bulunması demek, hele hücre ölümünü durdurup geriye döndürmek demek, aşağı yukarı hayatın sırrını çözmekle eşdeğer. Eğer hücre ölümünün nasıl olduğunu ve onu durdurmanın yolunu bulursak bir anlamda insanların yaşlanmasını, hatta ölmesini engellemenin yolunu bulmuş oluruz. Hücre ölümünün mekanizmasını anlamak ve bundan sorumlu olan genetik şifreyi çözmek neredeyse hayatın şifresini çözmek gibi. Bunu yapmak düşünüldüğü kadar kolay değil.
Bu hastalıkları çözseniz de yerine mutlaka başka hastalıklar gündeme gelecektir. Biliyorsunuz on beş-yirmi yıl önce hiç bilmediğimiz bir dolu hastalık ortaya çıktı.
Tarihsel olarak baktığınızda da bu böyle, doğa ile savaşımızda hep yeni engeller çıkıyor, biz de onların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Belki bu hastalıkların çözümlerini bulursak dediğiniz gibi ortaya başka hastalıklar, sorunlar çıkabilir. O zaman da onlarla savaşmaya başlarız.
Parkinson hastalığının bir numaralı risk faktörü nedir?
Parkinson hastalığının da bir numaralı risk faktörü, yaş. Yaş ilerledikçe Parkinson hastalığının ortaya çıkma sıklığı da artıyor.
Yani prostatta olduğu gibi, bunama da olduğu gibi. Kişi uzun yaşıyorsa, ister istemez riskler artıyor?
Uzun yaşamanın bedellerinden bir tanesi. Bir başka risk faktörü; anlamlı kafa travmaları. Anlamlı kafa travması ile kastettiğimiz, bilinç kaybına neden olacak kadar şiddetli kafa travması. Erkeklerde kadınlara göre biraz daha fazla görülüyor. Oran, l'e 1,5'tur. Buna karşın koruyucu faktörler de var mı diye bakarsak, şöyle bir ilginç gözlem var: Sigara içenlerde Parkinson hastalığı daha az görülüyor.
Belli bir yaşın üstündeki hastalarımız bundan etkilenirler mi sizce? Yani istemeden de olsa, sigarayı teşvik etmeyelim.
Bence etkilenmemeleri lazım. Çünkü sigaranın yaptığı o kadar fazla başka zararlar var ki... Ancak sigaranın içinde bazı maddeler olmalı ki belli bir koruyucu etki sağlıyor. Örneğin nikotin beyinde belli yerleri uyararak koruma sağlıyor olabilir. Bizim yapacağımız iş, insanlara sigara içmelerini tavsiye etmek değil, sigaranın içindeki hangi faktör gerçekten bu korumayı sağlıyor, onu saptamak ve o faktörü zararsız bir şekilde vermeye çalışmak. Onun için bu bulguyu aktarmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Bu değişik çalışmalarda birçok kez gösterildi. Hatta başlangıçta herkesin ilk planda aklına gelen düşünce, sigara içenler erken öldükleri ve Parkinson hastalığı da daha yaşlı insanlarda ortaya çıktığı için doğal olarak böyle bir sonuç olabileceği şeklindeydi. Sonradan Çin'de bir çalışma yapıldı. Birkaç bin kişiyi alıp yıllar boyunca izlediler, sigara içenler ve içmeyenlerde kaç tane yeni Parkinson vakası ortaya çıktığına baktılar ve sigara içenlerde hastalığın daha az görüldüğünü onayladılar. Hatta bir "doz-cevap" ilişkisi dahi buldular, yani en çok içen grupta risk en az. Bir başka gözlem kahve ile ilgili. Kahvenin de belirli bir koruyucu etkisi olduğu düşünülüyor. Bu çalışmaların bizim için önemi, insanlara, "Sigara için ya da kahve için" demek bağlamında değil. Önemli olan, hangi mekanizmalarla bu etkiyi gösterdiklerini bulmak ve bunu hastalığın tedavisi için kullanmak.
Parkinson hastalığına ne kadar sık rastlanılıyor ve daha çok hangi yaşta görülüyor?
Parkinson hastalığı sıklığı yaşla artan bir hastalık. Ortalama başlangıç yaşı 55-60 arasında, ancak hastaların yüzde 5'inde 40 yaşın altında başlıyor. 60-65 yaş üzerindeki sıklığın yaklaşık yüzde 1 olduğu düşünülüyor. Bu yüzdeyi Türkiye'nin nüfus yapısına uyguladığınız zaman, bizim tahminimiz, ülkemizde 120 bin civarında Parkinson hastası olduğu şeklinde.
Alzheimer hastası sayısı yaklaşık 250 binlerde diye hatırlıyorum. Demek ki Parkinsonluların sayısı Alzheimer hastalarının yarısı düzeyinde kalıyor... Ancak yukarıda bahsettiğim gibi hastalık yüzde 5 oranında 40 yaşın altında başlıyor, onlar bu hesaba dahil değil. Biz bu gruba "genç başlangıçlı Parkinson" diyoruz. Bizim, sporadik dediğimiz, yani ailesel olmayan, her ailede rasgele ortaya çıkan Parkinson hastalığı daha ziyade ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Hastalığın başlangıç yaşı ne kadar düşerse genetik olma olasılığı o kadar yükseliyor, 30 yaşın altında başlayanların büyük kısmı, 20 yaşın altında başlayanların ise hemen hepsi genetik bozukluklara bağlı ailevi tipte vakalar. Parkinson hastalığının genç yaşlarda da ortaya çıkabileceğini bilmek önemli. Bazen, "Ama bu hasta 30 yaşında, bu yaşta Parkinson olur mu" diye hasta yakınları şüpheye düşüyorlar. Parkinson hastalığı çok genç yaşlarda dahi başlayabilir. Bizim gördüğümüz en genç hasta, belirtileri yaklaşık 14-15 yaşlarında başlamış bir hastaydı. Akraba evliliğinden doğmuş bir çocuktu ve bilinen bir genetik mutasyon taşıdığını saptadık.
Demek ki akraba evlilikleri de riski artırıyor.
Evet akraba evlilikleri ailevi Parkinson hastalığı riskini artırıyor. Buna karşın ırklar arası bir farklılık göze çarpmıyor.
Kırsal kesimde daha sık görülüyor
Peki yaşam biçiminin, iklimin etkileri var mı?
Yaşam biçimiyle ilgili şöyle ilginç bir gözlem var: Parkinson hastalığı, kırsal kesimde yaşayanlarda, şehirde yaşayanlara göre daha sık görülüyor. Kuyu suyu kullananlarda daha sık görülüyor.
Neden böyle peki hocam?
Tarımda kullanılan ilaçların rolü olabileceği düşünülüyor. Böyle düşünülmesinin sebebi 1980'lerin başına ABD'ye uzanıyor. O yıllarda Kaliforniya'da kısa bir süre içinde ortaya çıkan birkaç çok genç Parkinson hastası oradaki bir nöroloji uzmanının dikkatini çekiyor. Bu nörolog (Dr. William Langston) hastaların ortak özelliklerini araştırıyor. Bir kısmının kimya fakültesinde okuduklarını, kendi kendilerine uyuşturucu yapmaya çalıştıklarını anlıyor.
Yapmaya çalıştıkları uyuşturucunun adı MPPP. Öğrenciler, evlerinin bodrumunda küçük bir laboraruvar kurup, bu uyuşturucuyu imal etmek istiyorlar. Dr. Langston bu amatör laboratuvarın yerini saptıyor, gidip, imal ettikleri uyuşturucudan tüpte kalan son örneği alıp, analiz ettiriyor. Bakıyor ki, bu uyuşturucu MPPP değil, MPTP olmuş. MPTP yüksek oranda zehirli bir madde.
Bu zehirli madde, gençlerin beynini mi etkilemiş?
Evet, ancak beyinlerinin sadece bir bölgesini, Parkinson hastalığında da etkilenen başlıca bölge olan siyah çekirdeği. Sonradan yapılan deneylerle anlaşılıyor ki bu madde, sadece siyah çekirdekteki hücreleri öldürüyor başka bir yere dokunmuyor. MPTP'nin, bu çok seçici zehirli özelliği Dr. Langston'ın gözlem yeteneği ve meselenin peşini bırakmayıp iz sürmesi sayesinde Parkinson hastalığı tarihinde çok önemli bir bulgu haline geldi. Siyah çekirdeğe siyah rengini hücrelerin içinde bulunan nöromelanin adındaki bir madde veriyor. Sadece nöro-melanin içeren hücreler MPTP'yi içlerine alıyorlar, bu yüzden de MPTP sadece bu hücrelere zarar veriyor. Sonradan MPTP'nin kimyasal yapısına bakıldığı zaman tarımda kullanılan bazı ilaçlarla yapısal olarak büyük benzerlik gösterdiği anlaşılıyor. İşte Parkinson'un tarımsal ilaç kullanılan yerlerde daha sık olabileceği tezi de buradan çıktı.
Gerçekten şaşırtıcı bir hikaye, Dr. Langston nereden ne bilgilere ulaşmış. Sanırım pozitif bilimlerde hiçbir şey tesadüfi değil.
Evet katılıyorum, Pasteur'ü hatırlayın; "Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder." Dr. Langston şimdi Kaliforniya'daki "James Fox Parkinson Enstitüsü"nün direktörü. MPTP'yi keşfetti ve Parkinson alanındaki araştırmalara önemli katkılarda bulundu. Artık bu madde hayvan modellerinde kullanılıyor, örneğin maymunlarda oluşturulan Parkinson hastalığı modelinde. Biliyorsunuz, ilaç araştırmalarının ilk safhaları hayvanlar üzerinde yapılıyor. Maymunlara MPTP verildiğinde insanlardaki Parkinson'a benzeyen bir tablo ortaya çıkıyor. İşte yeni ilaçları insanlarda araştırmaya geçmeden önce bu tip hayvan modellerinde test ediyoruz. Onun için MPTP'nin hem hücre ölümünün mekanizmasının anlaşılması, hem de laboratuvar hayvanlarında model oluşturulması açısından bize büyük katkısı oldu.
Genetiğin rolü
Tekrar hastalığın genetik yönüne dönersek...
Parkinson hastalığının ailevi yönünü aynı Alzheimer hastalığında olduğu gibi 2 başlık altında incelemek mümkün: Birincisi ailevi yatkınlık. Eğer birinci derece akrabalarda hastalık ortaya çıkmışsa Parkinson'a yakalanma riski ailede olmayanlara göre 2-3 kat kadar daha yüksek oluyor. İkincisi ise, doğrudan doğruya ailevi tipte Parkinson hastalığı. Bu konudaki bilgilerimiz özellikle son 8-10 yıl içinde hızla arttı. Bugüne kadar tam 10 tane ailevi Parkinson tipi olduğu belirlendi. Bunların bir kısmı, "çekkin genler" bir kısmı ise "baskın genler" ile oluşuyor. Biliyorsunuz insanlar her genden iki tane taşırlar. Birisi anneden, diğeri de babadan gelir. Çekkin genlerle geçen hastalıklarda, eğer kişi sadece bir tane bozuk gen taşıyorsa sorun yoktur. İki tane bozuk gen bir araya geldiği zaman ise hastalık ortaya çıkar. Akraba evliliğinde bu tip, çekkin genlerle taşınan hastalıkların daha sık ortaya çıkmasının nedeni, akrabaların aynı gen havuzundan gelmeleri. Eğer o ailede bir genetik bozukluk varsa ve aynı aileden iki kişi evlenirse, iki bozuk genin bir araya gelmesi olasılığı yükseliyor...
Baskın genlerden söz edersek?
Parkinson hastalığının bazı türleri de, baskın genlerden kaynaklanıyor. Bu tip, baskın genlerle taşınan genetik hastalıklarda bir tek bozuk gen hastalığın ortaya çıkması için yetiyor. Bugüne kadar 10 tip ailevi Parkinson hastalığının 5'inin genleri tanımlandı. İşin ilginç tarafı bu genlerin hemen hepsi hücre içinde bazı proteinlerin yapımı, daha ziyade de eskimiş proteinlerin yıkımı ile ilgili.
Bu gelişmeler ne kadar zamanda oldu?
Son on sene içinde. İlk önce İtalyan kökenli geniş bir ailede ilk Parkinson geni tanımlandı. Bu gen baskın tipteydi. Hemen ardından ilk çekkin gen Japonya'da bulundu. Arkasından da hızla diğerleri gelmeye başladılar.
Biraz da ailevi veya genetik Parkinson hastalığının özelliklerinden söz edelim mi?
Özellikle çekkin genlerin yol açtığı ailevi tipte Parkinson, çok erken yaşta başlayabiliyor. Bunun yanında hastalar Parkinson hastalığı için tipik olmayan bazı belirtiler de gösteriyorlar. Baskın genlerin yol açtıkları ise farklı farklı. Bazen aynı ailede, aynı geni taşıyanlara bakıyorsunuz, bir kısmında erken yaşta başlıyor, bir kısmında geç başlıyor. Sonuç olarak hastalık genç yaşta başladıysa ve atipik özellikler de gösteriyorsa, o zaman genetik olmasından şüpheleniyoruz. Ama diğer yönden her genetik tipte Parkinson hastalığı da genç yaşta başlamıyor veya atipik özellikler göstermiyor. Genetik kökenli Parkinson hastalığının bazı tipleri sporadik dediğimiz kalıtsal olmayan tipten hiç farklılık göstermiyorlar.
Gerek Alzheimer, gerekse Parkinson hastalığı ile ilgili hâlâ bilemediğimiz çok şey var.
Mekanizmasıyla ilgili binlerce bilim adamı çalışıyor. Ama nasıl oluyor da o tetiği çekeni hâlâ bulamadık?
Bu soruyu bazen hasta yakınları ve hastalar da soruyorlar. "Nasıl olur da bunun çaresi hâlâ bulunmaz. Tıp o kadar ilerledi ki" diyorlar. Ancak bu hastalıkların çaresinin bulunması demek, hele hücre ölümünü durdurup geriye döndürmek demek, aşağı yukarı hayatın sırrını çözmekle eşdeğer. Eğer hücre ölümünün nasıl olduğunu ve onu durdurmanın yolunu bulursak bir anlamda insanların yaşlanmasını, hatta ölmesini engellemenin yolunu bulmuş oluruz. Hücre ölümünün mekanizmasını anlamak ve bundan sorumlu olan genetik şifreyi çözmek neredeyse hayatın şifresini çözmek gibi. Bunu yapmak düşünüldüğü kadar kolay değil.
Bu hastalıkları çözseniz de yerine mutlaka başka hastalıklar gündeme gelecektir. Biliyorsunuz on beş-yirmi yıl önce hiç bilmediğimiz bir dolu hastalık ortaya çıktı.
Tarihsel olarak baktığınızda da bu böyle, doğa ile savaşımızda hep yeni engeller çıkıyor, biz de onların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Belki bu hastalıkların çözümlerini bulursak dediğiniz gibi ortaya başka hastalıklar, sorunlar çıkabilir. O zaman da onlarla savaşmaya başlarız.
Esansiyel Tremor Nedir Alzheimer
Kendine Özgü Titreme: Esansiyel Tremor Nedir
Karışan Hastalıklar Nedir?
Ayırıcı tanıda en çok karışan hastalıklardan bir tanesi, esansiyel tremor dediğimiz bir durum. Buna "ailevi tremor", "ailevi titreme" de diyoruz. Oldukça yaygın görülüyor. Esansiyel tremor, kendine özgü bir titreme şekli gösterir. Parkinson hastalığının titremesi, istirahat halinde, esansiyel tremofun titremesi tam tersi hareket halinde ortaya çıkar. Esansiyel tremor'lu hastalarda istirahat halindeyken titreme yoktur. Eğer hasta gevşemiş halde, kolunu kucağına ya da masanın üstüne koymuş duruyorsa, titreme olmaz. Ama elini kaldırıp da kullanmaya başladığı zaman, mesela kahvesini-çayını içerken, yemeğini yerken titremeye başlar. Bu, Parkinson'dan farklı bir titreme şekli. Titreme tipi olarak baktığınızda esansiyel trenıor'da. daha ince salınımlı ve hızlı bir titreme varken, Parkinson'daki yavaş ve kaba bir titremedir. Teknik terimlerle söyleyecek olursak Parkinson titremesinin frekansı 5-6 hertz iken, diğerinin frekansı 11-12 hertz civarındadır. Toplum içinde her titreyen hastada Parkinson hastalığı düşünülür. Esansiyel tremor daha yaygın olmasma karşın daha az tanınır. Titreme, bazen hafiftir ama bazen çok şiddetli olabilir, hasta hiç yazamaz, yemek yiyemez. Esansiyel tremor hastalarının yaklaşık yüzde 5'i durdukları yerde de titrerler. İşte onların teşhisinde bazen zorluk çekeriz, acaba bu, esansiyel tremor mu, yoksa Parkinson mu diye? Esansiyel tremor hastalan da aynen Parkinsonlular gibi heyecanlanınca, kızınca, hatta sevinince titremelerinin arttığını söylerler; "Sakinken hiç titremem yok. Tek başıma evdeysem titremiyorum. Ama birisinin karşısına geçip konuşmak zorundaysam, arkadaşlarıma tepsiyle çay getirmek durumundaysam, herkesin gözü benim üzerimde ise, o zaman titremeye başlıyorum" derler.
Esansiyel tremor'u, Parkinson hastalığından ayıran ve ikisinin benzeştiği başka özellikler var mı? Esansiyel Tremor çok ciddi oranda ailevidir. Hastaların en az üçte ikisi anne ya da baba tarafında titremenin olduğunu söylerler. Esansiyel tremor da Parkinson gibi genelde ileri yaşta başlar, ancak bazen çok genç yaşlarda, çocuk yaşta bile başlayabilir, özellikle de belirgin ailevi özellik gösterenlerde. Bu bütün hayat boyunca devam edebilir. Esansiyel tremor da Parkinson gibi bir tarafı daha fazla tutar, yani genelde asimetriktir. Diğer taraftan esansiyel tremor'u olan olan bir insanda, Parkinson hastalığının ortaya çıkma riski 2-3 kat daha yüksektir. Bazen kendini iyi gözlemleyen hastalar derler ki, "Doktor Bey, eskiden ben elimi kullanırken titrerdim, ince ince bir titremem vardı. Şimdi, durduğum yerde ortaya çıkan daha kaba bir titreme şekli eklendi." Bu vakalar esansiyel tremor'un üzerine eklenmiş Parkinson hastalığı vakalarıdır. Yani bazen iki hastalık bir arada bulunabilir ve genellikle de Parkinson, esansiyel tremor'u takip eder...
Parkinson ile karışan başka hastalıklar var mı peki?
Parkinson hastalığının ikinci grup belirtileri bağlamında karışan başka hastalıklar var. Özellikle yürümenin yavaşlaması, kolun, bacağın, tutuk olması, yüzün maskeleş-mesi gibi belirtilerle. Bunları yapan hastalıklara, Parkinson ile karıştıkları için "Parkinson artı sendromları (Parkinson plus) diyoruz. Bunların arasında göreceli olarak sık rastladığımız bir tanesi multi-sistem atrofisi (MSA) veya "çoklu sistem atrofisi" dediğimiz hastalık. Hastalığın adı zaten hastalığın niteliğini de tanımlıyor. Parkinson hastalığında ön planda, substansiya nigra'da bozukluk varken, multi-sistem atrofisi'nde daha yaygın bir tutulum var. Şöyle bir örnekle izah edeyim. Parkinson hastalığında, elektrik sağlayan santralde bir sorun var ama lambalar sağlam. Onun için elektriği dışardan sağlarsak lambalar yanıyorlar. Multi-sistem atrofisinde ise, hem elektrik gitmiyor hem de lambalarda sorun var. Onun için elektrik verilse dahi lambalar yanmayabiliyor. Bu da Parkinson hastalığına benziyor, ancak ondan ayıran özelliği; hastaların bir kısmında bir dengesizliğin, bir kısmında da idrar tutamama, ciddi tansiyon düşmeleri gibi belirtilerin ya da bunların tümünün birden olması. Bir de hastaların bir kısmı Parkinson tedavisine ya hiç cevap vermiyor ya da kısmi ve geçici bir düzelme gösteriyor. Bu, Parkinson sendromunun dejeneratif sebepleri arasında klasik Parkinson hastalığından sonra en sık gördüğümüz çeşit. Buna Parkinson hastalığının kuzeni ya da yakın akrabası diyebiliriz. İkinci bir hastalık, PSP (ilerleyici göz hareketleri felci). Burada da önemli özellik yine Parkinson tablosunun olması. Özellikle hareketlerde yavaşlama, katılık var, ama bu hastalarda ilk yıllardan itibaren sebepsiz düşmeler de söz konusu. Ayrıca, göz hareketlerinde bir yavaşlama başlıyor, başlangıçta özellikle yukarı aşağı bakışta, giderek gözün her türlü hareketi kısıtlanıyor. Bir başka nadir görülen "dejeneratif Parkinson" çeşidi de CBD (kortikobazal ganglionik dejenerasyon) dediğimiz hastalık. Burada çok asimetrik ve çok tutuk bir tablo söz konusu. Parkinson hastalığında olduğu gibi bu hastalık da asimetrik başlar, hatta asimetri çok daha belirgindir. Bir taraf çok belirgin, tutuk ve yavaşlamışken, öbür tarafta hiç bulgu bulmayabilirsiniz. Bu hastalıkta titreme çok daha nadir görülür ve birkaç yıl içinde bir bunama şekli de eklenir tabloya.
Karışan Hastalıklar Nedir?
Ayırıcı tanıda en çok karışan hastalıklardan bir tanesi, esansiyel tremor dediğimiz bir durum. Buna "ailevi tremor", "ailevi titreme" de diyoruz. Oldukça yaygın görülüyor. Esansiyel tremor, kendine özgü bir titreme şekli gösterir. Parkinson hastalığının titremesi, istirahat halinde, esansiyel tremofun titremesi tam tersi hareket halinde ortaya çıkar. Esansiyel tremor'lu hastalarda istirahat halindeyken titreme yoktur. Eğer hasta gevşemiş halde, kolunu kucağına ya da masanın üstüne koymuş duruyorsa, titreme olmaz. Ama elini kaldırıp da kullanmaya başladığı zaman, mesela kahvesini-çayını içerken, yemeğini yerken titremeye başlar. Bu, Parkinson'dan farklı bir titreme şekli. Titreme tipi olarak baktığınızda esansiyel trenıor'da. daha ince salınımlı ve hızlı bir titreme varken, Parkinson'daki yavaş ve kaba bir titremedir. Teknik terimlerle söyleyecek olursak Parkinson titremesinin frekansı 5-6 hertz iken, diğerinin frekansı 11-12 hertz civarındadır. Toplum içinde her titreyen hastada Parkinson hastalığı düşünülür. Esansiyel tremor daha yaygın olmasma karşın daha az tanınır. Titreme, bazen hafiftir ama bazen çok şiddetli olabilir, hasta hiç yazamaz, yemek yiyemez. Esansiyel tremor hastalarının yaklaşık yüzde 5'i durdukları yerde de titrerler. İşte onların teşhisinde bazen zorluk çekeriz, acaba bu, esansiyel tremor mu, yoksa Parkinson mu diye? Esansiyel tremor hastalan da aynen Parkinsonlular gibi heyecanlanınca, kızınca, hatta sevinince titremelerinin arttığını söylerler; "Sakinken hiç titremem yok. Tek başıma evdeysem titremiyorum. Ama birisinin karşısına geçip konuşmak zorundaysam, arkadaşlarıma tepsiyle çay getirmek durumundaysam, herkesin gözü benim üzerimde ise, o zaman titremeye başlıyorum" derler.
Esansiyel tremor'u, Parkinson hastalığından ayıran ve ikisinin benzeştiği başka özellikler var mı? Esansiyel Tremor çok ciddi oranda ailevidir. Hastaların en az üçte ikisi anne ya da baba tarafında titremenin olduğunu söylerler. Esansiyel tremor da Parkinson gibi genelde ileri yaşta başlar, ancak bazen çok genç yaşlarda, çocuk yaşta bile başlayabilir, özellikle de belirgin ailevi özellik gösterenlerde. Bu bütün hayat boyunca devam edebilir. Esansiyel tremor da Parkinson gibi bir tarafı daha fazla tutar, yani genelde asimetriktir. Diğer taraftan esansiyel tremor'u olan olan bir insanda, Parkinson hastalığının ortaya çıkma riski 2-3 kat daha yüksektir. Bazen kendini iyi gözlemleyen hastalar derler ki, "Doktor Bey, eskiden ben elimi kullanırken titrerdim, ince ince bir titremem vardı. Şimdi, durduğum yerde ortaya çıkan daha kaba bir titreme şekli eklendi." Bu vakalar esansiyel tremor'un üzerine eklenmiş Parkinson hastalığı vakalarıdır. Yani bazen iki hastalık bir arada bulunabilir ve genellikle de Parkinson, esansiyel tremor'u takip eder...
Parkinson ile karışan başka hastalıklar var mı peki?
Parkinson hastalığının ikinci grup belirtileri bağlamında karışan başka hastalıklar var. Özellikle yürümenin yavaşlaması, kolun, bacağın, tutuk olması, yüzün maskeleş-mesi gibi belirtilerle. Bunları yapan hastalıklara, Parkinson ile karıştıkları için "Parkinson artı sendromları (Parkinson plus) diyoruz. Bunların arasında göreceli olarak sık rastladığımız bir tanesi multi-sistem atrofisi (MSA) veya "çoklu sistem atrofisi" dediğimiz hastalık. Hastalığın adı zaten hastalığın niteliğini de tanımlıyor. Parkinson hastalığında ön planda, substansiya nigra'da bozukluk varken, multi-sistem atrofisi'nde daha yaygın bir tutulum var. Şöyle bir örnekle izah edeyim. Parkinson hastalığında, elektrik sağlayan santralde bir sorun var ama lambalar sağlam. Onun için elektriği dışardan sağlarsak lambalar yanıyorlar. Multi-sistem atrofisinde ise, hem elektrik gitmiyor hem de lambalarda sorun var. Onun için elektrik verilse dahi lambalar yanmayabiliyor. Bu da Parkinson hastalığına benziyor, ancak ondan ayıran özelliği; hastaların bir kısmında bir dengesizliğin, bir kısmında da idrar tutamama, ciddi tansiyon düşmeleri gibi belirtilerin ya da bunların tümünün birden olması. Bir de hastaların bir kısmı Parkinson tedavisine ya hiç cevap vermiyor ya da kısmi ve geçici bir düzelme gösteriyor. Bu, Parkinson sendromunun dejeneratif sebepleri arasında klasik Parkinson hastalığından sonra en sık gördüğümüz çeşit. Buna Parkinson hastalığının kuzeni ya da yakın akrabası diyebiliriz. İkinci bir hastalık, PSP (ilerleyici göz hareketleri felci). Burada da önemli özellik yine Parkinson tablosunun olması. Özellikle hareketlerde yavaşlama, katılık var, ama bu hastalarda ilk yıllardan itibaren sebepsiz düşmeler de söz konusu. Ayrıca, göz hareketlerinde bir yavaşlama başlıyor, başlangıçta özellikle yukarı aşağı bakışta, giderek gözün her türlü hareketi kısıtlanıyor. Bir başka nadir görülen "dejeneratif Parkinson" çeşidi de CBD (kortikobazal ganglionik dejenerasyon) dediğimiz hastalık. Burada çok asimetrik ve çok tutuk bir tablo söz konusu. Parkinson hastalığında olduğu gibi bu hastalık da asimetrik başlar, hatta asimetri çok daha belirgindir. Bir taraf çok belirgin, tutuk ve yavaşlamışken, öbür tarafta hiç bulgu bulmayabilirsiniz. Bu hastalıkta titreme çok daha nadir görülür ve birkaç yıl içinde bir bunama şekli de eklenir tabloya.
Parkinson Hastaligi Hakkinda Bilgiler
Parkinson Hastalığının Nedenleri Bilinmiyor
Parkinson hastalığının sebebi ne, bunu biliyor muyuz? Parkinson hastalığının sebebini bilmiyoruz. Parkinson hastalığında beyinde olan değişiklikleri iyi anlamış durumdayız. Aynı Alzheimer hastalığında olduğu gibi. Orada yaptığım bir benzetme vardı; "Suç mekanını iyi anlamış durumdayız, ancak henüz suçluyu yani tetiği çekeni bulmuş değiliz." Özellikle son 8-10 yıl içinde, Parkinson hastalığının genetiğinde olan gelişmelerle, bu hücrelerin neden öldüklerini daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Örneğin "ailevi Parkinson hastalığı"na sebep olan bütün genetik mutasyonlar şu ya da bu şekilde hücre içinde protein yapım ve yıkımı ile ilgili olan genlerde oluşan mutasyonlar. Lewy cisimciğinin içinde de bu genlerden birinin kodladığı bir protein birikiyor. Mutasyonları hastalığa sebep olan diğer genler de hücre içinde protein dönüşümüne, yıkılıp-yapılmasına karışan genler. Bugün geldiğimiz noktada Parkinson hastalarında beyin hücrelerinin içinde eskimiş proteinlerin yıkılmasında bir sorun var diye düşünüyoruz. Proteinler sürekli olarak yakılıp yıkılması gereken, hem hücre işlevinde hem hücrenin yapısında rolleri olan moleküller. Yıprandıkları zaman da yıkılıp tekrar yapılmaları lazım. Eğer herhangi bir şekilde hücrede, eskimiş proteinleri yıkan sistemde bir sorun olursa, bu eskimiş proteinler yavaş yavaş hücre içinde birikmeye başlıyorlar. Bu biriken proteinler ise, bir süre sonra hücrenin normal işleyişini bozmaya başlıyorlar. Artık sağlıklı işlev göremeyen, gerekli enerjiyi üretemeyen hücre de intihar etmeye karar veriyor ve zaten genetik programında mevcut olan intihar genlerini çalıştırıp kendi kontağını kapatıyor. Hastalığın oluşumuyla ilgili bugünkü varsayım böyle.
Bu "kontak kapatma" hadisesi neden bazı insanlarda oluyor da bazılarında olmuyor?
Şu anki düşüncemiz, bunun bir tür genetik-çevre etkileşimi ile ortaya çıktığı şeklinde. Bazı insanların doğuştan itibaren, genleriyle getirdikleri bazı yatkınlıkları var. Eğer bazı çevre faktörleri de devreye girerse, yatkın insanlarda hastalık ortaya çıkıyor. Yani hastaların büyük kısmında tek suçlu genetik değil, tek suçlu çevre faktörleri de değil, sorun bir gen-çevre etkileşimi. Yanlış genleri yanlış çevrelerde taşıyan insanlarda hastalık riski yükseliyor.
Tanı koymak için yine anamnez'e (hastanın hastalık Öyküsünü doktora anlatması) mi başvurmalı?
Evet. Parkinson hastalığının tanısı da prensip olarak klinik bir tanı. Karşınıza gelen hasta, "Hareketlerimde genel bir yavaşlama var. Yürümem giderek yavaşladı, adımlarım küçüldü. Vücudum öne doğru eğildi. Sağ kolumda durduğum yerde bir titreme var. O elimi kullanmakta zorluk çekiyorum" gibi belirtiler söylediği zaman hemen bu hastalıktan şüpheleniyorsunuz. Bizim hastada gözlemlediklerimiz ve muayene bulguları sonuçta tanıyı koyduruyor. Hastadan ve yakınlarından alınacak iyi bir hastalık öyküsü, iyi bir gözlem ve muayene ile birleştiğinde hastaların büyük kısmında tanı koymakta zorlanmıyoruz. Hastayı karşımıza oturtup hakikaten titremesi var mı, yok mu, titriyorsa nasıl titriyor, diye gözlüyoruz. Bu titreme genellikle heyecanla, kızgınlıkla hatta sevinçle ortaya çıkar veya artar. Biz de muayene esnasında hastayı heyecanlandırmaya çalışırız. Muayene esnasında bir taraftan hastayı gözlerken bir taraftan da nörolojik muayene dediğimiz yöntemle baştan ayağa tüm sinir sisteminin işleyişini gözden geçiririz. Bunu da belli bir sistematik içinde yaparız. Önce baş ve yüzden başlayıp göz hareketleri, görme, yüzün hareket ettirilebilmesi, duyma, yüzün duyusu, dilin ve yutağın hareketleri, ses ve konuşmanın değerlendirmesini yaparız. Kollan ve bacakları belli bir sistem içinde inceleriz. Bir taraftan harekete bakarız, kuvveti, koordinasyonu, refleksleri elin ince işlerdeki becerisini değerlendiririz. Duyu kaybı var mı, yok mu, kas kitlesinde bir erime söz konusu mu, bakarız. Sonra yürüyüşü, duruşu gözden geçiririz. Bütün bu muayene ve değerlendirmeler sonucunda, hastada hangi bulguların olduğunu saptarız. Örneğin gerçekten yavaşlaması var mı, yürümesinde değişiklik var mı, yüzü donuklaşmış mı (biz buna maske yüz de deriz), sesi değişmiş mi (Parkinson hastaları biraz kısık sesle, hafif tonda ve bazen heceleri tekrarlayarak konuşurlar) bunları saptarız. Muayene bulgularıyla hastanın ve yakınlarının söylediklerini bir araya getirir ve hastada bir Parkinson sendromu olup olmadığına karar veririz.
Herhalde bu safhada Parkinson sendromunıın altında ne yatıyor sorusu geliyor, yani ayırıcı tanı: Bu bir, klasik Parkinson hastalığı mı, yoksa onun benzerlerinden bir tanesi mi?
Bu aşamada baktığımız şey, benzerlerinden bir tanesi olduğunu düşündürecek ilave bir bulgu var mı, buna yanıt aramak. Yani Parkinson sendromunun 4 tane ana bulgusunun dışına taşan, göz hareketlerinde bir yavaşlama ya da kısıtlılık, dengede bir bozukluk, hastanın ayağa kalktığında tansiyonunun şiddetle düştüğü yönünde ilave bulgular var mı, onu değerlendiririz. Bir yandan da yardımcı tanı yöntemlerine başvururuz, örneğin beynin bilgisayarlı tomografi (BT) ya da manyetik rezonans (MR) ile görüntülenmesi gibi. Bununla yapmak istediğimiz Parkinson tablosuna sebep olabilecek başka sebepleri dışlamak; beyin damar tıkanmaları, tümörler, beyin içindeki boşlukların genişlemesi gibi. Bunun ötesinde BT veya MR'ın klasik Parkinson hastalığının tanışma doğrudan bir katkısı olmaz. Yani bir beyin MR'ına bakarak klasik Parkinson hastalığının tanısı konulamaz.
İlaca yanıt oranı: yüzde 90-95
Hastanın Parkinson tedavisine verdiği yanıtın teşhise bir katkısı var mı?
Bizim için ayırıcı tanıda önemli bulgulardan bir tanesi, hastanın Parkinson tedavisine iyi cevap verip vermediğidir. Klasik Parkinson hastalığında, hastalanıl yüzde 90-95'i ilaca şu ya da bu şekilde olumlu cevap verirler. Parkinson sendromuna sebep olan klasik Parkinson hastalığının akrabaları ise büyük ölçüde tedaviye cevap vermezler. Onun için tedaviye alınan yanıt bizi teşhis konusunda da yönlendirir.
Parkinson hastalığının sebebi ne, bunu biliyor muyuz? Parkinson hastalığının sebebini bilmiyoruz. Parkinson hastalığında beyinde olan değişiklikleri iyi anlamış durumdayız. Aynı Alzheimer hastalığında olduğu gibi. Orada yaptığım bir benzetme vardı; "Suç mekanını iyi anlamış durumdayız, ancak henüz suçluyu yani tetiği çekeni bulmuş değiliz." Özellikle son 8-10 yıl içinde, Parkinson hastalığının genetiğinde olan gelişmelerle, bu hücrelerin neden öldüklerini daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Örneğin "ailevi Parkinson hastalığı"na sebep olan bütün genetik mutasyonlar şu ya da bu şekilde hücre içinde protein yapım ve yıkımı ile ilgili olan genlerde oluşan mutasyonlar. Lewy cisimciğinin içinde de bu genlerden birinin kodladığı bir protein birikiyor. Mutasyonları hastalığa sebep olan diğer genler de hücre içinde protein dönüşümüne, yıkılıp-yapılmasına karışan genler. Bugün geldiğimiz noktada Parkinson hastalarında beyin hücrelerinin içinde eskimiş proteinlerin yıkılmasında bir sorun var diye düşünüyoruz. Proteinler sürekli olarak yakılıp yıkılması gereken, hem hücre işlevinde hem hücrenin yapısında rolleri olan moleküller. Yıprandıkları zaman da yıkılıp tekrar yapılmaları lazım. Eğer herhangi bir şekilde hücrede, eskimiş proteinleri yıkan sistemde bir sorun olursa, bu eskimiş proteinler yavaş yavaş hücre içinde birikmeye başlıyorlar. Bu biriken proteinler ise, bir süre sonra hücrenin normal işleyişini bozmaya başlıyorlar. Artık sağlıklı işlev göremeyen, gerekli enerjiyi üretemeyen hücre de intihar etmeye karar veriyor ve zaten genetik programında mevcut olan intihar genlerini çalıştırıp kendi kontağını kapatıyor. Hastalığın oluşumuyla ilgili bugünkü varsayım böyle.
Bu "kontak kapatma" hadisesi neden bazı insanlarda oluyor da bazılarında olmuyor?
Şu anki düşüncemiz, bunun bir tür genetik-çevre etkileşimi ile ortaya çıktığı şeklinde. Bazı insanların doğuştan itibaren, genleriyle getirdikleri bazı yatkınlıkları var. Eğer bazı çevre faktörleri de devreye girerse, yatkın insanlarda hastalık ortaya çıkıyor. Yani hastaların büyük kısmında tek suçlu genetik değil, tek suçlu çevre faktörleri de değil, sorun bir gen-çevre etkileşimi. Yanlış genleri yanlış çevrelerde taşıyan insanlarda hastalık riski yükseliyor.
Tanı koymak için yine anamnez'e (hastanın hastalık Öyküsünü doktora anlatması) mi başvurmalı?
Evet. Parkinson hastalığının tanısı da prensip olarak klinik bir tanı. Karşınıza gelen hasta, "Hareketlerimde genel bir yavaşlama var. Yürümem giderek yavaşladı, adımlarım küçüldü. Vücudum öne doğru eğildi. Sağ kolumda durduğum yerde bir titreme var. O elimi kullanmakta zorluk çekiyorum" gibi belirtiler söylediği zaman hemen bu hastalıktan şüpheleniyorsunuz. Bizim hastada gözlemlediklerimiz ve muayene bulguları sonuçta tanıyı koyduruyor. Hastadan ve yakınlarından alınacak iyi bir hastalık öyküsü, iyi bir gözlem ve muayene ile birleştiğinde hastaların büyük kısmında tanı koymakta zorlanmıyoruz. Hastayı karşımıza oturtup hakikaten titremesi var mı, yok mu, titriyorsa nasıl titriyor, diye gözlüyoruz. Bu titreme genellikle heyecanla, kızgınlıkla hatta sevinçle ortaya çıkar veya artar. Biz de muayene esnasında hastayı heyecanlandırmaya çalışırız. Muayene esnasında bir taraftan hastayı gözlerken bir taraftan da nörolojik muayene dediğimiz yöntemle baştan ayağa tüm sinir sisteminin işleyişini gözden geçiririz. Bunu da belli bir sistematik içinde yaparız. Önce baş ve yüzden başlayıp göz hareketleri, görme, yüzün hareket ettirilebilmesi, duyma, yüzün duyusu, dilin ve yutağın hareketleri, ses ve konuşmanın değerlendirmesini yaparız. Kollan ve bacakları belli bir sistem içinde inceleriz. Bir taraftan harekete bakarız, kuvveti, koordinasyonu, refleksleri elin ince işlerdeki becerisini değerlendiririz. Duyu kaybı var mı, yok mu, kas kitlesinde bir erime söz konusu mu, bakarız. Sonra yürüyüşü, duruşu gözden geçiririz. Bütün bu muayene ve değerlendirmeler sonucunda, hastada hangi bulguların olduğunu saptarız. Örneğin gerçekten yavaşlaması var mı, yürümesinde değişiklik var mı, yüzü donuklaşmış mı (biz buna maske yüz de deriz), sesi değişmiş mi (Parkinson hastaları biraz kısık sesle, hafif tonda ve bazen heceleri tekrarlayarak konuşurlar) bunları saptarız. Muayene bulgularıyla hastanın ve yakınlarının söylediklerini bir araya getirir ve hastada bir Parkinson sendromu olup olmadığına karar veririz.
Herhalde bu safhada Parkinson sendromunıın altında ne yatıyor sorusu geliyor, yani ayırıcı tanı: Bu bir, klasik Parkinson hastalığı mı, yoksa onun benzerlerinden bir tanesi mi?
Bu aşamada baktığımız şey, benzerlerinden bir tanesi olduğunu düşündürecek ilave bir bulgu var mı, buna yanıt aramak. Yani Parkinson sendromunun 4 tane ana bulgusunun dışına taşan, göz hareketlerinde bir yavaşlama ya da kısıtlılık, dengede bir bozukluk, hastanın ayağa kalktığında tansiyonunun şiddetle düştüğü yönünde ilave bulgular var mı, onu değerlendiririz. Bir yandan da yardımcı tanı yöntemlerine başvururuz, örneğin beynin bilgisayarlı tomografi (BT) ya da manyetik rezonans (MR) ile görüntülenmesi gibi. Bununla yapmak istediğimiz Parkinson tablosuna sebep olabilecek başka sebepleri dışlamak; beyin damar tıkanmaları, tümörler, beyin içindeki boşlukların genişlemesi gibi. Bunun ötesinde BT veya MR'ın klasik Parkinson hastalığının tanışma doğrudan bir katkısı olmaz. Yani bir beyin MR'ına bakarak klasik Parkinson hastalığının tanısı konulamaz.
İlaca yanıt oranı: yüzde 90-95
Hastanın Parkinson tedavisine verdiği yanıtın teşhise bir katkısı var mı?
Bizim için ayırıcı tanıda önemli bulgulardan bir tanesi, hastanın Parkinson tedavisine iyi cevap verip vermediğidir. Klasik Parkinson hastalığında, hastalanıl yüzde 90-95'i ilaca şu ya da bu şekilde olumlu cevap verirler. Parkinson sendromuna sebep olan klasik Parkinson hastalığının akrabaları ise büyük ölçüde tedaviye cevap vermezler. Onun için tedaviye alınan yanıt bizi teşhis konusunda da yönlendirir.
Parkinson Hastaligi Nedenleri ve Alzheimer
Parkinson Hastalığının Ortaya Çıkışının Sebepleri, Parkinson Nedenleri
Parkinson hastalığında hastalığın kendine özgü bir bunama ve zihinsel işlevlerde bozulma ortaya çıkıyor ama bu yaşla çok ilintili. James Parkinson'un hastalarının, hemen hepsi genç insanlardı. Onun için onlarda bu belirtiler henüz ortaya çıkmamıştı veya göze çarpmıyordu. Ama son yirmi senedir, giderek daha iyi anladık ki Parkinson hastalığının hareket ile ilgili belirtilerinin dışında hareket dışı belirtiler dediğimiz birtakım belirtileri de var. Mesela eğer hassas zihinsel testler uygulanırsa, Parkinson hastaları bir grup olarak, yaş ve eğitim açısından eşleştirilmiş normallerle kıyaslandıklarında daha kötü performans gösteriyorlar. Hangi alanlarda daha kötüler? Dikkatte, konsantrasyonda, yürütücü işlevler dediğimiz öngörebilme ve planlayabilme yetisinde. Kelime akıcılığında daha zayıflar. Parkinson hastalarında, genç olanları dahil, içe yönelmiş dikkat, kısmen de dışa yönelmiş dikkat dediğimiz işlevler özellikle etkileniyorlar.
Yaşlı hastalarda, özellikle de 70-80 yaş üzerinde, Parkinson hastalarının büyük kısmında zihinsel bozulma ve zamanla ortaya çıkan bir bunama şekli gelişiyor. Son beş-altı sene içinde, benim de özellikle üzerinde çalıştığım bir konu. İki yıl önce uluslararası bir araştırmayla bu hastalarda belli ölçüde düzelme sağlayan bir ilaç tedavisi de tanımladık. Parkinson hastalığı bunaması; kendine özgü bir bunama, Alzheimer hastalığından farklı, dolayısıyla da farklı belirtiler gösteriyor. Alzheimer hastalığında bellek bozukluğu ön plandayken, Parkinson'lularda dikkat bozukluğu, konsantrasyon bozukluğu, yürütücü işlev bozukluğu ön planda. Ayrıca bu hastalarda sıklıkla hayaller, hezeyanlar, gündüz sık sık uyuklama, gece uykusunda konuşma ve hareket etme gibi belirtiler de oluyor. Bunamanın dışında Parkinson hastalarında depresyon da sık görülüyor.
Depresyon eşlik ediyor
Ne kadar sıklıkla görülüyor depresyon bu hastalarda hocam?
Tüm hastalık seyri boyunca, her iki hastadan bir tanesinde depresyon ortaya çıkıyor. İnsan şöyle düşünebilir: "Bu kalıcı, yavaş yavaş ilerleyen, yıllar içerisinde de belli işlevsel kayıplara sebep olan kronik bir hastalık. Böyle olunca da depresyon olması doğal." Ama görünen o ki depresyonun sebebi o kadar basit deği. Zira Parkinson hastalığı ile örneğin eklem kireçlenmesi gibi, kronik tutulum ve işlev kaybı yapan, başka hastalıklar kıyaslandığında, Parkinson hastalarında depresyon oranının daha yüksek olduğu görülüyor. Bu gözlemden yola çıkarak depresyonun en azından kısmen, hastalığın yol açtığı beyindeki hücre kaybına bağlı olduğunu düşünüyoruz. Örneğin klasik depresyon hastalarında beyindeki seviyelerinin azaldığı düşünülen serotonin ve noradrenalin gibi maddelerin seviyesi depresyon gelişen Parkinson hastalarında da düşük bulunuyor.
Parkinson hastalarında zihni ve aklı ilgilendiren üçüncü grup belirti olarak psikozdan bahsetmek mümkün. Psikoz ile illüzyonlar, halisünasyonlar ve hezeyanları kastediyoruz. Bunlar, genelde hastalığın başlangıcında ortaya çıkmıyor. Hezeyan i!e kastımız; yanlış inanışlar. Mesela, "Eşim beni aldatıyor, paramı çalıyorlar, çocuklarım benden kurtulmak istiyor" gibi düşünceler. İllüzyon ile var olan bir uyarının farklı algılanmasını kastediyorum. Mesela bir şapka asılı askılıkta; ama hasta, onu bir baş olarak görüyor. Aslında görülen bir nesne var, görsel bir uyarı var; ama hasta onu farklı algılıyor. Halisünasyon (hayal) ise, hiç olmayan bir uyarının algılanması, mesela görülen hiçbir nesne yok, ama hasta "divanın üzerinde bir adam oturuyor" ya da duyulan hiçbir ses yokken "kapı çalındı, telefon çaldı, birisi konuştu" gibi olmayan duysal uyarıları algılıyor. Bazen görülen bir başka algılama bozukluğu da "bir cismin varlığı" hissi. Hasta der ki, "Sanki odada birisi var gibi geliyor, sanki arkamda biri duruyor gibi, bakıyorum, kimse yok."
Bütün bunlar hastanın ilk yıllarında çok nadir görülüyor. Bunaması olan hastaların ise yaklaşık yüzde 70'inde bu tip belirtiler ortaya çıkıyor. Bazı hastalarda ise, ilaçların yan etkisi olarak görülüyorlar. Aslında Parkinson hastalığının tedavisinde kullandığımız ilaçların büyük kısmı özellikle yüksek dozlarda hayallere sebep olabiliyor
Parkinson Alzheimer
Alzheimer'dan daha yüz güldürücü
Parkinson hastalığında beyinde tam olarak ne oluyor? Parkinson hastalığının en karakteristik özelliği, bizim "beyin sapı" dediğimiz bölgede, iki taraflı, simetrik olarak yerleşmiş "siyah çekirdek" (substansiya nigra) olarak nitelendirilen bir hücre grubunda dejenerasyon ve hücre kaybı oluşması. Siyah çekirdek, bünyesinde az sayıda, 800 bin civarında hücre barındırıyor. Parkinson hastalığının belirtilerinin ortaya çıkması için bu hücrelerin en az yüzde 60-70'inin kaybolması gerekiyor. Bu demektir ki aslında hastalık, belirtiler ortaya çıkmadan çok önce başlıyor. Bu hücre kaybını özel görüntüleme yöntemleri ile göstermek de mümkün. Yavaş ilerleyen bir hücre kaybı bu. Sistemin rezervi, yedeği fazla olduğu için ancak tüm hücrelerin yüzde 60'mı, yüzde 70'ini kaybettikten sonra belirtiler ortaya çıkmaya başlıyor. Öyle insanlar var ki yaşamları boyunca hiçbir Parkinson belirtisi göstermemişler, başka bir sebepten vefat etmişler. Beyinleri incelendiği zaman görülmüş ki siyah çekirdekte yüzde 50 hücre kaybı var. Yani tüm hücrelerin yarısı kaybolmuş, buna karşın hiçbir belirti ortaya çıkmamış. Bu hücre kaybının yanında siyah çekirdeğin kalan hücrelerinin içinde bir çeşit protein yumağının biriktiğini görüyoruz. Buna biz "Lewy cisimciği" diyoruz. Bulan Alman patologun adını almış. Bu, Parkinson hastalığı için çok karakteristik, olmazsa olmaz bir bulgu. Bu hücre kaybı Parkinson hastalığında görülen hareketle ilgili bozuklukların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Siyah çekirdekteki hücreler, dopamin adı verilen kimyasal bir madde üretiyorlar. Dopamin, bizim nörotransmitter dediğimiz gruptan, beyin hücrelerinin kendi aralarındaki haberleşmeyi sağlamak için kullandığı maddelerden biri. Bir hücre, bir başkasına mesaj vermek istediği zaman, bu maddelerden birini salgılıyor, bu kimyasal gidip ikinci hücrede kendine ait algılayıcıları uyarıyor ve birinci hücreden giden mesaj ikinci hücreye geçirilmiş oluyor. İşte biz bu maddelere nörokimyasallar ya da norotransmitter'ler diyoruz. Dopamin bunlardan bir tanesi ve hareketin başlatılması ve uyum içinde yapılması için gerekli bir madde. Dopamin, siyah çekirdek içinde bulunan hücrelerde imal ediliyor ve onların uzantıları vasıtasıyla bazal ganglion'lar dediğimiz, beynin derinliklerinde, her iki tarafta yerleşmiş büyük hücre gruplarına iletiliyor. Bu gerçekleştikten sonra, biz hareketlerimizi başlatıp akıcı ve uyumlu bir şekilde yapabiliyoruz. Dopamin yapan hücreler ölünce ortaya bu maddenin eksikliği çıkıyor.
Yani dopamin eksikliği mi yapıyor bu hastalığı?
Evet Parkinson hastalığının hareketle ilgili belirtilerinin büyük çoğundan dopamin eksikliği sorumlu. Hastaların dopamin eksikliği ne kadar fazlaysa, hareket ile ilgili sıkıntıları o kadar yoğun oluyor. Özellikle de hareket yavaşlaması, kas tutukluğu dopamin miktarı ile doğrudan ilgili.
Titremenin şiddeti ile siyah çekirdekteki dopamin'in azalması arasında ise doğrudan, birebir bir orantı yok.
Parkinson hastalığında hastalığın kendine özgü bir bunama ve zihinsel işlevlerde bozulma ortaya çıkıyor ama bu yaşla çok ilintili. James Parkinson'un hastalarının, hemen hepsi genç insanlardı. Onun için onlarda bu belirtiler henüz ortaya çıkmamıştı veya göze çarpmıyordu. Ama son yirmi senedir, giderek daha iyi anladık ki Parkinson hastalığının hareket ile ilgili belirtilerinin dışında hareket dışı belirtiler dediğimiz birtakım belirtileri de var. Mesela eğer hassas zihinsel testler uygulanırsa, Parkinson hastaları bir grup olarak, yaş ve eğitim açısından eşleştirilmiş normallerle kıyaslandıklarında daha kötü performans gösteriyorlar. Hangi alanlarda daha kötüler? Dikkatte, konsantrasyonda, yürütücü işlevler dediğimiz öngörebilme ve planlayabilme yetisinde. Kelime akıcılığında daha zayıflar. Parkinson hastalarında, genç olanları dahil, içe yönelmiş dikkat, kısmen de dışa yönelmiş dikkat dediğimiz işlevler özellikle etkileniyorlar.
Yaşlı hastalarda, özellikle de 70-80 yaş üzerinde, Parkinson hastalarının büyük kısmında zihinsel bozulma ve zamanla ortaya çıkan bir bunama şekli gelişiyor. Son beş-altı sene içinde, benim de özellikle üzerinde çalıştığım bir konu. İki yıl önce uluslararası bir araştırmayla bu hastalarda belli ölçüde düzelme sağlayan bir ilaç tedavisi de tanımladık. Parkinson hastalığı bunaması; kendine özgü bir bunama, Alzheimer hastalığından farklı, dolayısıyla da farklı belirtiler gösteriyor. Alzheimer hastalığında bellek bozukluğu ön plandayken, Parkinson'lularda dikkat bozukluğu, konsantrasyon bozukluğu, yürütücü işlev bozukluğu ön planda. Ayrıca bu hastalarda sıklıkla hayaller, hezeyanlar, gündüz sık sık uyuklama, gece uykusunda konuşma ve hareket etme gibi belirtiler de oluyor. Bunamanın dışında Parkinson hastalarında depresyon da sık görülüyor.
Depresyon eşlik ediyor
Ne kadar sıklıkla görülüyor depresyon bu hastalarda hocam?
Tüm hastalık seyri boyunca, her iki hastadan bir tanesinde depresyon ortaya çıkıyor. İnsan şöyle düşünebilir: "Bu kalıcı, yavaş yavaş ilerleyen, yıllar içerisinde de belli işlevsel kayıplara sebep olan kronik bir hastalık. Böyle olunca da depresyon olması doğal." Ama görünen o ki depresyonun sebebi o kadar basit deği. Zira Parkinson hastalığı ile örneğin eklem kireçlenmesi gibi, kronik tutulum ve işlev kaybı yapan, başka hastalıklar kıyaslandığında, Parkinson hastalarında depresyon oranının daha yüksek olduğu görülüyor. Bu gözlemden yola çıkarak depresyonun en azından kısmen, hastalığın yol açtığı beyindeki hücre kaybına bağlı olduğunu düşünüyoruz. Örneğin klasik depresyon hastalarında beyindeki seviyelerinin azaldığı düşünülen serotonin ve noradrenalin gibi maddelerin seviyesi depresyon gelişen Parkinson hastalarında da düşük bulunuyor.
Parkinson hastalarında zihni ve aklı ilgilendiren üçüncü grup belirti olarak psikozdan bahsetmek mümkün. Psikoz ile illüzyonlar, halisünasyonlar ve hezeyanları kastediyoruz. Bunlar, genelde hastalığın başlangıcında ortaya çıkmıyor. Hezeyan i!e kastımız; yanlış inanışlar. Mesela, "Eşim beni aldatıyor, paramı çalıyorlar, çocuklarım benden kurtulmak istiyor" gibi düşünceler. İllüzyon ile var olan bir uyarının farklı algılanmasını kastediyorum. Mesela bir şapka asılı askılıkta; ama hasta, onu bir baş olarak görüyor. Aslında görülen bir nesne var, görsel bir uyarı var; ama hasta onu farklı algılıyor. Halisünasyon (hayal) ise, hiç olmayan bir uyarının algılanması, mesela görülen hiçbir nesne yok, ama hasta "divanın üzerinde bir adam oturuyor" ya da duyulan hiçbir ses yokken "kapı çalındı, telefon çaldı, birisi konuştu" gibi olmayan duysal uyarıları algılıyor. Bazen görülen bir başka algılama bozukluğu da "bir cismin varlığı" hissi. Hasta der ki, "Sanki odada birisi var gibi geliyor, sanki arkamda biri duruyor gibi, bakıyorum, kimse yok."
Bütün bunlar hastanın ilk yıllarında çok nadir görülüyor. Bunaması olan hastaların ise yaklaşık yüzde 70'inde bu tip belirtiler ortaya çıkıyor. Bazı hastalarda ise, ilaçların yan etkisi olarak görülüyorlar. Aslında Parkinson hastalığının tedavisinde kullandığımız ilaçların büyük kısmı özellikle yüksek dozlarda hayallere sebep olabiliyor
Parkinson Alzheimer
Alzheimer'dan daha yüz güldürücü
Parkinson hastalığında beyinde tam olarak ne oluyor? Parkinson hastalığının en karakteristik özelliği, bizim "beyin sapı" dediğimiz bölgede, iki taraflı, simetrik olarak yerleşmiş "siyah çekirdek" (substansiya nigra) olarak nitelendirilen bir hücre grubunda dejenerasyon ve hücre kaybı oluşması. Siyah çekirdek, bünyesinde az sayıda, 800 bin civarında hücre barındırıyor. Parkinson hastalığının belirtilerinin ortaya çıkması için bu hücrelerin en az yüzde 60-70'inin kaybolması gerekiyor. Bu demektir ki aslında hastalık, belirtiler ortaya çıkmadan çok önce başlıyor. Bu hücre kaybını özel görüntüleme yöntemleri ile göstermek de mümkün. Yavaş ilerleyen bir hücre kaybı bu. Sistemin rezervi, yedeği fazla olduğu için ancak tüm hücrelerin yüzde 60'mı, yüzde 70'ini kaybettikten sonra belirtiler ortaya çıkmaya başlıyor. Öyle insanlar var ki yaşamları boyunca hiçbir Parkinson belirtisi göstermemişler, başka bir sebepten vefat etmişler. Beyinleri incelendiği zaman görülmüş ki siyah çekirdekte yüzde 50 hücre kaybı var. Yani tüm hücrelerin yarısı kaybolmuş, buna karşın hiçbir belirti ortaya çıkmamış. Bu hücre kaybının yanında siyah çekirdeğin kalan hücrelerinin içinde bir çeşit protein yumağının biriktiğini görüyoruz. Buna biz "Lewy cisimciği" diyoruz. Bulan Alman patologun adını almış. Bu, Parkinson hastalığı için çok karakteristik, olmazsa olmaz bir bulgu. Bu hücre kaybı Parkinson hastalığında görülen hareketle ilgili bozuklukların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Siyah çekirdekteki hücreler, dopamin adı verilen kimyasal bir madde üretiyorlar. Dopamin, bizim nörotransmitter dediğimiz gruptan, beyin hücrelerinin kendi aralarındaki haberleşmeyi sağlamak için kullandığı maddelerden biri. Bir hücre, bir başkasına mesaj vermek istediği zaman, bu maddelerden birini salgılıyor, bu kimyasal gidip ikinci hücrede kendine ait algılayıcıları uyarıyor ve birinci hücreden giden mesaj ikinci hücreye geçirilmiş oluyor. İşte biz bu maddelere nörokimyasallar ya da norotransmitter'ler diyoruz. Dopamin bunlardan bir tanesi ve hareketin başlatılması ve uyum içinde yapılması için gerekli bir madde. Dopamin, siyah çekirdek içinde bulunan hücrelerde imal ediliyor ve onların uzantıları vasıtasıyla bazal ganglion'lar dediğimiz, beynin derinliklerinde, her iki tarafta yerleşmiş büyük hücre gruplarına iletiliyor. Bu gerçekleştikten sonra, biz hareketlerimizi başlatıp akıcı ve uyumlu bir şekilde yapabiliyoruz. Dopamin yapan hücreler ölünce ortaya bu maddenin eksikliği çıkıyor.
Yani dopamin eksikliği mi yapıyor bu hastalığı?
Evet Parkinson hastalığının hareketle ilgili belirtilerinin büyük çoğundan dopamin eksikliği sorumlu. Hastaların dopamin eksikliği ne kadar fazlaysa, hareket ile ilgili sıkıntıları o kadar yoğun oluyor. Özellikle de hareket yavaşlaması, kas tutukluğu dopamin miktarı ile doğrudan ilgili.
Titremenin şiddeti ile siyah çekirdekteki dopamin'in azalması arasında ise doğrudan, birebir bir orantı yok.
Parkinson Hastaligi Belirtileri
Parkinson Hastalığı Belirtileri
Parkinson hastalığının 4 ana belirtisi var
Şimdi de isterseniz Parkinson hastalığının ana belirtilerinden bahsedelim.
Tıpta, "Parkinson sendromu" ile "Parkinson hastalığını birbirinden ayırıyoruz. Tıp dilinde "sendrom" denilen şey bir grup belirtinin bir araya gelmesi ile oluşan tablodur. Herhangi bir sendromun altında değişik sebepler, değişik hastalıklar yatabilir. Parkinson sendromunun 4 tane belirtisi vardır. Bunlardan ilki; hareketlerin yavaşlaması. Hareketlerin yavaşlamasıyla da hareketin söz konusu olduğu her türlü işlevde bir fakirleşme, yavaşlama, ağırlaşma ortaya çıkar. Örneğin elini kullanmada bir güçlük, bir beceriksizlik, bir yavaşlama hissetmeye başlar hasta, "Ben yazı yazarken, yazımın giderek küçülmeye başladığını fark ediyorum. Özellikle düğmeleri açıp kapatırken zorluk çektiğimi hissediyorum. Şişe kapaklarım açıp kapatırken, döndürücü hareketleri yaparken, tıraş olurken bir beceriksizlik, bir yavaşlama hissediyorum" der. Yukarda da bahsettiğim gibi hasta kendini iyi gözlemleyebiliyorsa, kaba kuvvetinde aslında bir sorun olmadığını, ancak eli kullanmakta, hareketlerin ahenkli ve uyumlu biçimde-yapılmasında bir sorun olduğunu tarif eder. Eğer hastalık koldan başladıysa, hastanın söyleyeceği belirtiler genelde bu şekildedir. Hastalık bacaktan da başlayabilir. Bu sefer de hasta der ki, "Bir bacağımı sürter gibiyim, bir ayağımı kaldırmakta zorluk çekiyorum. Özellikle yüksek basamakları çıkarken, bazen o ayağım arkadan geliyor, takılıyor." Dışardan bakanlar, hastanın yürürken, bir tarafındaki kolunu sallamadığını da fark edebilirler. Bütün bunlar Parkinson sendromunun bir numaralı belirtisi olan hareketlerin yavaşlaması, tıp dilindeki adıyla, bradikinezi'nin belirtileri.
iki numaralı belirti ne?
Bütün kaslarda normalde olan hafif bir temel kasılma oranı vardır. Biz buna, "kas tonusu" diyoruz. Parkinson sendromunda kas tonusu artar. Hastanın bir kolunu ya da bacağını alıp oynattığımız zaman, direndiğini fark edersiniz. Sanki kurşun bir boruyu bükermişçesine, tüm hareket boyunca direnç gösterir. Hastalar bunu, kas ağrıları, kas tutukluğu şeklinde algılarlar. Tıp dilinde biz buna rijidite deriz.
Uç numara belirti şu ünlü titreme mi yoksa?
Evet, kendine özgü, tipik bir titreme. Bu, kaba bir titremedir ve prensip olarak istirahat halindeyken ortaya çıkar. Hasta kolunu ya da bacağını hiç kullanmazken, örneğin yanında ya da kucağında tutarken kaba salınımlar şeklinde görülen bir titreme. Bazen sadece başparmak ile işaret-parmağını tutar. Biz buna "para sayma şeklinde titreme" veya "hap yapma şeklinde titreme" diyoruz. Bazen o kadar hafif olur ki hasta kendisi farkına varmaz. Yakınları fark ederler, "Senin elin titriyor" derler. Hasta bakar elinin titrediğini görür. Genelde eller kaldırılıp kullanılmaya başlanıldığı zaman, bu titreme, geçici de olsa kaybolur; el veya kol belli bir konumda tutulmaya devam ederse tekrar ortaya çıkabilir. Bu yüzden de hastaların büyük kısmı, eğer çok şiddetli değilse, titremelerinden fazla şikayetçi olmazlar. Titreme hastanın işlevlerini bozmaktan ziyade hasta için bir rahatsızlık yaratır. Başkalarının görmesinden çekindikleri için toplum içine çıkmaktan kaçınabilirler. Buna da tıp dilinde "istirahat tremoru" diyoruz.
Parkinson Sendromunun Ana Belirtiler
Yürümenin ve hareketlerin yavaşlaması, tutuklaşması, hareketleri başlatmada ve ince işlerde güçlük, yüzde donuklaşma (bradikinezi)
Kas sertliği (rijidite)
İstirahat halindeyken el veya bacak titremesi (tremor)
Duruş ve denge reflekslerinde bozulma, vücudun öne doğru eğilmesi (postural bozukluk)
Peki ya dördüncü belirti?
Parkinson sendromunun dördüncü belirtisi ise, vücudun duruş ve tutuş reflekslerinde bozulma. İnsanlarda ayakta dururken yerçekimine karşı duran kaslarda sürekli bir kasılma ve bizim "duruş-tutuş refleksleri" dediğimiz refleksler olmasaydı insanlar bir torba gibi yığılıp kalırlardı. Bizi temel reflekslerimiz ve temel "kas tonusu" bizi ayakta tutar. Dengemizi aniden bozan bir etkiye maruz kaldığımızda düşmememizi sağlar. Mesela ayakta hareketsiz duran bir kimseyi, geriye doğru çektiğinizde hemen bir ayağını geriye doğru atar, kollarını öne doğru savurur ve dengesini tekrar sağlar. Biz buna "yakalama refleksi" diyoruz. Parkinson sendromunda bu duruş ve tutuş reflekslerinde bir sorun vardır. Onun için Parkinson hastasını itelediğiniz zaman, arkaya doğru ayağını atamayıp yere yıkılabilir. Biz buna np dilinde "postural refleks bozukluğu" veya "postural bozukluk" diyoruz. Benzer şekilde hastaların ayakta duruşlarında da bir bozulma ortaya çıkar. Hastalar çok tipik olarak, öne doğru eğik dururlar, kollan da hafifçe bükülüp kendilerine doğru çekilmiştir. Böyle bir hastayı görür görmez daha ilk bakışta tanırsınız. Bu hastalarda denge herhangi bir şekilde bozulduğu zaman, hasta tekrar normal duruşunu sağlayamayıp düşebilir. Bunu bazen hastalar şöyle tarif ederler: "Otobüste ayakta duruyordum, aniden hareket etti. Hiçbir şey yapamadan kütük gibi yıkıldım" ya da, "Yokuş aşağıya gidiyordum birden dengemi sağlayamadım, arkamdan itilmiş gibi birden hızlanmaya başladım ve düştüm."
Bu 4 belirti bir araya geldiği zaman, biz bir "Parkinson sendromu"nun veya bir başka deyişle, Parkinsoniztn'in varlığından söz ederiz. Ancak Parkinson sendromu diyebilmek için bu 4 belirtinin de bir arada olması şart değil. Bunlardan en az 2 tanesi bir aradaysa "Parkinson sendromu" tanısı konur.
Şimdi gelelim Parkinson hastalığına... Parkinson sendromunun altında yatan en sık sebep;
Parkinson hastalığı. Kabaca bir orantı verecek olursak Parkinson tablosu gösteren 10 hastadan 8 tanesinde altta yatan sebep "Klasik (idiyopatik) Parkinson hastalığıdır. Kalan iki hastada başka sebepler buluruz. Bu sebepleri de iki farklı başlık altında toplarız. Birinci grup beynin hücre kaybıyla karakterize hastalıklar ya da "nörodejeneratif hastalıklar." İkinci grup ise, semptomatik ya da belirtisel Parkinson'a sebep olan hastalıklar. Bunlar, doğrudan beynin hücre kaybı sonucu ortaya çıkmayan ancak başka bir hastalığın ya da sebebin beyinde belli bölgeleri etkilemesi sonucu oluşan Parkinson tabloları. Bu grubun içinde mesela zehirlenmeler (civa zehirlenmesi, manganez zehirlenmesi, bazen organik fosfat zehirlenmeleri), bazı enfeksiyonlar, bazı ilaçlar, travmalar veya beyin damarı tıkanmaları var. Bunlar, beyinde hareketin uyum içinde ve ahenkli yapılabilmesi için gerekli bölgelere hasar verirlerse ortaya bir Parkinson tablosu çıkabilir.
Asıl büyük grup beynin hücre kaybıyla ortaya çıkan Parkinson tablosu mu?
Evet, bunları da ikiye ayırıyoruz. Birincisi ve en sık olanı yukarıda bahsettiğimiz, "idiyopatik (nedeni bilinmeyen) veya klasik Parkinson hastalığı. Tüm Parkinson tablolu hastaların yüzde 80'inde sebep bu. Diğer grup ise Parkinson plus veya "Parkinson artı" sendromları dediğimiz grup. Böyle isimlendirmemizin sebebi, bu gruptaki hastalıklarda Parkinson sendromunun 4 ana belirtisine eklenen başka belirtilerin de olması. Mesela kimisinde göz hareketlerinin yavaşlaması, donuklaşması söz konusu. Kimisinde hareketlerin yavaşlaması ile beraber ciddi bir denge kaybı da söz konusu. Kimisinde klasik Parkinson belirtilerinin yanına eklenen çok ciddi bir tansiyon düşüklüğü veya idrar kaçırma söz konusu.
Peki Parkinson hastalığı nasıl başlıyor ve gelişiyor?
Parkinson hastalığı hastaların yüzde 90-95'inde vücudun bir tarafında, kolda ya da bacakta başlıyor. Yıllar içinde giderek öbür tarafa da geçiyor. Başlangıç şekli hastadan hastaya değişebiliyor. Bazı hastalarda titreme ile başlıyor. Henüz el becerisinde veya ayağın becerisinde sorun yok. Hastaların bir kısmında ise, titreme olmuyor, buna karşılık el becerisinde bir azalma, düğmeleri iliklerken, yazı yazarken bir güçlük hissediyor: "Elimde bir tutukluk var, tıraş olmakta zorluk çekiyorum" ya da, "Ben güzel nakış yapardım, şimdi elim takılmaya başladı" şeklinde. Bir kısım hasta da koldan değil bacaktan başlıyor. Hasta, Bir ayağımı sürtmeye başladım" diyor. Hatta bazı dikkatli hastalar derler ki, "Ayakkabılarımın ucuna bakıyorum, bir tarafın ucu daha fazla yıpranmış, daha fazla aşınmış." İlginç bir gözlem daha var. Hastalık bazen omuz ve kol ağrısı ile başlayabiliyor. Bunun hareketin yavaşlamasının ve tutukluğun yaptığı bir belirti olduğunu düşünüyoruz. Zaman içinde diğer belirtiler de buna ekleniyor.
Peki hiç titremeyen Parkinson hastaları var mı? Titreme olmazsa Parkinson olmaz denebilir mi?
Hayır denemez. Parkinson hastalığında titremenin olması şart değil. Öyle hastalar var ki hastalık boyunca hiç titremiyorlar. Bazen biz bu yanlış algılamayı hasta yakınlarından duyuyoruz. Diyorlar ki, "Doktor Bey, bende Parkinson var ama hiç titremiyorum." Biz genelde Parkinson hastalarındaki klinik tabloyu ön planda olan belirtilerin niteliğine göre 2 ana tipe ayırıyoruz. Birincisi, baskın tipi titreme olan, ikincisi, baskın tipi yavaşlık-tutukluk olan. Genelde hastalığın tüm seyri boyunca, yıllar geçtikçe bile bu baskınlık korunuyor. Titreme ile başlayan hastalar uzun yıllar titreme baskın tipte devam ediyorlar. Ama zamanla titreme ortadan kalkabiliyor ya da tutuklukla başlayan hastalarda zamanla titreme eklenebiliyor. Yani hastaların baskın olan belirti tipi değişebiliyor ama genelde baskın tip yıllar yılı devam ediyor.
Parkinson hızlı değil yavaş ilerleyen bir hastalık. Bazı hastaların durumu birkaç yıl oldukları yerde hiç değişmeden kalırken bazı hastalar daha hızlı değişebiliyorlar. Hastalığın seyri kişiden kişiye değişim gösteriyor. Yani deyim yerindeyse her hastanın kendine özgü bir Parkinson hastalığı var.
Parkinson Belirtileri Yapan Hastalıklar
Seçici hücre ölümüyle oluşan beyin hastalıkları (nörodejeneratif hastalıklar)
İdiyopatik (klasik) Parkinson hastalığı
"Parkinson-artı" tablosuna sebep olan hastalıklar
Birden çok sistemi etkileyen hücre kaybı (multi-sistem atrofisi)
Yaygın Levvy cisimcikli hastalık (dementia with Lewy bodies, diffuse Levvy body disease)
Huntington hastalığı
İlerleyici göz hareketleri felci (progressif supranükleer parezi)
Kortikobazal ganglionik dejenerasyon
İkincil sebeplere bağlı Parkinsonizm
Beynin küçük damar hastalığına bağlı (damarsal) Parkinsonizm
Zehirlenmelere bağlı Parkinsonizm (örneğin manganez, civa)
Beyin enfeksiyonlarına bağlı Parkinsonizm
Beyin tümörlerine bağlı Parkinsonizm
Travmalara bağlı Parkinsonizm
İlaçlara bağlı Parkinsonizm (örneğin antipsikotikler)
Metabolık hastalıklara bağlı Parkinsonizm
Diğer sebepler
Hastalık yok, hasta var
O zaman, yine burada hastalığı değil, hastayı tedavi ediyorsunuz?..
Aynen öyle. Tıptaki genel kural burada da geçerli: "Hastalık yoktur, hasta vardır." Hastalık tablolarını teşhise yönlenmek için kullanıyoruz, onlar bizi belli yönlere yönlendiriyorlar, olasılıkları daraltıyorlar.
Yani kaç tane hastanız varsa, o kadar çok Parkinson mu var demek?
Kesinlikle. Hatta bunu şöyle bir örnekle açıklayım. Bütün insanların yüzünde aslında çok basit unsurlar var: Gözler, burun, ağız ve kulaklar. Kabaca diyebilirsiniz ki yüzü oluşturan dört tane unsur var. Ama bunların bir araya geliş şekli çok farklı. Bu fark, insanların yüzünü birbirinden çok farklı kılıyor. Bunu da öyle düşünebilirsiniz. Evet dört tane ana belirtisi var bu hastalığın, ama bunların ortaya çıkış ve bir araya geliş şekli hastadan hastaya farklı oluyor. Onun için de bizim için tıptaki genel kural geçerli: "Hastalık yok, hasta var."
Bellek ile ilgili belirtiler var mı?
Aslında İngiliz bilim adamı James Parkinson 1817 yılında hastalığı ilk kez tanımladığında, "Bu hastaların hareketleri yavaşlıyor. Hareketi başlatmakta güçlük çekiyorlar. Kasları katılaşıyor, titremeleri var. Fakat zekaları ve duyuları değişmeden kalıyor" diyor. Ancak son yıllarda giderek daha iyi anladık ki Parkinson hastalarında hem zihinsel işlevler hem de duygudurum ile ilgili belirtiler oluyor. James Parkinson, bu kadar iyi bir gözlemciyken acaba bunları atladı mı? Bence hayır.
Parkinson hastalığının 4 ana belirtisi var
Şimdi de isterseniz Parkinson hastalığının ana belirtilerinden bahsedelim.
Tıpta, "Parkinson sendromu" ile "Parkinson hastalığını birbirinden ayırıyoruz. Tıp dilinde "sendrom" denilen şey bir grup belirtinin bir araya gelmesi ile oluşan tablodur. Herhangi bir sendromun altında değişik sebepler, değişik hastalıklar yatabilir. Parkinson sendromunun 4 tane belirtisi vardır. Bunlardan ilki; hareketlerin yavaşlaması. Hareketlerin yavaşlamasıyla da hareketin söz konusu olduğu her türlü işlevde bir fakirleşme, yavaşlama, ağırlaşma ortaya çıkar. Örneğin elini kullanmada bir güçlük, bir beceriksizlik, bir yavaşlama hissetmeye başlar hasta, "Ben yazı yazarken, yazımın giderek küçülmeye başladığını fark ediyorum. Özellikle düğmeleri açıp kapatırken zorluk çektiğimi hissediyorum. Şişe kapaklarım açıp kapatırken, döndürücü hareketleri yaparken, tıraş olurken bir beceriksizlik, bir yavaşlama hissediyorum" der. Yukarda da bahsettiğim gibi hasta kendini iyi gözlemleyebiliyorsa, kaba kuvvetinde aslında bir sorun olmadığını, ancak eli kullanmakta, hareketlerin ahenkli ve uyumlu biçimde-yapılmasında bir sorun olduğunu tarif eder. Eğer hastalık koldan başladıysa, hastanın söyleyeceği belirtiler genelde bu şekildedir. Hastalık bacaktan da başlayabilir. Bu sefer de hasta der ki, "Bir bacağımı sürter gibiyim, bir ayağımı kaldırmakta zorluk çekiyorum. Özellikle yüksek basamakları çıkarken, bazen o ayağım arkadan geliyor, takılıyor." Dışardan bakanlar, hastanın yürürken, bir tarafındaki kolunu sallamadığını da fark edebilirler. Bütün bunlar Parkinson sendromunun bir numaralı belirtisi olan hareketlerin yavaşlaması, tıp dilindeki adıyla, bradikinezi'nin belirtileri.
iki numaralı belirti ne?
Bütün kaslarda normalde olan hafif bir temel kasılma oranı vardır. Biz buna, "kas tonusu" diyoruz. Parkinson sendromunda kas tonusu artar. Hastanın bir kolunu ya da bacağını alıp oynattığımız zaman, direndiğini fark edersiniz. Sanki kurşun bir boruyu bükermişçesine, tüm hareket boyunca direnç gösterir. Hastalar bunu, kas ağrıları, kas tutukluğu şeklinde algılarlar. Tıp dilinde biz buna rijidite deriz.
Uç numara belirti şu ünlü titreme mi yoksa?
Evet, kendine özgü, tipik bir titreme. Bu, kaba bir titremedir ve prensip olarak istirahat halindeyken ortaya çıkar. Hasta kolunu ya da bacağını hiç kullanmazken, örneğin yanında ya da kucağında tutarken kaba salınımlar şeklinde görülen bir titreme. Bazen sadece başparmak ile işaret-parmağını tutar. Biz buna "para sayma şeklinde titreme" veya "hap yapma şeklinde titreme" diyoruz. Bazen o kadar hafif olur ki hasta kendisi farkına varmaz. Yakınları fark ederler, "Senin elin titriyor" derler. Hasta bakar elinin titrediğini görür. Genelde eller kaldırılıp kullanılmaya başlanıldığı zaman, bu titreme, geçici de olsa kaybolur; el veya kol belli bir konumda tutulmaya devam ederse tekrar ortaya çıkabilir. Bu yüzden de hastaların büyük kısmı, eğer çok şiddetli değilse, titremelerinden fazla şikayetçi olmazlar. Titreme hastanın işlevlerini bozmaktan ziyade hasta için bir rahatsızlık yaratır. Başkalarının görmesinden çekindikleri için toplum içine çıkmaktan kaçınabilirler. Buna da tıp dilinde "istirahat tremoru" diyoruz.
Parkinson Sendromunun Ana Belirtiler
Yürümenin ve hareketlerin yavaşlaması, tutuklaşması, hareketleri başlatmada ve ince işlerde güçlük, yüzde donuklaşma (bradikinezi)
Kas sertliği (rijidite)
İstirahat halindeyken el veya bacak titremesi (tremor)
Duruş ve denge reflekslerinde bozulma, vücudun öne doğru eğilmesi (postural bozukluk)
Peki ya dördüncü belirti?
Parkinson sendromunun dördüncü belirtisi ise, vücudun duruş ve tutuş reflekslerinde bozulma. İnsanlarda ayakta dururken yerçekimine karşı duran kaslarda sürekli bir kasılma ve bizim "duruş-tutuş refleksleri" dediğimiz refleksler olmasaydı insanlar bir torba gibi yığılıp kalırlardı. Bizi temel reflekslerimiz ve temel "kas tonusu" bizi ayakta tutar. Dengemizi aniden bozan bir etkiye maruz kaldığımızda düşmememizi sağlar. Mesela ayakta hareketsiz duran bir kimseyi, geriye doğru çektiğinizde hemen bir ayağını geriye doğru atar, kollarını öne doğru savurur ve dengesini tekrar sağlar. Biz buna "yakalama refleksi" diyoruz. Parkinson sendromunda bu duruş ve tutuş reflekslerinde bir sorun vardır. Onun için Parkinson hastasını itelediğiniz zaman, arkaya doğru ayağını atamayıp yere yıkılabilir. Biz buna np dilinde "postural refleks bozukluğu" veya "postural bozukluk" diyoruz. Benzer şekilde hastaların ayakta duruşlarında da bir bozulma ortaya çıkar. Hastalar çok tipik olarak, öne doğru eğik dururlar, kollan da hafifçe bükülüp kendilerine doğru çekilmiştir. Böyle bir hastayı görür görmez daha ilk bakışta tanırsınız. Bu hastalarda denge herhangi bir şekilde bozulduğu zaman, hasta tekrar normal duruşunu sağlayamayıp düşebilir. Bunu bazen hastalar şöyle tarif ederler: "Otobüste ayakta duruyordum, aniden hareket etti. Hiçbir şey yapamadan kütük gibi yıkıldım" ya da, "Yokuş aşağıya gidiyordum birden dengemi sağlayamadım, arkamdan itilmiş gibi birden hızlanmaya başladım ve düştüm."
Bu 4 belirti bir araya geldiği zaman, biz bir "Parkinson sendromu"nun veya bir başka deyişle, Parkinsoniztn'in varlığından söz ederiz. Ancak Parkinson sendromu diyebilmek için bu 4 belirtinin de bir arada olması şart değil. Bunlardan en az 2 tanesi bir aradaysa "Parkinson sendromu" tanısı konur.
Şimdi gelelim Parkinson hastalığına... Parkinson sendromunun altında yatan en sık sebep;
Parkinson hastalığı. Kabaca bir orantı verecek olursak Parkinson tablosu gösteren 10 hastadan 8 tanesinde altta yatan sebep "Klasik (idiyopatik) Parkinson hastalığıdır. Kalan iki hastada başka sebepler buluruz. Bu sebepleri de iki farklı başlık altında toplarız. Birinci grup beynin hücre kaybıyla karakterize hastalıklar ya da "nörodejeneratif hastalıklar." İkinci grup ise, semptomatik ya da belirtisel Parkinson'a sebep olan hastalıklar. Bunlar, doğrudan beynin hücre kaybı sonucu ortaya çıkmayan ancak başka bir hastalığın ya da sebebin beyinde belli bölgeleri etkilemesi sonucu oluşan Parkinson tabloları. Bu grubun içinde mesela zehirlenmeler (civa zehirlenmesi, manganez zehirlenmesi, bazen organik fosfat zehirlenmeleri), bazı enfeksiyonlar, bazı ilaçlar, travmalar veya beyin damarı tıkanmaları var. Bunlar, beyinde hareketin uyum içinde ve ahenkli yapılabilmesi için gerekli bölgelere hasar verirlerse ortaya bir Parkinson tablosu çıkabilir.
Asıl büyük grup beynin hücre kaybıyla ortaya çıkan Parkinson tablosu mu?
Evet, bunları da ikiye ayırıyoruz. Birincisi ve en sık olanı yukarıda bahsettiğimiz, "idiyopatik (nedeni bilinmeyen) veya klasik Parkinson hastalığı. Tüm Parkinson tablolu hastaların yüzde 80'inde sebep bu. Diğer grup ise Parkinson plus veya "Parkinson artı" sendromları dediğimiz grup. Böyle isimlendirmemizin sebebi, bu gruptaki hastalıklarda Parkinson sendromunun 4 ana belirtisine eklenen başka belirtilerin de olması. Mesela kimisinde göz hareketlerinin yavaşlaması, donuklaşması söz konusu. Kimisinde hareketlerin yavaşlaması ile beraber ciddi bir denge kaybı da söz konusu. Kimisinde klasik Parkinson belirtilerinin yanına eklenen çok ciddi bir tansiyon düşüklüğü veya idrar kaçırma söz konusu.
Peki Parkinson hastalığı nasıl başlıyor ve gelişiyor?
Parkinson hastalığı hastaların yüzde 90-95'inde vücudun bir tarafında, kolda ya da bacakta başlıyor. Yıllar içinde giderek öbür tarafa da geçiyor. Başlangıç şekli hastadan hastaya değişebiliyor. Bazı hastalarda titreme ile başlıyor. Henüz el becerisinde veya ayağın becerisinde sorun yok. Hastaların bir kısmında ise, titreme olmuyor, buna karşılık el becerisinde bir azalma, düğmeleri iliklerken, yazı yazarken bir güçlük hissediyor: "Elimde bir tutukluk var, tıraş olmakta zorluk çekiyorum" ya da, "Ben güzel nakış yapardım, şimdi elim takılmaya başladı" şeklinde. Bir kısım hasta da koldan değil bacaktan başlıyor. Hasta, Bir ayağımı sürtmeye başladım" diyor. Hatta bazı dikkatli hastalar derler ki, "Ayakkabılarımın ucuna bakıyorum, bir tarafın ucu daha fazla yıpranmış, daha fazla aşınmış." İlginç bir gözlem daha var. Hastalık bazen omuz ve kol ağrısı ile başlayabiliyor. Bunun hareketin yavaşlamasının ve tutukluğun yaptığı bir belirti olduğunu düşünüyoruz. Zaman içinde diğer belirtiler de buna ekleniyor.
Peki hiç titremeyen Parkinson hastaları var mı? Titreme olmazsa Parkinson olmaz denebilir mi?
Hayır denemez. Parkinson hastalığında titremenin olması şart değil. Öyle hastalar var ki hastalık boyunca hiç titremiyorlar. Bazen biz bu yanlış algılamayı hasta yakınlarından duyuyoruz. Diyorlar ki, "Doktor Bey, bende Parkinson var ama hiç titremiyorum." Biz genelde Parkinson hastalarındaki klinik tabloyu ön planda olan belirtilerin niteliğine göre 2 ana tipe ayırıyoruz. Birincisi, baskın tipi titreme olan, ikincisi, baskın tipi yavaşlık-tutukluk olan. Genelde hastalığın tüm seyri boyunca, yıllar geçtikçe bile bu baskınlık korunuyor. Titreme ile başlayan hastalar uzun yıllar titreme baskın tipte devam ediyorlar. Ama zamanla titreme ortadan kalkabiliyor ya da tutuklukla başlayan hastalarda zamanla titreme eklenebiliyor. Yani hastaların baskın olan belirti tipi değişebiliyor ama genelde baskın tip yıllar yılı devam ediyor.
Parkinson hızlı değil yavaş ilerleyen bir hastalık. Bazı hastaların durumu birkaç yıl oldukları yerde hiç değişmeden kalırken bazı hastalar daha hızlı değişebiliyorlar. Hastalığın seyri kişiden kişiye değişim gösteriyor. Yani deyim yerindeyse her hastanın kendine özgü bir Parkinson hastalığı var.
Parkinson Belirtileri Yapan Hastalıklar
Seçici hücre ölümüyle oluşan beyin hastalıkları (nörodejeneratif hastalıklar)
İdiyopatik (klasik) Parkinson hastalığı
"Parkinson-artı" tablosuna sebep olan hastalıklar
Birden çok sistemi etkileyen hücre kaybı (multi-sistem atrofisi)
Yaygın Levvy cisimcikli hastalık (dementia with Lewy bodies, diffuse Levvy body disease)
Huntington hastalığı
İlerleyici göz hareketleri felci (progressif supranükleer parezi)
Kortikobazal ganglionik dejenerasyon
İkincil sebeplere bağlı Parkinsonizm
Beynin küçük damar hastalığına bağlı (damarsal) Parkinsonizm
Zehirlenmelere bağlı Parkinsonizm (örneğin manganez, civa)
Beyin enfeksiyonlarına bağlı Parkinsonizm
Beyin tümörlerine bağlı Parkinsonizm
Travmalara bağlı Parkinsonizm
İlaçlara bağlı Parkinsonizm (örneğin antipsikotikler)
Metabolık hastalıklara bağlı Parkinsonizm
Diğer sebepler
Hastalık yok, hasta var
O zaman, yine burada hastalığı değil, hastayı tedavi ediyorsunuz?..
Aynen öyle. Tıptaki genel kural burada da geçerli: "Hastalık yoktur, hasta vardır." Hastalık tablolarını teşhise yönlenmek için kullanıyoruz, onlar bizi belli yönlere yönlendiriyorlar, olasılıkları daraltıyorlar.
Yani kaç tane hastanız varsa, o kadar çok Parkinson mu var demek?
Kesinlikle. Hatta bunu şöyle bir örnekle açıklayım. Bütün insanların yüzünde aslında çok basit unsurlar var: Gözler, burun, ağız ve kulaklar. Kabaca diyebilirsiniz ki yüzü oluşturan dört tane unsur var. Ama bunların bir araya geliş şekli çok farklı. Bu fark, insanların yüzünü birbirinden çok farklı kılıyor. Bunu da öyle düşünebilirsiniz. Evet dört tane ana belirtisi var bu hastalığın, ama bunların ortaya çıkış ve bir araya geliş şekli hastadan hastaya farklı oluyor. Onun için de bizim için tıptaki genel kural geçerli: "Hastalık yok, hasta var."
Bellek ile ilgili belirtiler var mı?
Aslında İngiliz bilim adamı James Parkinson 1817 yılında hastalığı ilk kez tanımladığında, "Bu hastaların hareketleri yavaşlıyor. Hareketi başlatmakta güçlük çekiyorlar. Kasları katılaşıyor, titremeleri var. Fakat zekaları ve duyuları değişmeden kalıyor" diyor. Ancak son yıllarda giderek daha iyi anladık ki Parkinson hastalarında hem zihinsel işlevler hem de duygudurum ile ilgili belirtiler oluyor. James Parkinson, bu kadar iyi bir gözlemciyken acaba bunları atladı mı? Bence hayır.
Parkinson Hastaligi Parkinson Sendromu
Parkinson Hastalığı, Parkinson Sendromu
Hocam, bir diğer önemli beyin hastalıği da Parkinson. Ünlü boksör Muhammed Ali ile birlikte tanıdığımız hastalık. Başka birçok ünlü yakalanmış bu hastalığa. Oyuncu Michael J. Fox, Papa II. Jean Paul, hatta Adolf Hitler tanınmış Parkinson hastaları. Parkinson hastalığı nedir? Parkinson hastalığı, bir beyin hastalığı, beynin "nöro-dejeneratif," yani seçici hücre kaybıyla oluşan hastalıklar arasında hareketi etkileyen bir numaralı hastalık. Bu hastalıkta beynin tümü etkilenmiyor. Özellikle başlangıç dönemlerinde beynin çok kısıtlı bir bölgesinde hücre ölümü söz konusu. Bu bölge, hareketlerin uyum içinde ve akıcı bir şekilde yapılmasını sağlayan bir bölge. Etkilendiği zaman da hareketler akıcı, uyumlu olmuyor, tutuk hale geliyor. Parkinson hastalığında kuvvet üretilmesinde, kasların gücünde sorun yok. Sorun üretilen kas gücünün, kuvvetin doğru kullanılmasında. Kendilerini iyi gözleyen hastalar, derler ki, "Aslında gücümde kuvvetimde sorun yok. Taşı sıksam suyunu çıkartabiliyorum ama elimi kullanmakta, el becerisinde sorun yaşıyorum."
Parkinson adı nereden geliyor? Parkinson Nedir
Parkinson hastalığı, 19. yüzyıl başlarında James Parkinson adında bir İngiliz hekim tarafından tanımlandı. James Parkinson, ilginç bir insan. Çok iyi bir gözlemci. Hem doktor, hem doğa bilimci, hem de politikacı. Hatta bir gazetede başka bir isim altında politik yazılar da yazıyor, krallığa karşı. Dr. Parkinson, altı-yedi tane hastada birbirine benzeyen bir tablonun, bir belirtiler grubunun ortaya çıktığını gözlemliyor ve bunu tıbbi bir makalede yayımlıyor. Diyor ki, "Bu hastalar titriyorlar, diğer taraftan hareketlerinde bir sorun var. Yürümeleri yavaş, adımları küçülmüş, vücutları da öne doğru eğilmiş." Bugün Parkinson hastalığı olarak tanımladığımız tablonun bütün özelliklerini çok net bir şekilde tarif ediyor. Hastalık belirtilerini tıp literatüründe ilk tanımlayan insan olmasına atfen bu hastalığın adına Parkinson hastalığı deniliyor.
Peki, daha önce bu hastalığı gözlemleyen, tanımlayan kimse olmamış mı?
Geriye dönüp bakarsak eğer, mesela 1500'lerden gelen tıbbi notlarda da bugün Parkinson hastalığı olarak niteleyebileceğimiz hasta tarifleri var. Daha çok yaşla ortaya çıkan bir hastalık olduğu için ve daha önceki yüzyıllarda insanların yaşam beklentisi, 25-30 yaş gibi çok kısa olduğu için herhalde sık görülmüyordu.
Aslında tesadüf değil mi, bu hastalar olmasaymıs hastalığı tanımlamak da mümkün olmayacakmış...
Bir başka büyük bilim adamının güzel bir sözü vardır. Pasteur der ki,- "Şans, ancak yetişmiş kafalara yardım eder." Şans birçok kişinin eline geçer, ancak sadece yetişmiş kafalar o şansı kullanıp ondan bir şey yaratabilirler. Bu insanların dehaları da iyi gözlemci olmaları, değişik hastalarda gözledikleri bulguları bir araya getirip ortak noktalan saptamaları ve böylece bir tabloyu tarif edebilmelerinden geliyor.
Hocam, bir diğer önemli beyin hastalıği da Parkinson. Ünlü boksör Muhammed Ali ile birlikte tanıdığımız hastalık. Başka birçok ünlü yakalanmış bu hastalığa. Oyuncu Michael J. Fox, Papa II. Jean Paul, hatta Adolf Hitler tanınmış Parkinson hastaları. Parkinson hastalığı nedir? Parkinson hastalığı, bir beyin hastalığı, beynin "nöro-dejeneratif," yani seçici hücre kaybıyla oluşan hastalıklar arasında hareketi etkileyen bir numaralı hastalık. Bu hastalıkta beynin tümü etkilenmiyor. Özellikle başlangıç dönemlerinde beynin çok kısıtlı bir bölgesinde hücre ölümü söz konusu. Bu bölge, hareketlerin uyum içinde ve akıcı bir şekilde yapılmasını sağlayan bir bölge. Etkilendiği zaman da hareketler akıcı, uyumlu olmuyor, tutuk hale geliyor. Parkinson hastalığında kuvvet üretilmesinde, kasların gücünde sorun yok. Sorun üretilen kas gücünün, kuvvetin doğru kullanılmasında. Kendilerini iyi gözleyen hastalar, derler ki, "Aslında gücümde kuvvetimde sorun yok. Taşı sıksam suyunu çıkartabiliyorum ama elimi kullanmakta, el becerisinde sorun yaşıyorum."
Parkinson adı nereden geliyor? Parkinson Nedir
Parkinson hastalığı, 19. yüzyıl başlarında James Parkinson adında bir İngiliz hekim tarafından tanımlandı. James Parkinson, ilginç bir insan. Çok iyi bir gözlemci. Hem doktor, hem doğa bilimci, hem de politikacı. Hatta bir gazetede başka bir isim altında politik yazılar da yazıyor, krallığa karşı. Dr. Parkinson, altı-yedi tane hastada birbirine benzeyen bir tablonun, bir belirtiler grubunun ortaya çıktığını gözlemliyor ve bunu tıbbi bir makalede yayımlıyor. Diyor ki, "Bu hastalar titriyorlar, diğer taraftan hareketlerinde bir sorun var. Yürümeleri yavaş, adımları küçülmüş, vücutları da öne doğru eğilmiş." Bugün Parkinson hastalığı olarak tanımladığımız tablonun bütün özelliklerini çok net bir şekilde tarif ediyor. Hastalık belirtilerini tıp literatüründe ilk tanımlayan insan olmasına atfen bu hastalığın adına Parkinson hastalığı deniliyor.
Peki, daha önce bu hastalığı gözlemleyen, tanımlayan kimse olmamış mı?
Geriye dönüp bakarsak eğer, mesela 1500'lerden gelen tıbbi notlarda da bugün Parkinson hastalığı olarak niteleyebileceğimiz hasta tarifleri var. Daha çok yaşla ortaya çıkan bir hastalık olduğu için ve daha önceki yüzyıllarda insanların yaşam beklentisi, 25-30 yaş gibi çok kısa olduğu için herhalde sık görülmüyordu.
Aslında tesadüf değil mi, bu hastalar olmasaymıs hastalığı tanımlamak da mümkün olmayacakmış...
Bir başka büyük bilim adamının güzel bir sözü vardır. Pasteur der ki,- "Şans, ancak yetişmiş kafalara yardım eder." Şans birçok kişinin eline geçer, ancak sadece yetişmiş kafalar o şansı kullanıp ondan bir şey yaratabilirler. Bu insanların dehaları da iyi gözlemci olmaları, değişik hastalarda gözledikleri bulguları bir araya getirip ortak noktalan saptamaları ve böylece bir tabloyu tarif edebilmelerinden geliyor.
Alzheimer Hastalarina Etkinlik Rehberi
Alzheimer Hastaları İçin Etkinlikler Rehberi
Alzheimer hastalarında günlerinin daha iyi geçmesini, yaşam kalitelerinin yükselmesini sağlamak için özellikle önerdiğiniz etkinlikler var mı?
Bunaması olan bir kişinin de hâlâ hoşlandığı ve yapabileceği bazı etkinlikler vardır. Her hasta için bunu kişisel olarak belirlemek gerekir. Hastaların değişen ruh hallerine ve becerilerine uygun etkinlikler bulmak için de yaratıcı ve esnek olmak şan. Etkinliklerin hastayı yüreklendirici bir şekilde, sonuçtan bağımsız olarak yürütülmesine dikkat edilmeli, başarısız olurlarsa hastaya tepki gösterilmemeli. Erken dönemlerde hastalar önerilere daha kolay karşılık verirler. Daha sonraki dönemlerde ise daha fazla teşvik edilmeye ve yardıma ihtiyaç duyabilirler, vazgeçmemek ve sabırlı olmak gerekir. Hastanın gösterdiği davranışsal belirtilerin bir kısmı sıkıntıdan ve boş kalmaktan kaynaklanabilir. Hasta meşgul edilebilir, gününü daha verimli ve mutlu geçirmesi sağlanabilirse bu davranışsal belirtiler azalabilir ya da kaybolabilirler. Günlük uğraşılar ayrıca hastanın kalan becerilerini korumalarına, kendilerine güven duymalarına, daha ilgili olmalarına da yardımcı olabilirler. Ayrıca hasta yakınının hastayla iletişim kurmasına, yakınlaşmasına katkı sağlarlar.
Özellikle önereceğiniz etkinlikler var mı? Basit etkinlikler genelde daha iyidir, özellikle de bunama tablosu ağırlaştıkça. Hastanın ilgisini çekecek etkinlikler bulmaya çalışın. Ancak zorlu ve karışık uğraşlardan kaçının. Hastaların konsantre olabilme süresi genelde kısaldığından kısa süren etkinlikler daha iyidir. Şakalaşın, birlikte gülmek için fırsat yaratın. Bazı hastalar okuma, müzik aleti çalma, tahta işleri ya da dikiş gibi daha önceden severek yapakları etkinlikleri hâlâ yürütebilirler; tek ihtiyaçları olan biraz teşvik edilmektir. Her gün yürüyüş yapmak ve müzik eşliğinde yapılacak egsersiz önerilebilecek fiziksel etkinliklerdir. Müzik dinlemek, özellikle hastanın gençlik yıllarının popüler şarkıları, hastalık boyunca uzun süre sürdürülebilir. Hasta şarkılara eşlik etmeye özendirilebilir. Sık sık dışarı çıkmak, bir park ya da çay bahçesinde oturmak hem hasta hem de yakını için iyidir, hem ortamın değişmesini hem de diğer insanlarla temas kurmayı sağlar. Bunama hastalarının çoğu dokunup okşayabilecekleri kedi, köpek gibi ev hayvanlarına olumlu tepki verirler. Yumuşak oyuncakları okşamak da onları rahatlatabilir. İleri safhalarda hastanın işbirliği yapması giderek güçleşir. Bu tip hastalarda masaj ve sakinleştirici bir müzik dinletmek işe yarayabilir.
Alzheimer hastalarında günlerinin daha iyi geçmesini, yaşam kalitelerinin yükselmesini sağlamak için özellikle önerdiğiniz etkinlikler var mı?
Bunaması olan bir kişinin de hâlâ hoşlandığı ve yapabileceği bazı etkinlikler vardır. Her hasta için bunu kişisel olarak belirlemek gerekir. Hastaların değişen ruh hallerine ve becerilerine uygun etkinlikler bulmak için de yaratıcı ve esnek olmak şan. Etkinliklerin hastayı yüreklendirici bir şekilde, sonuçtan bağımsız olarak yürütülmesine dikkat edilmeli, başarısız olurlarsa hastaya tepki gösterilmemeli. Erken dönemlerde hastalar önerilere daha kolay karşılık verirler. Daha sonraki dönemlerde ise daha fazla teşvik edilmeye ve yardıma ihtiyaç duyabilirler, vazgeçmemek ve sabırlı olmak gerekir. Hastanın gösterdiği davranışsal belirtilerin bir kısmı sıkıntıdan ve boş kalmaktan kaynaklanabilir. Hasta meşgul edilebilir, gününü daha verimli ve mutlu geçirmesi sağlanabilirse bu davranışsal belirtiler azalabilir ya da kaybolabilirler. Günlük uğraşılar ayrıca hastanın kalan becerilerini korumalarına, kendilerine güven duymalarına, daha ilgili olmalarına da yardımcı olabilirler. Ayrıca hasta yakınının hastayla iletişim kurmasına, yakınlaşmasına katkı sağlarlar.
Özellikle önereceğiniz etkinlikler var mı? Basit etkinlikler genelde daha iyidir, özellikle de bunama tablosu ağırlaştıkça. Hastanın ilgisini çekecek etkinlikler bulmaya çalışın. Ancak zorlu ve karışık uğraşlardan kaçının. Hastaların konsantre olabilme süresi genelde kısaldığından kısa süren etkinlikler daha iyidir. Şakalaşın, birlikte gülmek için fırsat yaratın. Bazı hastalar okuma, müzik aleti çalma, tahta işleri ya da dikiş gibi daha önceden severek yapakları etkinlikleri hâlâ yürütebilirler; tek ihtiyaçları olan biraz teşvik edilmektir. Her gün yürüyüş yapmak ve müzik eşliğinde yapılacak egsersiz önerilebilecek fiziksel etkinliklerdir. Müzik dinlemek, özellikle hastanın gençlik yıllarının popüler şarkıları, hastalık boyunca uzun süre sürdürülebilir. Hasta şarkılara eşlik etmeye özendirilebilir. Sık sık dışarı çıkmak, bir park ya da çay bahçesinde oturmak hem hasta hem de yakını için iyidir, hem ortamın değişmesini hem de diğer insanlarla temas kurmayı sağlar. Bunama hastalarının çoğu dokunup okşayabilecekleri kedi, köpek gibi ev hayvanlarına olumlu tepki verirler. Yumuşak oyuncakları okşamak da onları rahatlatabilir. İleri safhalarda hastanın işbirliği yapması giderek güçleşir. Bu tip hastalarda masaj ve sakinleştirici bir müzik dinletmek işe yarayabilir.