Visfatin Nedir
Yağ dokusunun, yalnızca yağ depolayan bir organ olmadığı, aynı zamanda salgıladığı sitokinler ile endokrin, metabolik ve inflamatuar bütünleşmeyi sağladığı bilinmektedir. Bu sekretuar protein ailesi “adipositokinler” olarak isimlendirilmiştir. Leptin, TNF-a, adiponektin, rezistin, visfatin (pre-B cell colony-enhancing factor/pre-B hücre koloni-genişletici faktör) (20) bunlardan bazılarıdır. Visfatin, başlıca viseral beyaz yağ dokusu tarafından sentezlenen bir adipostokin/adipokindir. Yapılan çalışmalarda, visfatinin obezite, insülin direnci ve inflamasyonda rol aldığı gösterilmiştir
Dolaşımdaki visfatin düzeyinin viseral yağ kitlesi ile korele olduğu belirlenmiştir. Fukuhara ve ark., abdominal yağ dokusundan visfatin salınım olduğunu göstermişlerdir. Yani, visfatin salınımı abdominal beyaz yağ dokusundan yapılmaktadır. Visfatin mRNA, bu dokuda artmıştır. Ayrıca, morbid obezitede ağırlık kaybı sonrası, yağ dokusu kitlesinda azalma ile birlikte plazma visfatin düzeyinin de azaldığı gösterilmiştir.
Visfatin, insülin reseptörüne bağlanıp, insülinomimetik etkiler sergilemektedir. Bu etki, kültüre edilmiş hücreler ve hayvan deneylerinde kanıtlanmıştır (20). Eksojen visfatin uygulanmasının, hayvanlarda kan glukozunu düşürdüü gösterilmiştir (20). Çeşitli yayınların ortak sonucu; obezite ve Tip 2 DM hastalarında visfatin ekspresyonu ve salınımı artmış, ve plazma konsantrasyonları sağlıklı bireylerden daha yüksek bulunmuştur.
Obezite ilişkili insülin direnci deneysel modelinde, serum visfatin düzeylerinin obezitenin gelişimi süresince yükseldiği görülmüştür. Başka bir çalışmada (137) ise, glukozun adipositlerde visfatin salınımı etkilediği belirlenmiştir. Bu etkide, süre ve yoğunluk önemli gibi görünmektedir. Obezite gelişiminde visfatinin artması, insülin direnciyle ilişkili görünmektedir.
Tümör nekrozis faktör-a’nın, adipoz dokunun farklılaşması ve insülin direnci oluşumunda rolü olduğu bilinmektedir, ve obezitede düzeyi yüksek bulunmuştur. Xing ve ark. (138), 3T3-L1 adipositlerinde yaptıkları çalışmada, TNF-a’nın visfatin ekspresyonunun azalmasına yol açtığını göstermişlerdir. TNF-a’nın neden olduğu visfatin ekspresyonundaki azalma, insülin direnci gelişimine katkıda bulunmaktadır
Visfatin, ilk olarak Samal ve ark. (139) tarafından B lenfosit öncülleri için bir büyüme faktörü olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada (139), visfatinin, IL-7 ve kök hücre faktörünün B hücreleri üzerine olan etkilerini artırdığı belirlenmiş ve bu nedenle de, ‘‘pre-B hücre koloni artırıcı faktör’’ olarak isimlendirilmiştir.
Visfatinin sadece beyaz adipoz doku tarafından değil, ayrıca endotoksinle uyarılan nötrofiller tarafından da üretildiği gösterilmiştir (140). Akut akciğer hasarı (140), ve deneysel inflamasyon ve klinik sepsis (23) modellerinde visfatin düzeylerinin artmış olduğu belirlenmiştir. Akut akciğer hasarlı hayvan modellerinin bronkoalveoler lavajında, ve septik hastaların nötrofillerinde visfatin düzeyleri yüksek bulunmuştur (23,140). Yine, inflamatuar barsak hastalığında serum visfatin, ve intestinal epitelde visfatin mRNA düzeylerinin artmış olduğu rapor edilmiştir (24). in vitro CD14+ monositlerde (24), visfatinin kemotaksisi ve IL-1(3, TNF-a, IL-6 üretimini uyardığı ve lenfositlerin çoğalma ve farklılaşma cevabını artırdığı gösterilmiştir. Aynı çalışmada (24), p38 MAPK’nın, SB203580 ile inhibe edildiğinde, visfatinin bu proinflamatuar etkilerinin ortaya çıkmadığı görülmüştür. Ek olarak, RA’li hastalarda kan visfatin düzeyinin, sağlıklı kontroller ile karşılaştırıldığında, daha yüksek olduğu bulunmuştur (141). Ayrıca, visfatinin, fare deneylerinde (24), immün cevabın başlatılması ve düzenlenmesinde önemli rolü olan NF-kB aktivasyonunda görev aldığı bildirilmiştir. Bu sonuçlar, visfatinin inflamatuar sürece katılıyor olduğunu göstermektedir.
Adiponektin Nedir
Adiponektin Nedir
Adiponektin, gen transkript-1 (apM1) gen bölgesinde kodlanan, 244 aminoasit içeren, kollajen VIII, X, ve C1q ile belirgin yapısal benzerlik gösteren bir glikoproteindir. Adiponektin, beyaz yağ dokusu, özellikle de viseral yağ dokusundan salgılanan, 30 kDa ağırlığında sitokin yapısında bir proteindir. Plazmada 2-25 ug/ml konsantrasyonunda bulunan adiponektin, salgılandıktan sonra, plazmada kollajen I, III, Ve bağlanır, ancakII ve IVe bağlanmaz. Adiponektin insülin duyarlılığını artırır, lipid profilini düzeltir, anti-inflamatuar, anti-aterosklerotik ve anti-apopitotik etkiler sergileyebilmektedir
Obezitede, plazma adiponektin düzeyi önemli ölçüde azalır, buna karşın, ağırlık kaybı ile plazma adiponektin düzeyi yükselir (123). Pima yerlileri ve beyaz ırkta, adiponektin düzeyi insülin duyarlılığı ile pozitif koreledir ve bozulan glukoz toleransı ile belirgin şekilde azalırken, ağırlık kaybından sonra plazma adiponektin düzeyi artmaktadır. Adiponektin uygulanması, insülin direncini ortadan kaldırmaktadır. Hayvan deneylerinde, adiponektin kas hücrelerine glukoz transportunu hızlandırır ve bu hücrelerde serbest yağ asidi oksidasyonunu artırır. Hepatik glukoneogenez enzimlerini baskılar ve böylece plazma serbest yağ asidi, trigliserit ve glukoz düzeylerini azaltır. Adiponektin infüzyonunun; (3-oksidasyonu, enerji katabolizmasında rol alan genlerin ekspresyonunu ve kas hücrelerinde insülin reseptör substrat-1 (IRS-1) düzeylerini artırdığı gösterilmiştir (128). Yine, bu etkileri ile de insülin duyarlılığını artırır.
Adiponektin, aterosklerozu gerileten anti-inflamatuar bir sitokindir ve aterosklerozdan koruyucu etkisi bulunmaktadır. Adiponektin anti-inflamatuar etkisini, TNF-a’nın NF-KB’yi uyarmasını engelleyerek gösterir, ve bu etki için hücre içi adenil siklaz ve protein kinaz enzimlerini aktive eder. Ayrıca, TNF-a sentezini doğrudan baskılar, makrofajların köpük hücreye dönüşümünü engeller.
Adiponektin, doza bağımlı olarak aterosklerotik damar duvarında birikir, ve TNF-a tarafından uyarılan inflamatuar hücre göçünü inhibe eder. Makrofajdan TNF-a ve benzeri sitokin üretimini baskılar. Adiponektin, aterosklerotik endotelden inflamatuar uyarı sonucu üretilen E-selektin, ICAM-1 ve VCAM-1 benzeri adezyon moleküllerinin düzeyini azaltır ve monositin endotelyal bölgeye göçünü önler
Adiponektin düzeyi erkeklerde kadınlardan; obezite, Tip 2 DM ve koroner arter hastalığında ise sağlıklı bireylerden daha düşüktür. Ek olarak, osteoartritli hastalarla karşılaştırıldığında, RA’li hastalarda sinovyal sıvıda adiponektin ve resistin düzeylerinde artış gözlenmiştir
Adiponektin, gen transkript-1 (apM1) gen bölgesinde kodlanan, 244 aminoasit içeren, kollajen VIII, X, ve C1q ile belirgin yapısal benzerlik gösteren bir glikoproteindir. Adiponektin, beyaz yağ dokusu, özellikle de viseral yağ dokusundan salgılanan, 30 kDa ağırlığında sitokin yapısında bir proteindir. Plazmada 2-25 ug/ml konsantrasyonunda bulunan adiponektin, salgılandıktan sonra, plazmada kollajen I, III, Ve bağlanır, ancakII ve IVe bağlanmaz. Adiponektin insülin duyarlılığını artırır, lipid profilini düzeltir, anti-inflamatuar, anti-aterosklerotik ve anti-apopitotik etkiler sergileyebilmektedir
Obezitede, plazma adiponektin düzeyi önemli ölçüde azalır, buna karşın, ağırlık kaybı ile plazma adiponektin düzeyi yükselir (123). Pima yerlileri ve beyaz ırkta, adiponektin düzeyi insülin duyarlılığı ile pozitif koreledir ve bozulan glukoz toleransı ile belirgin şekilde azalırken, ağırlık kaybından sonra plazma adiponektin düzeyi artmaktadır. Adiponektin uygulanması, insülin direncini ortadan kaldırmaktadır. Hayvan deneylerinde, adiponektin kas hücrelerine glukoz transportunu hızlandırır ve bu hücrelerde serbest yağ asidi oksidasyonunu artırır. Hepatik glukoneogenez enzimlerini baskılar ve böylece plazma serbest yağ asidi, trigliserit ve glukoz düzeylerini azaltır. Adiponektin infüzyonunun; (3-oksidasyonu, enerji katabolizmasında rol alan genlerin ekspresyonunu ve kas hücrelerinde insülin reseptör substrat-1 (IRS-1) düzeylerini artırdığı gösterilmiştir (128). Yine, bu etkileri ile de insülin duyarlılığını artırır.
Adiponektin, aterosklerozu gerileten anti-inflamatuar bir sitokindir ve aterosklerozdan koruyucu etkisi bulunmaktadır. Adiponektin anti-inflamatuar etkisini, TNF-a’nın NF-KB’yi uyarmasını engelleyerek gösterir, ve bu etki için hücre içi adenil siklaz ve protein kinaz enzimlerini aktive eder. Ayrıca, TNF-a sentezini doğrudan baskılar, makrofajların köpük hücreye dönüşümünü engeller.
Adiponektin, doza bağımlı olarak aterosklerotik damar duvarında birikir, ve TNF-a tarafından uyarılan inflamatuar hücre göçünü inhibe eder. Makrofajdan TNF-a ve benzeri sitokin üretimini baskılar. Adiponektin, aterosklerotik endotelden inflamatuar uyarı sonucu üretilen E-selektin, ICAM-1 ve VCAM-1 benzeri adezyon moleküllerinin düzeyini azaltır ve monositin endotelyal bölgeye göçünü önler
Adiponektin düzeyi erkeklerde kadınlardan; obezite, Tip 2 DM ve koroner arter hastalığında ise sağlıklı bireylerden daha düşüktür. Ek olarak, osteoartritli hastalarla karşılaştırıldığında, RA’li hastalarda sinovyal sıvıda adiponektin ve resistin düzeylerinde artış gözlenmiştir
Sistemik Lupus Eritematoz ve Ateroskleroz
Sistemik Lupus Eritematoz ve Ateroskleroz
Genel populasyondaki kadınlarla karşılaştırıldığında, SLE’lu kadınlarda KAH gelişme riski 5-8 kat artmıştır, ve bu risk artışı özellikle 55 yaş altındaki kadınlarda belirgindir. KAH nedeniyle, SLE’da mortalite normal populasyona göre 9 kat daha fazladır (104). Birçok çalışmada, SLE’daki KAH’nın asıl nedeninin hızlanmış ateroskleroz olduğu belirtilmektedir. Hızlanmış aterosklerozun patogenezi net olarak bilinmemesine karşın, multifaktöryel olduğu düşünülmektedir. En çok kabul gören teori, immün kompleks birikiminin ilk intimal hasarı oluşturduğu, ve ardından klasik risk faktörleri olan hastalarda aterosklerozun akselere gelişimi şeklindedir. Hızlanmış ateroskleroz patogeneziyle ilgili bir çalışmada (106), lupus benzeri hastalığı olan farelerde, antijen-antikor komplekslerinin vasküler lezyonlara neden olduğu, ve lupus hastalarında da benzer şekilde kan damar duvarlarında immün komplekslerin biriktiği gösterilmiştir. Diğer bir çalışmada, anti-endotelyal antikorların, aktif SLE’da endotelyal hasar belirteci olarak kullanılabileceği gösterilmiştir. SLE hastalarında, antifosfolipid antikor varlığının MI ve inme için bağımsız bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir (108,109). Ayrıca, ateroskleroz artmış kompleman aktivitesiyle güçlü şekilde ilişkilidir. Kompleman artışının ateroskleroz riski için iyi bir belirteç olabileceği düşünülmektedir (110). Bir başka çalışmada (111) ise SLE hastalarında ve murin lupus modellerinde, lupus T lenfositlerinde ve B lenfositlerinde artmış CD40L ekspresyonu gösterilmiştir. CD40L’ın, aterosklerotik komplikasyonlara katkısı olabileceği düşünülmektedir.
Romatoid Artrit ve Ateroskleroz
Romatid artritte mortalitenin en sık nedeni (%35-50) KAH’dır (2). İkinci en sık neden ise serebrovasküler hastalıklardır (2). Epidemiyolojik gözlemler, RA’te klasik risk faktörleri dışında, diğer mekanizmalar ile de aterogenezin hızlanmış olduğunu desteklemektedir (2). Erkeklerde ve kadınlarda, mevcut bir kalp hastalığı olsun veya olmasın, inflamasyonun sistemik göstergelerinin KAH için bağımsız bir belirteç olduğu kabul edilmektedir.
Toplum çalışmalarında, artmış sistemik sitokin düzeyleri veya akut faz reaktanları, etkilenen kan damarlarının yaygınlığı ile ilişkili bulunmamıştır. Yani, karotid arterlerdeki plak kalınlığının ölçümü inflamatuar parametrelerdeki gözlenen artışlar ile paralel değildir (2). Toplum çalışmalarında, adipozitenin sistemik inflamatuar yükün %30 kadarından sorumlu olduğu gösterilmiştir. Yani, karaciğerde akut faz yanıtına neden olan dolaşımdaki sitokinler, sadece damar duvarındaki inflamasyondan değil, aynı zamanda diğer dokulardan da kaynaklanmaktadır. Kısaca, RA’teki artmış aterogenezin inflamasyonla ilişkili olduğuna ilişkin kanıtları şöyle sıralayabiliriz (112); 1) RA’teki hastalık ağırlığı, KAH için risk artışını belirler 2) RA’teki artmış KAH riski, klasik risk faktörleri ile tam olarak açıklanamamaktadır 3) Vasküler hastalığın olasılı belirteçlerinin (İMK, endotel fonksiyonu ölçümleri), sistemik inflamasyon belirteçleri ile ilişkili olduğu gösterilmiştir 4) RA’te çeşitli tedaviler ile inflamasyonun azaltılması sonucu endotel fonksiyonu, lipid profili, insülin direncinde düzelme görülmektedir 5) Sitokinlerin immün etkilerinin yanında, iyi tanımlanmış metabolik (pleotropik) etkileri de vardır 6) Hayvan deneylerinde, pro-inflamatuar sitokinlerin aterogenezi tetikleyebildiği, ve sitokinlerin inhibisyonu ile bu sürecin baskılanabileceği gösterilmiştir.
İnsülin Direnci
İnsülinin biyolojik etkisini gösterebilmesi için; pankreas beta hücrelerinden sekrete edilmesi, karaciğer yoluyla sistemik dolaşıma katılması, dolaşımdan interstisyuma geçmesi ve hedef dokulara ulaşarak bu doku hücrelerinin membranlarında bulunan özgün reseptörlerle ilişkiye girmesi gerekmektedir (113). İnsülin reseptörü ile birleşen insülin, hormonun etkisini gerçekleştirecek bir seri postreseptör olayı tetikleyecektir. Bu basamakların herhangi birinde veya birkaçında gerçekleşebilecek bir aksama, sonuçta organizmanın insüline yanıt vermesini bozacak/engelleyecektir (113). İnsülin direnci, Tip 2 diabetes mellitus (DM) ve obezitede sık görülmektedir. İdeal ağırlığın %35-40’ının üzerine çıkıldığında, insülin direnci oluşmaktadır. Buna karşın ağırlıkta azalma olduğunda, insülin etkisinde artma olmaktadır. Vücuttaki yağ dağılımı, insülin direncine etken bir faktördür. Viseral yağlanması olanlarda, insülin direnci belirgin artmakta ve zamanla hiperglisemi gelişmektedir. Obezitede, yağ dokusundan portal ve sistemik dolaşıma geçen serbest yağ asitlerindeki artış (lipotoksisite) nedeniyle insülinin etkilerine direnç gelişmektedir. Ayrıca, yağ dokusundan salınan bazı sitokinlerin (TNF-a, IL-6, bazı hormonlar; leptin, rezistin vb.) insülin direnci gelişimine olumsuz katkıları olurken, insülin duyarlılığını artıran adiponektinin düzeyi ise obeziteye paralel azalmaktadır. Bununla birlikte, adipoz dokuda 17-(3 hidroksisteroid oksiredüktaz, aromataz ve 11-P hidroksisteroid dehidrogenaz aktivitelerinin artışı sonucu, glukokortikoidlere bağlı olarak da insülin direnci artmaktadır (114-117).
Paolisso ve ark. (118), RA’li hastalarda, öglisemik klemp tekniği ile bazal hiperinsülinemi ve insülin direncini belirlemiş, ve inflamasyonun derecesi ile korele olduklarını göstermişlerdir.
Kortikosteroidlerin, periferik insülin direncini artırarak diabetojenik etkilerinin olduğu bilinse de, RA’li hastalarda prednisolon tedavisi anti-inflamatuar etkilerine bağlı olarak insülin duyarlılığını artırmaktadır (119). Kronik hiperglisemide TNF-a üretimi artmaktadır. TNF-a’nın, obezite ve DM’ta, insülin reseptörünün tirozin kinaz aktivitesini azaltabilme yeteneği ile insülin direncini artırdığı bilinmektedir (119). Ayrıca, IL-6 ve TNF-a adipositlerde lipolizi uyarabilir ve bu da periferik dokulardan serbest yağ asitlerinin artmış salınımına ve serbest yağ asitlerinin karaciğer ve adipoz doku arasındaki döngüsünde artışa neden olabilir (120). RA’te hastalık aktivitesi, endotel fonksiyonu ve insülin direnci üzerine TNF-a blokajının yararlı etkileri olduğu gözlemlenmiştir
Genel populasyondaki kadınlarla karşılaştırıldığında, SLE’lu kadınlarda KAH gelişme riski 5-8 kat artmıştır, ve bu risk artışı özellikle 55 yaş altındaki kadınlarda belirgindir. KAH nedeniyle, SLE’da mortalite normal populasyona göre 9 kat daha fazladır (104). Birçok çalışmada, SLE’daki KAH’nın asıl nedeninin hızlanmış ateroskleroz olduğu belirtilmektedir. Hızlanmış aterosklerozun patogenezi net olarak bilinmemesine karşın, multifaktöryel olduğu düşünülmektedir. En çok kabul gören teori, immün kompleks birikiminin ilk intimal hasarı oluşturduğu, ve ardından klasik risk faktörleri olan hastalarda aterosklerozun akselere gelişimi şeklindedir. Hızlanmış ateroskleroz patogeneziyle ilgili bir çalışmada (106), lupus benzeri hastalığı olan farelerde, antijen-antikor komplekslerinin vasküler lezyonlara neden olduğu, ve lupus hastalarında da benzer şekilde kan damar duvarlarında immün komplekslerin biriktiği gösterilmiştir. Diğer bir çalışmada, anti-endotelyal antikorların, aktif SLE’da endotelyal hasar belirteci olarak kullanılabileceği gösterilmiştir. SLE hastalarında, antifosfolipid antikor varlığının MI ve inme için bağımsız bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir (108,109). Ayrıca, ateroskleroz artmış kompleman aktivitesiyle güçlü şekilde ilişkilidir. Kompleman artışının ateroskleroz riski için iyi bir belirteç olabileceği düşünülmektedir (110). Bir başka çalışmada (111) ise SLE hastalarında ve murin lupus modellerinde, lupus T lenfositlerinde ve B lenfositlerinde artmış CD40L ekspresyonu gösterilmiştir. CD40L’ın, aterosklerotik komplikasyonlara katkısı olabileceği düşünülmektedir.
Romatoid Artrit ve Ateroskleroz
Romatid artritte mortalitenin en sık nedeni (%35-50) KAH’dır (2). İkinci en sık neden ise serebrovasküler hastalıklardır (2). Epidemiyolojik gözlemler, RA’te klasik risk faktörleri dışında, diğer mekanizmalar ile de aterogenezin hızlanmış olduğunu desteklemektedir (2). Erkeklerde ve kadınlarda, mevcut bir kalp hastalığı olsun veya olmasın, inflamasyonun sistemik göstergelerinin KAH için bağımsız bir belirteç olduğu kabul edilmektedir.
Toplum çalışmalarında, artmış sistemik sitokin düzeyleri veya akut faz reaktanları, etkilenen kan damarlarının yaygınlığı ile ilişkili bulunmamıştır. Yani, karotid arterlerdeki plak kalınlığının ölçümü inflamatuar parametrelerdeki gözlenen artışlar ile paralel değildir (2). Toplum çalışmalarında, adipozitenin sistemik inflamatuar yükün %30 kadarından sorumlu olduğu gösterilmiştir. Yani, karaciğerde akut faz yanıtına neden olan dolaşımdaki sitokinler, sadece damar duvarındaki inflamasyondan değil, aynı zamanda diğer dokulardan da kaynaklanmaktadır. Kısaca, RA’teki artmış aterogenezin inflamasyonla ilişkili olduğuna ilişkin kanıtları şöyle sıralayabiliriz (112); 1) RA’teki hastalık ağırlığı, KAH için risk artışını belirler 2) RA’teki artmış KAH riski, klasik risk faktörleri ile tam olarak açıklanamamaktadır 3) Vasküler hastalığın olasılı belirteçlerinin (İMK, endotel fonksiyonu ölçümleri), sistemik inflamasyon belirteçleri ile ilişkili olduğu gösterilmiştir 4) RA’te çeşitli tedaviler ile inflamasyonun azaltılması sonucu endotel fonksiyonu, lipid profili, insülin direncinde düzelme görülmektedir 5) Sitokinlerin immün etkilerinin yanında, iyi tanımlanmış metabolik (pleotropik) etkileri de vardır 6) Hayvan deneylerinde, pro-inflamatuar sitokinlerin aterogenezi tetikleyebildiği, ve sitokinlerin inhibisyonu ile bu sürecin baskılanabileceği gösterilmiştir.
İnsülin Direnci
İnsülinin biyolojik etkisini gösterebilmesi için; pankreas beta hücrelerinden sekrete edilmesi, karaciğer yoluyla sistemik dolaşıma katılması, dolaşımdan interstisyuma geçmesi ve hedef dokulara ulaşarak bu doku hücrelerinin membranlarında bulunan özgün reseptörlerle ilişkiye girmesi gerekmektedir (113). İnsülin reseptörü ile birleşen insülin, hormonun etkisini gerçekleştirecek bir seri postreseptör olayı tetikleyecektir. Bu basamakların herhangi birinde veya birkaçında gerçekleşebilecek bir aksama, sonuçta organizmanın insüline yanıt vermesini bozacak/engelleyecektir (113). İnsülin direnci, Tip 2 diabetes mellitus (DM) ve obezitede sık görülmektedir. İdeal ağırlığın %35-40’ının üzerine çıkıldığında, insülin direnci oluşmaktadır. Buna karşın ağırlıkta azalma olduğunda, insülin etkisinde artma olmaktadır. Vücuttaki yağ dağılımı, insülin direncine etken bir faktördür. Viseral yağlanması olanlarda, insülin direnci belirgin artmakta ve zamanla hiperglisemi gelişmektedir. Obezitede, yağ dokusundan portal ve sistemik dolaşıma geçen serbest yağ asitlerindeki artış (lipotoksisite) nedeniyle insülinin etkilerine direnç gelişmektedir. Ayrıca, yağ dokusundan salınan bazı sitokinlerin (TNF-a, IL-6, bazı hormonlar; leptin, rezistin vb.) insülin direnci gelişimine olumsuz katkıları olurken, insülin duyarlılığını artıran adiponektinin düzeyi ise obeziteye paralel azalmaktadır. Bununla birlikte, adipoz dokuda 17-(3 hidroksisteroid oksiredüktaz, aromataz ve 11-P hidroksisteroid dehidrogenaz aktivitelerinin artışı sonucu, glukokortikoidlere bağlı olarak da insülin direnci artmaktadır (114-117).
Paolisso ve ark. (118), RA’li hastalarda, öglisemik klemp tekniği ile bazal hiperinsülinemi ve insülin direncini belirlemiş, ve inflamasyonun derecesi ile korele olduklarını göstermişlerdir.
Kortikosteroidlerin, periferik insülin direncini artırarak diabetojenik etkilerinin olduğu bilinse de, RA’li hastalarda prednisolon tedavisi anti-inflamatuar etkilerine bağlı olarak insülin duyarlılığını artırmaktadır (119). Kronik hiperglisemide TNF-a üretimi artmaktadır. TNF-a’nın, obezite ve DM’ta, insülin reseptörünün tirozin kinaz aktivitesini azaltabilme yeteneği ile insülin direncini artırdığı bilinmektedir (119). Ayrıca, IL-6 ve TNF-a adipositlerde lipolizi uyarabilir ve bu da periferik dokulardan serbest yağ asitlerinin artmış salınımına ve serbest yağ asitlerinin karaciğer ve adipoz doku arasındaki döngüsünde artışa neden olabilir (120). RA’te hastalık aktivitesi, endotel fonksiyonu ve insülin direnci üzerine TNF-a blokajının yararlı etkileri olduğu gözlemlenmiştir
Ateroskleroz Nedir
Ateroskleroz Nedir
Etiyopatogenez
Dünya genelinde, en sık ölüm nedeni aterosklerotik hastalıklardır.
Ateroskleroz koroner arterleri, karotis, vertebral, serebral ve periferik arterleri tutabilir. Aterosklerozda, arterin intima tabakasında lipidden zengin egzantrik yerleşimli plaklar vardır. Bu lezyonlar, damar lümenini değişik derecelerde daraltabilirler.
Aterosklerozda ilk gelişen olay, endotelde zedelenmedir. Hipertansiyon, hiperkolesterolemi, diyabetteki glikolizasyon son ürünleri, sigaradaki kimyasal iritanlar, vazoaktif aminler, immün kompleksler, enfeksiyonlar arter endotelinde zedelenme yapabilirler. Zedelenme sonucu, lipid ve monositler o bölgeye birikir. İçeri giren monositler makrofaja dönüşür, düşük dansiteli lipoprotein kolesterol (LDL- K) okside olur. Okside LDL (ox-LDL) makrofajlara girerek makrofajları köpük (foam) hücrelerine dönüştürür. Böylece "aterom plağı" meydana gelir. LDL girişinin azalması veya çıkışının artması, plak gelişimini engelleyebilir. Lipid içeriği az ve fibröz dokusu fazla sert plakların, kabukları kalın olduğundan, rüptüre olma riski düşüktür. İçinde lipid yükü fazla olan tip IV ve tip Va plakların kabukları ise incedir. Bu plaklar lümeni kritik derecede daraltmazlar. Ancak, ruptüre olup trombüs geliştirirler ve klinikte akut koroner sendroma yol açarlar
Karotis İntima-Media Kalınlığı
Damar duvar kalınlığı artışı, özellikle intima ve media kalınlığı, aterosklerotik plak gelişiminden önce ortaya çıkar ve ateroskleroz gelişimi açısından belirleyici değere sahiptir (2,85,86). KAH olanlarda İMK’nın arttığı, ve İMK artmış bireylerde de KAH sıklığının daha yüksek olduğu birçok karşılaştırmalı çalışmada gösterilmiştir (87). Geroulakos ve ark. (88), koroner anjiografisi yapılan 75 semptomatik koroner arter hastası ile asemptomatik 40 olgunun karotis İMK’larını karşılaştırmışlar, ve koroner anjiografi yapılan hastaların karotis İMK’ları kontrol grubuna göre artmış bulunmuştur. Bu çalışmada (88), ek olarak, anjiografi ile darlık saptanan hastaların, darlık saptanmayan hastalara göre, intima ve mediaları daha kalın olarak ölçülmüştür.
Genel toplumda, B-mode ultrasonografi (USG) ile ölçülen İMK’nın aterosklerotik hastalıkla ilişkisini göstermek açısından, yapılmış büyük ölçekli üç çalışma (87,89,90) vardır. 13.870 hasta içeren ARIC (The Atherosclerosis Risk in Communities) çalışmasında (89), kardiyovasküler hastalığı olanların, hastalığı olmayanlara göre, ortalama İMK’nın artmış olduğu saptanmıştır. Bu çalışmadaki veriler değerlendirildiğinde, karotis İMK’nın 0.2 mm artışı ile, miyokard infarktüsü (MI) gelişimi için rölatif riskin %33 arttığı görülmüştür. Benzer sonuçlar, tek merkezli prospektif bir çalışma olan ve 55 yaş üstü 8.000 kişinin katıldığı Rotterdam çalışmasında (87) da elde edilmiştir. Bu çalışmada (87) hastalar 2.7 yıl takip edilmiş, çalışmanın sonunda, başlangıç İMK’nın artmış MI riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Cardiovascular Health Study Collaborative Research Group tarafından yapılan (90), 4.476 asemptomatik kişinin katıldığı, 6 yıl süren çalışmada İMK ve KAH ilişkisi ortaya konulmuştur. Çalışma başlangıcında bazal İMK’ları elde edilmiş, sonrasında yapılan ölçümlerdeki İMK artışına göre; 1. grup en düşük (<%5), 5. grup ise en yüksek (>%25) İMK artışının olduğu grup olarak ayrılmıştır. Gruplar arasında MI gelişme riskleri karşılaştırıldığında, birinci gruba göre risk ikinci grupta 1.54, üçüncü grupta 1.84, dördüncü grupta 2.01 ve beşinci grupta 3.15 kat artmış olarak belirlenmiştir. Bu çalışmaların ortak sonucu; non-invaziv bir yöntem olan B-mode USG’nin koroner arter hastalığının gösterilmesinde prediktif değere sahip olduğudur.
İnflamasyonun Aterosklerozdaki Rolü
İnflamasyon, ani kardiyak ölümlerin yaklaşık %80’inde altta yatan neden olan aterotrombozun tüm evrelerinde rol alır (91). Sürecin erken döneminde, lezyon çevresindeki veya dolaşımdaki lökositler ox-LDL-K, vasküler hasar veya enfeksiyona yanıt olarak, gelişen lezyon bölgesindeki monositlere bağlanırlar (92). Daha sonra monositler köpük hücreye dönüşür, ardından yağlı çizgilenme başlar (92). Plak rüptürünün ara bölgesindeki tüm hücrelerin yaklaşık yarısı makrofajlardır. Aktive T lenfosit ve mast hücresi gibi diğer inflamatuar hücreler, endotele bağlanırlar. Tüm bu inflamatuar hücreler, sonunda, fibröz başlıkla korunmuş lipid havuzundan oluşan ateromatöz lezyon oluşturur. Monosit-makrofajlar metalloproteinaz salgılar, ve bu proteolitik enzimler, fibröz başlığı yıkar ve rüptüre yatkınlaştırır. Doku faktörü ve aterosklerotik debris ise trombozu indükler. Düz kas hücreleri, inflamasyon bölgesine monositleri çekecek olan faktörleri sentezlerler. Bu lokal stimülasyon, inflamatuar yanıtı ve lokal prokoagulan etkiyi artırabilir.
Makrofajlar, T lenfosit ve düz kas hücrelerini aktive eder, ve ayrıca adezyon molekülleri, sitokinler, kemokinler ve büyüme faktörleri gibi mediatörlerin salınımına yol açar (96). IL-6; fibrinojen, plazminojen aktivatör inhibitör tip 1 ve CRP düzeyini artırarak inflamatuar ve prokoagulan yanıtı artırır (95,97,98). IL-1; TNF ve CRP gibi inflamatuar sitokinleri, selüler adezyon moleküllerinin ekspresyonunu uyarır ve lökositlerin vasküler endotele yapışmasına aracılık eder. CRP, monositlerin doku faktörü ekspresyonunu uyarır, ve bu doku faktörü koagülasyonda önemli rol oynar. Endotel aracılı nitrik oksit (NO), vasküler tonusu devam ettiren vazoaktif bir peptiddir, hasarlı bölgelerde azalmıştır. NO, trombositlerin yapışmasını ve agregasyonunu inhibe eder, vazokonstriksiyonu suprese eder, vasküler düz kas hücre çoğalmasını ve lökositlerin adezyonunu azaltır (99). Bu nedenle, NO fonksiyonunda azalma proinflamatuar ve protrombotik bir durumu yansıtır (92). Aterosklerotik plakta, T lenfositlerin büyük çoğunluğu makrofaj aktivasyonu ve inflamasyona neden olan TH1 tipindedir (100). TH1’in salgıladığı en önemli sitokin, vasküler aktivitesi bulunan IFN-y’dır. IFN-y, en önemli makrofaj aktive edici sitokindir. Fagositozu artırmak üzere makrofajları uyarır, TNF-a ve IL-1 gibi inflamatuar sitokinleri salgılatır, proteolitik enzimlerin açığa çıkmasına neden olarak, büyük miktarda toksik oksijen ve NO radikalleri oluşmasına neden olur (101). TNF-a, prokoagulan aktiviteyi uyarır. IFN-y, IL-1 ve TNF-a aynı zamanda IL-6 üretimini de uyarırlar. IL-6 karaciğerde CRP, serum amiloid A ve fibrinojen gibi akut faz reaktanlarının sentezini önemli oranda artırır. Fare deneylerinde (102), IFN-y reseptörleri bloke edildiği zaman, ateroskleroz gelişiminin inhibe olduğu görülmüştür. Benzer şekilde, TH1 yolu genetik ya da farmakolojik olarak bloke edildiğinde aterosklerozun ilerleyişi önlenmiştir
Etiyopatogenez
Dünya genelinde, en sık ölüm nedeni aterosklerotik hastalıklardır.
Ateroskleroz koroner arterleri, karotis, vertebral, serebral ve periferik arterleri tutabilir. Aterosklerozda, arterin intima tabakasında lipidden zengin egzantrik yerleşimli plaklar vardır. Bu lezyonlar, damar lümenini değişik derecelerde daraltabilirler.
Aterosklerozda ilk gelişen olay, endotelde zedelenmedir. Hipertansiyon, hiperkolesterolemi, diyabetteki glikolizasyon son ürünleri, sigaradaki kimyasal iritanlar, vazoaktif aminler, immün kompleksler, enfeksiyonlar arter endotelinde zedelenme yapabilirler. Zedelenme sonucu, lipid ve monositler o bölgeye birikir. İçeri giren monositler makrofaja dönüşür, düşük dansiteli lipoprotein kolesterol (LDL- K) okside olur. Okside LDL (ox-LDL) makrofajlara girerek makrofajları köpük (foam) hücrelerine dönüştürür. Böylece "aterom plağı" meydana gelir. LDL girişinin azalması veya çıkışının artması, plak gelişimini engelleyebilir. Lipid içeriği az ve fibröz dokusu fazla sert plakların, kabukları kalın olduğundan, rüptüre olma riski düşüktür. İçinde lipid yükü fazla olan tip IV ve tip Va plakların kabukları ise incedir. Bu plaklar lümeni kritik derecede daraltmazlar. Ancak, ruptüre olup trombüs geliştirirler ve klinikte akut koroner sendroma yol açarlar
Karotis İntima-Media Kalınlığı
Damar duvar kalınlığı artışı, özellikle intima ve media kalınlığı, aterosklerotik plak gelişiminden önce ortaya çıkar ve ateroskleroz gelişimi açısından belirleyici değere sahiptir (2,85,86). KAH olanlarda İMK’nın arttığı, ve İMK artmış bireylerde de KAH sıklığının daha yüksek olduğu birçok karşılaştırmalı çalışmada gösterilmiştir (87). Geroulakos ve ark. (88), koroner anjiografisi yapılan 75 semptomatik koroner arter hastası ile asemptomatik 40 olgunun karotis İMK’larını karşılaştırmışlar, ve koroner anjiografi yapılan hastaların karotis İMK’ları kontrol grubuna göre artmış bulunmuştur. Bu çalışmada (88), ek olarak, anjiografi ile darlık saptanan hastaların, darlık saptanmayan hastalara göre, intima ve mediaları daha kalın olarak ölçülmüştür.
Genel toplumda, B-mode ultrasonografi (USG) ile ölçülen İMK’nın aterosklerotik hastalıkla ilişkisini göstermek açısından, yapılmış büyük ölçekli üç çalışma (87,89,90) vardır. 13.870 hasta içeren ARIC (The Atherosclerosis Risk in Communities) çalışmasında (89), kardiyovasküler hastalığı olanların, hastalığı olmayanlara göre, ortalama İMK’nın artmış olduğu saptanmıştır. Bu çalışmadaki veriler değerlendirildiğinde, karotis İMK’nın 0.2 mm artışı ile, miyokard infarktüsü (MI) gelişimi için rölatif riskin %33 arttığı görülmüştür. Benzer sonuçlar, tek merkezli prospektif bir çalışma olan ve 55 yaş üstü 8.000 kişinin katıldığı Rotterdam çalışmasında (87) da elde edilmiştir. Bu çalışmada (87) hastalar 2.7 yıl takip edilmiş, çalışmanın sonunda, başlangıç İMK’nın artmış MI riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Cardiovascular Health Study Collaborative Research Group tarafından yapılan (90), 4.476 asemptomatik kişinin katıldığı, 6 yıl süren çalışmada İMK ve KAH ilişkisi ortaya konulmuştur. Çalışma başlangıcında bazal İMK’ları elde edilmiş, sonrasında yapılan ölçümlerdeki İMK artışına göre; 1. grup en düşük (<%5), 5. grup ise en yüksek (>%25) İMK artışının olduğu grup olarak ayrılmıştır. Gruplar arasında MI gelişme riskleri karşılaştırıldığında, birinci gruba göre risk ikinci grupta 1.54, üçüncü grupta 1.84, dördüncü grupta 2.01 ve beşinci grupta 3.15 kat artmış olarak belirlenmiştir. Bu çalışmaların ortak sonucu; non-invaziv bir yöntem olan B-mode USG’nin koroner arter hastalığının gösterilmesinde prediktif değere sahip olduğudur.
İnflamasyonun Aterosklerozdaki Rolü
İnflamasyon, ani kardiyak ölümlerin yaklaşık %80’inde altta yatan neden olan aterotrombozun tüm evrelerinde rol alır (91). Sürecin erken döneminde, lezyon çevresindeki veya dolaşımdaki lökositler ox-LDL-K, vasküler hasar veya enfeksiyona yanıt olarak, gelişen lezyon bölgesindeki monositlere bağlanırlar (92). Daha sonra monositler köpük hücreye dönüşür, ardından yağlı çizgilenme başlar (92). Plak rüptürünün ara bölgesindeki tüm hücrelerin yaklaşık yarısı makrofajlardır. Aktive T lenfosit ve mast hücresi gibi diğer inflamatuar hücreler, endotele bağlanırlar. Tüm bu inflamatuar hücreler, sonunda, fibröz başlıkla korunmuş lipid havuzundan oluşan ateromatöz lezyon oluşturur. Monosit-makrofajlar metalloproteinaz salgılar, ve bu proteolitik enzimler, fibröz başlığı yıkar ve rüptüre yatkınlaştırır. Doku faktörü ve aterosklerotik debris ise trombozu indükler. Düz kas hücreleri, inflamasyon bölgesine monositleri çekecek olan faktörleri sentezlerler. Bu lokal stimülasyon, inflamatuar yanıtı ve lokal prokoagulan etkiyi artırabilir.
Makrofajlar, T lenfosit ve düz kas hücrelerini aktive eder, ve ayrıca adezyon molekülleri, sitokinler, kemokinler ve büyüme faktörleri gibi mediatörlerin salınımına yol açar (96). IL-6; fibrinojen, plazminojen aktivatör inhibitör tip 1 ve CRP düzeyini artırarak inflamatuar ve prokoagulan yanıtı artırır (95,97,98). IL-1; TNF ve CRP gibi inflamatuar sitokinleri, selüler adezyon moleküllerinin ekspresyonunu uyarır ve lökositlerin vasküler endotele yapışmasına aracılık eder. CRP, monositlerin doku faktörü ekspresyonunu uyarır, ve bu doku faktörü koagülasyonda önemli rol oynar. Endotel aracılı nitrik oksit (NO), vasküler tonusu devam ettiren vazoaktif bir peptiddir, hasarlı bölgelerde azalmıştır. NO, trombositlerin yapışmasını ve agregasyonunu inhibe eder, vazokonstriksiyonu suprese eder, vasküler düz kas hücre çoğalmasını ve lökositlerin adezyonunu azaltır (99). Bu nedenle, NO fonksiyonunda azalma proinflamatuar ve protrombotik bir durumu yansıtır (92). Aterosklerotik plakta, T lenfositlerin büyük çoğunluğu makrofaj aktivasyonu ve inflamasyona neden olan TH1 tipindedir (100). TH1’in salgıladığı en önemli sitokin, vasküler aktivitesi bulunan IFN-y’dır. IFN-y, en önemli makrofaj aktive edici sitokindir. Fagositozu artırmak üzere makrofajları uyarır, TNF-a ve IL-1 gibi inflamatuar sitokinleri salgılatır, proteolitik enzimlerin açığa çıkmasına neden olarak, büyük miktarda toksik oksijen ve NO radikalleri oluşmasına neden olur (101). TNF-a, prokoagulan aktiviteyi uyarır. IFN-y, IL-1 ve TNF-a aynı zamanda IL-6 üretimini de uyarırlar. IL-6 karaciğerde CRP, serum amiloid A ve fibrinojen gibi akut faz reaktanlarının sentezini önemli oranda artırır. Fare deneylerinde (102), IFN-y reseptörleri bloke edildiği zaman, ateroskleroz gelişiminin inhibe olduğu görülmüştür. Benzer şekilde, TH1 yolu genetik ya da farmakolojik olarak bloke edildiğinde aterosklerozun ilerleyişi önlenmiştir
Romatoid Artrit Tedavi
Romatoid Artrit Tedavi
Hasta-hekim ilişkisi, hastalığın seyrinde çok önemli rol oynamaktadır, hasta ve yakınları bilgilendirilmelidir. Tedavi ile hastalık seyrinin değişebileceği, bunun da uzun zaman alacağı, özellikle ilk 2 yılın tedavi açısından önemli olduğu belirtilmelidir. RA tedavisi, genel olarak, multidisipliner bir yaklaşım gerektirir.
Eklemlerde inflamasyonun belirgin olduğu dönemlerde aşırı hareketlerden kaçınılması, travmatik hasarı önler. Buna karşın, kas gücünün korunması açısından, olguların belirli bir düzeyde hareket etmesi gereklidir.
Fizik tedavi, uğraşı tedavisi ve cerrahi tedaviler diğer ilaç dışı tedavi yöntemleridir.
Tedavi öncesinde, alınacak yanıtın objektif olarak değerlendirilebilmesi açısından, öncelikle hastalık aktivitesi ve eklem hasarının belirlenmesi gerekmektedir. Eklemlerdeki ağrı derecesi ve fonksiyon kısıtlılığı, sabah katılığı ve ağrı süresini sorgulamak, fizik bakıda aktif inflamasyonlu eklemlerin sayısını, mekanik eklem problemlerini ve eklem dışı özellikleri değerlendirmek gerekmektedir. Hekim, laboratuar verileri ve tutulum olan eklemlerin radyografileri ile hastalık ağırlık derecesini tam olarak belirlemeli, hastanın fonksiyonel durumu ve yaşam kalitesini değerlendirmelidir
Hastaların ağrısını azaltmak için, temel etkili ilaçların etkisinin başlayacağı süreye kadar, köprü ilaçlar olarak, salisilatlar kullanılmaktadır. Salisilatlar açısından, kan düzeyinin ölçülebilmesi ve ilacın ucuzluğu avantaj sayılabilir. RA’te genel kullanım dozu 4g/gün, 4 eşit doza bölünerek verilmesi şeklindedir. Ancak, son yıllarda salisilatların yerini çok büyük ölçüde, salisilat olmayan, diğer steroid olmayan anti-inflamatuarlar almıştır.
Romatoid artirit tedavisinde steroidlerin uygun dozlarda kullanılması önemlidir. En sık kullanılan prednisolon için bu doz, 5-7.5 mg/gün kabul edilmektedir. "Düşük doz steroid" (günde 5-7,5 mg prednisolon eşdeğeri) yaşlı, gebe, böbrek ve gastrointestinal sorunu olan hastalarda seçkin ilaçtır.
Romatoid artritin çok aktif dönemlerinde, ve eklem dışı sistemik bulgularla seyreden (plörezi, hızla ilerleyen pulmoner interstisyel fibroz, mononöropati ve vaskülit vb.) durumlarda, pulse steroid tedavisi yapılmaktadır. Klasik pulse tedavi 1000 mg/gün intravenöz metilprednisolon olmasına karşın, RA’te 100 mg/gün metilprednisolon dozları ile de iyi sonuçlar alındığı bildirilmektedir. Düşük doz steroid kullanan bir olguda, alevlenme ortaya çıkarsa, günlük steroid dozunu artırmak yerine, 3 gün 100 mg/gün, metilprednisolonun “mini pulse” olarak uygulanması alevlenmeyi baskılamaktadır
Temel etkili ilaçlara erken dönemde başlanılması gereklidir. İlk seçilecek ilaçlar; Metotreksat, Sulfasalazin ve Klorokin/Hidroksiklorokindir. Bunlar tek başlarına kullanılabildikleri gibi, ikili ve/veya üçlü kombinasyonlar şeklinde de verilebilirler. Temel etkili ilaçların uzun süre kullanılacak ilaçlar oldukları, ve etkilerinin zamanla ortaya çıkacağı hastalara kesinlikle anlatılmalı, ve tedavi için aldığı ilaçları düzenli kullanması gerekliliği vurgulanmalıdır. Bu ilaçlar, erozyonların ortaya çıkışını önleyerek veya yavaşlatarak, hastalığı remisyona sokarlar
Metotreksat; günümüzde RA tedavisinde en yaygın kullanılan ilaçtır. Bir folik asit antagonistidir. Ağızdan alındığında %70, parenteral alındığında ise %100 oranında emilir, aç veya tok alınması emilimi değiştirmez. Erozyon gelişmesini yavaşlatır, ancak tam remisyon sağlanması seyrektir. Metotreksat, haftada bir gün ve tercihen tek doz olarak kullanılır. Başlangıç dozu haftada 7.5 mg’dır. Bu doz yeterli klinik yanıt alınıncaya kadar, her ay 2.5-5 mg artırılır. Kesin bir kural olmamasına karşın haftalık doz 20-25 mg’a çıkarıldığında da yeterli yanıt alınamadığı düşünülüyorsa, diğer ilaçlar ile kombinasyon düşünülmelidir. Metotreksatın, siklosporin-A ile veya sulfasalazin ve hidroksiklorokin ile birlikte kullanılmasının, tek başına metotreksata göre daha etkili olduğunu gösteren kontrollü klinik çalışmalar yayınlanmıştır. Yan etkileri, folat eksikliği ile ilişkili olanlar (bulantı, oral ülserler, kemik iliği baskılanması), allerjik olanlar (akciğer toksisitesi) ve hepatotoksisite olarak gruplandırılabilir. Tedaviye folat eklenmesi, yan etkilerin azaltılması açısından önemlidir (30).
Sulfasalazin; erozyon gelişimini yavaşlatır. Günlük ortalama dozu 2 gram’dır. Etkisi diğer ilaçlara göre hızlı başlar (1-2 ay). Bulantı, karın ağrısı, başağrısı ve deri döküntüsü daha sık; hemoliz, lökopeni, trombositopeni ve oligospermi daha seyrek bildirilmiş olan yan etkileridir
Antimalaryal ilaçlar; eroziv olmayan, hafif seyirli hastalığı olanlarda veya kombine tedavilerde kullanılmaktadır. Diğer ilaçlara göre daha az etkili bulunmuşlardır. Erozyonları azalttıkları gösterilememiştir
Leflunomid; etkisini pirimidin sentez inhibisyonu ile göstermektedir. Yarılanma ömrü yaklaşık iki haftadır. RA’te önerilen kullanım dozu oral olarak 100 mg/gün üç gün yükleme dozundan sonra, günde 10-20 mg’dır.
Günümüzde giderek daha az kullanılan ilaçlar; intramuskuler ve/veya oral altın tuzları, d-penisilamin, ve yukarıdaki ilaçlara dirençli olgularda kullanılan azathiopurine ve siklosporin-A’dır.
Biyolojik tedavi ajanları; infliximab, kimerik anti-TNF-a antikorudur. Etanersept, TNF-a ve (3’yı bağlayarak etkisini göstermektedir. Adalimumab %100 insan kökenli anti-TNF-a antikorudur. Anakinra IL-1 reseptör antagonistidir.
Hasta-hekim ilişkisi, hastalığın seyrinde çok önemli rol oynamaktadır, hasta ve yakınları bilgilendirilmelidir. Tedavi ile hastalık seyrinin değişebileceği, bunun da uzun zaman alacağı, özellikle ilk 2 yılın tedavi açısından önemli olduğu belirtilmelidir. RA tedavisi, genel olarak, multidisipliner bir yaklaşım gerektirir.
Eklemlerde inflamasyonun belirgin olduğu dönemlerde aşırı hareketlerden kaçınılması, travmatik hasarı önler. Buna karşın, kas gücünün korunması açısından, olguların belirli bir düzeyde hareket etmesi gereklidir.
Fizik tedavi, uğraşı tedavisi ve cerrahi tedaviler diğer ilaç dışı tedavi yöntemleridir.
Tedavi öncesinde, alınacak yanıtın objektif olarak değerlendirilebilmesi açısından, öncelikle hastalık aktivitesi ve eklem hasarının belirlenmesi gerekmektedir. Eklemlerdeki ağrı derecesi ve fonksiyon kısıtlılığı, sabah katılığı ve ağrı süresini sorgulamak, fizik bakıda aktif inflamasyonlu eklemlerin sayısını, mekanik eklem problemlerini ve eklem dışı özellikleri değerlendirmek gerekmektedir. Hekim, laboratuar verileri ve tutulum olan eklemlerin radyografileri ile hastalık ağırlık derecesini tam olarak belirlemeli, hastanın fonksiyonel durumu ve yaşam kalitesini değerlendirmelidir
Hastaların ağrısını azaltmak için, temel etkili ilaçların etkisinin başlayacağı süreye kadar, köprü ilaçlar olarak, salisilatlar kullanılmaktadır. Salisilatlar açısından, kan düzeyinin ölçülebilmesi ve ilacın ucuzluğu avantaj sayılabilir. RA’te genel kullanım dozu 4g/gün, 4 eşit doza bölünerek verilmesi şeklindedir. Ancak, son yıllarda salisilatların yerini çok büyük ölçüde, salisilat olmayan, diğer steroid olmayan anti-inflamatuarlar almıştır.
Romatoid artirit tedavisinde steroidlerin uygun dozlarda kullanılması önemlidir. En sık kullanılan prednisolon için bu doz, 5-7.5 mg/gün kabul edilmektedir. "Düşük doz steroid" (günde 5-7,5 mg prednisolon eşdeğeri) yaşlı, gebe, böbrek ve gastrointestinal sorunu olan hastalarda seçkin ilaçtır.
Romatoid artritin çok aktif dönemlerinde, ve eklem dışı sistemik bulgularla seyreden (plörezi, hızla ilerleyen pulmoner interstisyel fibroz, mononöropati ve vaskülit vb.) durumlarda, pulse steroid tedavisi yapılmaktadır. Klasik pulse tedavi 1000 mg/gün intravenöz metilprednisolon olmasına karşın, RA’te 100 mg/gün metilprednisolon dozları ile de iyi sonuçlar alındığı bildirilmektedir. Düşük doz steroid kullanan bir olguda, alevlenme ortaya çıkarsa, günlük steroid dozunu artırmak yerine, 3 gün 100 mg/gün, metilprednisolonun “mini pulse” olarak uygulanması alevlenmeyi baskılamaktadır
Temel etkili ilaçlara erken dönemde başlanılması gereklidir. İlk seçilecek ilaçlar; Metotreksat, Sulfasalazin ve Klorokin/Hidroksiklorokindir. Bunlar tek başlarına kullanılabildikleri gibi, ikili ve/veya üçlü kombinasyonlar şeklinde de verilebilirler. Temel etkili ilaçların uzun süre kullanılacak ilaçlar oldukları, ve etkilerinin zamanla ortaya çıkacağı hastalara kesinlikle anlatılmalı, ve tedavi için aldığı ilaçları düzenli kullanması gerekliliği vurgulanmalıdır. Bu ilaçlar, erozyonların ortaya çıkışını önleyerek veya yavaşlatarak, hastalığı remisyona sokarlar
Metotreksat; günümüzde RA tedavisinde en yaygın kullanılan ilaçtır. Bir folik asit antagonistidir. Ağızdan alındığında %70, parenteral alındığında ise %100 oranında emilir, aç veya tok alınması emilimi değiştirmez. Erozyon gelişmesini yavaşlatır, ancak tam remisyon sağlanması seyrektir. Metotreksat, haftada bir gün ve tercihen tek doz olarak kullanılır. Başlangıç dozu haftada 7.5 mg’dır. Bu doz yeterli klinik yanıt alınıncaya kadar, her ay 2.5-5 mg artırılır. Kesin bir kural olmamasına karşın haftalık doz 20-25 mg’a çıkarıldığında da yeterli yanıt alınamadığı düşünülüyorsa, diğer ilaçlar ile kombinasyon düşünülmelidir. Metotreksatın, siklosporin-A ile veya sulfasalazin ve hidroksiklorokin ile birlikte kullanılmasının, tek başına metotreksata göre daha etkili olduğunu gösteren kontrollü klinik çalışmalar yayınlanmıştır. Yan etkileri, folat eksikliği ile ilişkili olanlar (bulantı, oral ülserler, kemik iliği baskılanması), allerjik olanlar (akciğer toksisitesi) ve hepatotoksisite olarak gruplandırılabilir. Tedaviye folat eklenmesi, yan etkilerin azaltılması açısından önemlidir (30).
Sulfasalazin; erozyon gelişimini yavaşlatır. Günlük ortalama dozu 2 gram’dır. Etkisi diğer ilaçlara göre hızlı başlar (1-2 ay). Bulantı, karın ağrısı, başağrısı ve deri döküntüsü daha sık; hemoliz, lökopeni, trombositopeni ve oligospermi daha seyrek bildirilmiş olan yan etkileridir
Antimalaryal ilaçlar; eroziv olmayan, hafif seyirli hastalığı olanlarda veya kombine tedavilerde kullanılmaktadır. Diğer ilaçlara göre daha az etkili bulunmuşlardır. Erozyonları azalttıkları gösterilememiştir
Leflunomid; etkisini pirimidin sentez inhibisyonu ile göstermektedir. Yarılanma ömrü yaklaşık iki haftadır. RA’te önerilen kullanım dozu oral olarak 100 mg/gün üç gün yükleme dozundan sonra, günde 10-20 mg’dır.
Günümüzde giderek daha az kullanılan ilaçlar; intramuskuler ve/veya oral altın tuzları, d-penisilamin, ve yukarıdaki ilaçlara dirençli olgularda kullanılan azathiopurine ve siklosporin-A’dır.
Biyolojik tedavi ajanları; infliximab, kimerik anti-TNF-a antikorudur. Etanersept, TNF-a ve (3’yı bağlayarak etkisini göstermektedir. Adalimumab %100 insan kökenli anti-TNF-a antikorudur. Anakinra IL-1 reseptör antagonistidir.
Romatoid Artrit Hakkinda Bilgiler
Romatoid Artrit Hakkında Bilgiler
Romatoid artrit etiyolojisi bilinmeyen, sistemik bulgular gösteren, eklemleri tutan ve deformitelere yol açan kronik inflamatuar bir hastalıktır (30). RA etiyolojisinde genetik olarak yatkın bireylerde, enfeksiyöz ajanlar gibi dış etmenlerin, sitokinler ve hormonal faktörler gibi iç etmenlerin hastalığın ortaya çıkmasına neden olduğu ileri sürülmektedir (65). RA’in, önemli bir morbidite nedeni olduğu ve hastaların yaşam kalitesini önemli oranda bozduğu bilinmektedir
Epidemiyoloji
Romatoid artrit, en sık görülen artrit nedenidir ve toplumda yaklaşık %0.5-1 sıklığında görülmektedir Hastalık prevalansı dünya genelinde benzerdir. RA kadın cinsiyette 2-4 kat daha sık görülmektedir, ancak yaş ilerledikçe cinsiyet farkı azalmaktadır. Hastaların %80’i, 35-50 yaşlar arasındadır
Etiyopatogenez
Romatoid artrit, kadınlarda erkeklere göre 2-4 kat daha sık görülmektedir. Gebelikte RA’li hastaların %75’inde iyileşme ve remisyon görülmektedir. Ancak, gebelik sonrasında olguların %80-90’ında tekrar alevlenme görülür. Östrojenlerin RA patogenezindeki rolü tam olarak anlaşılamamıştır. Genç yaşta anne olmak, RA riskini azaltmaktadır
Günümüzde, bakteriyolojik ajanların RA nedeni olmadığı varsayılmaktadır. Epstein-Barr virüsü, insan T lenfosit lenfotropik virus I, parvovirüsler ve lentivirüsler etiyolojide suçlanan ve hala yoğun şekilde araştırılan virüslerdir
Romatoid artrit ile yakın ilişkili olan insan lökosit antijeni (HLA), HLA-DR4 molekülüdür. HLA-DR4 doku antijeni, RA riskini 3-6 kat artırır. HLA-DR4, tipleme yapıldığında, 6 alt gruba ayrılır. Bunlardan özellikle Dw4, Dw14, ve Dw15 RA ile ilişkilidir. Dw10 ve Dw13 ise RA gelişimini engellerler (30). RA’li monozigot ikizlerde dizigot ikizlere göre 3-4 kat, RA’li olguların birinci derece akrabalarında, normal populasyona göre, 1.6-1.7 kat hastalık riski olduğu bildirilmektedir
Romatoid artritte, sinovyumda ve sinovyal sıvıda IL-1 ve TNF-a düzeylerinin arttığı bilinmektedir. Bu sitokinler, olayı şiddetlendirme yönünde etki yaparlar. Yine, aynı bölgelerde artan diğer bir sitokin olan IL-6, akut faz yanıtlarının oluşumunda etkilidir.
Patoloji
Romatoid artrit, primer olarak, sinovite neden olur. Romatoid sinovyumda, histopatolojik olarak inflamatuar yapı incelendiğinde, mononükleer hücreler (T lenfositler, makrofajlar ve plazma hücreleri) ilk bakışta dikkati çeker. Kısa zamanda, sinovya hücrelerinde artış ve sonucunda villöz oluşumlar ortaya çıkar. Bu prolifere olmuş sinovyal oluşumlara ‘pannüs’ denir. Bu pannüsler, eklem anatomisinin bozulmasında ve hastalığın yol açtığı deformitelerin oluşmasında rol oynayan temel nedendir
Klinik Özellikler
Eklem ağrısı ve/veya sabah sertliği, hastaların çoğunda birkaç hafta ile birkaç ay arasında gelişmektedir. %15 kadar hastada ise hastalığın 1-2 gün gibi kısa bir sürede, akut olarak ortaya çıktığı görülür.
Eklem Tutulumu: En sık tutulan eklemler (%70-90) el bilek, metakarpofalangeal ve proksimal interfalangeal eklemlerdir. Proksimal interfalangeal eklem tutulumu, başlangıçta parmağın fuziform görünümüne yol açar, zamanla "düğme iliği" ve "kuğu boynu" deformiteleri gelişebilir.
Dizler, dirsekler ve metatarsofalangeal eklemler de %60 oranında olaya katılırlar. Servikal bölge, özellikle 1. servikal ve 2. servikal, %40-50 sıklığında tutulmaktadır. Semptomlu olgularda, boyun tam fleksiyonda lateral grafi, ya da ağız tam açık posteroanterior grafi ile ‘odontoid’in durumu tam olarak incelenmeli, kırık veya atlantoaksiyal subluksasyon araştırılmalıdır. Temporomandibüler eklem nadir de olsa tutulabilir
Eklem dışı tutulum: Hastaların yaklaşık %40’ında, aktif ve ağır seyirli olgularda daha fazla olmak üzere, eklem dışı tutulum görülmektedir
Romatoid artritli hastalarda kalp tutulumu genellikle sessiz seyretmektedir (74), ve diyastolik disfonksiyon sık görülen bir sorundur (75-78). Hipertrofi, fibrozis ve iskemi sonucu bozulmuş miyozit gevşemesi, diyastolik disfonksiyona neden olmaktadır (79). Kardiyak tutulumun eşlik ettiği ve sol ventrikül disfonksiyonu gelişen RA’li hastalarda, morbidite ve mortalitenin yüksek olduğu bildirilmiştir EKO, kalp tutulumunu belirlemede ve tanıda önemli bir inceleme metodudur
Evreleme
Evre 1; Histopatolojik bulgu olmasına karşın, klinik belirti ve direkt radyografi bulguları yoktur.
Evre 2; T ve B lenfositlerin çoğalması yanı sıra, sinovyada ‘anjiogenezis’ ortaya çıkar. Klinik olarak halsizlik yakınması yanında, ellerde küçük eklemlerde şişmeler, sabah tutukluğu ve artraljiler gelişir, bu evrede direkt grafi bulgu vermez.
Evre 3; Sinovyada lenfosit artışı ve hipertrofiye gidiş görülürken, klinik olarak eklemlerde kısıtlılık, belirgin sinovyal sıvı artışı, başlangıç halinde sinovyal hipertrofi bulguları saptanır ve radyografide yumuşak doku şişliği belirlenir.
Evre 4; Patolojik olarak, invaziv pannüslerin kıkırdak yıkımı ile marjinal erozyonlara yol açmaları ve kondrositlerin aktivasyonu ortaya çıkar. Klinik olarak 3. evre bulgularının daha netleşmesi, radyolojik olarak periartiküler osteopeni, ultrasonografi veya Manyetik Rezonans Görüntüleme’de (MRG) sinovyal hipertrofi sonucu oluşan pannüslerin saptanması bu evrenin özellikleridir.
Evre 5; Subkondral kemikte erozyon, pannüslerin kartilaja iyice invazyonu, kondrosit artışı ve eklem çevresi ligamentlerinde yapısal değişimler görülür. Klinik olarak 4’üncü evre bulgularına ek olarak eklemlerde instabilite, fleksiyon kontraktürleri, hareketlerde kısıtlılık, eklem dışı komplikasyonlar ve şekil bozuklukları bulunur. Radyolojik olarak eklem aralığında daralma ve belirgin erozyonlar saptanır
Romatoid artrit etiyolojisi bilinmeyen, sistemik bulgular gösteren, eklemleri tutan ve deformitelere yol açan kronik inflamatuar bir hastalıktır (30). RA etiyolojisinde genetik olarak yatkın bireylerde, enfeksiyöz ajanlar gibi dış etmenlerin, sitokinler ve hormonal faktörler gibi iç etmenlerin hastalığın ortaya çıkmasına neden olduğu ileri sürülmektedir (65). RA’in, önemli bir morbidite nedeni olduğu ve hastaların yaşam kalitesini önemli oranda bozduğu bilinmektedir
Epidemiyoloji
Romatoid artrit, en sık görülen artrit nedenidir ve toplumda yaklaşık %0.5-1 sıklığında görülmektedir Hastalık prevalansı dünya genelinde benzerdir. RA kadın cinsiyette 2-4 kat daha sık görülmektedir, ancak yaş ilerledikçe cinsiyet farkı azalmaktadır. Hastaların %80’i, 35-50 yaşlar arasındadır
Etiyopatogenez
Romatoid artrit, kadınlarda erkeklere göre 2-4 kat daha sık görülmektedir. Gebelikte RA’li hastaların %75’inde iyileşme ve remisyon görülmektedir. Ancak, gebelik sonrasında olguların %80-90’ında tekrar alevlenme görülür. Östrojenlerin RA patogenezindeki rolü tam olarak anlaşılamamıştır. Genç yaşta anne olmak, RA riskini azaltmaktadır
Günümüzde, bakteriyolojik ajanların RA nedeni olmadığı varsayılmaktadır. Epstein-Barr virüsü, insan T lenfosit lenfotropik virus I, parvovirüsler ve lentivirüsler etiyolojide suçlanan ve hala yoğun şekilde araştırılan virüslerdir
Romatoid artrit ile yakın ilişkili olan insan lökosit antijeni (HLA), HLA-DR4 molekülüdür. HLA-DR4 doku antijeni, RA riskini 3-6 kat artırır. HLA-DR4, tipleme yapıldığında, 6 alt gruba ayrılır. Bunlardan özellikle Dw4, Dw14, ve Dw15 RA ile ilişkilidir. Dw10 ve Dw13 ise RA gelişimini engellerler (30). RA’li monozigot ikizlerde dizigot ikizlere göre 3-4 kat, RA’li olguların birinci derece akrabalarında, normal populasyona göre, 1.6-1.7 kat hastalık riski olduğu bildirilmektedir
Romatoid artritte, sinovyumda ve sinovyal sıvıda IL-1 ve TNF-a düzeylerinin arttığı bilinmektedir. Bu sitokinler, olayı şiddetlendirme yönünde etki yaparlar. Yine, aynı bölgelerde artan diğer bir sitokin olan IL-6, akut faz yanıtlarının oluşumunda etkilidir.
Patoloji
Romatoid artrit, primer olarak, sinovite neden olur. Romatoid sinovyumda, histopatolojik olarak inflamatuar yapı incelendiğinde, mononükleer hücreler (T lenfositler, makrofajlar ve plazma hücreleri) ilk bakışta dikkati çeker. Kısa zamanda, sinovya hücrelerinde artış ve sonucunda villöz oluşumlar ortaya çıkar. Bu prolifere olmuş sinovyal oluşumlara ‘pannüs’ denir. Bu pannüsler, eklem anatomisinin bozulmasında ve hastalığın yol açtığı deformitelerin oluşmasında rol oynayan temel nedendir
Klinik Özellikler
Eklem ağrısı ve/veya sabah sertliği, hastaların çoğunda birkaç hafta ile birkaç ay arasında gelişmektedir. %15 kadar hastada ise hastalığın 1-2 gün gibi kısa bir sürede, akut olarak ortaya çıktığı görülür.
Eklem Tutulumu: En sık tutulan eklemler (%70-90) el bilek, metakarpofalangeal ve proksimal interfalangeal eklemlerdir. Proksimal interfalangeal eklem tutulumu, başlangıçta parmağın fuziform görünümüne yol açar, zamanla "düğme iliği" ve "kuğu boynu" deformiteleri gelişebilir.
Dizler, dirsekler ve metatarsofalangeal eklemler de %60 oranında olaya katılırlar. Servikal bölge, özellikle 1. servikal ve 2. servikal, %40-50 sıklığında tutulmaktadır. Semptomlu olgularda, boyun tam fleksiyonda lateral grafi, ya da ağız tam açık posteroanterior grafi ile ‘odontoid’in durumu tam olarak incelenmeli, kırık veya atlantoaksiyal subluksasyon araştırılmalıdır. Temporomandibüler eklem nadir de olsa tutulabilir
Eklem dışı tutulum: Hastaların yaklaşık %40’ında, aktif ve ağır seyirli olgularda daha fazla olmak üzere, eklem dışı tutulum görülmektedir
Romatoid artritli hastalarda kalp tutulumu genellikle sessiz seyretmektedir (74), ve diyastolik disfonksiyon sık görülen bir sorundur (75-78). Hipertrofi, fibrozis ve iskemi sonucu bozulmuş miyozit gevşemesi, diyastolik disfonksiyona neden olmaktadır (79). Kardiyak tutulumun eşlik ettiği ve sol ventrikül disfonksiyonu gelişen RA’li hastalarda, morbidite ve mortalitenin yüksek olduğu bildirilmiştir EKO, kalp tutulumunu belirlemede ve tanıda önemli bir inceleme metodudur
Evreleme
Evre 1; Histopatolojik bulgu olmasına karşın, klinik belirti ve direkt radyografi bulguları yoktur.
Evre 2; T ve B lenfositlerin çoğalması yanı sıra, sinovyada ‘anjiogenezis’ ortaya çıkar. Klinik olarak halsizlik yakınması yanında, ellerde küçük eklemlerde şişmeler, sabah tutukluğu ve artraljiler gelişir, bu evrede direkt grafi bulgu vermez.
Evre 3; Sinovyada lenfosit artışı ve hipertrofiye gidiş görülürken, klinik olarak eklemlerde kısıtlılık, belirgin sinovyal sıvı artışı, başlangıç halinde sinovyal hipertrofi bulguları saptanır ve radyografide yumuşak doku şişliği belirlenir.
Evre 4; Patolojik olarak, invaziv pannüslerin kıkırdak yıkımı ile marjinal erozyonlara yol açmaları ve kondrositlerin aktivasyonu ortaya çıkar. Klinik olarak 3. evre bulgularının daha netleşmesi, radyolojik olarak periartiküler osteopeni, ultrasonografi veya Manyetik Rezonans Görüntüleme’de (MRG) sinovyal hipertrofi sonucu oluşan pannüslerin saptanması bu evrenin özellikleridir.
Evre 5; Subkondral kemikte erozyon, pannüslerin kartilaja iyice invazyonu, kondrosit artışı ve eklem çevresi ligamentlerinde yapısal değişimler görülür. Klinik olarak 4’üncü evre bulgularına ek olarak eklemlerde instabilite, fleksiyon kontraktürleri, hareketlerde kısıtlılık, eklem dışı komplikasyonlar ve şekil bozuklukları bulunur. Radyolojik olarak eklem aralığında daralma ve belirgin erozyonlar saptanır
Sistemik Lupus Eritematoz Tedavisi
Sistemik lupus eritematoz Tedavi
Sistemik lupus eritematozda, tutulan sistem veya sistemlere göre, tedavi farklılık gösterebilir. Her olguya güneşten korunma öğretilmelidir
Kortikosteroidler, SLE tedavisinin vazgeçilmez ilaçlarıdır. Oral tedavide düşük, orta (0.5 mg/kg) veya yüksek dozda (1mg/kg) hastalığın kliniğine göre uygulanır. Hızlı etkisi nedeniyle pulse steroid tedavisi, ciddi ve yaşamsal organ tutulumlarında uygulanır. Bu tedavide, intravenöz metilprednisolon (500-1000 mg) üç gün, ardışık olarak, uygulanır. Aktif lupus nefriti, serebriti, gastrointestinal vasküliti, miyokardit, lupus pnömonisi gibi yaşamı tehdit edici durumlarda, tedaviye hemen başlanmalı ve bu tedavi agresif olmalıdır. Yüksek doz kortikosteroid ve immünsüpresif ajanların kombinasyonu gereklidir. Uzun süreli steroid tedavileri; enfeksiyonlar, osteoporoz, osteonekroz, glukoz ve lipid metabolizması bozukluğu, hipertansiyon, erken ateroskleroz ve hipotalamus-hipofiz-sürrenal aksı inhibisyonu gibi pek çok sorunu da beraberinde getirir
Antimalaryaller; SLE tedavisinde en sık kullanılan ilaçlardır. Hidroksiklorokin, 400 mg/gün dozunda verilir ve 4-6 hafta içinde klinik yanıt beklenir. Kombine temel etkili ilaç kullanımının, mukokutanöz lezyonları ve majör organ tutulumunu azalttığı ve remisyon oranını artırdığı gösterilmiştir
Antimalaryallerin immün modülatör özellikleri vardır. Makrofaj ve dendritik hücrelerde, proteozomda, pH’yı artırarak antijen sunumunu azaltırlar. Tedaviyi sınırlayan en önemli toksisite, oküler birikimdir
Siklofosfamid; Uzun süreli izlemlerde, ‘pulse siklofosfamid+pulse steroid’ uygulanmasının, yalnız pulse steroid uygulamasına göre daha etkili olduğu kanıtlanmıştır (59). Majör organ tutulumlarında ve yaşamı tehdit edici durumlarda etkili bir tedavi şeklidir. Siklofosfamid tedavisinin yan etkileri arasında miyelosupresyon, myeloproliferatif hastalıklar, malignensi, immünsupresyon, overyan yetmezlik ve hemorajik sistit bulunmaktadır
Azathioprin; Steroid bağımlılarda, steroid yan etkilerinden kaçınmak ve steroid dozunu azaltmak için azathioprin kullanılır. Antimalaryal ve steroid tedavisine yeterli yanıt alınamayorsa, tedaviye azathioprin eklenir. 1.5-2.5 mg/kg/gün idame dozlarında, nefrit ve merkezi sinir sistemi tutulumu gibi ciddi durumlar daha az görülmektedir
Mikofenolat Mofetil; Lenfosit fonksiyonu için gerekli olan pürin sentezinin hız belirleyici enzimi ‘inosin monofosfat dehidrogenaz’ı inhibe eder. Proliferatif lupus nefritinde, kısa dönem intravenöz siklofosfamid tedavisini takiben mikofenolat mofetil başlanması, uzun dönem siklofosfamid tedavisinden daha etkin ve güvenlidir.
Siklosporin A; Sitokin (IL-2, IFN-y) transkripsiyonunu bloke ederek, T lenfosit fonksiyonunu inhibe eder Nefrotoksik olduğu için Siklosporin A tedavide ilk aşamada tercih edilmez.
Metotreksat; Artiküler ve kutanöz semptomlara etkilidir, ancak organ tutulumlarında etkili bulunmamıştır.
Kök hücre transplantasyonu; Enfeksiyöz ve tedaviye ilişkin komplikasyonların yüksek olması nedeniyle, konvansiyonel tedaviye yanıtsız hastalarda düşünülmelidir. Bu konuda randomize kontrollü çalışmalar devam etmektedir (63). Plazmaferez; ‘SLE+Trombotik Trombositopenik Purpura’lı olgularda önemli bir tedavi metodudur. Ayrıca; anti-CD40 ligand, rituksimab, C1q immünadsorbsiyon, bindarit, kladarabin ve gen tedavisi geliştirilmekte olan tedavi yaklaşımlarıdır
Sistemik lupus eritematozda, tutulan sistem veya sistemlere göre, tedavi farklılık gösterebilir. Her olguya güneşten korunma öğretilmelidir
Kortikosteroidler, SLE tedavisinin vazgeçilmez ilaçlarıdır. Oral tedavide düşük, orta (0.5 mg/kg) veya yüksek dozda (1mg/kg) hastalığın kliniğine göre uygulanır. Hızlı etkisi nedeniyle pulse steroid tedavisi, ciddi ve yaşamsal organ tutulumlarında uygulanır. Bu tedavide, intravenöz metilprednisolon (500-1000 mg) üç gün, ardışık olarak, uygulanır. Aktif lupus nefriti, serebriti, gastrointestinal vasküliti, miyokardit, lupus pnömonisi gibi yaşamı tehdit edici durumlarda, tedaviye hemen başlanmalı ve bu tedavi agresif olmalıdır. Yüksek doz kortikosteroid ve immünsüpresif ajanların kombinasyonu gereklidir. Uzun süreli steroid tedavileri; enfeksiyonlar, osteoporoz, osteonekroz, glukoz ve lipid metabolizması bozukluğu, hipertansiyon, erken ateroskleroz ve hipotalamus-hipofiz-sürrenal aksı inhibisyonu gibi pek çok sorunu da beraberinde getirir
Antimalaryaller; SLE tedavisinde en sık kullanılan ilaçlardır. Hidroksiklorokin, 400 mg/gün dozunda verilir ve 4-6 hafta içinde klinik yanıt beklenir. Kombine temel etkili ilaç kullanımının, mukokutanöz lezyonları ve majör organ tutulumunu azalttığı ve remisyon oranını artırdığı gösterilmiştir
Antimalaryallerin immün modülatör özellikleri vardır. Makrofaj ve dendritik hücrelerde, proteozomda, pH’yı artırarak antijen sunumunu azaltırlar. Tedaviyi sınırlayan en önemli toksisite, oküler birikimdir
Siklofosfamid; Uzun süreli izlemlerde, ‘pulse siklofosfamid+pulse steroid’ uygulanmasının, yalnız pulse steroid uygulamasına göre daha etkili olduğu kanıtlanmıştır (59). Majör organ tutulumlarında ve yaşamı tehdit edici durumlarda etkili bir tedavi şeklidir. Siklofosfamid tedavisinin yan etkileri arasında miyelosupresyon, myeloproliferatif hastalıklar, malignensi, immünsupresyon, overyan yetmezlik ve hemorajik sistit bulunmaktadır
Azathioprin; Steroid bağımlılarda, steroid yan etkilerinden kaçınmak ve steroid dozunu azaltmak için azathioprin kullanılır. Antimalaryal ve steroid tedavisine yeterli yanıt alınamayorsa, tedaviye azathioprin eklenir. 1.5-2.5 mg/kg/gün idame dozlarında, nefrit ve merkezi sinir sistemi tutulumu gibi ciddi durumlar daha az görülmektedir
Mikofenolat Mofetil; Lenfosit fonksiyonu için gerekli olan pürin sentezinin hız belirleyici enzimi ‘inosin monofosfat dehidrogenaz’ı inhibe eder. Proliferatif lupus nefritinde, kısa dönem intravenöz siklofosfamid tedavisini takiben mikofenolat mofetil başlanması, uzun dönem siklofosfamid tedavisinden daha etkin ve güvenlidir.
Siklosporin A; Sitokin (IL-2, IFN-y) transkripsiyonunu bloke ederek, T lenfosit fonksiyonunu inhibe eder Nefrotoksik olduğu için Siklosporin A tedavide ilk aşamada tercih edilmez.
Metotreksat; Artiküler ve kutanöz semptomlara etkilidir, ancak organ tutulumlarında etkili bulunmamıştır.
Kök hücre transplantasyonu; Enfeksiyöz ve tedaviye ilişkin komplikasyonların yüksek olması nedeniyle, konvansiyonel tedaviye yanıtsız hastalarda düşünülmelidir. Bu konuda randomize kontrollü çalışmalar devam etmektedir (63). Plazmaferez; ‘SLE+Trombotik Trombositopenik Purpura’lı olgularda önemli bir tedavi metodudur. Ayrıca; anti-CD40 ligand, rituksimab, C1q immünadsorbsiyon, bindarit, kladarabin ve gen tedavisi geliştirilmekte olan tedavi yaklaşımlarıdır
Sistemik Lupus Eritematoz
Sistemik Lupus Eritematoz Hakkinda
Sistemik lupus eritematoz, patojenik otoantikorların ve immün komplekslerin birçok organı hedef aldığı, kronik inflamatuar bir hastalıktır (27). Prevalans 4-250/100.000 arasında değişmektedir (28). Hastaların %90’ı doğurganlık çağındaki kadınlardır
Sistemik lupus eritematozda, T ve B lenfositlerde antijen-spesifik, poliklonal hiperaktivite ve bu aktivitenin yetersiz kontrolü ile karakterize anormal bir immün yanıt söz konusudur. Genetik, hormonal, immün ve çevresel veya henüz bilinmeyen faktörlerin etiyopatogenezde rol aldığı düşünülmektedir.
Monozigot ikizlerde konkordansın %25-50, dizigot ikizlerde %5 düzeylerinde olması, genetik zeminin önemli bir predispozan faktör olduğunu göstermektedir (32). Lupuslu bir hastanın ailesinde, başka bir lupuslu olma riski yaklaşık %10’dur. Bu oran, genel populasyona göre 100 kat artışı göstermektedir
Farklı etnik toplumlarda yapılan populasyon taramaları, Human Leukocyte Antigen (HLA)-DR2 ve -DR3 pozitif kişilerde SLE görülme sıklığının 2-5 kat arttığını göstermiştir
Sistemik lupus eritematoz, doğurganlık çağındaki kadınların hastalığı olarak bilinir. Puberte öncesi veya menapoz sonrası başlangıç nadirdir (34,35). Seks hormonları immün toleransı etkilemektedir (30). Östrojenler, B lenfositlerin antikor yapımını ve T lenfositlerin antijenik uyarıya yanıtlarını artırır, dolaşan immün komplekslerin klirensini azaltır, immün yanıtı lupus için karakteristik olan T-helper 2 (TH2) tipine çevirirler ve apopitozu engellerler. Androjenler ise hem TH1 hem de TH2 tipi immün yanıtları baskılarlar Otoantikor üretimi SLE’lu hastalarda majör immünolojik bozukluklardan birisidir. Bu antikorlar hastanın kendi antijenlerini (nükleus, sitoplazma, hücre membranı, koagülasyon faktörü veya immünglobulin) hedef alırlar. Anti nükleer antikor (ANA) en karakteristik otoantikordur, ve hastaların %95’inde pozitif olarak belirlenir (36). Anti-dsDNA ve anti-Sm antikorları, SLE’a özgü antikorlardır ve tanı kriterleri arasında yer alırlar
Sistemik lupus eritematozda B lenfositlerde hiperaktivasyon, poliklonal immünglobülin üretimi, ve T lenfosit sayısında azalma, altgrup oranlarında değişim olduğu gösterilmiştir. Aktif SLE hastalarının periferik kanında, B lenfosit sayısı artmıştır (38). Anti-lenfosit antikorlara bağlı olarak, dolaşımdaki T lenfosit sayısı azalmıştır
Sistemik lupus eritematozda, B lenfosit çoğalmasını ve farklılaşmasını uyaran IL-10’un arttığı gösterilmiştir (41). IL-10 üretimindeki artış, lupus T lenfositlerindeki bozulmuş TH1 nedeni olabilir
Sistemik lupus eritematoz ile ilişkili olabilecek çevresel faktörler şunlardır; aromatik aminler, hidrazinler, ilaçlar (prokainamid, hidralazin, klorpromazin, isoniazid, fenitoin, penisilamin), sigara, diyet faktörleri (doymuş yağların aşırı alımı, L- canavanin), enfeksiyöz ajanlar (bakteriyel DNA, endotoksinler, retrovirüsler), hormonlar, ultraviyole (UV) ışını
Klinik Özellikler
Sistemik lupus eritematoz ciltte döküntü, artrit, plörezi, proteinüri, Raynaud fenomeni, epileptik nöbet veya nedeni bilinmeyen ateş şeklinde başlayabilir. Hastaların çoğunda, aktif lupus bulgusu olarak ateş gelişebilir. Cilt tutulumu ve artrit en sık görülen bulgular olmasına karşın, başka sistemlerde de tutulumlar görülebilir
Akut kutanöz lupus lezyonları kelebek döküntü, alopesi, fotosensitivite ve mukozal ülserasyonlar şeklindedir. Subakut kutanöz lupus lezyonları genellikle güneş gören yerlerde gelişir. Lezyonlar genellikle kırmızı maküller veya papüller ile başlar, psoriasiform veya anüler polisiklik plaklar şeklinde gelişir. İyileştiklerinde, yerlerinde hiperpigmentasyon kalabilir. Kronik kutanöz lupus lezyonları kalın, adherent plaklar olarak görülür. Bu lezyonlar skar, depigmentasyon ve telenjektaziler bırakarak iyileşirler. Tipik bir lezyonun, etrafı eritemli ve deriden kabarıktır. Merkezi bölgeleri ise atrofiktir ve fildişi rengindedir. Kutanöz vaskülitik lezyonlar parmaklarda periungual eritem, ağrılı eritematöz nodüller, kıymıksı kanamalar, ve deride palpabl purpuradır
Artralji veya artrit ile birlikte sabah tutukluğu SLE’un en sık klinik bulgusudur. Hastalık seyrinde hastaların yaklaşık %75’inde artrit görülür. Artrit genellikle intermitan ve simetriktir, ve en sık el küçük eklemleri, el bilekleri ve dizleri tutar. Ağrı yakınması, artrit bulgularından daha belirgindir
Böbrekler, SLE’da en sık etkilenen organlardır. Böbrek yetmezliği veya nefrotik sendrom gelişene kadar klinik belirti bulunmayabilir. 1997’de yeniden değerlendirilen SLE tanı kriterlerinde, 24 saatlik idrarda 0.5 gr’ın üstünde proteinüri veya eritrositik, granüler, tübüler veya mikst silendirler olması ‘renal hastalık’ olarak kabul edilmiştir. Enfeksiyon yokluğunda, hematüri (>5 eritrosit/hpf) veya piüri (>5 beyaz küre/hpf) veya ikisinin birlikteliği ve serum kreatininde yükselme klinik böbrek hastalığının bulgusudur
Nöropsikiyatrik lupusun patogenezinde, vaskülopati ve daha nadir olarak vaskülit, tromboza bağlı vasküler oklüzyon ve antikor aracılı hücresel hasarın rol aldığı düşünülmektedir. Multifokal serebral mikroinfarktlarla ilişkili mikrovasküler hasar en belirgin histolojik bulgudur
Kardiyovasküler Sistem Tutulumu
Son yıllarda SLE’da kardiyovasküler tutulum ön plana çıkarılmıştır. Gelişmiş tanı yöntemlerinin kullanıldığı prospektif çalışmalarda miyokardiyal disfonksiyon, perikardiyal tutulum ve kapak tutulum sıklığı ortaya konulmuştur (49,50). Perikardit, SLE’da en sık görülen kardiyak tutulum şeklidir (51). Ekokardiyografi (EKO), perikardiyal efüzyonun belirlenmesinde yararlıdır. Lupus ile ilişkili kapak bozuklukları, kapakçıklarda kalınlaşma ve Libman Sacks endokarditi (non-bakteriyel verüköz endokardit) şeklinde olabilir
Sistemik lupus eritematoz morbidite ve mortalitesinde koroner arter hastalığının (KAH) önemli rolü vardır, ve bu popülasyondaki ölümlerin 1/3’ünden KAH sorumlu tutulmaktadır
Sistemik lupus eritematoz, patojenik otoantikorların ve immün komplekslerin birçok organı hedef aldığı, kronik inflamatuar bir hastalıktır (27). Prevalans 4-250/100.000 arasında değişmektedir (28). Hastaların %90’ı doğurganlık çağındaki kadınlardır
Sistemik lupus eritematozda, T ve B lenfositlerde antijen-spesifik, poliklonal hiperaktivite ve bu aktivitenin yetersiz kontrolü ile karakterize anormal bir immün yanıt söz konusudur. Genetik, hormonal, immün ve çevresel veya henüz bilinmeyen faktörlerin etiyopatogenezde rol aldığı düşünülmektedir.
Monozigot ikizlerde konkordansın %25-50, dizigot ikizlerde %5 düzeylerinde olması, genetik zeminin önemli bir predispozan faktör olduğunu göstermektedir (32). Lupuslu bir hastanın ailesinde, başka bir lupuslu olma riski yaklaşık %10’dur. Bu oran, genel populasyona göre 100 kat artışı göstermektedir
Farklı etnik toplumlarda yapılan populasyon taramaları, Human Leukocyte Antigen (HLA)-DR2 ve -DR3 pozitif kişilerde SLE görülme sıklığının 2-5 kat arttığını göstermiştir
Sistemik lupus eritematoz, doğurganlık çağındaki kadınların hastalığı olarak bilinir. Puberte öncesi veya menapoz sonrası başlangıç nadirdir (34,35). Seks hormonları immün toleransı etkilemektedir (30). Östrojenler, B lenfositlerin antikor yapımını ve T lenfositlerin antijenik uyarıya yanıtlarını artırır, dolaşan immün komplekslerin klirensini azaltır, immün yanıtı lupus için karakteristik olan T-helper 2 (TH2) tipine çevirirler ve apopitozu engellerler. Androjenler ise hem TH1 hem de TH2 tipi immün yanıtları baskılarlar Otoantikor üretimi SLE’lu hastalarda majör immünolojik bozukluklardan birisidir. Bu antikorlar hastanın kendi antijenlerini (nükleus, sitoplazma, hücre membranı, koagülasyon faktörü veya immünglobulin) hedef alırlar. Anti nükleer antikor (ANA) en karakteristik otoantikordur, ve hastaların %95’inde pozitif olarak belirlenir (36). Anti-dsDNA ve anti-Sm antikorları, SLE’a özgü antikorlardır ve tanı kriterleri arasında yer alırlar
Sistemik lupus eritematozda B lenfositlerde hiperaktivasyon, poliklonal immünglobülin üretimi, ve T lenfosit sayısında azalma, altgrup oranlarında değişim olduğu gösterilmiştir. Aktif SLE hastalarının periferik kanında, B lenfosit sayısı artmıştır (38). Anti-lenfosit antikorlara bağlı olarak, dolaşımdaki T lenfosit sayısı azalmıştır
Sistemik lupus eritematozda, B lenfosit çoğalmasını ve farklılaşmasını uyaran IL-10’un arttığı gösterilmiştir (41). IL-10 üretimindeki artış, lupus T lenfositlerindeki bozulmuş TH1 nedeni olabilir
Sistemik lupus eritematoz ile ilişkili olabilecek çevresel faktörler şunlardır; aromatik aminler, hidrazinler, ilaçlar (prokainamid, hidralazin, klorpromazin, isoniazid, fenitoin, penisilamin), sigara, diyet faktörleri (doymuş yağların aşırı alımı, L- canavanin), enfeksiyöz ajanlar (bakteriyel DNA, endotoksinler, retrovirüsler), hormonlar, ultraviyole (UV) ışını
Klinik Özellikler
Sistemik lupus eritematoz ciltte döküntü, artrit, plörezi, proteinüri, Raynaud fenomeni, epileptik nöbet veya nedeni bilinmeyen ateş şeklinde başlayabilir. Hastaların çoğunda, aktif lupus bulgusu olarak ateş gelişebilir. Cilt tutulumu ve artrit en sık görülen bulgular olmasına karşın, başka sistemlerde de tutulumlar görülebilir
Akut kutanöz lupus lezyonları kelebek döküntü, alopesi, fotosensitivite ve mukozal ülserasyonlar şeklindedir. Subakut kutanöz lupus lezyonları genellikle güneş gören yerlerde gelişir. Lezyonlar genellikle kırmızı maküller veya papüller ile başlar, psoriasiform veya anüler polisiklik plaklar şeklinde gelişir. İyileştiklerinde, yerlerinde hiperpigmentasyon kalabilir. Kronik kutanöz lupus lezyonları kalın, adherent plaklar olarak görülür. Bu lezyonlar skar, depigmentasyon ve telenjektaziler bırakarak iyileşirler. Tipik bir lezyonun, etrafı eritemli ve deriden kabarıktır. Merkezi bölgeleri ise atrofiktir ve fildişi rengindedir. Kutanöz vaskülitik lezyonlar parmaklarda periungual eritem, ağrılı eritematöz nodüller, kıymıksı kanamalar, ve deride palpabl purpuradır
Artralji veya artrit ile birlikte sabah tutukluğu SLE’un en sık klinik bulgusudur. Hastalık seyrinde hastaların yaklaşık %75’inde artrit görülür. Artrit genellikle intermitan ve simetriktir, ve en sık el küçük eklemleri, el bilekleri ve dizleri tutar. Ağrı yakınması, artrit bulgularından daha belirgindir
Böbrekler, SLE’da en sık etkilenen organlardır. Böbrek yetmezliği veya nefrotik sendrom gelişene kadar klinik belirti bulunmayabilir. 1997’de yeniden değerlendirilen SLE tanı kriterlerinde, 24 saatlik idrarda 0.5 gr’ın üstünde proteinüri veya eritrositik, granüler, tübüler veya mikst silendirler olması ‘renal hastalık’ olarak kabul edilmiştir. Enfeksiyon yokluğunda, hematüri (>5 eritrosit/hpf) veya piüri (>5 beyaz küre/hpf) veya ikisinin birlikteliği ve serum kreatininde yükselme klinik böbrek hastalığının bulgusudur
Nöropsikiyatrik lupusun patogenezinde, vaskülopati ve daha nadir olarak vaskülit, tromboza bağlı vasküler oklüzyon ve antikor aracılı hücresel hasarın rol aldığı düşünülmektedir. Multifokal serebral mikroinfarktlarla ilişkili mikrovasküler hasar en belirgin histolojik bulgudur
Kardiyovasküler Sistem Tutulumu
Son yıllarda SLE’da kardiyovasküler tutulum ön plana çıkarılmıştır. Gelişmiş tanı yöntemlerinin kullanıldığı prospektif çalışmalarda miyokardiyal disfonksiyon, perikardiyal tutulum ve kapak tutulum sıklığı ortaya konulmuştur (49,50). Perikardit, SLE’da en sık görülen kardiyak tutulum şeklidir (51). Ekokardiyografi (EKO), perikardiyal efüzyonun belirlenmesinde yararlıdır. Lupus ile ilişkili kapak bozuklukları, kapakçıklarda kalınlaşma ve Libman Sacks endokarditi (non-bakteriyel verüköz endokardit) şeklinde olabilir
Sistemik lupus eritematoz morbidite ve mortalitesinde koroner arter hastalığının (KAH) önemli rolü vardır, ve bu popülasyondaki ölümlerin 1/3’ünden KAH sorumlu tutulmaktadır
Sepsis Nedir
Sepsis Tanımlar
Sepsis ve septik şok konusundaki terminolojiye açıklık getirilmesi için 1992 yılında ‘’American College of Chest Physicians’’ ve ‘’Society of Critical Care Medicine’’ (ACCP/SCCM) bir konsensüs toplantısı gerçekleştirmiş ve sepsis konusunda yeni, anlaşılabilir tanımlamalar ve sınıflamalar geliştirmişlerdir. Bu konsensüs toplantısının sonuçları Haziran-1992 ‘’Chest’’ ve ‘’Critical Care Medicine’’ dergilerinde yayınlanmıştır. Kabul edilen terminolojiye göre tanımlamalar aşağıdaki şekildedir;
İnfeksiyon: Normal konakta, mikroorganizma invazyonu sonucunda ortaya çıkan inflamatuar yanıttır.
Bdkteriyemi: Kanda canlı bakteri bulunmasıdır. Virüs (viremi), mantar (fungemi), parazit (parazitemi) ve diğer patojenlerin kanda bulunması, benzer şekilde ifade edilmelidir (Pozitif kan kültürü).
Septisemi: Kanda mikroorganizma veya toksinlerinin bulunması
Sistemik İnflamatuar Yanıt Sendromu: Herhangi bir nedene bağlı olarak
gelişen sistemik inflamatuar yanıt (SİYS) ile birlikte aşağıdaki bulgulardan en az iki veya daha fazlasının bulunması olarak tanımlanır:
Vücut ısısı > 38oC veya < 36oC
Kalp hızı > 90 vuru/dakika
Solunum hızı > 20/dakika veya PaCO2 < 32 mmHg
Lökosit > 12000/mm3 veya <> %10 band formasyonu SİYS, infeksiyon dışında; yanıklar, pankreatit, iskemi, multipl travma, doku yaralanmaları, hemorajik şok ve immunolojik nedenli organ hasarları sonucunda da gelişebilmektedir.Sepsis: İnfeksiyona bağlı gelişen inflamatuar yanıt ile birlikte aşağıdaki
bulgulardan en az iki veya daha fazlasının bulunmasıdır: Vücut ısısı > 38oC veya <36oc> 90 vuru/dakika
Solunum hızı > 20/dakika veya PaCO2 <> 12.000/mm3 veya <> %10 band formasyonu Ağır sepsis: Sepsis bulguları ile birlikte aşağıdaki bulguların bulunmasıdır : Multipl organ disfonksiyonu (MOD); hipoperfüzyon ve/veya hipotansiyon Hipoksi ( PaO2 < 75 mmHg) Oligüri
Laktik asidoz Mental konfüzyon Diğer organ yetmezliği bulguları Septik şok: Yeterli sıvı resüssitasyonuna rağmen hipotansiyonun mevcut
olduğu durumdur; sistolik kan basıncının <90>
Erken Septik Şok : Bir saatlik yoğun sıvı tedavisine yanıt veren şok durumudur.
Refrdkter Septik Şok : Bir saatlik yoğun sıvı ve vazopresör tedavisine yanıt vermeyen şok durumudur.
Multipl Organ Disfonksiyon Sendromu (MODS): Homeostazın sürdürülebilmesi için müdahale gerektiren birden fazla organ disfonksiyonu Sepsis herhangi bir sınıftan mikrorganizmaya karşı gelişebilen cevaptır. Sepsis gelişebilmesi için mikroorganizmaların kan dolaşımına geçmesi şart değildir, mikrobiyal sinyal ürünleri ve toksinlerinin lokal ve sistemik yayılımı da aynı cevaba neden olabilir
Sepsise neden olan mikroorganizmaların sıklığı, sepsisin hastane içi ya da hastane dışında gelişmiş olmasına göre değişiklik gösterir. Toplumda kazanılmış sepsis olgularında en sık rastlanan etken mikroorganizmalar; E. coli, S. pneumoniae ve S. aureus’tur. Hastane içinde gelişen sepsise neden olan mikroorganizmalar ise yıllara göre bazı değişiklikler göstermiştir. Antibiyotiklerin kullanım alanına girmesinden önceki 1950’li yıllarda Gram pozitif bakteriler ön sırada olup sıklıkla S. aureus ve S. pyogenes etken olarak saptanmakta idi. Ancak antibiyotiklerin kullanıma girmesi ile bu Gram pozitif bakterilerin neden olduğu hastalıklar tedavi edilebilir hale gelmiş ve 1960-80’li yıllarda Gram negatif bakteriler gittikçe artan oranda (olguların %50’sinden fazlasında) sepsis etkeni olarak izole edilmeye başlanmıştır
Sepsis ve septik şok konusundaki terminolojiye açıklık getirilmesi için 1992 yılında ‘’American College of Chest Physicians’’ ve ‘’Society of Critical Care Medicine’’ (ACCP/SCCM) bir konsensüs toplantısı gerçekleştirmiş ve sepsis konusunda yeni, anlaşılabilir tanımlamalar ve sınıflamalar geliştirmişlerdir. Bu konsensüs toplantısının sonuçları Haziran-1992 ‘’Chest’’ ve ‘’Critical Care Medicine’’ dergilerinde yayınlanmıştır. Kabul edilen terminolojiye göre tanımlamalar aşağıdaki şekildedir;
İnfeksiyon: Normal konakta, mikroorganizma invazyonu sonucunda ortaya çıkan inflamatuar yanıttır.
Bdkteriyemi: Kanda canlı bakteri bulunmasıdır. Virüs (viremi), mantar (fungemi), parazit (parazitemi) ve diğer patojenlerin kanda bulunması, benzer şekilde ifade edilmelidir (Pozitif kan kültürü).
Septisemi: Kanda mikroorganizma veya toksinlerinin bulunması
Sistemik İnflamatuar Yanıt Sendromu: Herhangi bir nedene bağlı olarak
gelişen sistemik inflamatuar yanıt (SİYS) ile birlikte aşağıdaki bulgulardan en az iki veya daha fazlasının bulunması olarak tanımlanır:
Vücut ısısı > 38oC veya < 36oC
Kalp hızı > 90 vuru/dakika
Solunum hızı > 20/dakika veya PaCO2 < 32 mmHg
Lökosit > 12000/mm3 veya <> %10 band formasyonu SİYS, infeksiyon dışında; yanıklar, pankreatit, iskemi, multipl travma, doku yaralanmaları, hemorajik şok ve immunolojik nedenli organ hasarları sonucunda da gelişebilmektedir.Sepsis: İnfeksiyona bağlı gelişen inflamatuar yanıt ile birlikte aşağıdaki
bulgulardan en az iki veya daha fazlasının bulunmasıdır: Vücut ısısı > 38oC veya <36oc> 90 vuru/dakika
Solunum hızı > 20/dakika veya PaCO2 <> 12.000/mm3 veya <> %10 band formasyonu Ağır sepsis: Sepsis bulguları ile birlikte aşağıdaki bulguların bulunmasıdır : Multipl organ disfonksiyonu (MOD); hipoperfüzyon ve/veya hipotansiyon Hipoksi ( PaO2 < 75 mmHg) Oligüri
Laktik asidoz Mental konfüzyon Diğer organ yetmezliği bulguları Septik şok: Yeterli sıvı resüssitasyonuna rağmen hipotansiyonun mevcut
olduğu durumdur; sistolik kan basıncının <90>
Erken Septik Şok : Bir saatlik yoğun sıvı tedavisine yanıt veren şok durumudur.
Refrdkter Septik Şok : Bir saatlik yoğun sıvı ve vazopresör tedavisine yanıt vermeyen şok durumudur.
Multipl Organ Disfonksiyon Sendromu (MODS): Homeostazın sürdürülebilmesi için müdahale gerektiren birden fazla organ disfonksiyonu Sepsis herhangi bir sınıftan mikrorganizmaya karşı gelişebilen cevaptır. Sepsis gelişebilmesi için mikroorganizmaların kan dolaşımına geçmesi şart değildir, mikrobiyal sinyal ürünleri ve toksinlerinin lokal ve sistemik yayılımı da aynı cevaba neden olabilir
Sepsise neden olan mikroorganizmaların sıklığı, sepsisin hastane içi ya da hastane dışında gelişmiş olmasına göre değişiklik gösterir. Toplumda kazanılmış sepsis olgularında en sık rastlanan etken mikroorganizmalar; E. coli, S. pneumoniae ve S. aureus’tur. Hastane içinde gelişen sepsise neden olan mikroorganizmalar ise yıllara göre bazı değişiklikler göstermiştir. Antibiyotiklerin kullanım alanına girmesinden önceki 1950’li yıllarda Gram pozitif bakteriler ön sırada olup sıklıkla S. aureus ve S. pyogenes etken olarak saptanmakta idi. Ancak antibiyotiklerin kullanıma girmesi ile bu Gram pozitif bakterilerin neden olduğu hastalıklar tedavi edilebilir hale gelmiş ve 1960-80’li yıllarda Gram negatif bakteriler gittikçe artan oranda (olguların %50’sinden fazlasında) sepsis etkeni olarak izole edilmeye başlanmıştır