Ozon tedavisi belirli
bir miktarda oksijen/ozon karışımının vücut boşluklarına ya da dolaşım
sistemine uygulanmasıdır. Bu karışım intravenöz, intramuskuler, intraartiküler,
intraplevral, intrarektal ve
intradiskal uygulanabildiği gibi topikal de uygulanabilir (80). Ozon
tedavisinin klasik uygulaması haline gelmiş olan yöntem 1974 yılında Wolf tarafından tarif edilmiştir. Bu
yöntemde; bir miktar kan (50-270 ml) vücut dışına alınarak, ozona dayanıklı bir
şişede 5-10 dakika oksijen/ozon karışımıyla temas ettikten sonra tekrar aynı
kişiye geri verilir (ototransfüzyon). Bu uygulama şekli major
otohemoterapi olarak adlandırılmaktadır. Bu tarihten günümüze, daha çok
Avrupa'da olmak üzere milyonlarca ozon ototransfüzyon tedavisi yapılmıştır.
Ozon reaktif bir
molekül olduğu için tıbbi amaçlı kullanımında dikkat edilmesi gereken bazı
durumlar vardır: Ozon, hiçbir zaman saf olarak verilmemeli ve belli oranda
oksijenle karıştırılarak uygulanmalıdır. Bu karışımda oksijen %95'den az, ozon
%5'ten fazla olmamalıdır. Normal atmosfer havasının bu karışıma girmesi
engellenmelidir. Çünkü ozonun reaktif özelliğinden dolayı hava ile teması
sonucu toksik bir gaz olan nitrojen dioksit (N2O2) oluşabilmektedir. Ayrıca emboliye
sebep olmaması için ozon gaz olarak damar sistemi içerisine verilmemelidir. Tüm
işlemler sırasında ozona dayanaklı malzemenin (paslanmaz çelik, nötral cam ve
teflon) kullanılması gerekmektedir (80). Ozon, diğer gazlar (O2, CO2) gibi suda
çözünebilir. Ozon oksijene göre 1,6 kat daha yoğun ve suda çözünürlüğü 10 kat
daha fazla olan bir moleküldür. Saf suda diğer gazlar gibi Henry kanununa göre
çözünür. Çözünmesi ısıya, basınca ve konsantrasyonuna bağlıdır. Biyolojik
sıvılarda ise ozon oksijenden farklı olarak hızlıca biyomoleküller ile
reaksiyona girer
Dolayısı ile majör
otohemoterapi esnasında uygulanan ozon/oksijen karışımındaki ozon afinite
sırasıyla çoklu doymamış yağ asitleriyle, antioksidanlarla ve sistein gibi
sülfhidril (SH) grubu taşıyan tiyol bileşikleri ile reaksiyona girer. Ozonun
miktarına bağlı olarak karbonhidratlar, proteinler (dolayısıyla da enzimler),
DNA ve RNA da bu reaksiyondan etkilenebilir. Tüm bu bileşikler ozon karşısında elektron
donörü gibi davranarak oksitlenirler. Sonuçta süperoksit (^), hidrojen peroksit
(HO) ve hipoklorik asit (HClO) gibi reaktif oksijen türevleri (ROT) oluşur. Bu
reaksiyonlardan en önemlisi doymamış yağ asitlerinin oksidasyonudur.
Ozonun biyolojik
etkilerini açıklamak için yapılan çalışmalarda daha çok majör otohemoterapi
tedavisi model alınmıştır. Majör otohemoterapi esnasında uygulanan ozon/oksijen
karışımındaki ozon plazmada hızla çözünür. Daha önce bahsedildiği gibi
sıvılardaki çözünürlüğü fazla olan ozonun bir kısmı plazmada bulunan
antioksidanlar ile reaksiyona girerek bunların miktarlarını azaltır. Bu anlık
olaylar sırasında çeşitli reaktif oksijen türevleri de oluşabilmektedir. Bu
radikallerin yarı ömrü çok kısa olduğu için, daha kan hastaya geri verilemeden,
yani ototransfüzyondan önce bunlar ortadan kalkarak yerlerini lipit oksidasyon
ürünlerine bırakırlar. Bu ürünler, büyük oranda kandaki hakim hücre olan
eritrositlerin membranlarının oksidasyonu ile ortaya çıkar. Eritrosit
membranındaki doymamış yağ asitleri oksidasyona çok duyarlıdır. Yukarıda formülünde
gördüğümüz üzere, bu reaksiyonlar sırasında ortaya çıkan hidrojen peroksit,
molekül yapısı itibariyle radikal olmayan oksitleyici bir moleküldür.
Hidrojen peroksitin
ozonun tedavi edici etkinliklerinin en azından bir kısmından sorumlu - ikincil
habercisi gibi davrandığı kabul edilmektedir. İlk etkilerinden biri
eritrositlerde 2,3-difosfogliserat düzeyini artırma yoluyla hemoglobin-oksijen
ayrışma eğrisinin sağa kaymasına ve böylece oksijenin dokulara daha kolay
bırakılmasına neden olmasıdır. Plazmada konsantasyonu artan hidrojen peroksit
kolayca hücrelerin içine diffüze olarak; lökosit ve endotelial hücrelerde
çeşitli interferon, interlökin ve transforme edici büyüme faktörü (TGF)
yapımını da artıran uyarıları tetikler (94). Lipit oksidasyon ürünlerinin yarı
ömürleri ise saatlere varabilmekte, dolayısıyla ömrü çok kısa olan reaktif
oksijen türevlerinin ilk etkileri sonrasında ozonun gecikmiş etkilerinden
sorumlu tutulmaktadır. Uzun yarı ömürlerinden dolayı bu ürünler ototransfüzyon
ile vücuda verilmiş olur ve dolaşım yoluyla dokulara ulaşarak buralarda çeşitli
biyolojik etkiler gösterirler.
Majör otohemoterapi
tedavisi yapılmadan önce kanın antikoagülan verilerek hazırlanması gerekir.
Çünkü ozon doza bağlı olarak trombosit fonksiyonlarının artışına neden
olmaktadır. Trombosit fonksiyonlarındaki artışın bazı yararlı sonuçları da
olmaktadır. Aktive olmuş trombositler içlerinde bulunan büyüme faktörlerini
salarak iskemi ve ülserli hastalarda iyileşmeye olumlu katkı sağlar.
Ozonun
konsantrasyonuna bağlı olarak artan kuvvetli okside edici özelliği nedeniyle
belli bir orandan sonra vücut için de toksik etkisi olabileceği gerçeğini
unutmamak gerekmektedir. Doğal olarak, organizmadaki antioksidan savunma
sistemleri ozon oksidasyonuna karşı koyacaktır. Plazmanın sahip olduğu geniş
antioksidan kapasite ve eritrositlerdeki antioksidan enzimler nedeniyle, kan
ozon toksisitesine karşı en dirençli dokudur. Majör otohemoterapi uygulamaları
sırasında plazmada çözünen ozonun burada bulunan antioksidanlar (bilirubin,
askorbik asit, SH grubu taşıyan glutatyon ve albumin) ile reaksiyona girerek
bunların konsantrasyonunu azaltmaktadır (95). Öte yandan, majör otomemoterapi
sonucu ortaya çıkan reaktif oksijen türevleri artışı ve antioksidanların
azalması geçici bir durumdur. Bocci ve Carlo, yaptıkları çalışmada değişik
dozlarda (20,40,60,80 ^g/ml) ozon uygulanmış kanlarda dozla doğru orantılı
olarak glutatyon ve total antioksidan seviyesinde azalma, lipit peroksidasyonu
ve okside glutatyon düzeyinde artma olduğunu göstermiş, uygulamanın 20 dakika
sonrasında ise antioksidan düzeylerinin eski haline döndüğünü tespit
etmişlerdir.