Alkolizm Alkol Bagimliligi İlac İle Tedavi

Alkol Bağımlılığının İlaç İle Tedavisi

Alkol Bağımlılığı Alkolizm Tedavisi

Disülfram adlı ilaç, alkolizmin tedavisi için eskiden beri kullanı­lan bir ilaçtır. Vücutta aldehit dehidrogenazın (ALDH) çalışmasını önleyerek etki gösterir. Alkol vücutta iki aşamada parçalanır. Alkol öncelikle asetaldehite dönüşür ardından ALDH sayesinde tamamen etkisiz hale getirilir. Asetaldehit alkolün "akşamdan kabna" etkilerine yolaçan maddedir. Disülfram alınmaya devam ederken alkol alınırsa vücutta hızla asetaldehit birikir ve hiç hoş olmayan mide bulantısı, baş ağrısı, ateş basması gibi belirtilere yolaçar. Bu yan etkileri nede­niyle kişi alkol kullanmaktan kaçınır.

Yalnız başına Disülframla tedaviler çok başanlı olamamaktadır. Bir süre sonra bağımlılar çoğunlukla Disulfram almayı keserek tekrar alkol almaya başlamaktadırlar. Disülfram belki bazı psikolojik tedavi programlan eşliğinde faydalı olabilir. Önemli olan kişinin alkol alma­ma kararını canlı tutmak ve yaşam tarzını da bağımlı yaşam tarzın­dan çıkarmaktır.

Son yıllarda opiyat bağımlılığının tedavisi için kullanılan naltroxan adlı ilacın (aslen bir opiyat reseptörü antagonistidir) alkol bağımlılarında düzenli kullanıldığında alkol alma isteğini azalttığı yolunda araştırmalar yayımlanmıştır. Naltroxarın bu alanda henüz yaygın bir kullanımı yoktur.

Alkol Tedavisi – Alkol Bagimliligi Tedavisi

Alkol Bağımlılığı Tedavisi, Alkolizmin Tedavisi, Alkol Tedavi

Alkolizmin tedavisinin şekillenmesinde AA'nın büyük katkıları ol­muştur. Kurulduktan bir süre sonra yöntemleriyle başarılı sonuçlar elde etmeye başlamış, hem alkolizmin bir hastalık olarak algılanma­sında hem de tedavi yöntemlerinin geliştirilmesinde psikiyatriye önayak olmuştur.
Alkolizm tedavisinde birbirinden tamamen ayrılabilen iki aşama sözkonusudur. İlk aşama alkol kesildikten sonra başlayan yoksunluk belirtilerinin tedavisidir. Uzun süre sürekli alkol kullanımından sonra alkol kesildiğinde görülebilen alkol yoksunluğu, yaşamsal risk taşı­yan bir durumdur. Hekim denetiminde izlenilmelidir. Ağır geçebile­cek olan yoksunluk tabloları kesinlikle hastanede karşılanmalıdır.


Alkol yoksunluğu belirtileri yaklaşık on gün kadar sürer. Bu süre içinde tedavi, merkezi sinir sisteminde alkol gibi etki gösteren ilaçlan yüksek dozda başlayıp (örneğin benzodiazepinler) zaman içinde ka­deme kademe azaltarak kesmek şeklindedir. Bu arada uzun süre var olmuş olabileceği düşünülen beslenme bozukluğu ve alkolün B vita­minlerini tüketici etkisi düşünülerek vitamin verilir. Tansiyon yüksel­meleri görülebileceğinden tansiyon takip edilmeli, gerekirse ilaçla dü­şürülmelidir. Ayrıca yine yoksunluk sendromunda görülebilen epilepsi nöbetleri konusunda uyanık olunmalı gerekirse önlem alın­malıdır.

Bu aşamada yapılanlar, yalnızca yoksunluk sendromunun tedavi­sidir. Alkolizmin tedavisi ise kişinin bağımlılığıyla mücadele edebil­me becerisini kazanacağı ikinci aşamadır.
Bağımlılık bugün ömürboyu süren' bir hastalık olarak ele alınmaktadır. Bu tüm bağımlılıklar için değişmez gibi görünmektedir. Örne­ğin günde iki paket sigara içen biri, sigarayı uzun bir süre bıraktıktan sonra bile tekrar içmeye başlarsa çok kısa bir süre içinde yine günde iki paket içmeye başlayacağı hemen hemen kesinlikle söylenebilir. Kişi tedavi sonunda bağımlılığından kurtulmuş olmayacaktır, bağımlılı­ğıyla başetme becerisini kazanacaktır. Alkolizm için bağımlılıkla baş etmek hiç alkol almamak anlamına gelir.


Bağımlılık tedavisinin şartı, bağımlının tedaviyi istemesi ve tedavi sorumluluğunu üzerine almasıdır. Tedavi sorumluluğunu üzerine al­mak, tedaviyi kendisi için istiyor olmak ve tedavi için çaba göster­mek anlamına gelir. Süreklilik gösteren diğer hastalıkların tedavisin­de de benzer özellikler sözkonusudur. Örneğin kalp damarlarını ilgilendiren bir rahatsızlık sözkonusu olduğunda kişi ilaçlarını kul­lanmak yanında pekçok yaşam aktivitesini, örneğin yediklerini hasta­lığına göre planlamak ve buna uymak zorundadır. Bu tedaviye katıl­mak ve tedavi için çaba göstermek anlamına gelir. Alkolizm tedavisi için fark, tedaviye yardımcı olacak ilaçların olmayışıdır.

Bağımlılıkla başedebilme becerisini kazandırmak için çeşitli teda­vi teknikleri kullanılabilir. Hepsinin ortak noktası, tedavinin yalnızca alkol almamaya göre ayarlanmış olmamasıdır. Bağımlılık tedavileri yalnızca bağımlı olunan maddenin alınmaması üzerine kurulmaz. Al­kolizmin gelişmeyle birlikte yaşam biçiminde de bazı değişiklikler ortaya çıkar. Bu değişiklikler aslında genel bir ihmal halinin sonuçla­ndır. Kişi bağımlılığıyla beraber, sağlığı konusunda, aile ve yakın çevresiyle olan ilişkilerinde, iş yaşamında kayıplara uğramıştır. İhma­lin nedeni alkolün direk etkisi olduğu gibi diğer tüm ilgiler ve gerek­lilikler için ayrılan zamanı işgal etmesidir de. Daha önce de tartışıldı­ğı gibi bağımlılık yalnızca alkol kullanıyor olmakla değil, alkol kullanımının yolaçtığı yaşam değişiklikleriyle karakterizedir. Bağımlı­lık oluştuğunda, kişinin kendi sorumluluğunda olması gereken pek­çok iş ister istemez yakınları tarafından devralınmaya başlanır. îş ye­rinde idare edilir, evde yapması gerekenler eş, çocuklar ya da anne baba tarafından yerine getirilmeye başlanır. Aile sistemindeki deği­şikliğin bir nedeni de budur. Birtakım işlerin devredilmesiyle gizli ya da açık birtakım yetkiler de devredilmeye başlanmıştır aslında. Kaçı­nılmaz olarak sistem içinde roller yeniden belirlenecektir. Yakın çev­renin aldığı bu rol ko-bağımlılık olarak tanımlanır. Bağımlıyla birlikte çevresindeki insanların yaşamı da bağımlılık tarafından yeniden şe­killendirilmiştir.

Bağımlının tedavi edilmesi talebi de öncelikle çevreden gelecektir. Ama bu hiçbir işe yaramaz. Kişi yaşamının sorumluluklarını almaya önce kendi tedavisinden başlamalıdır. Tedavi sürecinde, başkalarına devrettiği tüm sorumluluklarını kademe kademe kendi üzerine tek­rar geri alması amaçlanmaktadır. Kendi sağlığıyla ilgilenme, kendi yaşadığı yerden sorumlu olma, kendine ait işlevi yerine getirme alış­kanlığını kazanması sağlanmaya çalışılır. Yukarıda sıralanan ilkeler tedavi görmek isteyen kişinin durumuna göre ayaktan ya da hastanede oluşturulmuş terapi programlan içinde uygulanabilir. Aynı ilkeleri farklı biçimlerde işleyen tedavi yaklaşımları vardır.
Bazı tedavi yaklaşımları davranış değiştirmeye yönelik olabilir. Bağımlılara alkolü reddetme becerileri birtakım örneklerle öğretilir­ken ödevlerle kişinin sorumluluklarını tekrar üzerine alacak biçimde yaşamını değiştirmesi sağlanır. Burada esas müdahale edilen, davra­nışlar ve alışkanlıklardır. Tekrarlayan örneklerle kişinin hem alkol al­masını kolaylaştıracak durumlara sürükleyen hem de sorumlulukla­rından kaçış için zemin hazırlayan alışkanlıkları gözler önüne serilir. Kişiden bu davranışları değiştirmesi beklenir. Bu arada bağımlılığın özellikleri anlatılarak kişi durumu hakkında bilgilendirilmelidir. Önemli olan, tedavi sırasında ve sonrasında bağımlının alkolü bırak­ma isteğinin korunmasıdır.


Bağımlı ayaktan tedavi görüyorsa bağımlılara yönelik grup terapileriyle, hastanede yatıyorsa birlikte bulunduğu diğer bağımlılarla, ya­şadıkları ortamın yapısı düzenlenerek bağımlıların birbirlerini kendi deneyimleriyle desteklemeleri ve oluşan ortam içinde ayık bir birey olarak değerlerini hissetmeleri sağlanmalıdır.

Tedavi tamamen alkol üzerine şekillenmemelidir. Alkol ortadan kalktığında da yaşamlarında pekçok farklı sorun onları beklemekte­dir. Bir taraftan grubun birbirine desteğiyle sorunlar karşısında birey­lerin özgüvenlerini oluşturmaları için ortam yaratılırken diğer taraf­tan sorunlar karşısında takınılacak tutum birlikte gözden geçirilmelidir.

Bağımlıların yaşadıkları değişime ailelerin de katılımı sağlanmalı­dır. Bu öncelikle, ailenin eski durumunu koruyor olmaktan dolayı ya­ratacağı vakumu ortadan kaldırmak için gereklidir. Sonrasında aile buna yeterince hazırlanabilmişse bireyin tedavisine destek olacaktır. Ancak bu destek, onun işlerini yapmak ya da onun adına tedaviyi sürdürmek şeklinde olmayacaktır. Bireyin yeniden oluşturduğu ya­şam düzeniyle varlığını kabul ederek onu yeniden sisteme entegre et­mesi bağımlının tedavisi için ailenin oluşturacağı en elverişli ortam­dır.
Bağımlılık tedavisi zaman zaman umut kına olabilir. Tedaviden sonra tekrarlamalar görülebilir. Bu bağımlılığın bir parçası olarak kabul edilmelidir. Önemli olan bağımlının tedavi isteğini koruyor olma­sı ve mümkün olan en kısa zamanda tekrar tedaviye girişmesidir. Bu­nun sağlanabilmesi de tedavinin bir başarısıdır.


AA gibi kendine yardım gruplan bağımlının isteğine göre tedavi­ye yardımcı olan kurumlardır. Tedaviyle birlikte bu tür kurumlarla iş birliği sürdürülebilir.

Alkolizm ve Aile – Alkol Aile Etkileri

Alkolizm ve Aile, Alkol Aile ve Etkileri

Ailenin birey üzerindeki belirleyici etkisi yalnızca genetik akta­rımla olmaz. Bireyi doğduğu andan başlayarak kuşatan en küçük toplumsal birim ailedir. Dünyanın nasıl bir yer olduğu, diğer insan­larla nasıl ilişki kurulacağı, kişinin diğer insanların içinde kendini na­sıl hissedeceği, diğer insanlardan bekledikleri ve onların kendinden bekleyecekleri şeyler, yaşamın ilk dönemlerinde yoğun olarak aile içinde geçen yıllarda şekillenir. Kişinin yetişkin bir birey olduğunda yaşam karşısında takınacağı tavır her zaman aile içinde gerçekleşen ilk şekillenmelerin şemalarını kullanacaktır. Birey, çocukluk yılların­da, ileride toplum içinde edineceği rollerin provalarını aile içinde ya­şar.

Ailenin bireyi şekillendirici etkisi, toplumun aileyi şekillendirici etkisinden bağımsız değildir. Aile toplumdan aldığı kültürel, ahlaki vs. bildirimleri kendi geçmişiyle de belirlenen görüşü içinde yorumla­yarak çocuğa aktarır. Bir anlamda toplumun kültürel yapısının birey­lere aktarılmasında aracı rolü üstlenir.

Her iki anlamıyla da aile, birey karşısında toplumun en küçük bi­rimi ve modelidir. Diğer taraftan birey de o aile içinde yer aldığından, ailenin birtakım değerleri bireye aktarımından çok bireylerin karşılık­lı etkileşimleri ailenin işlevselliğini belirler. Aile içinde aktarım hiçbir zaman tek yönlü değildir. Aile kuşattığı bireyleri etkilerken bireyler de kendi yapılarıyla aileye dinamik bir şekil verirler.

Ailenin alkolizm üzerinde belirleyici rol oynayabileceği fikri eski­den beri düşünülmüş olmakla beraber bunun kesinleşmesi alkolizm tedavisinde ailenin de işin içine katıldığında tedavi başarısının yük­seldiğinin gösterilmesiyle son 15 yıl içinde olmuştur.
Aile içindeki etkileşimin alkolizmin ortaya çıkışında etkili olması kadar, kültürel değerleri üyelerine aktarıcı rolü oynadığından ailenin etnik ve kültürel yapısı da alkol kullanımına karşı tutum üzerine etki­lidir. Diğer taraftan aile içinde bir alkolik bulunduğunda ailenin ne tür bir tepki göstereceği de yine sosyokültürel yapıya bağlıdır.


Ailenin alkolizm karşısındaki tutumundan başka alkolün nasıl tü­ketildiği de ailenin ve içinde yaşanılan kültürün özelliklerine uygun­dur. Örneğin yalnızca yemekte alkol almak, belli bir sosyal konumu elde etmeden alkol alımının onaylanmaması, alkol alımının belli za­manlara ve ortamlara bağlı olması gîbi. Tüm bu kültürel görüntü aile üzerinden iyi işlendiğinde aslında bağımlılık geciktirici ya da önleyi­ci faktörler olarak işlev görür. Ancak önemli olan kültürel yapıdan çok, bu yapı içinde ailenin kültürel yapıyla barışık olarak işlevselliği­ni sürdürmesidir. Her etnik grubun, yüzyıllar içinde geliştirdiği sos­yokültürel yapı, o gruba, o grubun yaşadığı çevreye ve grupsal özel­liklerine en uygun yapı olmak zorundadır. Böyle olmasaydı o kültür zaten varlığını koruyamazdı. Ayakta kalan kültürel yapıların belki de en önemli özelliklerinden biri, değişen çevre koşulları ve etkileştiği diğer kültürel yapılar karşısında uyum gösterebilme yeteneği olmalı. Kurulan sosyokültürel yapı her ne kadar mükemmel gibi gözükse de, içerdiği önermeler tamamen "doğru ' olsa da bu yapının kapsadığı ai­lelerden bireylere kadar bütün birimlerin değişen zaman çevre vs. şartlan karşısında işlevselliklerini koruyabilmeleri yapının devamlılı­ğı için şarttır.

Alkolizm için de sanırım hangi mesajların aktarıldığından çok, ai­lenin bireyle etkileşimi, ona kazandırdığı sorun çözme yeteneği ve yaşam becerisi daha önemli olacaktır. Bu işlevini incelemek için aile­yi, dışardan aldığı mesajlar çocuklara aktaran, tek yönlü işleyen bir kurum olarak görmektense, aile üyelerinin karşılıklı etkileşimiyle iş­levselliği belirlenen dinamik bir sistem olarak incelemek nispeten ye­ni ortaya konan bir bakış açısıdır.

Aile, sınırlanmış ve alt sistemler içeren dinamik bir sistemdir. Bu bağımsız yapı az ya da çok esnek haliyle, kendisini oluşturan alt sis­temlerle ve çekirdek konumuyla işlevselliğini belirler. Aileyi oluştu­ran alt sistemler aile içindeki gruplaşmalar (ana-kız, çocuklar vs.) ya da bireysel tutumlardır. Ailenin bir parçası, bir şeyden etkilendiğinde bütün aile bir biçimde etkilenir. Her değişim' tüm aileye yansıyarak aile içinde yeni bir durum - yeni bir organizasyon oluşturur. İdealde ailenin aldığı yeni durum, etki karşısında ailenin işlevselliğini koru­maya yöneliktir. Bu arada amaçlanan, bir bireye ya da alt sisteme ge­len etki nedeniyle bozulan dinamik dengenin yeniden kurulmasıdır. Yeni organizasyon, yeni durum, oluşan yeni dengenin bir ifadesidir.
Aileyi oluşturan üyelerden başka ailenin eski üyelerinden, ailenin geçmişinden aileye aktarılan görev (4) ve direktifler ailenin işlevsel yapısı üzerinde belirleyicidir. Aile birim olarak bağımsızdır ancak geçmişinden devraldığı ve geleceğine aktarmaya çalıştığı görev etra­fında organize olur.
Aile sisteminin, kendisini etkileyen bir stres karşısında göstereceği tavır aileden aileye farklılıklar gösterir. Ama öncelikle sistemin yapa­cağı şey stres karşısında strese göre yeni bir konum alarak baş etme­ye çalışmak ve dengeyi yeniden kurmak olacaktır. Aile sistemleri ara­sında değişime karşı farklı derecelerde yatkınlık sözkonusudur. Tutum ileri derecede katı da olabilir. Sistem içinde liderlik ilişkileri, alt sistemlerin yapılanışı, bunlar arasındaki iletişim yollarının açık olup olmaması, duyguların dile getiriliş/dışa vuruluş biçimleri aile sisteminin işlevselliğini etkilediği bilinen diğer değişkenlerdir.


Sistem teorisi nedensellik ilkesini kullanmaz. İncelediği şey, ne­denlerin aile içinde nasıl sonuçlara yol açacağı değildir. Her aile başka bir sistemdir. Aynı stres faktörü karşısında kendi örgütlenme biçimi­ne göre kendi yanıtını oluşturur. Farklı aileler içinde farklı hiyerarşik yapılar, farklı alt guruplar, farklı düzeylerde iletişime açık yollarla, duygularını farklı ifade ediş biçimleriyle katı ya da esnek tutumun belirmesine yol açar. Bu arada aileyi etkileyen her değişim bir taraftan da aile içindeki alt sistemlerin, bireylerin, liderin konumlarını sürekli değişim içinde tutar. Değişim sistem için olduğu gibi bireyler için de karşılıklı etkileşimin belirleyiciliğinde süreklidir. Sistem teorisi ön gö­rülen kuramsal değişiklikleri değil, her sistemin kendi içindeki işleyi­şini esas alarak aileye yaklaşır. Bu doğrultuda ilgilendiği, ailenin stre­se, değişime nasıl yanıt verdiğidir.
Sistem teorisi, ailede bir bireyin alkolik olması halinde alkolizm sorununun birey üzerinden tüm aileyi etkilediğini ve değişime zorla­dığını savunur. Değişim iki farklı aşamada sözkonusu olacaktır. Bire­yin alkolizme doğru sürüklenirken aile sisteminin yaşadığı değişim ve bireyin alkolizmden kurtulmaya çabalarken (örneğin tedavi sıra­sında) sistemin yaşadığı değişim. Alkolizm aile sistemi içinde kolay kolay üstesinden gelinebilecek bir sorun değildir. Başlangıçta ailenin işlevselliği iyi olsa bile süreklilik gösteren bu sorun karşısında işlev­sellik üzerinde son derece etkili olan aile içi etkileşim ve iletişim kanalları zarar görecek alt sistemler bu zarardan kendini koruyabilmek için değişime karşı daha katı tutumlar edinmeye başlayacaklardır. Özetle kronikleşen alkolizm ailenin işlevselliğini bozacaktır. Tedavi çabası başlarsa bu sefer yine gündeme gelen değişim karşısında artık daha katı bir tutum vardır. Uzayan alkolizm sorunu karşısında ken­dini sınırlamak zorunda kalan diğer alt sistemler (örneğin diğer kar­deşler, örneğin eş) iyileşmeyle birlikte kendilerini zorlayan yeni deği­şim karşısında artık daha beceriksiz ve isteksizdirler. Bu sefer alkolik, adeta alkolizm sorunu içinde kalması için aile sistemi tarafından zorlanmaktadır. Alkolizm tedavisindeki başarısızlığın önemli nedenle­rinden biri budur. Unutulmamalıdır ki değişim "İyi" yönde olacaksa bile aynı durumda kalmaya göre daha zordur ve daha fazla beceri gerektirir.


Bazı aile tipleri, diğer bozuk işlevsellik gösteren aile tipleri arasın­da alkolizme özgüdür. Böyle dört aile etkileşimi tipi tanımlanmıştır.

Birincisi işlevsel aile sistemidir. Aile, alkolizm sorunuyla karşılaş­tığında, sorunla uğraşmayı göze alır. Bu tip bir aile, alkolizm soru­nuyla karşılaşmadan önce iyi işlevsellik gösteren, dışarıdan sistemi tehdit eden sorunlar karşısında esnek davranıp çözümler üretebilen bir sistem niteliğindedir. Ailenin diğer çatışmalarına da alkol sorunu kadar önem verilir. Bu sayede sistemin bütünlüğü korunmaktadır. Alkol kullanan birey için buna yol açan faktörler muhtemelen aile dı­şında sosyal veya bireysel özelliklerden kökünü almaktadır. Yoğun alkol kullanımları genellikle ev dışında olur. Aile bu yapısını alko­lizm sorununun geliştiği erken dönemlerde koruyabilir, ancak sorun uzadığında sistem işlevsel yapısını yavaş yavaş kaybetmeye başlaya­caktır.

ikinci aile tipi nörotik-sarmalayıcı aile tipidir. Bu tip ailelerde al­kolizm sorunu ailenin diğer tüm konulanna öncelik kazanır. Aile ara­sındaki iletişim, değişen roller, yaşanan çatışmalar tümüyle alkol et­rafında şekillenir. Ailedeki tüm sorunların kaynağı alkolik bireyde görülmeye başlanarak kişisel ve kişiler arası sorunların faturası ba­ğımlıya çıkmaya başlar.

Üçüncü tip ailede artık bireyler çözümlerini aile sistemi dışında aramaya başlar. Aile birarada bulunmakla birlikte ilişkiler yüzeysel­dir. Aile işlevini yitirerek dağılmaya doğru ilerlemektedir. Bireyleri bir arada tutan şeyler gittikçe azalır. Bu tip aile genellikle nörotik-sarmalayıcı aile tipinin devamı niteliğindedir. Hatta çok önceleri aile fonkisyonel bir aile olmuş da olabilir. Ancak artık sistem felç olmuş­tur. Geri dönüşümü için öncelikle alkol sorunu halledilmelidir. Alkol sorunu halledildikten sonra bile ailenin toparlanması çok uzun süre­ler alabilir.

Son aşamada aile sisteminin yokluğu sözkonusudur. Alkolik bi­rey aileden tamamen izole edilmiş durumdadır. Ailenin ve bireyin adeta yollan ayrılmıştır. Birey kendine yeni bir yaşam stili geliştir­miş, onu sürdürmektedir. Bu aşamada alkolizm sonlansa bile bireyin aileye yeniden kabulü olanaksız olabilir. Belki de artık yapılacak şey, sosyal destek sistemlerini kullanmaktır.
Ailenin prognozunu alkol kullanan bireyin durumu da etkileye­cektir. Alkolizmle birlikte aile içinde şiddetin, ekonomik ve iş sorun­larının varlığı prognozun kötü olacağını gösteren örneklerdir. Kimin alkolik olduğu da aileyi farklı etkiler. Babanın ya da annenin alkolik olması çocuklardan birinin alkolik olmasına göre başedilmesi daha zor bir sorundur.


Tabi ki bunların tümü yalnızca öngörülerdir. Belli aile tiplerinin al­kolizmin ortaya çıkışını kolaylaştıracağı söylenebilir ancak bunlar ke­sin belirleyiciler olamayacaklardır. Genelleme yaparsak; sorunlar kar şısında değişime ve uyuma karşı katı tutumu olan, iletişim yollan kapalı, duyguları uygunsuz veya standart olmayan değişken yollarla ifade eden, rol karmaşası yaşanan ailelerin bireylerinde alkolizmin da­ha sık olacağı söylenebilir. Ama böyle bir ailede alkolizm gelişmese de sorun yaşanmadığını söylemek mümkün değildir. Sistem teorisi, alko­lizmin nasıl bir ailede gelişebileceğini tespit etmeden çok alkolizmin ortaya çıkışıyla birlikte ailede yaşananları incelemek açısından elveriş­lidir. Bu tutum kuram oluşturmak için uygun olmayabilir ancak tedavi aşamasında aileyi de tedavinin içine katarak bireyin tedavi çabalarının aile tarafından bilinçsizce bloke edilmesini önlemek, ailenin işlevsel yapısını yeniden oluşturmak ve tedavi olan bireyi kendisi için daha sağlıklı bir ortama iade etmek, hatta bireyin yaşadığı alkolizm sorunu nedeniyle hastalanmış olan sistemi toparlayarak tüm ailenin alkolizm­den kurtulmasını sağlamak açısından çok kullanışlı bir yöntemdir.

Giriş bölümünde değinilen, alkolizmin toplumsal bir sorun olup olmadığı konusuna sistem teorisini kullanarak tekrar gözatmak yarar­lı olacaktır. Aile toplumun en ufak birimidir. Toplumu modellemek için de kullanılabilir sanırım. Alkolizmin toplum için bir sorun oldu­ğunu, gençlerin arasında alkol kullanımının gittikçe yayıldığını (ve son birkaç yıldır da uyuşturucunun) yana yakıla söyler dururuz. Al­kolle ilgili yazılan yazıların, uzmanlık tezlerinin çoğu "toplum için git­tikçe daha büyük bir tehlike olan alkolizm" cümlesiyle başlar. Alkol soru­nu yıllardır gittikçe büyür de büyür.

Sistem teorisiyle ortaya konduğu haliyle, sistem içindeki bireyleri etkileyen sorunlar tüm sistemi etkileyecektir, dolayısıyla alkolizm toplumsal bir sorundur. Buraya kadar kimsenin bir itirazı yok ama; yine sistem teorisinin bakış açısıyla sistem içindeki bireyler tek başla­rına bağımlı olmamaktadırlar. Bu nasıl ki tüm sistemin rahatsızlığıysa bunu ortadan kaldıracak olan girişim de tüm sistemin sorumluluğun­dadır. Sorunun alkol kullanımında değil, sistemin karşısına çıkan sorunlarla başetme yeteneğinde olduğunu farkedip bu yeteneği arttır­mak için sistemin sorumluluğu paylaşması ve birlikte hareket etmesi gerçekçi çözümdür.

Ortaya atılabilecek somut bir sorun bulup sistem içindeki diğer tüm sorunları da bu sorunun üzerine yüklemek nörotik-sarmalayıcı ailenin tavrıydı. Uzun süredir alkolizm için yapılan ve son yıllarda uyuşturucu için yapılan, bana şiddetle bu davranışı hatırlatıyor. Oysa sistem için sağlıklı olan, varolan diğer sorunları da ortaya koymaktır.

Sanırım toplum da bir sistem oluşturuyor. Bu sistem tabiki sorun­larla karşılaşacaktır. Ancak sistemin sorunlarla başedebilme yeteneği­ni sistem içindeki iletişim yollarının açık olması belirlemektedir. Diğer türlü, önce sistemin kendi ürettiği günah keçilerine kendi sorunlarını yüklemesi, sonraki aşamada sistemdeki bireylerin sistemi gözardı ederek kendilerini kurtarma çabalan ardından da sistemin dağılması, aile sistemi modelinde saptanmıştır.
Biz toplumsal bir sistem olarak neredeyiz?

Alkolizm Alkol Madde Bagimliligi Hakkinda

Analitik – Psikodinamik Yaklaşımlar

Alkolizm ve Alkol Bağımlılığı Hakkında

Psikodinamik yaklaşım kuramlarını, ilk çocukluk yıllarında şekillendirdiğini varsaydığı ruhsal güçlerin arasındaki dinamik dengeye dayandırır, insanın kendiliğini de temsil eden ego, içten gelen dürtü­leri (id) toplumun beklentilerini temsil eden süperegoyla dengeleye­rek kişinin ruhsal anlamda çevresiyle uyumlu biçimde yaşamasını sağlar. İd'den gelen dürtüler hiçbir biçimde sosyal olarak sekilenme­miş, yalnızca istekleri temsil eden dürtülerdir. Temel istek olarak ya­şamın farklı dönemlerinde farklı vücut bölgelerine yönelmiş cinsellik anlaşılır (libido). Süperego ahlaki eğitimi temsil eder. Oluşumunu, ço­cuğun yetiştirilmesi sırasında ona benimsetilen ahlaki değerlerle ger­çekleştirir. Temelde süperego çocuğu yetiştiren ailenin ve daha geniş anlamda yine çocuğun içinde yetiştiği toplumsal değerlerin sesidir. İsteklere karşı takındığı eleştirel tutum ve cezalandırıcı yapısıyla be­lirgindir. Süperegonun en belirgin cezalandırıcı eylemi suçluluk duy­gusudur. Ego, Id'den gelen cinsel dürtüleri süperegonun cezalandırıcı tutumundan korunmak amacıyla toplumun kabul edebileceği isteklere dönüştürerek dengeyi korumaya çalışır. Bunu yapamadığı durumlar­da ise istekleri bastırma gibi savunma mekanizmaları kullanarak bi­linçten uzak tutmaya çalışır. Toplumun isteklerine uygun hale getirilemeyerek bilinç altında tutulmaya çalışılan dürtüler kendilerini ifade edebilmek için alışılmışın dışında yollar kullanmaya başladıklarında işte bunlar nevrotik semptomları oluşturur.

Bağımlılık için analitik yaklaşım, kullanılan maddenin [alkol] kim­yasal etkilerini, psikolojik bir gereksinimi karşılamak için arzuladıkları yolundadır. Arzulanan, güvenlik duygusu veren, kendini kanıtlamayı sağlayan bir şeyi ele geçirmedir. Bağımlılık için arzulama emredici ol­duğu gibi doyurulma çabalarının yetersiz kalacağını da anlatır. Alko­lün kimyasal etkisi sıradan insanlar için sedatif etkiyken bağımlı bu sedatif etkiden yukarıda sözettiğimiz mutlak güvenlik ve elegeçirme duygusuna ulaşır. Artık isteklerini doyurmak için başka bir çabaya gereksinimi kalmayacaktır. Bağımlı olduğu alkolün elde edilmesi adeta temel istekleri karşılarken yaşamın diğer ilgi alanları yavaş yavaş kaybolmaktadır.

"Alkol sarhoşluğu, inhibisyonların ve gerçeği sınırlayıcı görüşlerin bi­linçten, içgüdülerden daha önce çıkmalarıyla karekterizedir; öyle ki içgüdü­sel eylemleri gerçekleştirme cesareti gösteremeyen bir kimse alkolün yardı­mıyla hem doyum hem de avunç bulur. Süperego ruhun alkolde eriyebilen bölümü olarak tanımlanmıştır. Bundan dolayı alkol her zaman gam dağıtı­cı gücü nedeniyle övülmüştür. Bazı kimselerde inhibisy onların azalmasıyla bazılarında ise gerçekten zevk verici düşlemlere çekilmekle, engeller doka küçük ve arzuların gerçekleşmesi daha yakın görünür." (Fenichel)

Alkolün etkileri yukarıdaki biçimiyle tanımlandığında, insanların süperegonun cezalandırıcı duygularına kapılmadan isteklerini ger­çekleştirebilmek için alkol aldıkları söylenebilir ancak niye bazılarının alkolik olduğu belli değildir.

Analitik kuram, bağımlılık ortaya çıkaran bireylerin çocuklukla­rında, oral dönemde, ruhsal zedelenmeler yaşadıklarını ve alkol alı­mının oral karakterlerinin, oral narsistik döneme bir gerilemesi oldu­ğunu savunur. Anlatılmak istenen, erken çocukluk döneminde, içgüdüsel cinsel (libidinal) isteklerin henüz ağız yoluyla ifade edildi­ği, çocuğun en önemli haz kaynağının beslenmek olduğu, erken be­beklik dönemlerinde yaşanmış olan bazı sorunlar nedeniyle psikoseksül gelişim o döneme (oral dönem) ait takıntılar içerir. Hâlâ yetişkin bağımlı için de en önemli haz ağız bölgesiyle ilgilidir. Alkol yalnızca ağızdan alınıyor olması nedeniyle değil, ağızdan alınan bir maddenin sıkıntıyı dağıtıcı, haz verici adeta sorunları ortadan kaldıran etkisiyle tam da sorunların yaşandığı döneme ve o döneme ait sorunlara (hiç­bir zaman bilinçli değil) iyi gelmektedir. Bebeklik yıllarında alması gereken güven duygusunu ve sütle alacağı doymuşluk hissini yıllar sonra alkol vermektedir ona.

Kişi tüm yaşamı boyunca hiç kimsenin kendisine vermediği gü­ven duygusunu alkolle bulmuştur. Yaşamının diğer etkinliklerini sür­dürmek için yaptığı duygusal yatırımları yavaş yavaş çekebilir. Enin­de sonunda temel ihtiyacı, temel doyum maddesi alkol olacaktır. Bebek için süt olduğu gibi.
Temel güven duygusu ilk bir yaş içinde oluşur. Çocuk dünyanın güvenli bir yer olup olmadığına bu dönemde annesiyle olan ilişkisi doğrultusunda karar verir. Alkolün sağladığı güvenlik hissi, kendine güven duygusu, tam da bunu yerine koymaktadır.


Görüldüğü gibi analitik yaklaşım alkolizmin hastalık modelinin karşısında, gelişimsel faktörlerden yola çıkarak alkolizmi açıklama çabasındadır. Ortaya konanlar, alkoliklerin intrapsişik çatışmalarına alkolle çözüm aradığını anlatmaktadır. Genetik geçişin farkedilmesiyle birlikte, alkolizmin tek nedene bağlı olmayan bir olgu olduğu dinamik psikiyatri içinde de gündeme gelmiştir, ilk bebeklik yılların­dan sonra çocukluk döneminde de ailenin tutumunun alkolizm için hazırlayıcı olduğu vurgulanmıştır. Anne ya da baba tarafından erken dışlanma, aşırı korumacılık, erken sorumluluk verme davranışları al­kolizme zemin hazırlayabilir. Tüm bu davranışlar çocuk için ileride kendine güvenli bir yapı geliştirmesini engelleyici tutumlardır. Erken­den aileden dışlanma ve erken sorumluluk alma, alınan sorumluluk­lar nedeniyle yükün altında ezilmeyi getirecektir. Aşın kollayıcı tavır ise yine sorumluluk alma konusunda deneyimsizliği hazırlayacaktır. Temelde alkoliğin bilinçaltı isteği korunmak ve kollanmaktır. Bunun dışarı vuruluş şekli ise bu isteğe karşı savunma mekanizmalarıyla şe­killenen narsistik/grandiyöz tavırdır. Erkenden sorumluluklar alın­maya başlandığında başarısızlığa karşı özsaygısını ve ailenin suçla­masını karşılayacak tutumdur bu. Alkolizm tüm bu yapılanmayı karşılar. Buradaki anlamıyla alkolizm, yalnızca alkolü önlenemez bi­çimde arzulamak değildir. Bir taraftan alkol sayesinde kazanılan ken­dine güven duygusu, rahatlama ve başarısızlıkla ilgili duyulan huzursuzluğun yatışması diğer taraftan sürekli alkol alıyor olmak yüzünden aksayan işlerin yakınlar ve arkadaşlar tarafından idare edi­liyor olması. Ortaya çıkan yaşamla ilgili tüm değişiklikler bilinçaltı is­tekleri karşılar niteliktedir. Alkolizm gerçekleştiği anda çevrenin kişi­den beklentileri düşmeye başlar. Adeta bir hastalık durumu söz konusudur artık. Sürekli devam eden bir hastalık. İster istemez yakın çevresi alkoliği kollamaya başlayacaktır. Ama bu çözüm bir yandan da çatışmayı alevlendirmektedir. Aile tarafından erken sorumluluk verilmiş olmakla ya da aşın kollayıcı tavırla şekillenen süperego ne­deniyle; başkalarının yardımına muhtaç hale gelmesiyle, suçluluk duygusunu ve değersizlik hislerini şiddetle yaşayacaktır. Huzursuz­luğu ortaya çıkan iki düşünce bilinç altında adeta şöyle der:

"Ben değersizim kimse beni korumuyor
Ben değersizim bir işe yaramıyorum"


İkinci cümleyi telkin eden biraz da suçluluk duygusudur, ilk cümle ld'den gelen temel libidinal isteğin temsilcisidir. Ve astada iki cümle de aynı şeyi anlatmaktadır: "Ben sevilmiyorum". Alkolün kim­yasal etkisi iki düşüncenin karşı karşıya gelmesinden doğan huzur­suzluğu ve ben sevilmiyorum cümlesinin telkin ettiği depresyonu ya­tıştırır. Alkolizm sonucu ulaşılan yaşam biçimi ise tüm bu çatışmaların hem nedeni hem çaresi olmaya devam eder. Bu bir kısır döngüdür, bağımlıyı içine çeken bir girdaptır adeta. Son ana kadar sürdürülen grandiyöz tutum ise "Ben sevilmiyorum" bilinçaltı inanana bilinçli savunmadır: "Benim kimsenin sevgisine ihtiyacım yok" ya da oral-narsistik ifadeyle, bir bebek gibi "herkes beni sevmek zorunda".

Yalnızca gelişimsel özelliklerin bu biçimde alkolizm tablosunu ortaya çıkarıp çıkarmayacağını bilemiyorum. Yapılan araştırmalar alko­lizm gelişmeden önce, alkolizmin gelişebileceğini önceleyen özgün bir kişilik yapısı saptayamamıştır. Alkoliklerin, alkolizm gelişmeden önce yaşam sorunları karşısında daha başarısız olduklarına dair bul­gular da yoktur.


Bu yorumlar için öncelikle üzerinde durulması gereken, yalnızca gelişimsel etkenleri ele alıyor oluşudur. Daha önemlisi alkolizmin bir dizi olgunun sonucu olarak görülmesidir. Psikodinamik yaklaşımlar AA'nın tekniklerini inceleyerek tedavi anlayışına adapte ettiğinde an­lamlı tedavi başarılarına ulaşabilmiştir. Hastalık modeli ile psikodina­mik yaklaşımın temel farkı alkolizmin tek başına bir olgu olduğu ve belirleyici olanın arzulanan yaşam biçimi değil, önüne geçilemez al­kol alma isteği oluşudur. Alkolizmin gelişimi açısından kuram doğru olabilir ama hastalık modelinin ortaya koyduğu; alkolizm bir kez ge­liştikten sonra üzerinde durulması gereken şey alkolizmin kendisidir, altında yattığı varsayılan nedenler değil.

Hastalık modeli bir taraftan da alkolizmin psikolojik açıdan incelenemez gibi algılanmasına neden olmaktadır. Oysa alkolizmin anla­şılabilmesi için psikolojik yapılanması da son derece önemlidir. Psi­kodinamik psikiyatrinin katkısı alkolizme yatkınlığın biyolojik yatkınlık kavramından bireysel yatkınlık kavramına taşınmasını sağ­lamakla olabilir. Yatkınlığı belirleyen, biyolojik özellikler kadar psi­kolojik yapılanmadır da. Bireyin bedensel ve ruhsal yapısını bireyi oluşturan bir bütün olarak ele alırsak dinamik psikiyatrinin de katkılarıyla bireysel yatkınlıktan sözedebiliriz. Her birey için temelde sa­hip olduğu biyolojik özelliklerle birlikte o özellikleri nasıl kullanaca­ğına dair edindiği yaşam deneyimi de varoluşunu belirleyicidir.

Alkolizm, birbirinden farklı birçok etken tarafından belirlenen di­namik sürecin ortak sonuçlar kümesiyse, bu etkenler içinde psikolo­jik yapılanma mutlak yeralmalıdır. Genel bir psikolojik yapılanma ta­rif etmektense bireylerin psikodinamik süreçleri üzerinde durmak ise yine en gerçekçi tutum gibi görünmekte.

Alkol ve Madde Bagimliligi İle İlgili Bilgiler

Alkol'e Biyolojik Yatkınlık, Alkol Bağımlılığı İle İlgili Bilgiler

Alkolizmin hastalık modelinin ortaya konması, genetik geçişin farkedilmesiyle olmuştur. Genetik geçiş, aileden alman genetik özel­likler nedeniyle alkolizme yatkın oluşu vurgular. Aileden alınan genetik özelliklerle belirlenen biyolojik yapı bazı insanlarda alkolizmin gelişebilmesi için uygun bir zemin oluşturur.

Hastalık modeli ortaya konmadan önce, biyolojik yatkınlık alko­lizmin, genetik geçişi daha iyi saptanmış başka hastalıklara bağlı ola­rak ortaya çıkışıyla açıklanmaktaydı. Örneğin iki uçlu mizaç bozuk­luğu, genetik geçişi olduğu iyi bilinen bir hastalıktır, sıklıkla da alkolizmle birlikte bulunabilir. Dolayısıyla alkolizmin genetik geçişi olmadığı ama iki uçlu mizaç bozulduğuyla birlikte görülen alkolizm vakalarının böyle bir izlenim yarattığı ileri sürülebilir. Daha sonra ya­pılan çalışmalarda bu nokta da dikkate alınarak, anne ya da babasın­dan birisi alkolik olan çocukların, diğer tüm psikiyatrik bozukluklar­dan bağımsız olarak alkolizme yakalanma risklerinin toplumdaki ortalama riske göre 3-4 kez fazla olduğu gösterilmiştir. Aile çalışma­ları, genetik geçişi ortaya koymak açısından yeterli değildir. Alkolik ailenin çocuğu yetiştirdiği de göz önüne alınırsa alkolizmin, yetiştiril­meye bağlı faktörlerle de çocuğa aktarılmış olması mümkündür.

İkiz çalışmaları genetik geçişin önemini ortaya koymak açısından daha elverişlidir. İkiz çalışmaları, tek yumurta ikizlerinde iki kardeş­te birden alkolizm görülme şıklığıyla, çift yumurta ikizlerinde bu sık­lığın karşılaştırılmasıyla yapılır. Tek yumurta ikizlerinde birlikte al­kolizm görülme sıklığı, çift yumurta ikizlerine göre fazladır. Bu bulgu genetik malzemenin önemini ortaya koyar. Tek yumurta ikizle­rinde genetik yapı tam olarak aynıdır. Çift yumurta ikizlerinin gene­tik yapısı ise herhangi iki kardeş kadar birbirine benzer. Genetik yapı­nın benzerliği arttıkça alkolizmin birlikte görülme sıklığı da artmaktadır.

Genetik geçişi ortaya koyan üçüncü gurup araştırma evlat edinil­miş çocuklarla yapılan çalışmalardır. Bu çalışmaların genel olarak ortaya koyduğu: Biyolojik ailesi alkolik olan çocukların ilk altı ay içinde ailesinden ayrılıp başka ailelerin yanına verilenlerinde alkolizm sıklı­ğı, yine aynı durumda evlat edinilmiş ama biyolojik ailesi alkolik ol­mayan çocuklara göre daha yüksek olduğudur. Her iki durumda da evlat edinen ailede anne ya da baba alkolik değildir. Biyolojik anne ba­basından biri alkolik olan, ama evlat edinen ailesinde alkolik olma­yan çocukların alkolizme yakalanma riski, biyolojik ailesinde alkolik olmayan ama evlat edinen ailede anne ya da babanın alkolizm geliş­tirdiği durumlara göre de daha fazladır. Evlat edinilmiş çocuklarla yapılan çalışmalar da genetik geçişin önemini ortaya koyduğu gibi, bunun yetiştirilmeyle ilgili etkenlere göre daha belirleyici olduğunu da vurgulamıştır.

Sözü edilen çalışmalar genetik geçişle belirlenen biyolojik bir yat­kınlığın varlığını ortaya koymakla birlikte bu yatkınlığı açıklayabile­cek özgün biyolojik bulgular bu denli açıklıkla saptanamamaktadır, bu yönde sürdürülen çalışmalar alkolizme yatkınlığı hazırladığı dü­şünülen bazı özellikleri ortaya koymuştur.

Alkol etkisine dirençli olmak, alkolizm gelişmesi riskini arttıran bir özelliktir. Alkolün sarhoş edici etkisi beyin hücrelerinin alkolden ne kadar etkilendiğiyle ilgilidir. Aynı dozlarda alkol, bireylere göre farklı düzeyde sarhoşluğa yolaçar. Anne ya da babalarında alkolizm saptanan bireylerle yapılan çalışmalarda bunların alkol etkisine daha dirençli oldukları görülmüştür. Buradan hareketle, alkol etkisine di­rençli olmanın alkolizme karşı biyolojik yatkınlığın bir göstergesi ol­duğu söylenebilir. Alkole daha duyarlı bireylerin tükettikleri alkol miktarı daha az olacağı gibi dirençli bireylere göre alkol almak konu­sunda daha dikkatli davranacaklardır.

Bir diğer biyolojik özellik, beynin elektriksel işlevinin bir gösterge­si olan P 300 dalgasında saptanan değişikliklerdir. P 300 dalgası, bir uyaran verildikten (genelde ışık çakması) 300 milisaniye sonra sapta­nan elektriksel bir dalgadır. Genelde uyaranın tanınmasını simgeledi­ği varsayılır. Yine alkoliklerin çocuklarında yapılan çalışmalarda P 300 dalgasının normale göre daha geç ortaya çıktığı saptanmıştır.

Özel testlerle saptanabilen bilişsel yeteneklerdeki bazı farklılıkların da alkolizm için belirleyici olabileceği düşünülmüştür. Alkoliklerde saptanabilen değişiklikler özellikle beyinin ön bölgesi olarak adlandı­rılabilecek frontal lobun işlevleriyle ilgili değişikliklerdir. Bu bulgular beyin görüntüleme yöntemleri olan bilgisayarlı tomografi ve manye­tik rezonans teknikleriyle saptanan değişikliklerle de uyumludur.

Alkolün vücuttaki yıkımının son aşamasını gerçekleştiren enzim olan aldehit dehidrogenaz aktivitesi bireyler arasında farklılık göste­rir. Aldehit dehidrogenaz (ALDH) aktivitesi düşük olan bireyler alkol alımından sonra alkolün artık etkileri olarak tanımlanabilecek "akşamdan kalma" durumuna daha fazla maruz kalırlar. Bu tablodan, vü­cutta biriken asetaldehit sorumludur. Asetaldehit, alkol metabolizma­sının bir ara ürünü olup ALDH tarafından parçalanır. ALDH'ın akti­vitesi genetik geçişle belirlendiği gibi etnik gruplara göre de farklılık gösterir. Asyalı ırkların daha düşük ALDH aktivitesi gösterdikleri söylenebilir. ALDH aktivitesi düşük bireylerin alkolizme daha az ya­kalandıkları ileri sürülmektedir.

Beyindeki iletiden sorumlu olan kimyasal maddelerin parçalan­masıyla ilgili olan mono amin oksidaz (MAO) adlı enzim pekçok psi­kiyatrik rahatsızlığın oluşumunun açıklanmasında önemli bir role sa­hiptir. Alkoliklerde de MAO aktivitesinin düşük olduğu tespit edilmiştir. Alkol kesildikten sonraki dönemlerde de normale dönme­diği ileri sürülür.

Bu bulgular aile çalışmalarıyla varolduğu ortaya konan biyolojik yatkınlığı nelerin ortaya çıkardığım araştırmaya yönelik çalışmalardır. Pekçoğu alkoliklerle birlikte alkoliklerin çocuklarında da tekrarlan­mıştır. Henüz kesin ifade edilebilecek düzeyde olmamalarına karşın yatkınlığın dayandığı birtakım biyolojik özelliklerin habercisi duru­mundadırlar. Diğer taraftan alkolizmin kendi başına bir hastalık oldu­ğu fikrini desteklerken, alkolizm hakkındaki ahlak değerlerinden kö­künü alan önyargıların ortadan kalkması için önayak olmaktadırlar.

Saptanabilen biyolojik özelliklerin farklılığı bunların tek bir biyolo­jik süreç içinde açıklanmasını güçleştirmektedir. Örneğin P 300 dalga­sı merkezi sinir sisteminin çalışmasıyla ilgiyken ALDH enzimi karaci­ğerde etkinliğini göstermektedir. Bu durum, alkolizme yatkınlığın çok faktör tarafından ortaya konan bir genel sonuç olduğunu düşündürür.

Genetik geçişin ve biyolojik yapının da yatkınlığı tamamıyla belir­lemediği ortadadır (diğer türlü tek yumurta ikizlerinde birlikte alko­lizme yakalanma oranı % 100 olmalıydı oysa % 55-60 arasındadır). Çevresel etkenlerin de biyolojik etkenlere katılarak alkolizme yatkın­lığın belirlenmesinde etkili olduğu açıktır. Biyolojik sistemle etkileşi­me giren çevresel etkenler direk biyolojik yapıyı etkileyerek (beslen­me, yaralanma, hastalık vs.) sonucun belirlenmesine katılabilecekleri gibi bilişsel ve psikolojik yapı (eğitim, ilk çocukluk yılları, kültürel özellikler vs.) üzerinden de sisteme katılırlar.

Hâlâ kimin alkolik olacağını önceden kestirebilecek durumda de­ğiliz. Çok çok, yakın akrabaları içinde alkolik bulunanlara "dikkat el" diyebiliyoruz. Daha fazlasını yapamamamızın nedeni ise bilgilerin henüz yetersiz olmasından daha çok, alkolizmin de alkolizme yatkın­lığın da olaya beraber katılan ama birbirinden bağımsız birkaç etken tarafından belirleniyor olmasıdır. Etkenler sırayla değil de aynı anda olaya katıldığında sonucun ne olacağını kestirebilmemizi sağlayacak formüllerden yoksunuz.

Alkol Bagimliligi - Alkolizm Nedir

Alkol Bağımlılığı, Alkolizm Nedir

Psikiyatrinin Alkolizme Bakışı (Alkol Madde Bağımlılığı)


Günümüz psikiyatrisinde alkolizme bakış, birbirine zıt iki model­le belirgindir:
1) Hastalık modeline göre alkolizm, diğer hastalıklar gibi, hastalık yapıcı bir etkenin (alkol) bedensel sistemle etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir durumdur ve kişinin bireysel seçiminden bağımsızdır.
2) Uyum modeline göre, kişi alkolik olmayı kişisel tercihleri ile hazırlamıştır, bir anlamda alkolik olmayı kendisi seçmiştir.


İki model birbirine zıt içerikler taşıdığı gibi ortaya çıkışları da ta­mamen farklı bilimsel geleneklerden olmuştur. Hastalık modeli, diğe­rine göre daha yenidir. İlk kez 1960 yılında Jellinek tarafından ortaya konmuştur. Alkolizme yaklaşımı A.A. (1) öğretisiyle uyuştuğu gibi, hastalık modelinin kabul görmesi ve yaygınlaşması A.A.'nın alkoliz­min tedavisinde ortaya koyduğu başarıların psikiyatriye yansımasıyla olmuştur. Bir anlamda hekimler alkolizmin tedavi edilebilir bir hasta­lık olduğunu, A.A.'dan öğrenmişlerdir. 12 basamakta tanımlanan A.A. ilkelerinin ilki "alkole karşı güçsüz olduğumuzu ve hayalımızın kontrolü­müzden çıktığını kabul ettik" ilkesidir. Bu ilke, psikiyatrideki anlamını, alkolizmin ailesel geçişinin olduğunun farkedilmesiyle bulmuştur: Bi­reyler genetik geçişle aldıkları birtakım fiziksel özellikler nedeniyle al­kol alma davranışını kontrol edemezler. Hastalık yapıcı (hastalığı or­taya çıkarabilen) etmen olarak alkol, bazı insanlar tarafından alındığında, birsüre sonra o insanların fiziksel özellikleri nedeniyle al­kolizm hastalığının ortaya çıktığı görülür. Bu anlayış, hastalık yapıcı etmen (alkol) ve biyolojik yapı arasındaki etkileşimi esas alır. Hastalı­ğı ortaya çıkaran, tek başına hastalık etkeni değil ama onun biyolojik sistemle girdiği etkileşimdir. Genetik (ya da biyolojik) yatkınlık, hasta­lığın ortaya çıkışı sözkonusu olduğunda etmenden daha ön plândadır.

(1) A.A.: Alcoholics Anonymus/Adsız Alkolikler: 1935 yılında ABD'de ku­rulmuş, gönüllü kendine yardım grubu. Üyelerinin hemen tamamı alkolikler­den oluşan bu grup bugün dünyanın pekçok ülkesinde çalışmalarını yürüt­mektedir. Üyelerinin alkolizmden kurtulmasını amaçlar.
Hastalık olarak alkolizm anlayışı, modern hastalık kavramıyla da uyuşmaktadır. Biz bugün biliyoruz ki enfeksiyon hastalıkları olsun, metabolik hastalıklar olsun hastalığı ortaya çıkaran; biyolojik sistemle etmenin girdiği etkileşimdir. Örneğin bir grip salgını olduğunda mik­robu alan herkes hastalanmaz. Mikrobun yayıldığı grup içinde bazı insanlar hastalığa tutulur. Mikrop vücuda alındığında biyolojik sis­temle etkileşime girer (savunma sistemleri, mikrobun yerleşeceği böl­genin uygunluğu, genel vücut direnci vs.). Sonuçta mikrop hastalık ortaya çıkarmadan etkisiz hale getirilebileceği gibi, etkisiz hale getirilemeyerek hastalığa yakalanılabilir. Ya da örneğin katı yağların kalp damarlarını tıkayıcı etkisi olduğunu biliriz. Oysa ileri yaşlara kadar bol katı yağ yiyerek yaşayan ve kalp damarlarında sorun olmayan pekçok insan vardır. Önemli olan kalp rahatsızlığına karşı biyolojik bir yatkınlığın olup olmadığıdır. Bu durumlarda hastalığa yakalanmak kişinin tercihi sonucu olmamıştır. Olsa olsa kişi kendini hastalıktan korumamış olabilir. İnsanlar kalp hastası olmak istedikleri için katı yağ yemezler. Ya da az portakal yiyorlarsa bu grip olmak istedikleri
için değildir.


İşte alkolik de, hastalık modeline göre, alkol alırken alkolik olma­yı seçmemiştir. Olsa olsa kendini böyle bir sondan korumak konu­sunda ihmalkâr davranmıştır.

Uyum modeli, hastalık modeline göre, alkolizm için çok daha es­kiden beri devam eden bir anlayıştır. Temel yaklaşımı, kişinin bazı nedenlerden dolayı alkolizmi seçtiği şeklindedir. Burada seçim bilinç­li ya da bilinçsiz olabilir (daha eski ahlaki modellere göre bilinçli, ye­ni dinamik modellere göre bilinçsiz). Bu model içinde, alkolizmin bir seçim olarak ortaya çıktığını ileri süren kuram, baştan sona, neden sonuç ilişkilerine dayalı çizgisel bir düşünüş tarzı sergiler. Uyum mo­deli, hastalık modelinden, alkolizmin seçim olup olmadığı konusun­da ayrıldığı gibi bu düşünce biçimi farklılığıyla da ayrılır. Hastalık modelinde, iki etken arasındaki etkileşim vurgulanırken, uyum mo­delinde, alkolizm sonucunu ortaya çıkaran nedensel vurgular önem kazanır. Sonucu nedenler belirlediğine göre kişi, daha doğrusu nor­mal kişi, nedenlerden hareketle bu sonucu görerek alkolik olmamak için en azından önlem alır (mesela çok içmez). Bunu yapmıyorsa sonuçta alkolik olması kaçınılmazdır. İşte uyum kuramları bazı kişile­rin niye bunu yapmayarak alkolik olduklarını açıklayan kuramlardır. Bu yaklaşımın kökü dinsel / ahlaksal düşünce sistemlerine dayanır. Sonuçları belirleyen nedenler, sonuçlar üzerinde tam bir sorumluluk ve dinsel sistemlerde, ek olarak sonuca göre ceza ya da ödül. Ceza ödül sistemiyle değil ama nedenlerin sonuçlan ortaya çıkardığı temel fikrine dayanan nedensellik ilkesiyle bu düşünce biçimi bilim içinde de yüzyıllar boyunca belirleyici olmuştur. Bugün halen varolan pek çok kuram da nedensellik ilkesini kullanır. Aynı nedenler aynı sonuç­ları doğurur, insan mantığı bu ilişkileri keşfederek gerçekleri ortaya koyar.

Alkolizme dönersek, XIX. yy. ortalarında, alkolizmin psikiyatriyi ilgilendiren bir bozukluk olduğunun dile getirilmeye başlanmasıyla birlikte alkolizm hakkında kuramlar da ortaya konmaya başlandı. İlk olarak, bazı insanların alkolik olmaları, ahlaki zayıflıklarıyla açıklan­maya çalışıldı. Yani kişi alkolizme doğru ilerlerken bunu değiştiremiyordu çünkü manevi gücü buna yeterli değildi. Bu tipler kendi hazla­rını herşeyin önünde tutan, diğer insanların isteklerini önemsemeyi öğrenememiş (ahlakın temel ilkesi) bireylerdi. Bunun sonucu olarak da alkolik oluyorlardı. Bu kuram yalnızca nedensellik ilkesini kullanı­yor olmakla değil, içerik olarak da ahlaki dinsel sistemlerle yakın iliş­kisini korumaktadır. Ahlak olarak kötü olanların alkolik olduğu fikri­ni ortaya koyar. Bugün pekçok ruh sağlığı profesyoneli, bu yaklaşımı benimsemediklerini kolayca söyleyebilecekleri halde, alkolizm sorununa pratik yaklaşımlar, içerisinde kimi zaman bu kuramdan izler taşır. Alkolizmin belli kişilik yapılan üzerine geliştiği, "kötü" sosyal çevrenin alkolizme zemin hazırladığı, uygunsuz psikolojik gelişmenin alkolizmin nedeni olduğu savları hep bu yaklaşımdan izler taşımak­tadır aslında. Sonuç (alkolizm) kötü olduğuna göre, başlangıç da kötü olmalıdır.

Bugün çoğunlukla benimsenmekte olan, alkolizmi açıklayın ku­ramlar, bu tür ahlaksal yargılardan mümkün olduğunca uzak duran, yansız kuramlardır. Alkolizmi ortaya çıkaran birtakım nedenler var­dır (biyolojik, psikolojik, sosyal). Bu nedenler aslında kişinin "normal" dünyayla uyum halinde yaşamasını güçleştiren özelliklerdir. Kişi al­kolik olarak, varolan bu özelliklerini dış dünya ile nisbeten daha uyumlu hale getirir. Kişi alkolizmi seçerek, aslında altta yatan neden­leri örtecek bir belirti ortaya koymuştur. Hastalık, daha doğrusu, bo­zukluk ise alkolizm değil altta yatan şeydir.

Biyolojik yaklaşımla, biyolojik özellikleri ve beyin kimyası iyi ay­dınlatılmış bazı bozuklukların (özellikle depresyon ve anksiyete) al­kolizme yolaçtığı ileri sürülür. Yapılan araştırmalarla, alkolizmin belli bir sıklıkla, depresyon ve anksiyeteyle birlikte görüldüğünü ortaya koymuştur. Alkolün anksiyeteyi yatıştırıcı ve depresyonu düzelten et­kileri bilinmektedir. Bu yaklaşımla kişinin anksiyeteye ya da depres­yona yakalanmış olduğu, alkol kullanılarak asıl bozukluğun yatıştırıl-maya çalışıldığı vurgulanır.

Analitik yaklaşımla ise, çocuklukta yaşananlarla oluşturulmuş olan cezalandırıcı süperegoyu dengeleyemeyen egonun alkol ile yar­dım arayışıdır alkolizm.

Bu kuramlarla alkolizm artık ahlaksal yargılamadan kurtulmuştur. Kişinin en azından ahlaki birtakım eksiklikleri nedeniyle alkolik olmadığı kabullenilmiştir. Kişiyi alkolizme iten sosyal yapılanma da artık kuramsal düzeyde ahlak yargılarından uzaklaşarak daha çok iletişim ve eğitim özellikleri üzerinde durmaktadır. Ama uyum mo­deli içinde incelenen kuramların alkolizmi bir bütün olarak ele alma­dığı gerçeği değişmemiştir. Herbir kuram kendi çizgisel mantığı için­de nedenleri sonuca kadar eksiksiz izleyebiliyorken, araştırmalar habire, birsürü alkoliğin bu kuramların dışında kaldığını ortaya ko­yup durmaktadır. Bu aslında basitçe, birbirinden farklı nedenleri kul­lanan açıklamaların birbirleriyle bütünleştirilememeleri sorunu da değildir. Olgu (alkolizm) karmaşıktır ve birçok etmenin diyalektik etkileşiminden doğar (insanla ilgili tüm olgular gibi). Ama insan zihni diyalektik ilişkileri çizgisel hale getirerek anlamaya çalışır. Olanı ol­duğu gibi değil anlayabileceği gibi kabullenmeye çalışır. Bu çaba, bir taraftan tam da bilimi ortaya çıkaran çabadır, insan olanı anlamaya çalışır. "Olan " karmaşıktır ama insan yine ve yine anlamaya çalışır.

Alkolizm için kullanılan hastalık modeli, alkolizmin ne olduğuna dair bir açıklama getirirken, nasıl oluştuğuna dair kuramsal bir çerçe­ve vermez. Açıklayıcı kuramlar geliştirmek açısından, hastalık mode­li uygun bir model değildir. Alkoliklerin, önüne geçilmez bir alkol al­ma arzusuna sahip oldukları temel yargısına dayanır. Neden alkoliklerin böyle bir özelliğe sahip olduklarına dair açıklamalara ise girişmez. Alkolizmi başlı başına bir olgu olarak ele alır. Günümüz psi­kiyatrisi yalnız alkolizm konusunda değil, ilgilendiği tüm bozukluk­ları tanımlama sürecinde tam da bu noktadadır.

Psikiyatri, bozukluk olarak ele aldığı tüm olguları, görünüşünü esas alarak tanımlar (fenomenolojik yaklaşım). Bu tanımlama sırasın­da, öncelikle bozukluk nedeniyle bireyde meydana gelen değişiklik­ler incelenmektedir. Psikiyatrik bozukluklara/hastalıklara herhangi bir kuramsal açıklama getirmeden yalnızca görünüşleriyle tanımla­yan, yaygın olarak kullanılan iki tanı sistemi mevcuttur. Dünya sağ­lık örgütünün 1992 yılında yayımladığı ICD W Ruhsal ve Davranışsal Bozukluklar Sınıflandırması ve Amerikan Psikiyatri Birliği'nin 1994 yı­lında yayımladığı DSM IV Tanı Ölçütleri. Her iki sınıflandırma siste­mi de benzer ilkelere dayandığı gibi içerik olarak da tara ve tanı kri­terleri açısından oldukça benzer oluşturulmaya çalışılmışlardır. ICD 10 giriş bölümünde, "buradaki tanımlarda ve klavuzlards. bozukluklara ilişkin en son bilgileri verme ya da kuramları aktarma iddiası yoktur. Basit­çe ruhsal bozuklukların sınıflandırılmasında birçok ülkeden çok sayıda da­nışmanın üzerinde anlaştığı kategorilerin sınırlarının çizilmesine temel olacak belirti kümeleri ve açıklamalar bulunmaktadır" derken sınıflama sistemlerinin genel yaklaşımını çok güzel özetlemektedir. DSM IV ve ICD 10'da alkolizmi karşılayan bölüm "alkol bağımlılığı' adıyla anılır. Alkolizm tanımından, yargılayın bir ifade olduğu gerekçesiyle kaçınılmıştır. ICD 10 bağımlılık sendromunu şöyle tanımlar:
"Madde [alkol] kullanımı sırasında ortaya çıkan ve kişinin önceden de­ğer verdiği davranışlarına öncelik kazanan birçok fizyolojik, davranışsal ve bilişsel değişikliklerle belli bir durumdur. Bağımlılık sendromunun ana ta­nımlayıcı karakteri (tıbben önerilmiş olsun olmasın) psikoaktif madde, alkol, tütün almak için arzu (sıklıkla güçlü, bazen önüne geçilmez) duymadır. Bir yoksunluk döneminden sonra maddeye tekrar dönüldüğünde bağımlı olma­yan bireylere göre bağımlılık sendromu belirtilerinin daha çabuk çıktığı söylenir.''


DSM IV madde [alkol] kullanımı ile ilişkili bozuklukları ikiye ayı­rır: Kullanım bozuklukları ve kullanımın yolaçtığı bozukluklar (2).

DSM IV genel bir tanım yapmadan yedi tane tanı kriteri sıralar. Bu kriterlerden üç ya da daha fazlasının son 12 aylık dönem içinde var olmasıyla birlikte klinik olarak belirgin bir bozulmaya ya da sı­kıntıya yolaçan uygunsuz bir madde [alkol] kullanım örüntüsünü bağımlılık olarak tanımlar.

"1. Aşağıdakilerden biri ile tanımlandığı üzere tolerans gelişmiş olması.
a) Entoksikasyon ya da istenen etkiyi sağlamak için belirgin olarak art­mış miktarlarda madde kullanma gereksinmesi.
b) Sürekli olarak aynı miktarda madde kullanılması ile belirgin olarak azalmış etki sağlanması.
2. Aşağıdakilerden biri ile tanımlandığı üzere yoksunluk gelişmiş ol­ması.
a) Sözkonusu maddeye özgü yoksunluk sendromu (3).
b) Yoksunluk semptomlarından kurtulmak için aynı madde [alkol] ya da benzerleri alınır.
3. Madde çoğu kez tasarlandığından daha yüksek miktarlarda yada daha uzun bir dönem süresince alınır.
4. Madde kullanımını bırakmak ya da denetim altına almak için sürekli bir istek ya da boşa çıkan çabalar vardır. .
5. Maddeyi sağlamak (örneğin uzun süreli araba kullanma), maddeyi kullanma (örneğin arka arkaya içki içmek) ya da maddenin etkilerinden kur­tulmak için çok fazla zaman harcama.
6. Madde kullanımı yüzünden önemli toplumsal, mesleki etkinlikler ya da boş zamanlan değerlendirme etkinlikleri bırakılır ya da azaltılır.
7. Maddenin neden olmuş ya da alevlendirmiş olabileceği, sürekli olarak varolan ya da yineleyici bir biçimde ortaya çıkan fizik ya da psikolojik bir
(2) Kullanımın yol açtığı bozukluklar için alkol kullanımına bağlı ruhsal ve bedensel bozukluklar bölümüne bakınız.
(3) Yoksunluk sendromu için alkol kullanımına bağlı ruhsal ve bedensel bozukluklar bölümüne bakınız.


sorunun olduğunu bilmesine karşın madde kullanımı sürdürülür (örneğin alkol kullanımı ile kötüleştiğini bildiği ülseri olmasına karşın içmeyi sür­dürme). "
ICD 10'un kriterleri, DSM IV ile benzerdir yalnız ICD 10'da "mad­deyi almak için çok güçlü bir istek ya da zorlaniı" ifadesi aynı bir madde olarak belirtilmiştir. İstek ya da zorlamanın objektif olarak tespitinin güçlüğünü gözönüne alarak olsa gerek DSM IV bu ifadeye yer ver­memiştir.
Hem ICD 10 hem DSM IV zararlı kullanım/kötüye kullanım ola­rak adlandırılan ikinci bir kullanım bozukluğunu daha tanımlamış­lardır. Bu alkolizmi karşılamayan, yoğun alkol kullanımı ile belirgin bir durumdur. ICD 10'da "maddeyi kullanan kişinin ruhsal ve bedensel sağlığı bu yüzden zarar gördüyse bu tanı konmalıdır. Zararlı kullanım çe­şitli sosyal sorunlara yolaçar ve başkaları tarafından eleştirilir" der.
DSM IV ise aşağıdaki dört kriterden birinin varlığını yeterli gö­rürken bağımlılık ölçütlerinin karşılanmıyor olmasını şart koşar.


"1. işte, okulda ya da evde alması gereken başlıca sorumlulukları alma­ma ile sonuçlanan yineleyici biçimde madde [alkol] kullanımı (örneğin alkol kullanımı nedeniyle okula gidememe, okulu asma).
2. Fiziksel olarak tehlikeli durumlarda yineleyici bir biçimde madde [al­kol] kullanımı (örneğin alkollüyken araba kullanma).
3. Madde [alkol] ile ilişkili yineleyici biçimde ortaya çıkan yasal sorun­lar (örneğin alkol alımı sonucunda davranış bozukluklarına bağlı tutuklan­malar).


4. Maddenin etkilerinin neden olduğu ya da alevlendirdiği sürekli ya da yineleyici toplumsal ya da kişiler arası sorunlara karşın sürekli madde kul­lanımı (örneğin sarhoşluğun sonuçları hakkında eşle olan tartışmalar, fi­ziksel kavgalar)."

Zararlı kullanım ya da kötüye kullanım biçiminde tanımlanan du­rum daha çok kişinin alkol kullanıyor olmaktan dolayı sağlık sorun­larıyla karşı karşıya kaldığı ve sosyal sürtüşmeler yaşadığı dönemi tarif eder. Bağımlılık sözkonusu olduğunda bu sorunlar yine yaşan­maktadır ancak bu sefer çok daha şiddetlidir. Kişinin tüm yaşamı al­kol kullanıyor olmaktan doğan sorunlar etrafında şekillenmiştir. Bağımlılığı belirleyen, kullanılan alkolün miktarı değil, kişinin alkol kullanıyor olmaktan dolayı ne durumda olduğudur. Hem alkolün kimyasal etkisi hem de alkolle ilgili zamanın çok artması nedeniyle diğer alanlarda ihmaller ortaya çıkmaya başlar. Sağlık ihmal edilmek­tedir. Alkolün kendisi pekçok sağlık sorununa yolaçtığı gibi, varolan sağlık sorunlarını halletmek için de zaman yoktur.

Temel hijyen gerekliliklerinin (diş fırçalamak gibi) dahi yerine ge­tirilmediği sıklıkla görülür. Alkol kullanıldığı süre içinde belki de ağrı kesici etkisiyle kişinin sağlığıyla ilgili bazı belirtileri hissetmesini de engelliyor olabilir ama tüm bunların altında, zaman olmamasın­dan ya da fark edilmemesinden daha çok sağlığın ihmali asıl neden gibi görünmektedir. Hissedilenler önemsenmemekte, sağlık için harcanacak vakit ve çaba gereksiz olarak algılanmaktadır.
Yakın çevreyle ilişkiler yine aynı biçimde ihmal edilmektedir. Ba­ğımlı, yerine getirmek zorunda olduğu birtakım sosyal ödevleri aksa­tır. Örneğin, katılmak zorunda olduğu toplantılara alkollü olduğu için katılmaktan çekinir, kendisinden beklenilen ziyaretleri aksatır, yakın çevresiyle ilişkilerini en alt düzeye indirir. Bundan başka kendi ailesine karşı yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluklarda da aksama ortaya çıkmıştır. Evdeki diğer insanlar, onun yapmak zorun­da olduğu işleri üstlenmişlerdir.


İş yerinde ya da okulda da durum aynıdır. Alkol kullanımı iş ye­rinde de kişinin üzerine düşenleri aksatmasna yol açıyordur. Zaman zaman işe gidememek şeklinde olabileceği gibi, işyerinde iş yapama­yacak durumda olmakla da gerçekleşir. İş yerinde ya da okulda çev­resi, amirleri tarafından idare edilir konuma gelmiştir.

Her ne kadar, bağımlının genelde görülen ihmali, çevrenin bek­lentilerine göre belirleniyor gibi görünse de esas olarak değişen kişi­nin kendi yaşamıdır. Değişimden asıl etkilenen de bağımlının kendi­sidir. Vurgulanan genel ihmal hali, kişinin bilinçli olarak tercih ettiği bir yaşam tarzı değil bağımlılığın sonucu olarak ortaya çıkan ve tüm alkol bağımlılarında aşağı yukarı benzer olan bağımlılığa özgü bir tarzdır. Bağımlılığın nesnel olarak tanımlanması bağımlılığa özgü olan bu yaşam tarzının ortaya konmasıyla olur. Bağımlılığı belirleyen, ne miktarda ya da ne kadar süre alkol kullanıldığı değildir, alkol kul­lanımından kişinin nasıl etkilendiğidir. Bağımlılığın fiziksel belirtileri olarak adlandırılabilecek, tolerans gelişmesi ve yoksunluk bulguları da bağımlılığın olmazsa olmaz koşulu değildir, diğer yaşamsal deği­şiklikler gibi yalnızca birer kriterdir. Bağımlılık, biraz genelleyici bir ifadeyle, "yaşamın, bağımlı olunan maddenin etrafında yeniden şekillen­mesi" olarak tarif edilebilir.

Tanımlayıcı yaklaşım, ICD 10'un giriş bölümünde olduğu gibi, psikiyatrik bozukluklar, dolayısıyla da alkolizm konusunda kesin hatlı sınırlar çizmiştir. Bu, psikiyatriyle uğraşanlar arasında ortak bir dilin varlığı için gereklidir. Böylece alkolizmden, daha doğrusu alkol bağımlılığından söz edildiğinde neyin anlaşılması gerektiği ortaya konmuş olur. Anlaşılan, alkol bağımlılığının ne olduğu değil kimlere alkol bağımlısı denebileceğidir. Alkolizmin ne olduğu yine kuramsal yaklaşımlarla açıklanmak zorundadır.

Hastalık modeli de nedenleri başlangıca kadar izleyen kuramsal yaklaşım ortaya koymamakla birlikte alkolizmin oluşumunu birbiriy­le etkileşime giren faktörlerin bir sonucu olarak açıklar. Alkolizme, nedenlerin bir sonucu olarak değil, etkileşimden doğan dinamik bir olgu olarak bakar. Tanımlayıcı yaklaşımdan da farklı olarak alkoliz­min ne olduğunu da inceler. Benzerliği ise alkolizmi kendi başına bir olgu olarak kabul etmesidir. Tanımlayıcı yaklaşım içerisinde, olguyu görünüşle tanımlamak sırasında dinamik modelin de feda edildiğini görüyoruz. Bir görünüşün tanımlanması onun hastalık olarak sunulması için yeterli olmayacaktır. Olguların açıklanması da gereklidir. Nedensel açıklamalara dayanan kuramlar ise alkolizm olgusuna bü­tüncül bir yaklaşım ortaya koyamamaktadır. Hâlâ aynı bilim dalı içinde kuramsal yaklaşımların farklılıkları yüzünden derin görüş ay­rılıkları hatta farklı terminolojiler varlığını korumaktadır. Alkolizm ve diğer pek çok psikiyatrik olgu üzerinde, ortaya çıkaran nedenler, hastalığın seyri, tedavi yaklaşımları hatta hastalık olup olmadığı ko­nusunda çok farklı görüşler varlığını korumayı sürdürürken her fark­lı görüş kendi yöntemini bilimsel araştırmalarla sınayarak geçerli kanıtlarını bilim dünyasına sunmaktadır.

Kuramlar ve modellerden önce, gözlem ve deneylerle elde edilen sınanabilir bulgular ulaşılabilen en kesin hareket noktalandır. Ku­rumların bilgiyi kullanış biçimleri ise, bu bilginin, kurulan neden so­nuç ilişkisi içinde bir yere oturup oturmamasıyla sınırlıdır. Oluşturul­muş biçimleri nedeniyle, neden sonuç çizgisi dışındaki bir bilginin adapte edilebilmesi için gerekli esneklikten yoksundurlar. Örneğin, alkolizm için psikososyal etkileşimin özelliklerini ortaya koyan de­neysel bir sonucu, biyolojik model içine entegre etmek nerdeyse ola­naksızdır.

Oysa neden sonuç ilişkileri yerine dinamik oluşumları öngören yaklaşım bilim dünyasında kullanılmaya başlandığı XX. yy. başların­da psikiyatri içinde de yerini bularak o dönem için köklü anlayış değişikliklerine yolaçmıştır. Analitik çalışmalarla oluşturulan ruhsal sis­tem (id, ego, süperego) işleyişini kendini oluşturan parçaların dinamik etkileşimi ile gerçekleştirir. Ruhsal bozukluklar bu üç ruhsal gücün etkileşimi sonucunda ortaya çıkar. Hiçbir ruhsal bozukluk yal­nızca idin ya da süperegonun sorumluluğunda değildir. Yine aynı yaklaşımla bilinç, bilinç-öncesi ve bilinçdışı durağan olmayıp karşılık­lı etkileşimlerini sürdürürler.

Zaman içinde bu yaklaşım psikiyatrinin elde ettiği yenilikleri ör­neğin biyolojik bulguları yorumlamak için kullanılmadı. Yalnızca analitik psikolojiden kökünü alan kuramlara sanki bir patent hakkıymış gibi devredildi. Dinamik psikiyatri bu adla biyolojik ve davranış­çı psikiyatriden ayrı kaldı. Sanki öğrenilmiş davranışlar ve biyolojik özellikler insan bütününde dinamik etkileşime girmiyormuş gibi.

Alkolizm, oluşumu sırasında, insanın ruhsal yapısı içinde tanım­lanmış ne kadar etken varsa, hepsinin katılımı sonucunda ortaya çıkar (diğer ruhsal bozukluklar gibi). Bu katılım basitçe sırayla olaya dahil olma şeklinde bir katılım değildir. Bizim aklımız alsa da almasa da insan ruhunu oluşturan ne kadar değişken varsa hepsinin birden karşılıklı etkileşerek ve bu etkileşim sırasında birbirlerini de değiştire­rek ortaya koyduğu sistemin önceden kestirilmesi mümkün olmayan sonucudur alkolizm. Örneğin, alkol almam psikolojik durumumu de­ğiştirir, değişen psikolojik durumum, aldığım alkol hakkındaki fikir­lerimi ve bir sonraki alkol alışımı etkiler. Bu sırada alkol aldığım için beynimin kimyasal çalışma düzeninde de değişiklik olmuştur, bu da psikolojik durumumu değiştirir. Değişen psikolojik ve nörokimyasal durumumla çevreyi farklı algılarım bu arada tüm bunlardan belleğim de etkilenmiştir ve Bu hiçbir sonuca ulaşamadan sayfalar boyunca sürdürmek müm­kündür. Beni etkileyen bir değişken herşeyimi etkiler, benimle ilgili sonuç herşeyimle ilgilidir.

Hastalık modelinde tüm bu incelenemeyeceği varsayılan değiş­kenler kişisel genetik yatkınlığı anlatır. Aslında yatkınlığı belirleyen yalnızca genetik geçiş değil, genetik zemin üzerine yaşananlardır da. Psikodinamik psikiyatri, kuramında bunu vurgular. Hastalık modeli karşılıklı etkileşim üzerinde durduğundan, farklı bulguları sisteme katmak mümkündür. Hastalık modeli öncelikle genetik yatkınlığı vurgulamıştır ancak psikolojik gelişimin de yatkınlığı belirleyen et­kenlerden biri olduğu psikodinamik psikiyatri tarafından modele ek­lenmiştir.

Tüm bu karmaşa içinde alkolizm, birbirinden farklı pekçok (hatta ne kadar alkolik varsa o kadar) dinamik sürecin ortak sonuçlar küme­sidir. Alkolizmin nasıl bir şey olduğu aşağı yukarı bellidir. Onu orta­ya çıkaran ya da çıkarmayan süreç ise her birey için kendince farklı yollar izler. Alkolizmin nedenlerini ortaya koymak yerine, her alkolik için onun alkolik oluşunu belirleyen süreci incelemek bugün için ba­na elimizdeki tek gerçekçi yaklaşım gibi görünüyor.

Retinoid - Metotreksat – Azatioprin Tedavisi

Sistemik Kortikosteroidler

Bunlara ihtiyaç duyulursa, muhtemel risklerini ve faydalarını birlikte de­ğerlendirmek gereklidir. Anti-inflamatuar etkilerinden dolayı daha çok süpresif etki gösterirler. Sistemik (ve çok güçlü topikal) kortikosteroidler püstüler psoriasisi tetikleyebilir.

Retinoidler

İzotretinoin ve asitretin kullanım alanları farklı olsa bile, alınacak önlem­ler ve yan etkileri benzerdir. Üreme çağındaki kadınlarda kullanıldığında teratojenite riski çok yüksektir, bu yüzden kontrasepsiyon önemlidir. Asit­retin çok hızlı atılmasına rağmen, alkol varlığında günümüzde piyasadan bulunmayan ve öncüsü olan etretinate metabolize olur. Etretinat ise yağ­da depolanır ve 2-3 sene boyunca kanda tespit edilebilir. Bu süre için kontrasepsiyon gerekir. İzotretinoin ağır akne tedavisi için verildiğinden, birçok genç kadın tarafından kullanabileceği konusunda dikkat edilmeli­dir. Retinoid ilaçlarının etki mekanizması belli olmamasına rağmen, hüc­resel farklılaşma üzerinde etkili olduğu sanılmaktadır.

Retinoid kullanan hastalar hepatotoksisite ve serum lipitlerinde artış açısından her 4-8 haftada ve kemik toksisitesi için yılda bir defa kontrol edilmelidir.

Metotreksat Tedavisi

Bir antimetabolit olan metotreksat, DNA sentezini bloke ederek hücre bö­lünmesini etkili bir şekilde durdurur. Bununla beraber çok sayıda değişik metabolik etkisi de vardır. Bu ilaç, antiproliferatif ve immünsüpresif etki­lerinden dolayı kullanılır. Hastalar devamlı olarak her 4-8 haftada bir miyelotoksisite ve hepatotoksisite açısından devamlı takip edilmelidir. Cid­di karaciğer toksisitesinden dolayı (özellikle çok alkol alanlarda) toplam 1.5 gr. dozdan, sonra karaciğer biyopsisi gereklidir.

Azatioprin Tedavisi

Bir antimetabolit olan azatioprin, esasında DNA sentezini bloke eder. An­cak dermatolojide esas olarak immünsüpresif etkisinden dolayı kullanılır. Metotreksatta olduğu gibi azatioprin kullanan hastalar, miyelotoksisite açısından devamlı kontrol edilmelidir. Ciddi toksisiteleri önlemek için hastalar bir herediter enzim defekti (tiyopürin metil transferaz) açısından incelenmelidir.

Siklosporin

Bu ilaç lenfositlerden lenfokin sentezini durdurur. Çok güçlü bir immün­süpresif ajandır. Bu ilacı kullanan hastalar renal toksisite ve hipertansiyon açısından 4-8 haftada bir değerlendirilmelidir.

Dapson (Diaminosülfon)

Bu ilacın etki mekanizması belli değildir. Antimikrobik etkisi muhteme­len anti-inflamatuar etkisiyle ilişkisizdir. Miyelotoksik olup, hemoliz ve methemoglobinemi yapabilir.

Antifungaller

Griseofulvin, terbinafin ve itrakonazol dermatofit enfeksiyonlarına karşı etkilidir. İtrakonazol, flukonazol ve ketokonazol maya benzeri mikroorga­nizmalarla oluşan enfeksiyonlara karşı daha etkilidir.

Deri Hastalıklarında Fototerapi

Birçok psoriasisli hasta ile bazı akneli ve atopik dermatitli hastalar yazın gü­neşe çıktıklarında düzelirler. Güneş ışığı spektrumundan ultraviyole kısmı psoriasis tedavisinde etkilidir. Bu yüzden tedavide, yapay ultraviyole ışınlar (UVR) kullanılmaktadır. Hava şartlan uygun ise doğal güneşlenme de bu amaçla kullanılabilir. İsrail'de Lut gölü, Karadeniz çev­resinde ve bazı diğer yerlerde etkili kaplıcalar vardır.

Psoriasisli hastaların tedavisinde bazen UV spektrumun "yakan" kısmı (UBV:280-320 nm) kullanılır. Hastanın sorunlarını tedavi etmek için ge­reken minimum UVR dozunu vererek kısa sürede yanmayı ve uzun süre­de fotohasar ve deri kanserlerini önlemek için dikkat edilmelidir.

Puva Tedavisi

Son yıllarda fototerapinin daha yaygın bir formu olan ve PUVA olarak bili­nen uzun dalga UVR (UVA) ile fotokemoterapi kullanılır. Bu yöntemde ışın­lardan 2 saat önce oral psöralen ilaçları verilerek veya UVR'den hemen ön­ce topikal olarak uygulanarak (banyoda) deri ışınlara duyarlı hale getirilir.

En çok oral 8-metoksi psöralen tercih edilir ve günde yaklaşık 0.6 mg/kg dozunda kullanılır. Ağır ve generalize psoriasis hastalarında, UVA ile fotokemoterapi standart bir tedavi haline gelmiştir. 6-8 haftada hasta­ların %70-80'inde başarılı bir tedavi gerçekleşir. Tedavi genellikle hafta­da iki veya üç defa verilir ve düşük bir dozla başlayarak iyi bir sonuca va­rılana kadar doz arttırılır.
Derinin T hücreli lenfoması (mikozis fungoides, Sezary sendromu) olan hastalara ve atopik egzemalı hastaların bazılarına da bu tedavi uygulanabilir.


Yanma muhtemel bir tehlikedir ve bu yüzden güneşe duyarlı hastalar düşük dozlarda ve çok dikkatli tedavi edilmelidir. Bulantı hissi, psöralene bağlı sık görülen bir bulgudur. Deri kuruması, kısa vadede görülen başka bir yan etkisidir. Maalesef "yüksek doz" PUVA tedavisinden 8-10 yıl son­ra deri kanserlerinde - özellikle skuamöz hücreli karsinom'da büyük ar­tışlar görülmüştür. UVA'dan sonra diğer deri kanserlerinde ve fotohasarda da artış görülmüştür.

Kataraktı önlemek için tedavi sırasında ve 24 saat sonra koruyucu göz­lükler kullanılmalıdır. Neoplazi riskine karşı erkek hastalar dış genital or­ganlarını kapatmalıdır.

Kucuk Tumor Eksizyonu Eksizyon Nedir

Tıraşlama Sonucu Yapılan Eksizyonlar

Bu işlem sadece benign, kabarık ve kubbe şeklinde (örn; stabil melanositik nevüsler) olan lezyonlar için uygundur. Çünkü geriye biraz anormal doku bırakılır. Lokal anesteziden sonra lezyon, deri ile aynı düzeyde ek­size edilir. Eksizyon bölgesi daha sonra bir elektrokoter alet ile hafifçe ya­kılır. Çıkarılan doku histolojik incelemeye gönderilir.

Küçük Tümörlerin Eksizyonu

Benign benler, dermatofibromlar ve küçük bazal hücreli karsinomlar, yu­varlak insizyonlarla kolayca çıkarılabilen lezyonlardan bazı örneklerdir.
Lezyon kenarlarından en az 3 mm daha geniş alınmalıdır. Sonra eksizyon kenarlarını germeden ipek veya sentetik dikiş materyaliyle dikilir. İnsiz-yon gövdede ve ekstremitelerde Langer çizgileriyle, yüzde kırışıklık çiz­gileriyle paralel olursa, skar görülme ihtimali minimal olur. 12-30 yaş ara­sı bazı hastalarda omuz, kolların üst kısmı ve göğüs ön kısmında keloid skarlar gelişebilir.

Sistematik Tedavi

Birçok hastada topikal tedaviler de kullanılabilir. Bu nedenle, topikal ile sistemik tedavi arasında karar verilmelidir. Önemli bazı hususlar aşağıda vurgulanmıştır.

Sistemik ajanların yan etki riski genellikle topikal ajanlardan daha faz­ladır
Sistemik ajanlar genellikle topikal ajanlardan daha etkilidir Sistemik tedavilerin yan etkilerinden korktuklarından çoğu hasta topi­kal tedaviyi tercih eder


Bazı hastalar topikal tedaviden hoşlanmaz ve sistemik tedavilerin yan etki riskine katlanırlar
Yaygın deri hastalığı olanlar, yaşlılar ve genel durumu bozuk hastalar­da topikal tedavi kullanılışlı değildir.


Bu seçenekler hastalarla birlikte konuşulmalıdır.

Ablasyon – Kuretaj - Kriyoterapi Tedavileri

Deri Hastalıklarında Tedavinin Cerrahi Yönü

Dermatolojinin cerrahi yönü, zamanla pratikte daha çok önem kazanmak­tadır.
Benlerin, seboreik keratozların ve benzer benign lezyonların çıkartıl­ması için oluşan talepler gün geçtikçe artmaktadır Bütün deri kanseri tiplerinin sıklığı artmaktadır Fotohasara bağlı olarak gelişen deri hastalıklarının tedavisi için gerek­li olan talep ve tedavi imkanları gittikçe artmaktadır.


Biyopsi

Genellikle elektron mikroskobu, immünofloresan veya kültür için rutin histolojik preparat hazırlamakta olup trefin ile küçük deri parçaları alınır. Keskin, tek kullanımlı 2-6 mm çapında zımba (punch) biyopsi aletleri kul­lanılır. Bu şekilde alınan 4 mm'den küçük çapta biyopsiler için sütur koymak gerekmez. Aşağıda anlatılanlar biyopside dikkat edilmesi gereken önemli noktalardır.

Yeni veya tipik bir lezyon veya yeni bir lezyonun kenarlarını seçin Farklı zamanlarda veya farklı lezyonlardan biyopsi almak gerekebilir Biyopsiyi mümkün oldukça dikkatli taşıyın
Human immün yetmezlik virüsü (HlV)-pozitif olan hastalardan biyop­si alırken dikkatli davranın ve laboratuar çalışanlarını önceden uyarın Kanama diyatezi ve kalp hastalığı olan hastalara profilaksi gerekebilir.


Ablasyon Nedir, Ablasyon Tedavisi

Daha çok seboreik keratoz ve viral siğiller ile solar keratozların tedavisin­de kullanılır. Ancak küçük, benign ve lokalize lezyonlarda da kullanılabi­lir.

Lazer Tedavisi

Lazerler, yoğunluğu yüksek olan özel dalga boyunda düzenli ışık kaynak­ları olup yıkıcı etkilerinden dolayı kullanılır. Dokudaki etkileri enerji, dal­ga boyu, süre ve dokunun rengi, kalınlığı ve derinliğine bağlıdır. Lazerler özellikle vasküler doğum lekelerin tedavsinde yararlıdır. Ancak, başka de­ğişik lezyonların yok edilmesinde de kullanılır.

Küretaj ve Koterizasyon

Keskin bir kaşık şeklinde olan veya tek kullanımlı halka şeklinde olan kü­retler tercih edilir. Küretajdan sonra tabana hafifçe elektrokoterle dokunu­lur. Bu işlemde lokal anestezi gerekir. Kürete edilen doku histolojik ola­rak incelenmelidir.

Kriyoterapi Tedavisi

Bu yöntem viral siğiller ve solar keratozlarm tedavisinde kullanılır. Ge­nellikle sıvı nitrojen sağlayan bir alet kullanılır. Donan deri kar beyazına döner ve doku yıkımı tam olması için 15-20 saniye bu şekilde kalmalıdır. Parmaklardaki lezyonlar tedavi edilirken dikkatli kullanılmalıdır. Çün­kü parmak sinirleri zedelenebilir. Hastalara dondurulan bölgede ağrı ola­cağını ve bül çıkabileceği söylenmelidir. Uygulanan bölge tedavi sonra­sında kapalı tutulmalıdır.

Topikal Antimikrobik Ajanlar

Topikal Antimikrobik Ajanlar

Hatırlanmalı ki:
Her sızıntı ve irin enfeksiyon demek değildir: birçok yangılı deri has­talıkları eksudatiftir ama enfekte değildir


Bazı imidazol ve diğer halojen fenolik birleşikler irritasyon yapabilir; bazı antibiyotikler (örn; neomisin) duyarlılığa neden olabilir Bakteri direnci çok kolay oluşur. Sistemik olarak kullanılabilen ajanlar topikal olarak kullanılmamalıdır.

Bakteriyel ve fungal enfeksiyonları önlemek için önerilen en güvenli ve kullanışlı birleşikler imidazoller (ör; Ekonazol, mikonazol, izokonazol), triazoller (naftifin, terbinafin) ve povidon iyodin'dir. Mupirosin an­tibiyotiği çok kullanışlıdır. Asiklovir, famsiklovir ve idoksuridin herpes simplekste kullanılan antiviral preparatlardır ve asiklovir herpes zosterde de kullanılır.

Tropikal Kortikosteroid (Kortikosteroidler)

Topikal Kortikosteroidler, Tropikal Kortikosteroid

Değişik aktivitesi olan çok sayıda topikal kortikosteroid preparatları var­dır. Daha çok egzematöz dermatozlarda kullanılmasına rağ­men, psoriasis hastalarında da etkilidirler. Bunların belirgin antiinflamatu-ar ve antiproliferatif etkileri vardır. Etkilerini, yangısal süreçte önemli olan eikozanoid bileşiklerinin oluşumunda görevli bir endojen fosfolipaz A2 inhibitorü olan lipokortin ile yaparlar.

Topikal kortikosteroidlerin yan etkileri

Yeterli miktarlarda kortikosteroid emilirse, hipofiz adrenal aksta süpres-yon ve adrenal atrofi görülebilir. Çok daha fazla emilirse, Cushing benze­ri bir durum gelişebilir. Genellikle zayıf kortikosteroid ola­rak 50 gr. % 0.1 betametazon-17-valerat merhem veya kremi veya 30 gr. %1 klobetazol-17 propionat'dan fazla kullanılmamalıdır.

Deri üzerinde etkileri:

• deri incelmesi ve gerilim çatlakları (strialar), kortikosteroidlerin dermal bağ dokusunda zayıflatıcı etkisine bağlı

• gizli enfeksiyon, özellikle tineada yaygın ve normalden farklı bir gö­rünüme neden olur (tinea inkognito).

Not. Piyasadaki hazır preparatların dilüsyonu tavsiye edilmemektedir. Çünkü içerikleri çok karışıktır ve önemli olan konu ise bu maddelerin za­ten dilue edilmiş olmalarıdır. Bu durumda dilüsyon yapılması, o preparatı etkisiz hale getirebilir. Dilüsyon miktarı her zaman için orantılı olarak etkiyi azaltmaz.

Deri Hastaliklari Topikal Tedavisi

Deri Hastalıklarında Topikal Tedaviler, Topikal Tedavi

Topikal olarak kullanılan ilaçlar, yağ bazında su içeren tek fazlı merhem­ler veya su bazında yağ içeren kremler veya sulu losyonlar şeklinde kul­lanılır. Pastalar, tek katı faz içeren kaim maddelerdir. Alkolik losyonlar kafa derisi tedavilerinde olduğu gibi sınırlı olarak kullanılır. Aynı şekilde, sulu veya alkollü yarı katı, yarı saydam olan jeller saçlı deri hastalıkları tedavisinde çok kullanışlı olabilir.

Merhemler genellikle psoriasis ve inatçı egzema gibi kronik pullanma gösteren durumlarda kullanılır; kremler ile losyonlar akut ve eksudatif hastalıklarda tercih edilir. Hastalık sızıntılı ve eksudatif olduğunda yıka­ma ve ıslak pansuman gerekir. Gazlı bezler, serum fizyolojik veya sulan­dırılmış potasyum permanganat solüsyonları (1:8000) veya alüminyum subasetat (%8) ile yumuşatılmış olarak kullanılmalıdır. Saçlı deride psori­asis ve seboreik dermatit için şampuanlar kullanışlıdır.

Ne Kadar Verelim?

Bir krem veya merhem ile bir defada bütün vücudu kaplamak için 25 gr. gereklidir. Ellerde görülen bilateral dermatit için bir aylık topikal tedavi­de 50 gr. yeterlidir. Bu durum aynı zamanda eller ve ayaklar için olursa 100 gr. gerekebilir. Nemlendiriciler ve temizleme preparatları çok daha fazla miktarlarda verilmelidir.

Topikal Preparatlarda Yan Etkiler

Hasta verilen topikal tedavi ile iyileşmiyorsa muhtemelen: preparat yan etki yapmıştır (örn; kontakt allerji) tanı yanlıştır hasta ilacı kullanmamıştır hastalık verilen tedaviye dirençlidir.

Nemlendiriciler

Nemlendiriciler deri yüzeyini bir lipit film tabaka ile kaplayarak, suyun yüzeyden buharlaşmasını engeller ve stratum korneumda birikmesini sağ­lar. Nemlendiriciler tek fazlı yağlar veya yağlı pomatlar, suda yağ ile yağ­da su emülsiyonları veya krem ile losyonlar olabilir. Nemlendiricilerin önemli etkileri vardır. Onlar stratum korneumun şişmesini ve düzleşmesini sağlayarak derinin daha yumuşak görünmesini ve hissedilmesini sağlar derinin esnekliğini arttırarak daha az çatlamasını sağlar stratum korneumdaki hücreler arası bağlantıları azaltarak pullanma miktarını düşürür kaşıntıyı azaltır

intrensik olarak anti-inflamatuar etkilere sahiptirler, epidermal mitotik aktiviteyi azaltır ve antiprostaglandin sentetaz aktivitesi gösterirler.

Nemlendiricilerin kullanımı

hafif iktiyotik hastalığı olanlarda nemlendiriciler belki de tek gereken preparatlardır
egzema hastalarında özellikle atopik dermatitte yararlıdır nemlendiriciler psoriasis ve diğer kronik pullanma gösteren dermatozlarda etkilidir.

Parazitoz Deluzyonlari Vucut Gorunusu

Parazitoz Delüzyonları

Nadir görülen bu psikozda, hastalar derilerinin böcek veya kurtlarla dol­duğuna inanır. Sıklıkla hastalar doktora geldiğinde, deri veya yara parça­sı getirerek gururla "böceği" gösterirler. Onlar derilerindeki yaralara işa­ret ederek sorunlarının kanıtı olduğunu söylerler. Hastanın düşünceleri çok katıdır ve sadece psıkıyatrıstler yardımcı olabilir. Pımozıd ilacının, parazitoz delüzyonları olan hastalarda faydalı olduğu bulunmuştur.

Vücut Görünüşü

Hepimizin kendimize olan özel bir "bakışımız" ve görüntümüzle ilgili özel bir 'beğenme' duygumuz vardır. İlginç olarak, bazı hastalarda delüzyonel bir düşünceye bağlı olarak kendi vücutlarına bakışları çarpıktır. Çok fazla saç, çok az saç, renk değişiklikleri ve küçük izler bile büyük bir şi­kayet haline gelebilir. Çok nadir olmayan bu durum için "dismorfofobi" terimi kullanılır.

Deri Hastalıklarının Oluşturduğu Sınırlamalar

Deri hastalıkları diğer organ hastalıkları gibi sınırlamalar oluşturabilir. Bu sınırlamalar fiziksel, duygusal veya sosyal olabilir. Fiziksel sınırlamaların (engellik) görüldüğü egzema, psoriasis ve iktiyotik hastalıklarda, stratum korneumunun anormal olmasından dolayı hareket azalmasına bağlı olarak gelişir. Anormal stratum korneum, esneklik azalmasına yol açar ve geril­diğinde deride çatlaklar oluşur. Sklerodermada dermiş katılaşır veya olu­şan skar da mobiliteyi etkiler. Duygusal sınırlamalar, yukarıda anlatılan psikolojik sorunlara bağlı olarak ortaya çıkar ve ciddi depresyon ile onun sonuçlarına neden olur. Sosyal sınırlamalar, kişinin kendisinden ve top­lumdan kaynaklanan "izolasyonundan" ortaya çıkar. Bunların sonucu ola­rak, ailesel ve işle ilgili sorunlar ortaya çıkabilir.

Deri Hastaliklari Tedavisi

Deri Hastalıkları Tedavisi

Deri Hastalıkları İnsan Psikolojisini Etkiler Mi?


İnsanlar arası ilişkilerde deri çok önemli bir yer tutar. Deri iletişim sistem­lerimizin önemli bir kısmını oluşturur. Herhangi bir yolla zedelenirse veya düzeni bozulursa "kötü mesajlar" iletilir. "İnsan ırkının zararsız ve sağlıklı bir bireyiyim" yerine hastalıklı bir deriden "Dikkat et bulaşır" mesajları ya­yılır. Deri hastalığı veya deformitesi olan hastalara, karşısındakiler iç güdü­sel olarak bir hoşlanmama ve güvenmeme duygusu besler. Deri hastalıkları büyük bir korku ve tiksinti uyandırır, muhtemelen bu durum insan gelişimi­nin başlangıç evrelerinden kalmadır. Çünkü insanlığın ilkel evrelerinde en-fekte derisi olan kişilerden uzak durmak yaşamsal bir avantaj getirirdi.

İlginç olarak, belirgin bir deri hastalığına sahip olanlar görünümlerin­den çok rahatsız olur ve insanlarla ilişkilerden uzak durarak daha çok izo­le olurlar. Bu eğilimlerin tümüne "lepra kompleksi" denilir. İnsanların ga­rip bakışlarının yerine, hastalara güven verilmeli, protez, saç ve kozmetik kamuflajlar önerilmelidir.

Yaygın ve görülebilen deri hastalığına sahip olanlar ile devamlı kaşın­tısı olan hastalar depresyona girer. Hoşgörü ile genel bir desteğe ihtiyaç­ları vardır. Ancak, bazılarında psikotropik ilaçlar ve psikiyatrik yardım gerekebilir.

Psikoloji Deriyi Etkiler Mi?

Hastalar tarafından sık sorulan bir soru da "Doktor, sinirimden mi?". Ço­ğu zaman böyle bir soruya evet demek doğru değildir. Stresin tüm çeşitle­ri, kardiyovasküler, gastrointestinal ve deri hastalıkları dahil olmak üzere birçok hastalığı alevlendirebilir veya tetikleyebilir. Ancak, psikolojik rahatsızlıkların deri hastalığına neden olduğu konusunda çok az delil vardır.

Önemli bir istisna olan, artefakt dermatiti'nde oluşan deri hastalığı ta­mamen hasta tarafından gerçekleşir. Anlayış derecesi hastadan hastaya de­ğişir. Bazıları kaşıdıklarını, ısırdıklarını veya sürttüklerini kabul etmesine rağmen, bazıları bunu engelleyemediklerini itiraf eder, diğerleri ise çok rahatlıkla deriye herhangi bir zarar verdiklerini inkar ederler.


Hasarın büyüklüğü kişiye bağlıdır. Bazı hastalarda sorun psikiyatrik ola­rak tamamıyle histeri sonucudur. En hafif şekliyle, nodüler prurigo'nun bir artefakt dermatit formu olduğu söylenmektedir. En ağır şekli olarak, ağır bir yaralama sonucu ciddi ve kalıcı sakatlıklar oluş­masının da bir artefakt dermatit olduğu düşünülmektedir.

Bazı durumlarda bu yaralanmalar açıkça bir kazanç elde etmek için ya­pılır. Psikoterapi ve psikotropik ilaçlar çok az faydalı olur ve artefaktlar yıllarca devam edebilir.

Sistematik Hastaliklarda Tirnaklar

Sistemik Hastalıklarda Tırnaklar, El ve Ayak Tırnak Hastalıklar

Tirotoksikoza bağlı onikolizden daha önce bahsedildi. Hipoalbuminemide (karaciğer hastalığındaki gibi) tırnağın beyaz yanmayı kaybolabilir ve tır­nak plağı süt rengine döner. Beau çizgileri, akut şiddetli hastalıklarda ve/veya kan kaybına bağlı görülen horizontal çizgilenmelerdir ve muhte­melen telojen effluvium ile aynı öneme sahiptir. Dışarıya doğru büyürler ve sonunda kaybolurlar.

Kahverengi – Siyah Pigmentasyon

Tırnak boyu uzunluğunca oluşan pigmente linear bantlar, bir nevüs veya yeni olmuşsa bir malign melanoma bağlı olabilir. Siyah kahverengi alan­lar travma sonucu hemosiderin veya melanin birikimine bağlı olmasına rağmen, ikisinin birbirinden ayırt edilmesi çok zordur. Tır­nak plağının Psödomonas enfeksiyonları nadiren yaygın siyah veya siyah-yeşil pigmentasyon yapabilir. Siyahımsı sarı-yeşil bir renk değişikliği, sa­rı tırnak sendromunda da görülebilir. Nadir görülen bu has­talıkta, tırnak büyümesi çok yavaşlamıştır ve tırnaklar sarımsı yeşil bir renk alarak kalınlaşmış ve bombeleşmiştir. Sebebi bilinmeyen bu hastalı­ğa ek olarak, ayak bileği ve yüz ödemi ile sinüzit ve plevral efüzyon eşlik edebilir.

Tırnakların Tinea Enfeksiyonları (Tinea Unguium)

El parmak tırnaklarında nadir görülmesine rağmen, ayak tırnaklarının tinea enfeksiyonu çok yaygındır. Etkilenen tırnaklar sarı, sarı-beyaz veya siyah bir renk alarak kalınlaşmış veya kırılgan bir hale gelmiş olabilir. Genellikle subungual debris bulunur. Ayrıcı tanıya psoriasis, paronişiya ve nadir görülen sarı tırnak sendromu girer.