Kemoterapiden çok yararlanan türler (yüzde 50'den fazla)
Trofoblastik kanserler (Korionepitelioma gibi)
Testis kanserleri
Burkitt lenfoması
Hadghin lenfoması
Lenfositik lenfoma
Histiositik lenfoma
Akut lenfoblastik lösemi
Wilms tümörü
Ewing sarkoması
Çocuktaki embryonel rabdomyosarkoma
Meme kanseri
Yumurtalık (hver) kanseri
Kemoterapiden orta derecede yararlanan türler
Akut myelositer lösemi
Kronik lösemiler
Multipl myeloma
Prostat kanseri
Rahim kanseri
Sürrenal kanseri
Erişkin sarkomaları
Akciğer küçük hücreli kanseri
Mide kanseri
Kemoterapiden az yararlanan türler (yüzde 20'den az)
Akciğerin küçük hücre dışındaki türleri
Baş-boyun kanserleri
Yemek borusu ve bağırsak kanserleri
Rahimağzı kanseri
Melanoma
Beyin kanserleri
Böbrek ve mesane kanseri
Pankreas ve karaciğer kanserleri
Işınlama ve ilaç tedavisindeki başarının somut olarak değerlendirilebilmesi için artık kanser odağının ölçülebilir olması gerekir. Örneğin lenf düğümlerinin veya ele gelen kanser kitlesinin veya röntgen incelemesinde akciğerdeki kanser kitlesinin boyutları ölçülebilir. Bu ölçümler hekimler arasındaki kavram birligini sağlayabilmek için de değerlendirilmiştir. Tedavi ile kanser odağı ve belirtilen tamamen silinmişse "tam cevap- tam remisyon - silinme" deyimi, tümör odağında iki çapın çarpımı sonucu yüzde 50 azalmışsa, "kısmi cevap remisyon silinme" deyimleri kullanılır.
Ender vakalarda kanser odağının hatta metastazlarının (hıpernefroma, melanoma da) kendiliğinden silindiği ve hastanın iyileştiği gözlenmiştir. Bu olay hastanın bağışıklığında oluşan bir değişiklikle vücuduna yabancı odağı ortadan kaldırması şeklinde açıklanmıştır. Bu görüş kanser ile bağışıklık ilişkisine ağırlık veren hipoteze de uygundur. Bu noktadan hareketle tedavide değişik aşı yöntemlerinden de yararlanma denenmiştir. Bu yaklaşıma "İmmünoterapi - Bağışıklık tedavisi" denmektedir.
Hastanın çıkarılan kanser dokusu ışınlanarak veya kimyasal işlemlerden geçirilerek hastaya tekrar aşı gibi verilebilir. Bu yöntem "aktif immünizasyon" olarak tanımlanır. Bu tür aşılamanın bir türü de kişide bağışıklığı sağlayan lenfositlerinin vücut dışında kamçılanması ve tekrar hastaya verilmesidir. Son günlerde ABD'de "kansere çare bulundu" flaş haberine yol açan deney de hastanın vücut dışına alınan lenfositlerine laboratuvarda üretilen lenfositin etkili maddesinin (interleukin) yamanarak tekrar hastaya verilmesidir. Diğer bir yöntem, laboratuvarda hücre veya dokuya bağışıklığı geliştirilmiş serumların kullanılmasıdır. "Pasif immünizasyon". Hastalık türünle ilgisi olmayan ve başka hastalıkların aşısının vücuttaki bağışıklığı uyandırıcı olarak kullanılmasına ise "Nonspesifik - özgü olmayan immünizasyon" diyoruz. Örnek olarak verem aşısı BCG'nin belirli aralıklarla hastaya verilmesi veya derideki kanser odakları içine zerk edilmesini gösterebiliriz. Bu yöntemlerin az-çok faydalarını belirten çalışmalar yayınlanmışsa da, genelde dikkate değer bir başarı sağlanamamıştır. Ancak tamamen başka amaçla geliştirilen ilaçların incelenmeleri sırasında bağışıklığı artırıcı etkileri görülmüş (Parazit ilacı Levamisole gibi) ve bu türdeki ilaçların sayısı artmaya başlamıştır. Kemoterapi ile birlikte kullanıldığında başarıya katkıda bulundukları kabul edilmektedir.
Kanser hastalarının tedavisinde doğrudan hastalığa yönelik tedavinin yanında "Destek Tedavisi" olarak adlandırabileceğimiz bir bölüm de vardır. Uzun sureli bu hastalıkta tedaviye en önemli yardımcı, hastanın beslenmesinin istenen düzeyde tutulmasıdır. İştahsız, halsiz olan bu hastalara tedavinin de eklediği bulantı gibi yan etkiler, beslenmeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bakımdan, az miktarlarda, yüksek kalori ve protein değeri olan yiyeceklerin sık öğünler şeklinde verilmesi uygundur. Mutfağımızın temel yiyeceklerinden beyaz peynir, yoğurt, ayran ve bal iyi örneklerdir. İştahsızlık yanında sindirim kanalı kanserleri veya bu kanalı dışarıdan basan durumlarda ise hastayı serumlarla beklemek gerekebilir. Beslenmede gıdanın yanında vitaminlerle destek, genel duruma olumlu katkılarda bulunacaktır. Günlük yaşamda beslenmenin yanında, hastanın hareketinin programlanması da gerekir. Yatağa bağımlı kalan hastanın yalnız psikolojik açıdan değil, kas gücü, dolaşım bakımından da toparlanması güçtür. Bu nedenle hastalığının izin verdiği sınırlar içinde hasta hareket etmeye teşvik edilmelidir. Gerek beslenme, gerekse hareket konularında bir ölçüde hasta ikna edilirken sosyal, ekonomik durumu yanında, eğitim düzeyi hekimin yaklaşımına yön verecektir. Uzun sürecek bu hastalıkta hekim-hasta arasındaki psikolojik ilişki, büyük ağırlık taşır, ülkemizde bu konunun ayrı bir boyutu da vardır. Batı ülkelerindeki hastanın hastalığını tam olarak bilmesi sosyal bir hak sayılarak, gerçek kendisine açıklanırken; bizde hastanın yakınları hastalığın saklanmasını veya durumun çok yumuşatılarak açıklanmasını hekimden istemektedir. Sosyal hemşire mesleğinin olmadığı ülkemizde bu durum kanser hekimlerinin görevini büsbütün güçleştirmektedir. Ancak bu noktada toplumumuzdaki yakın aile ilişkileri, bu yükü büyük ölçüde paylaşmaktadır.
Tüm kanser hastalarına ilişkin bu destek tedavinin dışında, cerrahi girişim sonucunda normal beden yapısında değişiklik yapılması zorunluluğu doğmuş hastaların "rehabilitasyonu" da bir diğer sorundur. Yapay kol ve bacak takılan, bağırsak veya idrar kanalı karın cildine açılmış, ses aygıtı alınmış hastaların yeni durumlarına alışmaları için sosyal hemşire desteği çok önemli bir yardımdır. Ne yazık ki, bu kurum ülkemizde yok denecek kadar azdır. Bu hastaların yapay aygıtları kullanmayı öğrenme dışında psikolojik olarak desteklenmeleri de tedavinin özellikle yaşam kalitesindeki başarısını artırmaktadır. Ülkemizde bu yükü,hastanın yakın çevresi taşımaktadır.
Kanser Tedavisi ve Cerrahi Girisimler
Kanser Tedavisinde Cerrahi Girişimler
Önleyici cerrahi: Bazı dokulardaki değişiklikler kötü huylu olmamakla beraber zaman içinde kansere dönüşebilme olasılığı nedeniyle hekimin dikkatini çeker. Örneğin midede uzun süre iyileşmeyen derin ülserler, kalırı bağırsaktaki poliplerden parmaksı yapıda olanlar, tiroiddeki iyod tutmayan işlev dışı düğümler, memedeki bazı sert salgı yapan tümörler
Bu yöndeki kesin kararda hastanın yaşı, genel durumu, yakınmaları, psikolojik durumu gibi değişik etkenler, cerrahı yönlendiricidir.
Tanı için cerrahi: Yukarıda saydığımız ve benzeri doku değişikliklerinde kesin tanı, o doku çıkarılıp, mikroskopik inceleme yapılmadan konamaz. Olayın yerine göre ya dokudan bir parça alınıp inceleme yapılır veya doku değişikliğinin tümü çıkarılarak incelenir. Bir parça alınması için "biopsi" deyimini kullanıyoruz. Bugünkü gelişmiş radyolojik incelemeler, şüpheli doku vücut içinde derinde de olsa o noktaya cerrahi kullanmadan, uygun bir iğne ile ulaşmamıza olanak sağlayabilmektedir. Bu durumda, "iğne biopsisi" deyimi kullanılmaktadır. Hastanın bayıltılarak tanı için yapılan cerrahi girişim sırasında, ameliyatın genişletilmesi kararı için mikroskopik sonucu gerektiren durumlar da doğmaktadır (Örneğin, memedeki şüpheli urlarda, yalnız düğümcüğü veya memenin tümünü çıkarmak kararı gibi). Bu durumda alınan örneğin, dondurularak derhal incelenmesinde "frozan section" İngilizce deyimi kullanılır.
Bu durumlarda göğüs boşluğunda veya karın boşluğunda bir tümörden şüphelenildiğinde ve önceden kesin tanı olmaksızın inceleme amacı ile yapılan cerrahi girişimlere "Eksploratuar Cerrahi" denir. Bu girişim karın boşluğunda ise "Laparatomi", göğüs boşluğunda ise "Torakotomi" adını alır. Bu girişimler kesin tan: koyma yanında, eğer olay kanser tanısı ile sonuçlanırsa, ek olarak hastalığın yayılması ve evresi hakkında da elzem bilgileri sağlar. Bu evrendirme ilerde kullanılacak tedavi yönteminin saptanmasındaki en önemli etkendir.
Yıllar içinde gelişen teknik yöntemler tanı için gerekli girişimlerde cerrahi yöntem sayısının azaltılmasını sağlamıştır. Örneğin, fiberoptik teknik, büyük cerrahi girişim yerine vücut boşluklarına ışıklı hortumların yöneltilerek doku parçalarının alınabilmesini sağlamaktadır. Karın boşluğu için "laparoskopi" mide için "gastroskopi" akciğer bronş ağaçı için "bronkoskopi" adları ile anılan yöntemler örnektirler.
Bazı durumlarda tedavi sonuçlarının kesin sonucunu görmek ve devam edilecek tedavi yöntemine karar vermek için vücut boşluğunun cerrah tarafından tekrar görülmesinde yarar vardır. Bu tür cerrahi girişim İngilizce deyimiyle "second-look" olarak anılır. Örneğin yumurtalık kanserlerinde uygulanan bu ikinci girişimlerde ilk ameliyatta çıkarılamayıp da sonraki ilaç ve/veya ışın tedavisiyle küçülerek çıkarılabilir hale gelmiş tümör artıkları da varsa temizlenebilirler.
Tekrarlamada (nükste) cerrahi: Doğal seyri yavaş olan kanserlerde birinci tedavi girişimlerinden aylar veya yıllar sonra tekrar aynı bölgede veya komşu alanlarda hastalığın tekrar tomurcuklandığı görülebilir. Örneğin meme kanserinde derideki düğümcükler, bağırsak tümörlerinde tekrarlamalar, mesane ve tükürük bezi düşük dereceli tümörlerindeki tekrarlar gibi. Bu tekrarlayan tomurcukların cerrahi çıkarılması için yapılan girişimlere "Rekürrens cerrahisi" denir.
Şifaya yönelik cerrahi (küratif): Kanserde temel amaç, kanserli dokunun tümüyle ve hiçbir yayılma olmaksızın çıkarılmasıdır ki, bu gerçekleşmişse hastalık tekrarlamayacak ve hasta şifaya kavuşacak demektir. Hasta dokunun tümünün çıkartı-labildiği cerrahi girişim, küratif olarak tanımlanır.
Tümör küçültücü (reduktif) cerrahi: Ameliyat sırasında veya daha önceki incelemelerden tümörlü dokunun tümüyleçı-karılamayacağı anlaşılabilir. Ancak hastaya ışın ve ilaç tedavileri ile bir şans tanımak için çıkarılabilecek kadar tümörün ayıklanması yoluna gidilir. Bu tür cerrahi, sonucuna bağlı olarak "Reduktif cerrahî" deyimiyle tanımlanır.
Rahatlatıcı (palüatif) cerrahi: Kanserde olay tümüyle çıkarılamayacak düzeyde ilerlemiş ve hastanın günlük beden işlevlerini bozacak belirtiler başlamış olabilir. Örneğin bağırsak tümörlerinde bağırsak tıkanmasında sürekli kusmalar başlamış dışkılama tamamen durmuş olabilir. Büyüyen tümör baskısı ile şiddetli ağrılar ve felç durumu ortaya çıkabilir. Hastanın şifaya kavuşturulamayacağı bilinse bile, kalan hayatını nispeten rahat geçirebilmesi için bu baskıları kaldırmak amacı ile, cerrahi yoldan tümörün bir kısmı kazınır. Bu tür cerrahi girişimler "palliatif" deyimiyle anılırlar.
Cerrahi girişimlerde, amaç ve sonuca göre verilen bu adların yanında kullanılan teknik yönteme bağlı adlandırmalar da vardır. Kanser dokusu normal dokudan farklı olduğundan teknik bakımdan bisturi ile keserek ve ipliklerle bağlayarak, yapılması çok güç ince işlevler için değişik teknikler kullanılmaktadır. Elektrik akımı geçen bir uç (elektrokoter) cerrahi sahadaki küçük damarcıkların kanamasının durdurulmasında, iltihaplanma gösteren dokuların yakılarak sterilize edilmesinde bir çeşit bisturi gibi kullanılabilir. Biraz değişik bir teknik de (cryo-surgery) adı altında elektrik akımı yerine dondurucu bir ucun kullanılarak cerrahinin yapılmasıdır. Özellikle derideki bazı benlerin çıkarılmasında bu yöntem sık olarak kullanılmaktadır. En son gelişen teknik ise "laser" ışınlarının yöneltilmesi ile kanserli dokuların bir çeşit yakılmasıdır. Bu yöntem önümüzdeki yıllar için gelişme vaadetmektedir.
Tedavinin ikinci temel taşı ışın tedavisinde de kullanma amacına, uygulama şekline göre adlandırmalar vardır. Işınlamada temel amaç, kanser hücrelerine yöneltilen ışın ile bu hücrelerin öldürülmesi, fakat çevredeki sağlam doku veya organa zarar verilmemesidir.
Şifa sağlayıcı radyoterapi: Var olan kanser dokusunun tümünü içine alan alana hücre öldürücü dozun uygulanabilmesine "küratif radyoterapi" denir. Bazı durumlarda ışınlamanın şifa sağlayamayacağı halde hastanın hayatını tehdit eden veya çok ağrılı bulguların kontrolü için "rahatlatıcı veya dindirici" amaçla da ışınlama yapılır ki, bu işlem "paliatif radyoterapi" adını alır. Örneğin rektum kanamalarında, bronş kanamalarında, omurilik basılarında, dolaşımda venöz dönüşen engellemesinde, sinir ağlarına olan basılarda uygulanan radyoterapi.
Işınlama X-ışınları, gamma ışınları ve elektronlar kullanılarak kanserli hücreleri öldürmektedir. Bu ışınların mümkün olan en kontrollü ve etkin şekilde uygulanması için teknik gelişmelerde büyük atılımlar sağlanmıştır. 1943'te yüksek enerjili X-ışını ve elektron hızlandırıcı Betatron, 1951 yılında da "çizgisel-lineer hızlandırıcılar"ile Cobalt -60 cihazları geliştirildi.Çok sık kullanılan Cobalt -60 cihazlarındaki kaynak yüksek enerjili gamma ışını vermektedir. Bu kaynak kendi kendine de radyoaktif özelliğini yitireceğinden ortalama 5 yılda bir kaynağın yenilenmesi gerekir.
Işınlama yöntemine göre de bazı deyimler kullanılmaktadır.
Eksternal - Dıştan ışınlama: Derideki kanserli doku dıştan yönlendirilen ışınlarla tedaviye alınır. Uygulamanın doğru yapılması için ışınlanacak alanın tam saptanması önemlidir. Radyolojik teknik başta olmak üzere bilgisayar yardımıyla ışın fizikçileri ve hekim elbirliği ile alanı, yönleri ve doz dilimlerini hesaplar. En önemli nokta komşu ve ışına duyarlı organların mümkün olduğunca az ışın almasıdır. Bu amaçla derin tümörler birden fazla yönden ışınlanır. Bu planlamada vücut modeli görevini yapan cihazlara "Simülatör" denir.
Vücut boşlukları ile komşu dokulardaki kanserlerde bu boşluklara sokulabilen ve ışın yayma özelliği olan gereçler radyoterapi için kullanılabilir. Örneğin rahim, rektum ve son zamanlarda yemek borusunda bu yöntem kullanılmaktadır ki, bu yaklaşıma "İntrakaviter-boşlukiçi radyoterapi" adı verilir. Gerek eksternal, gerekse intrakaviter ışınlama aralıklı zamanlarda yapılır. Günde bir veya birkaç defa belirli bir süre ışın verilir. Bir diğer ışınlama yönteminde ise kanserli dokunun içine ışın yayma özelliği olan radyoaktif çekirdekler veya iğneler yerleştirilerek, ışınlama yapılabilir. Bu yönteme "Dokuiçi-lnterstisyel ışınlama" diyoruz. Daha sık rahim kanserinde uygulanan bu yöntem son zamanlarda akciğer kanserinde de denenmektedir. Bu yöntemdeki özellik hekimin kanserli dokuya ulaşarak bu çekirdekleri yerleştirebilmesidir. Işınlama çekirdekten tüm çevresine aynı değerde olacağından bu daha çok top gibi olan kanserli dokularda tercih edilmektedir. Ancak yeni tekniklerle iğne şeklinde ve ışın yayma özellikleri planlanabilen ışın kaynakları geliştirmeye çalışılmaktadır.
Bir diğer sınırlı ışınlama tekniği de kimyasal işlev özelliği taşıyan bazı organlara bu özgü kimyasal maddenin radyoaktif şeklinin verilmesidir. Böylelikle bu radyoaktif madde adı geçen organa giderek orada ışınlama görevi yapmaktadır. İyod tutan tiroidin kanserlerinde bu yöntem kullanılmaktadır. Ancak bir maddeyi bu kadar özgül seçici olduğunu bildiğimiz organ şimdilik yalnız tiroid ve eritrositlerdir.
Radyoterapi (ışınlama) değişik tür kanserler üzerinde farklı etkinlik gösterir. Bu bakımdan bu doku ve tümör türlerini şu şekilde kümelere ayırabiliriz:
Işının en etkili olduğu küme: Lenfatik doku (Hodgkin ve Hodgkin dışı lenfomalar), kemik iliği hücreleri (lösemilerde tüm vücut ışınlaması veya vücut dışı ışınlama veya lösemilerde ilik dışı organ odakları), testis (seminoma türü), yumurtalık (disger-minoma, granuiosa hücreli tümörü).
Işının etkili olduğu küme ise: Orofarenks epiteli (orofarenks ve larenks epidermoid kanserleri), yemek borusu (epidermoid kanseri), deri (bazal hücreli kanseri), mesane değişken epiteli (mesane kanserleri).
Orta derecede etkili olduğu dokular: Bağ dokusu, beyinin nöroglial dokusu, damar endoteli, çoğalmakta olan kıkırdak ve kemik dokusudur. Bu dokulardan kaynaklanan kondrosarkomalar, osteosarkomalar her tür tümörün damar yumakları, beyin astrositomaları ışına orta derecede duyarlıdır.
Radyoterapinin az etkilediği dokular: Olgunlaşmasını tamamlamış kıkırdak ve kemik, salgı bezleri, bronş epiteli, pankreas epiteli, tiroid epiteli, karaciğer ve böbrek epiteli ve bu dokuların kanserleri sayılır.
Işına en dirençli dokular ise: Kas ve sinir dokusu ve bu dokuların tümörleridir.
Ancak uygulamada bu duyarlılık derecelerinin yanı sıra, tümörün bulunduğu bölge ve çevresi de çok önemlidir.
ışınlamanın, ışınlanan alan, çevresindeki doku, toplam ışın dozu ve ışınlama aralığı ve de aynı anda kullanılan kemoterapi varsa birleşik etkiye bağlı, bazı yan etkileri söz konusüdur. Bu etkiler erken dönemde ve geç dönemde görülen etkiler olarak ayrılabilir Erken etkiler arasındaki en önemlisi kemik iliği baskısı sonucu kansızlık ve akyuvar sayısının azalmasıdır. Bunun yanında, halsizlik, bulantı şikâyetleri de ön plana geçebilir. Geç van etkiler arasında ışınlanan alanın kalınlaşması, kanlanmasının bozulması ve kangrenleşmesi (radiobionekroz) görülebilir Bu tür nekrozun kemikteki şekli en sık alt çenede Görülmektedir. Işınlamadan sonra dış kökleri de zedelenerek dişler dökülebilir. Akciğer dokusunun fibrozu (elastikiyetinin kaybı) böbreğin sklerozu, bu organların normal işlevlerinde kayıplara neden olabilir. Dokuların bir çeşit kavrularak kalınlaşması, kanal yapısındaki organların tıkanmasına (bağırsak, idrar yolu, yemek borusu gibi) yol açabilir. Bu organlar delinebilir. Işınlamadan uzun süre sonra sinirlerin dejenere oluşu ve buna bağlı çeşitli sinirsel yan etkiler de ortaya çıkabilir.
Kanser tedavisinde üçüncü yöntemimiz ilaçla tedavi, 1940 yılından beri gittikçe artan bir ivme ile gelişmektedir. Amacına göre ilaç tedavisi de (kemoterapi) farklı deyimlerle anılır: Şifaya yönelik kemoterapi (Küratif kemoterapi) sonunda hastayı tam şifaya kavuşturan kemoterapidir. Bugün korionepitelioma, Wilms tümörü, Burkitt lenfoması ve ienfomaların bir bölümünde şifa sağlanabilmektedir. "Rahatlatıcı -Palliatif kemoterapi" ise, sonunda şifa şansı olmasa bile hastanın şikâyetlerini ve kanserin toksik etkilerini azaltıcı, yaşam süresini hem de daha rahat koşullarda bir ölçüde uzatmak amacı ile uygulanan ilaç tedavisidir. Önleyici amaçla kullanılan ilaç tedavisine ise "Adjuvant-destek kemoterapisi" adını veriyoruz. Bu durumda kanser cerrahi veya ışın yöntemleri ile tümüyle çıkarılmış veya silinmiştir. Ancak, deneyimlerimiz böyle düşündüğümüz vakaların önemli bir bölümünde bir süre sonra yeni tomurcuklanmaların çıktığını göstermiş ve bu olay gözle saptayamadığımız yırtıkların zamanla odaklaşmalarına bağlanmıştır. Bu olası artıkların silinmesi için ilaç tedavisi önerilmektedir.
Önleyici cerrahi: Bazı dokulardaki değişiklikler kötü huylu olmamakla beraber zaman içinde kansere dönüşebilme olasılığı nedeniyle hekimin dikkatini çeker. Örneğin midede uzun süre iyileşmeyen derin ülserler, kalırı bağırsaktaki poliplerden parmaksı yapıda olanlar, tiroiddeki iyod tutmayan işlev dışı düğümler, memedeki bazı sert salgı yapan tümörler
Bu yöndeki kesin kararda hastanın yaşı, genel durumu, yakınmaları, psikolojik durumu gibi değişik etkenler, cerrahı yönlendiricidir.
Tanı için cerrahi: Yukarıda saydığımız ve benzeri doku değişikliklerinde kesin tanı, o doku çıkarılıp, mikroskopik inceleme yapılmadan konamaz. Olayın yerine göre ya dokudan bir parça alınıp inceleme yapılır veya doku değişikliğinin tümü çıkarılarak incelenir. Bir parça alınması için "biopsi" deyimini kullanıyoruz. Bugünkü gelişmiş radyolojik incelemeler, şüpheli doku vücut içinde derinde de olsa o noktaya cerrahi kullanmadan, uygun bir iğne ile ulaşmamıza olanak sağlayabilmektedir. Bu durumda, "iğne biopsisi" deyimi kullanılmaktadır. Hastanın bayıltılarak tanı için yapılan cerrahi girişim sırasında, ameliyatın genişletilmesi kararı için mikroskopik sonucu gerektiren durumlar da doğmaktadır (Örneğin, memedeki şüpheli urlarda, yalnız düğümcüğü veya memenin tümünü çıkarmak kararı gibi). Bu durumda alınan örneğin, dondurularak derhal incelenmesinde "frozan section" İngilizce deyimi kullanılır.
Bu durumlarda göğüs boşluğunda veya karın boşluğunda bir tümörden şüphelenildiğinde ve önceden kesin tanı olmaksızın inceleme amacı ile yapılan cerrahi girişimlere "Eksploratuar Cerrahi" denir. Bu girişim karın boşluğunda ise "Laparatomi", göğüs boşluğunda ise "Torakotomi" adını alır. Bu girişimler kesin tan: koyma yanında, eğer olay kanser tanısı ile sonuçlanırsa, ek olarak hastalığın yayılması ve evresi hakkında da elzem bilgileri sağlar. Bu evrendirme ilerde kullanılacak tedavi yönteminin saptanmasındaki en önemli etkendir.
Yıllar içinde gelişen teknik yöntemler tanı için gerekli girişimlerde cerrahi yöntem sayısının azaltılmasını sağlamıştır. Örneğin, fiberoptik teknik, büyük cerrahi girişim yerine vücut boşluklarına ışıklı hortumların yöneltilerek doku parçalarının alınabilmesini sağlamaktadır. Karın boşluğu için "laparoskopi" mide için "gastroskopi" akciğer bronş ağaçı için "bronkoskopi" adları ile anılan yöntemler örnektirler.
Bazı durumlarda tedavi sonuçlarının kesin sonucunu görmek ve devam edilecek tedavi yöntemine karar vermek için vücut boşluğunun cerrah tarafından tekrar görülmesinde yarar vardır. Bu tür cerrahi girişim İngilizce deyimiyle "second-look" olarak anılır. Örneğin yumurtalık kanserlerinde uygulanan bu ikinci girişimlerde ilk ameliyatta çıkarılamayıp da sonraki ilaç ve/veya ışın tedavisiyle küçülerek çıkarılabilir hale gelmiş tümör artıkları da varsa temizlenebilirler.
Tekrarlamada (nükste) cerrahi: Doğal seyri yavaş olan kanserlerde birinci tedavi girişimlerinden aylar veya yıllar sonra tekrar aynı bölgede veya komşu alanlarda hastalığın tekrar tomurcuklandığı görülebilir. Örneğin meme kanserinde derideki düğümcükler, bağırsak tümörlerinde tekrarlamalar, mesane ve tükürük bezi düşük dereceli tümörlerindeki tekrarlar gibi. Bu tekrarlayan tomurcukların cerrahi çıkarılması için yapılan girişimlere "Rekürrens cerrahisi" denir.
Şifaya yönelik cerrahi (küratif): Kanserde temel amaç, kanserli dokunun tümüyle ve hiçbir yayılma olmaksızın çıkarılmasıdır ki, bu gerçekleşmişse hastalık tekrarlamayacak ve hasta şifaya kavuşacak demektir. Hasta dokunun tümünün çıkartı-labildiği cerrahi girişim, küratif olarak tanımlanır.
Tümör küçültücü (reduktif) cerrahi: Ameliyat sırasında veya daha önceki incelemelerden tümörlü dokunun tümüyleçı-karılamayacağı anlaşılabilir. Ancak hastaya ışın ve ilaç tedavileri ile bir şans tanımak için çıkarılabilecek kadar tümörün ayıklanması yoluna gidilir. Bu tür cerrahi, sonucuna bağlı olarak "Reduktif cerrahî" deyimiyle tanımlanır.
Rahatlatıcı (palüatif) cerrahi: Kanserde olay tümüyle çıkarılamayacak düzeyde ilerlemiş ve hastanın günlük beden işlevlerini bozacak belirtiler başlamış olabilir. Örneğin bağırsak tümörlerinde bağırsak tıkanmasında sürekli kusmalar başlamış dışkılama tamamen durmuş olabilir. Büyüyen tümör baskısı ile şiddetli ağrılar ve felç durumu ortaya çıkabilir. Hastanın şifaya kavuşturulamayacağı bilinse bile, kalan hayatını nispeten rahat geçirebilmesi için bu baskıları kaldırmak amacı ile, cerrahi yoldan tümörün bir kısmı kazınır. Bu tür cerrahi girişimler "palliatif" deyimiyle anılırlar.
Cerrahi girişimlerde, amaç ve sonuca göre verilen bu adların yanında kullanılan teknik yönteme bağlı adlandırmalar da vardır. Kanser dokusu normal dokudan farklı olduğundan teknik bakımdan bisturi ile keserek ve ipliklerle bağlayarak, yapılması çok güç ince işlevler için değişik teknikler kullanılmaktadır. Elektrik akımı geçen bir uç (elektrokoter) cerrahi sahadaki küçük damarcıkların kanamasının durdurulmasında, iltihaplanma gösteren dokuların yakılarak sterilize edilmesinde bir çeşit bisturi gibi kullanılabilir. Biraz değişik bir teknik de (cryo-surgery) adı altında elektrik akımı yerine dondurucu bir ucun kullanılarak cerrahinin yapılmasıdır. Özellikle derideki bazı benlerin çıkarılmasında bu yöntem sık olarak kullanılmaktadır. En son gelişen teknik ise "laser" ışınlarının yöneltilmesi ile kanserli dokuların bir çeşit yakılmasıdır. Bu yöntem önümüzdeki yıllar için gelişme vaadetmektedir.
Tedavinin ikinci temel taşı ışın tedavisinde de kullanma amacına, uygulama şekline göre adlandırmalar vardır. Işınlamada temel amaç, kanser hücrelerine yöneltilen ışın ile bu hücrelerin öldürülmesi, fakat çevredeki sağlam doku veya organa zarar verilmemesidir.
Şifa sağlayıcı radyoterapi: Var olan kanser dokusunun tümünü içine alan alana hücre öldürücü dozun uygulanabilmesine "küratif radyoterapi" denir. Bazı durumlarda ışınlamanın şifa sağlayamayacağı halde hastanın hayatını tehdit eden veya çok ağrılı bulguların kontrolü için "rahatlatıcı veya dindirici" amaçla da ışınlama yapılır ki, bu işlem "paliatif radyoterapi" adını alır. Örneğin rektum kanamalarında, bronş kanamalarında, omurilik basılarında, dolaşımda venöz dönüşen engellemesinde, sinir ağlarına olan basılarda uygulanan radyoterapi.
Işınlama X-ışınları, gamma ışınları ve elektronlar kullanılarak kanserli hücreleri öldürmektedir. Bu ışınların mümkün olan en kontrollü ve etkin şekilde uygulanması için teknik gelişmelerde büyük atılımlar sağlanmıştır. 1943'te yüksek enerjili X-ışını ve elektron hızlandırıcı Betatron, 1951 yılında da "çizgisel-lineer hızlandırıcılar"ile Cobalt -60 cihazları geliştirildi.Çok sık kullanılan Cobalt -60 cihazlarındaki kaynak yüksek enerjili gamma ışını vermektedir. Bu kaynak kendi kendine de radyoaktif özelliğini yitireceğinden ortalama 5 yılda bir kaynağın yenilenmesi gerekir.
Işınlama yöntemine göre de bazı deyimler kullanılmaktadır.
Eksternal - Dıştan ışınlama: Derideki kanserli doku dıştan yönlendirilen ışınlarla tedaviye alınır. Uygulamanın doğru yapılması için ışınlanacak alanın tam saptanması önemlidir. Radyolojik teknik başta olmak üzere bilgisayar yardımıyla ışın fizikçileri ve hekim elbirliği ile alanı, yönleri ve doz dilimlerini hesaplar. En önemli nokta komşu ve ışına duyarlı organların mümkün olduğunca az ışın almasıdır. Bu amaçla derin tümörler birden fazla yönden ışınlanır. Bu planlamada vücut modeli görevini yapan cihazlara "Simülatör" denir.
Vücut boşlukları ile komşu dokulardaki kanserlerde bu boşluklara sokulabilen ve ışın yayma özelliği olan gereçler radyoterapi için kullanılabilir. Örneğin rahim, rektum ve son zamanlarda yemek borusunda bu yöntem kullanılmaktadır ki, bu yaklaşıma "İntrakaviter-boşlukiçi radyoterapi" adı verilir. Gerek eksternal, gerekse intrakaviter ışınlama aralıklı zamanlarda yapılır. Günde bir veya birkaç defa belirli bir süre ışın verilir. Bir diğer ışınlama yönteminde ise kanserli dokunun içine ışın yayma özelliği olan radyoaktif çekirdekler veya iğneler yerleştirilerek, ışınlama yapılabilir. Bu yönteme "Dokuiçi-lnterstisyel ışınlama" diyoruz. Daha sık rahim kanserinde uygulanan bu yöntem son zamanlarda akciğer kanserinde de denenmektedir. Bu yöntemdeki özellik hekimin kanserli dokuya ulaşarak bu çekirdekleri yerleştirebilmesidir. Işınlama çekirdekten tüm çevresine aynı değerde olacağından bu daha çok top gibi olan kanserli dokularda tercih edilmektedir. Ancak yeni tekniklerle iğne şeklinde ve ışın yayma özellikleri planlanabilen ışın kaynakları geliştirmeye çalışılmaktadır.
Bir diğer sınırlı ışınlama tekniği de kimyasal işlev özelliği taşıyan bazı organlara bu özgü kimyasal maddenin radyoaktif şeklinin verilmesidir. Böylelikle bu radyoaktif madde adı geçen organa giderek orada ışınlama görevi yapmaktadır. İyod tutan tiroidin kanserlerinde bu yöntem kullanılmaktadır. Ancak bir maddeyi bu kadar özgül seçici olduğunu bildiğimiz organ şimdilik yalnız tiroid ve eritrositlerdir.
Radyoterapi (ışınlama) değişik tür kanserler üzerinde farklı etkinlik gösterir. Bu bakımdan bu doku ve tümör türlerini şu şekilde kümelere ayırabiliriz:
Işının en etkili olduğu küme: Lenfatik doku (Hodgkin ve Hodgkin dışı lenfomalar), kemik iliği hücreleri (lösemilerde tüm vücut ışınlaması veya vücut dışı ışınlama veya lösemilerde ilik dışı organ odakları), testis (seminoma türü), yumurtalık (disger-minoma, granuiosa hücreli tümörü).
Işının etkili olduğu küme ise: Orofarenks epiteli (orofarenks ve larenks epidermoid kanserleri), yemek borusu (epidermoid kanseri), deri (bazal hücreli kanseri), mesane değişken epiteli (mesane kanserleri).
Orta derecede etkili olduğu dokular: Bağ dokusu, beyinin nöroglial dokusu, damar endoteli, çoğalmakta olan kıkırdak ve kemik dokusudur. Bu dokulardan kaynaklanan kondrosarkomalar, osteosarkomalar her tür tümörün damar yumakları, beyin astrositomaları ışına orta derecede duyarlıdır.
Radyoterapinin az etkilediği dokular: Olgunlaşmasını tamamlamış kıkırdak ve kemik, salgı bezleri, bronş epiteli, pankreas epiteli, tiroid epiteli, karaciğer ve böbrek epiteli ve bu dokuların kanserleri sayılır.
Işına en dirençli dokular ise: Kas ve sinir dokusu ve bu dokuların tümörleridir.
Ancak uygulamada bu duyarlılık derecelerinin yanı sıra, tümörün bulunduğu bölge ve çevresi de çok önemlidir.
ışınlamanın, ışınlanan alan, çevresindeki doku, toplam ışın dozu ve ışınlama aralığı ve de aynı anda kullanılan kemoterapi varsa birleşik etkiye bağlı, bazı yan etkileri söz konusüdur. Bu etkiler erken dönemde ve geç dönemde görülen etkiler olarak ayrılabilir Erken etkiler arasındaki en önemlisi kemik iliği baskısı sonucu kansızlık ve akyuvar sayısının azalmasıdır. Bunun yanında, halsizlik, bulantı şikâyetleri de ön plana geçebilir. Geç van etkiler arasında ışınlanan alanın kalınlaşması, kanlanmasının bozulması ve kangrenleşmesi (radiobionekroz) görülebilir Bu tür nekrozun kemikteki şekli en sık alt çenede Görülmektedir. Işınlamadan sonra dış kökleri de zedelenerek dişler dökülebilir. Akciğer dokusunun fibrozu (elastikiyetinin kaybı) böbreğin sklerozu, bu organların normal işlevlerinde kayıplara neden olabilir. Dokuların bir çeşit kavrularak kalınlaşması, kanal yapısındaki organların tıkanmasına (bağırsak, idrar yolu, yemek borusu gibi) yol açabilir. Bu organlar delinebilir. Işınlamadan uzun süre sonra sinirlerin dejenere oluşu ve buna bağlı çeşitli sinirsel yan etkiler de ortaya çıkabilir.
Kanser tedavisinde üçüncü yöntemimiz ilaçla tedavi, 1940 yılından beri gittikçe artan bir ivme ile gelişmektedir. Amacına göre ilaç tedavisi de (kemoterapi) farklı deyimlerle anılır: Şifaya yönelik kemoterapi (Küratif kemoterapi) sonunda hastayı tam şifaya kavuşturan kemoterapidir. Bugün korionepitelioma, Wilms tümörü, Burkitt lenfoması ve ienfomaların bir bölümünde şifa sağlanabilmektedir. "Rahatlatıcı -Palliatif kemoterapi" ise, sonunda şifa şansı olmasa bile hastanın şikâyetlerini ve kanserin toksik etkilerini azaltıcı, yaşam süresini hem de daha rahat koşullarda bir ölçüde uzatmak amacı ile uygulanan ilaç tedavisidir. Önleyici amaçla kullanılan ilaç tedavisine ise "Adjuvant-destek kemoterapisi" adını veriyoruz. Bu durumda kanser cerrahi veya ışın yöntemleri ile tümüyle çıkarılmış veya silinmiştir. Ancak, deneyimlerimiz böyle düşündüğümüz vakaların önemli bir bölümünde bir süre sonra yeni tomurcuklanmaların çıktığını göstermiş ve bu olay gözle saptayamadığımız yırtıkların zamanla odaklaşmalarına bağlanmıştır. Bu olası artıkların silinmesi için ilaç tedavisi önerilmektedir.
Kanser Tani Teshis Kanserli Hastalar
Kanser Tanısı ve Teşhisi konduktan sonra ne yapılabilir?
Kanser tedavisinde başarı artıyor mu?
Kanserli Hastalar, Kanserli Hastalarda Yapılacaklar
Bir dönem kanser, şifa şansının hiç olmadığı bir hastalık sayılıyordu. Bugün artık, değişik türlerinde farklı oranlarda olmakla birlikte, kanserde de şifa sağlanabilmektedir. Gün geçtikçe bu oranlar daha da yükselmektedir. Bu başarıda teknolojik gelişmenin getirdiği erken tanı ve tanıda kesinliğin yanında, tedavi imkânlarının ve bu konudaki deneyimin artışı büyük rol oynamıştır. Tedavi planının doğru yapılabilmesi için tanıdaki ayrıntılar çok önemlidir. Kanser bir süreç içinde değişik devreler gösteren bir hastalıktır ve tedavi planı da bu dönemlere göre düzenlenmelidir.
Kanserin tedavisinin temel taşı bu tanı basamağındaki isimsiz kahramanlar, patologlardır. Diğer uzmanların kararlan bu tanının doğruluğuna bağlıdır.
Kanser tanısı kesinleşen hastanın tedavisi ise üç daldaki uzmanların konusudur: Cerrahlar, radioterapistler ve tıbbi onkologlar (kemoterapistler). Kanser tedavisindeki amaç, bozuk yapıdaki hücre yumağının ve eğer varsa dağılmış hücrelerin tümünün ortadan kaldırılmasıdır. İşte erken tanı bu nedenle çok önemlidir. Çünkü erken devrede ilk odaktan yayılma olmadan hastalık yakalanabilir. Bu takdirde yapılacak işlem kitlenin cerrahi yoldan çıkarılmasıdır. Eğer kanser gerçekten erken yakalanmış ise ameliyatla şifa bulacaktır. Ancak deneyimler şunu göstermiştir ki; muayenede ve tetkiklerde erken kabul edilerek ameliyat edilen ve şifası beklenen hastaların bir bölümünde, bir süre sonra hastalık tekrarlanmakta veya vücudun başka noktalarında ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni kanserdeki hücre düzeyindeki küçücük yayılmaların muayene ve İaboratuvar teknikleriyle tespit edilememesidir. Yoksa kansere bıçak vurulmasının, olayı büsbütün artırdığı kesinlikle doğru değildir. Ameliyattan çekinme, sıklıkla tedaviyi geciktirmekte ve şifa şansının kaçmasına yol açmaktadır.
Son elli yıl; kanser hücrelerine etkili ilaçların gittikçe artan kullanımına şahit olmuştur. Uygulamada deneyim ve yeni ilaçların devreye girmesi sayesinde bu konuda başarı her geçen gün artmaktadır. Cerrahi şansı olmayan lösemilerde başlayan uygulama; gecikmiş diğer türlerde de kullanılma alanı bulmuştur. İlerlemiş devrelerde bile bazı vakalarda ilaçlarla (kemoterapi) iyi sonuç alınması üzerine; bu yöntem ameliyat sonrası tekrarlamaları önleyici olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Kemoterapinin gelişmesinden önce bu önleyici ödevi radyoterapi (ışın tedavisi) üstleniyordu. Bir farkla ki, ışın tedavisi ancak bir bölgeye yöneltilebiliyor ve o bölgeye ancak bir dizi uygulanabiliyordu. O nedenle, yayılma olasılığı daha çok tümörün çevresinedir mantığı ile ameliyat bölgesine yöneltiliyordu. Halbuki yayılım tespit edilemediğine göre sınırları kestirmek mümkün değildi. Bugünkü anlayış, bu çok etkin, fakat bir bölgeye ancak bir defa kullanılabilecek radyoterapi silahının, tespit edilebilen bir odak varsa ona karşı kullanılmasıdır. Ayrıca ameliyatla çıkarılma sınırlarını aşan ilerlemiş vakalarda ilk odağın eritilmesi için de radyoterapi uygulanır. Birden fazla odağın varlığı halinde ise çare,ilaç tedavisidir. Son yıllarda ameliyat sonrasında hastalık artıklarını temizlemek için kullanılan kemoterapi; ameliyat öncesinde verilmeye başlanmıştır. Böylece aynı zamanda esas tümörü de küçülterek ameliyatı kolaylaştırıcı etkisinden yararlanılmaktadır. Kemoterapinin avantajı,ilaçların seçiminin, dozunun tespitinin daha esnek olması; bu nedenle de kişiye göre ayarlanabilmesidir.
Öyleyse etkili olduğunu belirttiğimiz bu tedavi imkânlarına karşın kansere neden daha kesin bir çözüm getirilememiştir? Çünkü tedavide hedef aldığımız kanser hücrelerinin hemen yanıbaşında vücudumuzun normal hücreleri de vardır. Tedavi yöntemlerimizi yapısı bozuk kanser hücresini öldürecek, ama normal hücrelere zarar vermeyecek bir doza ayarlamak zorundayız. Yoksa yüksek dozlar ile kanseri tümüyle silmek mümkündür, ancak bu dozlara normal hücreler de (özellikle kemik iliğinin hücreleri) dayanamayacaktır. Her gün artan bir hızla gelişen ilaç araştırmaları normal dokulara daha az zarar veren, yan etkileri az maddeler veya bu etkileri azaltıcı, önleyici tampon ilaçları geliştirmektedir. Klinik çalışmalar da ilaçların en uygun veriliş şeklini bulmayı amaçlamaktadır. Ayrıca dolaylı yönden etkin olan vücut direncini, bağışıklığı kamçılayıcı ilaçlar da geliştirilmektedir.
Kanseri, önlenmesi ve tedavisinde kullanılan üç temel tıbbi yöntemin kullanış: şekli ve amaç farkları ile olanak ve sınırlarına göre biraz daha aynntılı açıklayabiliriz. Bu siz okuyucularımızın güncel yaşamda duyacağınız bazı deyimlere de anlam kazandıracaktır.
Kanser tedavisinde başarı artıyor mu?
Kanserli Hastalar, Kanserli Hastalarda Yapılacaklar
Bir dönem kanser, şifa şansının hiç olmadığı bir hastalık sayılıyordu. Bugün artık, değişik türlerinde farklı oranlarda olmakla birlikte, kanserde de şifa sağlanabilmektedir. Gün geçtikçe bu oranlar daha da yükselmektedir. Bu başarıda teknolojik gelişmenin getirdiği erken tanı ve tanıda kesinliğin yanında, tedavi imkânlarının ve bu konudaki deneyimin artışı büyük rol oynamıştır. Tedavi planının doğru yapılabilmesi için tanıdaki ayrıntılar çok önemlidir. Kanser bir süreç içinde değişik devreler gösteren bir hastalıktır ve tedavi planı da bu dönemlere göre düzenlenmelidir.
Kanserin tedavisinin temel taşı bu tanı basamağındaki isimsiz kahramanlar, patologlardır. Diğer uzmanların kararlan bu tanının doğruluğuna bağlıdır.
Kanser tanısı kesinleşen hastanın tedavisi ise üç daldaki uzmanların konusudur: Cerrahlar, radioterapistler ve tıbbi onkologlar (kemoterapistler). Kanser tedavisindeki amaç, bozuk yapıdaki hücre yumağının ve eğer varsa dağılmış hücrelerin tümünün ortadan kaldırılmasıdır. İşte erken tanı bu nedenle çok önemlidir. Çünkü erken devrede ilk odaktan yayılma olmadan hastalık yakalanabilir. Bu takdirde yapılacak işlem kitlenin cerrahi yoldan çıkarılmasıdır. Eğer kanser gerçekten erken yakalanmış ise ameliyatla şifa bulacaktır. Ancak deneyimler şunu göstermiştir ki; muayenede ve tetkiklerde erken kabul edilerek ameliyat edilen ve şifası beklenen hastaların bir bölümünde, bir süre sonra hastalık tekrarlanmakta veya vücudun başka noktalarında ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni kanserdeki hücre düzeyindeki küçücük yayılmaların muayene ve İaboratuvar teknikleriyle tespit edilememesidir. Yoksa kansere bıçak vurulmasının, olayı büsbütün artırdığı kesinlikle doğru değildir. Ameliyattan çekinme, sıklıkla tedaviyi geciktirmekte ve şifa şansının kaçmasına yol açmaktadır.
Son elli yıl; kanser hücrelerine etkili ilaçların gittikçe artan kullanımına şahit olmuştur. Uygulamada deneyim ve yeni ilaçların devreye girmesi sayesinde bu konuda başarı her geçen gün artmaktadır. Cerrahi şansı olmayan lösemilerde başlayan uygulama; gecikmiş diğer türlerde de kullanılma alanı bulmuştur. İlerlemiş devrelerde bile bazı vakalarda ilaçlarla (kemoterapi) iyi sonuç alınması üzerine; bu yöntem ameliyat sonrası tekrarlamaları önleyici olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Kemoterapinin gelişmesinden önce bu önleyici ödevi radyoterapi (ışın tedavisi) üstleniyordu. Bir farkla ki, ışın tedavisi ancak bir bölgeye yöneltilebiliyor ve o bölgeye ancak bir dizi uygulanabiliyordu. O nedenle, yayılma olasılığı daha çok tümörün çevresinedir mantığı ile ameliyat bölgesine yöneltiliyordu. Halbuki yayılım tespit edilemediğine göre sınırları kestirmek mümkün değildi. Bugünkü anlayış, bu çok etkin, fakat bir bölgeye ancak bir defa kullanılabilecek radyoterapi silahının, tespit edilebilen bir odak varsa ona karşı kullanılmasıdır. Ayrıca ameliyatla çıkarılma sınırlarını aşan ilerlemiş vakalarda ilk odağın eritilmesi için de radyoterapi uygulanır. Birden fazla odağın varlığı halinde ise çare,ilaç tedavisidir. Son yıllarda ameliyat sonrasında hastalık artıklarını temizlemek için kullanılan kemoterapi; ameliyat öncesinde verilmeye başlanmıştır. Böylece aynı zamanda esas tümörü de küçülterek ameliyatı kolaylaştırıcı etkisinden yararlanılmaktadır. Kemoterapinin avantajı,ilaçların seçiminin, dozunun tespitinin daha esnek olması; bu nedenle de kişiye göre ayarlanabilmesidir.
Öyleyse etkili olduğunu belirttiğimiz bu tedavi imkânlarına karşın kansere neden daha kesin bir çözüm getirilememiştir? Çünkü tedavide hedef aldığımız kanser hücrelerinin hemen yanıbaşında vücudumuzun normal hücreleri de vardır. Tedavi yöntemlerimizi yapısı bozuk kanser hücresini öldürecek, ama normal hücrelere zarar vermeyecek bir doza ayarlamak zorundayız. Yoksa yüksek dozlar ile kanseri tümüyle silmek mümkündür, ancak bu dozlara normal hücreler de (özellikle kemik iliğinin hücreleri) dayanamayacaktır. Her gün artan bir hızla gelişen ilaç araştırmaları normal dokulara daha az zarar veren, yan etkileri az maddeler veya bu etkileri azaltıcı, önleyici tampon ilaçları geliştirmektedir. Klinik çalışmalar da ilaçların en uygun veriliş şeklini bulmayı amaçlamaktadır. Ayrıca dolaylı yönden etkin olan vücut direncini, bağışıklığı kamçılayıcı ilaçlar da geliştirilmektedir.
Kanseri, önlenmesi ve tedavisinde kullanılan üç temel tıbbi yöntemin kullanış: şekli ve amaç farkları ile olanak ve sınırlarına göre biraz daha aynntılı açıklayabiliriz. Bu siz okuyucularımızın güncel yaşamda duyacağınız bazı deyimlere de anlam kazandıracaktır.
Kanserden Korunma Yollari Yontemleri
Kanserden Nasıl Korunulur, Kanserden korunma Yolları Yöntemleri
Kitapçığımızın başında kanser riskini artıran etkenleri sıralamıştık. Gözden geçirildiğinde, bu etkenlerin ancak bir bölümünden uzak kalabiliriz. Bunlar arasında ionizan radyasyon, bazı kimyasal maddeler ve gereksiz ilaç kullanımı sayılabilir. Diğer yandan bazı etkenlerden tümüyle kaçınmak olanak dışıdır. Örneğin gerilimli yaşam, çağdaş toplumların önemli bir sorunudur ve özellikle kentsel alanda tamamen uzaklaşmak mümkün .değildir. Bu takdirde önerimiz, her konuda aşırılıktan kaçmak olacaktır. Aşırı güneş ışınının, aşırı sıcağın, aşırı yağ ve protein ile beslenmenin hep dokuları yıpratıcı etkisinden söz ettik. Bu konulardaki en uygun öneri, alışkanlıkları dengeli düzenlemek olacaktır. Beslenme çeşitlerinde denge, çalışma düzeninde denge çok yararlı ilkelerdir. Alışkanlıklar arasında alkol kullanımının tadımlık kalması da yararlıdır. Sigara ise kullanılmaya başlandığında çoğunlukla ayarı kaçırılan ve kansorejen etkisi kesin bir zehirdir. Hiç başlanmaması veya tümüyle bırakılması en uygunudur.
Kanserin tedavisiyle uğraşan hekimler arasında yaygın bir görüş vardır: "Tedavi için harcadığımız çabanın onda birini genç kuşakların sigara içmelerini önleyici eğitimde kullansak, daha olumlu sonuç alırız."
Kanserin önlenmesi için kişinin alacağı bu önlemlerin yanında, kamu yöneticilerinin de alması gereken önlemler vardır. Bunların arasında kentleşmenin düzenlenmesi, sanayinin kimyasal artıklarının ciddi bir şekilde kontrol altına alınması belli başlılarıdır. Toplumun bu yönde eğitimi ise sonuç açısından en etkin davranıştır. Bu çalışmaların söylemesi kolay, yapması güç olduğu belki doğrudur. Ancak işe bir yerden başlanması, gelecek bakımından şarttır. Kaldı ki, bazı önlemlerde çok basittir. Örneğin otobüs, kamyon egzoslarının üstten verilmesi kararı basit, fakat çok olumlu bir önlemdir.
Yaşam felsefesi bakımından hekimlerin tavsiye ettikleri sınırlamalardan, dengelerden sıkılan kişiler, bu tavsiyelere uyanların da hastalandığını belirterek, böyle bir dikkatin değmezliğinden bahsederler. Bu yönde güzel fıkralardan birini burada anlatalım. Fıkra olunca Karadeniz kökenliler daha meşhurdur. İşte bu yöredeki bir mezarlıkta bir mezartaşında şunlar yazıyormuş: "İçme dedun içmeduk, yeme dedun yemeduk, etme dedun etmeduk, ne oldi?" Doğanın değişmez sonucunu değiştirmek tabii mümkün değildir. Ancak bünyenin yazgısını, zeminini, diğer etkenlerden korumak mümkündür. O yazıtın cevabı "olacak daha geç oldi"dir. Hekimin görevi ve becerisi de daha uzun ve daha sağlıklı bir yaşamla sınırlıdır.
Kitapçığımızın başında kanser riskini artıran etkenleri sıralamıştık. Gözden geçirildiğinde, bu etkenlerin ancak bir bölümünden uzak kalabiliriz. Bunlar arasında ionizan radyasyon, bazı kimyasal maddeler ve gereksiz ilaç kullanımı sayılabilir. Diğer yandan bazı etkenlerden tümüyle kaçınmak olanak dışıdır. Örneğin gerilimli yaşam, çağdaş toplumların önemli bir sorunudur ve özellikle kentsel alanda tamamen uzaklaşmak mümkün .değildir. Bu takdirde önerimiz, her konuda aşırılıktan kaçmak olacaktır. Aşırı güneş ışınının, aşırı sıcağın, aşırı yağ ve protein ile beslenmenin hep dokuları yıpratıcı etkisinden söz ettik. Bu konulardaki en uygun öneri, alışkanlıkları dengeli düzenlemek olacaktır. Beslenme çeşitlerinde denge, çalışma düzeninde denge çok yararlı ilkelerdir. Alışkanlıklar arasında alkol kullanımının tadımlık kalması da yararlıdır. Sigara ise kullanılmaya başlandığında çoğunlukla ayarı kaçırılan ve kansorejen etkisi kesin bir zehirdir. Hiç başlanmaması veya tümüyle bırakılması en uygunudur.
Kanserin tedavisiyle uğraşan hekimler arasında yaygın bir görüş vardır: "Tedavi için harcadığımız çabanın onda birini genç kuşakların sigara içmelerini önleyici eğitimde kullansak, daha olumlu sonuç alırız."
Kanserin önlenmesi için kişinin alacağı bu önlemlerin yanında, kamu yöneticilerinin de alması gereken önlemler vardır. Bunların arasında kentleşmenin düzenlenmesi, sanayinin kimyasal artıklarının ciddi bir şekilde kontrol altına alınması belli başlılarıdır. Toplumun bu yönde eğitimi ise sonuç açısından en etkin davranıştır. Bu çalışmaların söylemesi kolay, yapması güç olduğu belki doğrudur. Ancak işe bir yerden başlanması, gelecek bakımından şarttır. Kaldı ki, bazı önlemlerde çok basittir. Örneğin otobüs, kamyon egzoslarının üstten verilmesi kararı basit, fakat çok olumlu bir önlemdir.
Yaşam felsefesi bakımından hekimlerin tavsiye ettikleri sınırlamalardan, dengelerden sıkılan kişiler, bu tavsiyelere uyanların da hastalandığını belirterek, böyle bir dikkatin değmezliğinden bahsederler. Bu yönde güzel fıkralardan birini burada anlatalım. Fıkra olunca Karadeniz kökenliler daha meşhurdur. İşte bu yöredeki bir mezarlıkta bir mezartaşında şunlar yazıyormuş: "İçme dedun içmeduk, yeme dedun yemeduk, etme dedun etmeduk, ne oldi?" Doğanın değişmez sonucunu değiştirmek tabii mümkün değildir. Ancak bünyenin yazgısını, zeminini, diğer etkenlerden korumak mümkündür. O yazıtın cevabı "olacak daha geç oldi"dir. Hekimin görevi ve becerisi de daha uzun ve daha sağlıklı bir yaşamla sınırlıdır.
Kanser Erken Teshis Korunma Kontrol
Kanserde Erken Teşhis, Korunma Yöntemleri,
Kanserde Doktora Başvurma Zamanı
Yaşam süreci içinde kanser sıklığı incelendiğinde iki dönemde artış görülür. Birinci dönem buluğdan önceki dönem, ikincisi ise 40-50 yaşlarından sonraki yaşlılık dönemidir Bu iki dönemde kişinin bağışıklık açısından daha duyarlı olduğu bilinmektedir. İlk dönemde kalıtım etkeninin, ileri yaşta ise yaşlanmış dokular ve çevre etkenlerin birikiminin artışa yol açtığı düşünülmektedir. Bu noktalar dikkate alındığında her zaman için aralıklı sağlık kontrollerinin yararının yanında, özellikle bazı dönemlerde bu kontrollerin daha da önem kazandığı ortaya çıkmaktadır.
Bu konuda tavsiye edilecek tutum, genel sağlık sorunları için yapılacak tavsiyeden farklı değildir. Kişinin sağlığı için izleyeceği en uygun yol, mümkünse bir aile hekimine, değilse bir sağlık kurumuna şikâyeti olsun olmasın, yılda bir kontrol için başvurmasıdır. Her yıl bunu uygulamak güç geliyorsa, hiç olmazsa kritik bazı devirlerde ihmal edilmemelidir.
Bu dönemler hangileridir? Vücuttaki hücre gruplarının büyük bir kısmının hayatın belirli dönemlerinde işlevleri artmakta veya azalmaktadır. Bu işlev değişikliği hormon dediğimiz iç salgıların yönetimindedir. Çocukların boy atması, yaş dönemleri hep bu hormonların yoğunluğu ile ilgilidir. Bu yoğunluk değişikliği karşısında hormona bağımlı hücreler de duyarlı bir dönem geçirirler: Bu zamanlar hormon etkisindeki dokular için eğer bir zemin varsa kanserin daha sık tomurcuklandığı dönemler sayılır.
Hayatın ilk yaşında bebek gelişimi ve aşıları yönünden doktorunun çizeceği takvime göre sık izlenecektir.
Bundan sonra okula başlayana kadar yılda bir, gerekli aşıların tekrarlanması gerekir ve okula başlarken genel bir değerlendirme çok yararlıdır. Bundan sonra ergenlik belirtilerinin başlangıcı hem erkek, hem kız çocukları için sağlık açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Kadınlar için buna ek olarak evliliğin başlangıcı, gebe kalma ve lohusalık sonu dönemleri ve çağdaş toplumlarda doğum kontrolü için hap kullanma veya spiral takma ve çıkartma tarihleri, meme ve üretim organları kanserlerinin kontrolü için sağlık kontrolünün yapılması gereken dönüm noktalarıdır.
Çeşitli çalışmalarda 40 yaş, dokuların yaşlanmaya başladığı daha doğrusu yaşlanmanın hızlandığı dönem olarak saptanmıştır. Bu yaşta genel sağlık kontrolü çok önemlidir ve bu yaştan sonra yılda bir tekrarı uygundur. Bu dönemin özellik gösteren bir noktası da kadında adet kesilmesinin başlaması, erkeğin de cinsel hormonlarının azalması (andropoz) devreleridir.
Bu konu işlenirken son yılların modası (Check-up) sorununu da işlemek gerekir. Yukarıda önemli yaş noktalarını saydığımız genel sağlık kontrolleri gerçek anlamıyla bir(Check-up)'tır. Ancak, tavsiyemizin hekim muayenesi olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Hekim uygun gördüğünde bazı laboratuvar kontrollerini de bulgusuna veya hastanın yaşına göre isteyecektir. Örneğin: 40 yaş erkek kontrolünde bir akciğer röntgeni ve elektrokardiyogram, dışkıda gizli kan aranması uygundur. Son değerlendirme de yine hekime aittir. Ülkemizdeki yanlış uygulama Check-up laboratuvarı adı altında, aile hekiminin yönlendirmesinden bağımsız olarakbir dizi testin,özellik gözetilmeksizin herkese uygulanmasıdır.
Bir şikâyet, belirti olmaksızın hekim kontrolünün özellikle hangi dönemlerde gerekli olduğuna değindikten sonra, bir şikâyet veya belirti halinde hekime başvurmanın gereğini hatırlatmak isterim. Basitmiş gibi görünen belirtiler için iki hafta kadar kendiliğinden veya basit tedbirlerle iyileşmesini beklemek bir kayıp olmayabilir. Ancak iki haftayı aşan durumlarda hekime başvurulması şarttır. "Kanserde erken tanı, hayat kurtarır" sloganının temeli, bu basit belirtilerin ihmal edilmemesindedir.
Kanserde Doktora Başvurma Zamanı
Yaşam süreci içinde kanser sıklığı incelendiğinde iki dönemde artış görülür. Birinci dönem buluğdan önceki dönem, ikincisi ise 40-50 yaşlarından sonraki yaşlılık dönemidir Bu iki dönemde kişinin bağışıklık açısından daha duyarlı olduğu bilinmektedir. İlk dönemde kalıtım etkeninin, ileri yaşta ise yaşlanmış dokular ve çevre etkenlerin birikiminin artışa yol açtığı düşünülmektedir. Bu noktalar dikkate alındığında her zaman için aralıklı sağlık kontrollerinin yararının yanında, özellikle bazı dönemlerde bu kontrollerin daha da önem kazandığı ortaya çıkmaktadır.
Bu konuda tavsiye edilecek tutum, genel sağlık sorunları için yapılacak tavsiyeden farklı değildir. Kişinin sağlığı için izleyeceği en uygun yol, mümkünse bir aile hekimine, değilse bir sağlık kurumuna şikâyeti olsun olmasın, yılda bir kontrol için başvurmasıdır. Her yıl bunu uygulamak güç geliyorsa, hiç olmazsa kritik bazı devirlerde ihmal edilmemelidir.
Bu dönemler hangileridir? Vücuttaki hücre gruplarının büyük bir kısmının hayatın belirli dönemlerinde işlevleri artmakta veya azalmaktadır. Bu işlev değişikliği hormon dediğimiz iç salgıların yönetimindedir. Çocukların boy atması, yaş dönemleri hep bu hormonların yoğunluğu ile ilgilidir. Bu yoğunluk değişikliği karşısında hormona bağımlı hücreler de duyarlı bir dönem geçirirler: Bu zamanlar hormon etkisindeki dokular için eğer bir zemin varsa kanserin daha sık tomurcuklandığı dönemler sayılır.
Hayatın ilk yaşında bebek gelişimi ve aşıları yönünden doktorunun çizeceği takvime göre sık izlenecektir.
Bundan sonra okula başlayana kadar yılda bir, gerekli aşıların tekrarlanması gerekir ve okula başlarken genel bir değerlendirme çok yararlıdır. Bundan sonra ergenlik belirtilerinin başlangıcı hem erkek, hem kız çocukları için sağlık açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Kadınlar için buna ek olarak evliliğin başlangıcı, gebe kalma ve lohusalık sonu dönemleri ve çağdaş toplumlarda doğum kontrolü için hap kullanma veya spiral takma ve çıkartma tarihleri, meme ve üretim organları kanserlerinin kontrolü için sağlık kontrolünün yapılması gereken dönüm noktalarıdır.
Çeşitli çalışmalarda 40 yaş, dokuların yaşlanmaya başladığı daha doğrusu yaşlanmanın hızlandığı dönem olarak saptanmıştır. Bu yaşta genel sağlık kontrolü çok önemlidir ve bu yaştan sonra yılda bir tekrarı uygundur. Bu dönemin özellik gösteren bir noktası da kadında adet kesilmesinin başlaması, erkeğin de cinsel hormonlarının azalması (andropoz) devreleridir.
Bu konu işlenirken son yılların modası (Check-up) sorununu da işlemek gerekir. Yukarıda önemli yaş noktalarını saydığımız genel sağlık kontrolleri gerçek anlamıyla bir(Check-up)'tır. Ancak, tavsiyemizin hekim muayenesi olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Hekim uygun gördüğünde bazı laboratuvar kontrollerini de bulgusuna veya hastanın yaşına göre isteyecektir. Örneğin: 40 yaş erkek kontrolünde bir akciğer röntgeni ve elektrokardiyogram, dışkıda gizli kan aranması uygundur. Son değerlendirme de yine hekime aittir. Ülkemizdeki yanlış uygulama Check-up laboratuvarı adı altında, aile hekiminin yönlendirmesinden bağımsız olarakbir dizi testin,özellik gözetilmeksizin herkese uygulanmasıdır.
Bir şikâyet, belirti olmaksızın hekim kontrolünün özellikle hangi dönemlerde gerekli olduğuna değindikten sonra, bir şikâyet veya belirti halinde hekime başvurmanın gereğini hatırlatmak isterim. Basitmiş gibi görünen belirtiler için iki hafta kadar kendiliğinden veya basit tedbirlerle iyileşmesini beklemek bir kayıp olmayabilir. Ancak iki haftayı aşan durumlarda hekime başvurulması şarttır. "Kanserde erken tanı, hayat kurtarır" sloganının temeli, bu basit belirtilerin ihmal edilmemesindedir.
Akciger Kanseri Belirtileri Nedenleri
Akciğer Kanseri Tanısı ve Teşhisi Konanlarda Belirtiler
Akciğer Kanseri Hastalığı Belirtileri Hakkında
Öksürük yüzde 70
Tükürükte kan yüzde 40
Nefes darlığı yüzde 40
Göğüs ağrıları yüzde 35
Ses kalınlaşma veya çatallaşması yüzde 5
Boyunda şiş - ödem yüzde 5
İlerlemiş durumlarda ise;
Kemik ağrısı yüzde 20
Lenf düğümü büyümeleri yüzde 20
Karaciğer büyümesi yüzde 20
Merkez sinir sistemi ve beyin belirtileri yüzde 5-10
Bu yakınmaların dışındakiler de Akciğer kanseri Hastalığının belirtileri, bünyesel (iştahsızlık, zayıflama, halsizlik, ateş); sinirsel (terleme, duyu bozukluğu, denge bozukluğu, kas zayıflaması); deride (Skleroderma, tylosiş. dermatomyozit, acantosis nigricans); kemikte (patolojik kırıklar, tambur çomağı parmağı); damarlarda (flebitler, yaygın çürükler, endokardit); hormonal (kalsiyum fazlalığı, gynecomasti, idrar azalması) belirtiler seklinde sıralanabilir.
Kadındaki meme kanserindeki ilk yakınma sıklığı;
Memede ağrısız sert kitle: yüzde 66
Memede ağrılı kitle: yüzde 11
Meme başında akıntı: yüzde 9
Bölgesel ödem: yüzde 4
Meme başında içe çekilme: yüzde 3
Meme başında kabuklaşma: yüzde 2
Diğer: yüzde 5 olarak saptanmıştır.
Kanser türlerinin ait oldukları dokuya ilişkin belirtileri yanında, bu anormal hücre yumaklarından salgılanan kimyasal maddelerin çoğunlukla hormonal yapıdaki etkileri de ayrı bir belirti kümesi oluşturur. Tümör salgılarının doğurduğu bu tür belirtilere "Paraneoplastik belirtiler adı verilir. Aşağıda bu hormonlar ve sıklık bakımından bunlara yol açan kanser türlerinin bir cetveli verilmiştir:
Parathormon--Akciğer (özellikle epidermoid tip), tükürük bezi, lenfoma, böbrek, meme, karaciğer, pankreas, bağırsak, rahim ağzı, yumurtalık, larenks kanserleri.
Kalsitonin--Sinir kanalı, küçük hücreli akciğer, karsinoid, tiroidin meduller türü, melanoma.
ACTH--Akciğer (çoğunlukla küçük hücreli), tiroid, timus, mide, pankreas, yumurtalık
Antidiüretik--Akciğer (çoğunlukla küçük hücreli), pankreas, prostat
Eritropoietin--Beyin, böbrek, karaciğer, rahim, yumurtalık
İnsülin--Pankreas, karaciğer, mide, yumurtalık, böbreküstü, sarkomalar.
Korionik gonadotropin--Testis, karaciğer, akciğer, böbreküstü, karsinoid
Diğer hormonlar arasında plasental alkali fosfataz, gluka-gon, serotonin, histamin, gastrin, sekretin, vazopressin, kate-kolamin, renin, prostaglandinler de saptanmıştır. Bu hormonların salgılanması ile hastada çok değişik belirtiler görülebilir. Birkaç Örnek olarak mide ülseri, dikkat toplama kusuru, ödemler, flebitler, halsizlik, kabızlık, bulantı, kusma, kaşıntı, yüksek tansiyon belirtileri, çarpıntı, memelerde ağrılı şişme sayılabilir.
Sayın okuyucular, kanserin belirtisi hakkındaki bilgileriniz herhalde şu son bölümü okumayı bitirdiğinizde, başlamadan öncekinden pek fazla veya açık seçik değildir. Bunun nedeni, kanserin hemen her dokuda gelişebilecek bir hastalık olması ve diğer bölgelere sıçrayabilmesidir. Bu durumda akla gelebilecek her türlü değişiklik kanserin belirtisi olabilir. Bu durum okuyucuyu ürkütmemeli ve sıralanan belirtilerden biri karşısında hemen "Ben kanser mi oldum?" tedirginliği içine düşmemelidir. Çünkü burun kanamasından tutun, kemiklerin kırılmasına kadar olan bu çok çeşitli belirtiler ancak bazen kansere bağlıdır. Çok daha sık olarak o dokunun iltihabında veya diğer hastalıklarında görülür. O zaman sonucu bakımından çok farklı bu iki neden arasında ayırıcı bir anahtar var mıdır?
Evet vardır, ancak bu anahtarın çok kaba bir ayırıcı olduğunu da akılda tutmalıdır. Özellikle ateş, halsizlik, iştah kaybı gibi genel belirtiler, 15 gün içinde geçmez ise önem kazanırlar. Düzeldiklerinde ise sebebin kanser olmadığı anlaşılır.
Bu belirtilerin doğru değerlendirilmesi ancak ve ancak bir hekim tarafından yapılabilir. Fakat yukarıda sıraladığımız önemsiz gibi olan veya çok önemli görülebilen bu kadar belirtinin her biri için her ortaya çıktığında hekime başvurmak mümkün olmayabilir. O zaman kişi, ne zaman hekime başvurmalıdır veya sağlık kontrolüne gitmelidir?
Akciğer Kanseri Hastalığı Belirtileri Hakkında
Öksürük yüzde 70
Tükürükte kan yüzde 40
Nefes darlığı yüzde 40
Göğüs ağrıları yüzde 35
Ses kalınlaşma veya çatallaşması yüzde 5
Boyunda şiş - ödem yüzde 5
İlerlemiş durumlarda ise;
Kemik ağrısı yüzde 20
Lenf düğümü büyümeleri yüzde 20
Karaciğer büyümesi yüzde 20
Merkez sinir sistemi ve beyin belirtileri yüzde 5-10
Bu yakınmaların dışındakiler de Akciğer kanseri Hastalığının belirtileri, bünyesel (iştahsızlık, zayıflama, halsizlik, ateş); sinirsel (terleme, duyu bozukluğu, denge bozukluğu, kas zayıflaması); deride (Skleroderma, tylosiş. dermatomyozit, acantosis nigricans); kemikte (patolojik kırıklar, tambur çomağı parmağı); damarlarda (flebitler, yaygın çürükler, endokardit); hormonal (kalsiyum fazlalığı, gynecomasti, idrar azalması) belirtiler seklinde sıralanabilir.
Kadındaki meme kanserindeki ilk yakınma sıklığı;
Memede ağrısız sert kitle: yüzde 66
Memede ağrılı kitle: yüzde 11
Meme başında akıntı: yüzde 9
Bölgesel ödem: yüzde 4
Meme başında içe çekilme: yüzde 3
Meme başında kabuklaşma: yüzde 2
Diğer: yüzde 5 olarak saptanmıştır.
Kanser türlerinin ait oldukları dokuya ilişkin belirtileri yanında, bu anormal hücre yumaklarından salgılanan kimyasal maddelerin çoğunlukla hormonal yapıdaki etkileri de ayrı bir belirti kümesi oluşturur. Tümör salgılarının doğurduğu bu tür belirtilere "Paraneoplastik belirtiler adı verilir. Aşağıda bu hormonlar ve sıklık bakımından bunlara yol açan kanser türlerinin bir cetveli verilmiştir:
Parathormon--Akciğer (özellikle epidermoid tip), tükürük bezi, lenfoma, böbrek, meme, karaciğer, pankreas, bağırsak, rahim ağzı, yumurtalık, larenks kanserleri.
Kalsitonin--Sinir kanalı, küçük hücreli akciğer, karsinoid, tiroidin meduller türü, melanoma.
ACTH--Akciğer (çoğunlukla küçük hücreli), tiroid, timus, mide, pankreas, yumurtalık
Antidiüretik--Akciğer (çoğunlukla küçük hücreli), pankreas, prostat
Eritropoietin--Beyin, böbrek, karaciğer, rahim, yumurtalık
İnsülin--Pankreas, karaciğer, mide, yumurtalık, böbreküstü, sarkomalar.
Korionik gonadotropin--Testis, karaciğer, akciğer, böbreküstü, karsinoid
Diğer hormonlar arasında plasental alkali fosfataz, gluka-gon, serotonin, histamin, gastrin, sekretin, vazopressin, kate-kolamin, renin, prostaglandinler de saptanmıştır. Bu hormonların salgılanması ile hastada çok değişik belirtiler görülebilir. Birkaç Örnek olarak mide ülseri, dikkat toplama kusuru, ödemler, flebitler, halsizlik, kabızlık, bulantı, kusma, kaşıntı, yüksek tansiyon belirtileri, çarpıntı, memelerde ağrılı şişme sayılabilir.
Sayın okuyucular, kanserin belirtisi hakkındaki bilgileriniz herhalde şu son bölümü okumayı bitirdiğinizde, başlamadan öncekinden pek fazla veya açık seçik değildir. Bunun nedeni, kanserin hemen her dokuda gelişebilecek bir hastalık olması ve diğer bölgelere sıçrayabilmesidir. Bu durumda akla gelebilecek her türlü değişiklik kanserin belirtisi olabilir. Bu durum okuyucuyu ürkütmemeli ve sıralanan belirtilerden biri karşısında hemen "Ben kanser mi oldum?" tedirginliği içine düşmemelidir. Çünkü burun kanamasından tutun, kemiklerin kırılmasına kadar olan bu çok çeşitli belirtiler ancak bazen kansere bağlıdır. Çok daha sık olarak o dokunun iltihabında veya diğer hastalıklarında görülür. O zaman sonucu bakımından çok farklı bu iki neden arasında ayırıcı bir anahtar var mıdır?
Evet vardır, ancak bu anahtarın çok kaba bir ayırıcı olduğunu da akılda tutmalıdır. Özellikle ateş, halsizlik, iştah kaybı gibi genel belirtiler, 15 gün içinde geçmez ise önem kazanırlar. Düzeldiklerinde ise sebebin kanser olmadığı anlaşılır.
Bu belirtilerin doğru değerlendirilmesi ancak ve ancak bir hekim tarafından yapılabilir. Fakat yukarıda sıraladığımız önemsiz gibi olan veya çok önemli görülebilen bu kadar belirtinin her biri için her ortaya çıktığında hekime başvurmak mümkün olmayabilir. O zaman kişi, ne zaman hekime başvurmalıdır veya sağlık kontrolüne gitmelidir?
Kanser Belirtileri Kanser Hastaligi Nedenleri
Kanserden şüphe ettiren belirtiler nelerdir?, Kanser Hastalığı Belirtileri
Kitapçığımızın başında kanseri tanımlarken, yapısı bozuk bir hücre yumağı olduğunu belirtmiştik. Ancak hastalığın ileri dönemlerinde hastalığın vücuttaki etkisi, bu oluşumun yalnız kitle belirtilerinde kalmayıp, tüm organizmayı etkileyen etkenlere ve belirtilere dönüşmektedir. Nitekim kanserden ölüm, kanserin başlangıcı olan kitlenin mekanik özelliklerinden çok daha fazla, bu dokunun ve başka bölgelere sıçrayan odakların toksik salgılarının tüm vücut metabolik dengesini bozmasıyla olmaktadır.
Bu nedenle kanserde ilk belirtiler kitlenin varlığı ve hemen komşuluğu ile ilgili başlayabileceği gibi; bu odaktan uzak bir sıçrama odağındaki belirti veya vücudun genel bir rahatsızlığı - tepkisi (halsizlik, iştah kaybı, kilo kaybı, ateş) gibi de ortaya çıkabilir.
Belirtilerin belli doku türlerine özgü olanlarını o dokulara göre sıralanması izleme kolaylığı sağlayacaktır.
Deri kanserleri: Daha önceden varolan bir ben veya deri kabarıklığının renk değiştirmesi, koyulaşması, kaşınmaya başlaması, büyümesi veya basit bir tahriş sonucu sık kanaması, buradaki hücrelerin yapısındaki bir değişikliğe işarettir.
Yumuşak doku tümörleri: Bölgesel kabarıklık veya tümörün olduğu bölgedeki sinirlere karşı nedeniyle o bölgede veya bağlantılı olduğu sinir ağına uygun bölgelerde, ağrı, duyu bozukluğu belirtileri görülebilir.
Kemik tümörleri: Bölgesel şişlik ve ağrı en önde gelen belirtidir.
Beyin tümörleri: Beyinin yerleştiği bölgesindeki işleve göre çok farklı belirtiler verecektir. Denge bozukluğu, kulak çınlaması, sara nöbeti belirtileri gibi. Ancak beyindeki omurilik sıvısı kanallarının tümör baskısı nedeniyle tıkanması beyin içi basıncının artmasına ve baş ağrısı, görme bozukluğu, bulantı, kusma gibi şikâyetlere yol açar.
Larenks kanserleri: 15 günü aşan ses kısıklığı, ses telleri bölgesindeki tümörlerin ilk belirtisidir.
Sindirim sistemi tümörleri: Özellikle katı gıdalarda yutma güçlüğü yemek borusunda bir daralmayı düşündürür ki, bu organın tümörüne bağlı olabilir. Hazım güçlüğü, sık kusma, karında veya bele vuran ağrı, mide kanserindeki en sık habercilerdir. Yine bu bulgular ve bunların yanında kişinin gıda rejimini değiştirmemesine rağmen dışkılama düzeninin bozulması, peklik veya sürgünün başlaması, dışkıda kan görülmesi ise bağırsak kanserinin belirtileri arasındadır.
Mikrobik bir nedene bağlanamayan ve safrakesesi taşı saptanamayan sarılıklar ise, pankreas tümörlerini düşündürür.
Akciğer tümörü: Bugün için erkeklerdeki en sık tür olan akciğer kanserinde ise kısa sürede tedavi edilemeyen öksürük, balgamla birlikte kan izleri, daha sık sırtta, kürek kemiği çevresinde olmak üzere göğüs duvarının herhangi bir bölgesindeki ağrı, araştırılması gereken belirtilerdir.
İdrar yolları tümörleri: İdrar renginin kirli pembeye dönmesi veya doğrudan kan görülmesi ilk önce böbrek taşını düşündürür; ancak idrar yollarında bir tümöre de bağlı olabilir. Böbrek tümörleri ise uzun süre belirtisiz, sinsi olarak gelişir, ancak bel boşluğunda şişlik ve ağrı ile ortaya çıkabilir. Testislerde ağrı, sertlik ise bu organların kanserini düşündürmelidir. İdrarda zorluk, çatallaşma, prostat büyümesinin belirtisidir ki, bu büyümelerin bir kısmı da kötü huylu olabilir.
Kadın genital tümörleri: Kadınlarda âdetlerin dışındaki dönemdeki kanamalar rahim ağzı tümörlerinin en sık görülen belirtisidir. Diğer genital organ tümörleri ise âdetlerde düzen bozukluğu, karında şişlik veya ağrı ile kendilerini gösterebilirler.
Meme tümörü: Meme kanseri ise kadınlardaki en sık görülen türdür. Daha çok ağrısız bir sert kitle ilk bulgudur. Ancak meme başından kanlı akıntı, meme başının içeri doğru çekilmesi, koltuk altı bezlerinin şişmesi de ilk işaret olabilir.
Lenfomalar: Lenf bezlerinin kanserinde lenf bezlerinin şişmesi, genel ateş, kansızlık, halsizlik ilk bulgulardır. Kan kanserlerinde aynı bulgular yanında, izah edilemeyen çürükler, diş eti, burun kanamaları ilk bulgular olabilir.
Yukarıda olayın başladığı doku ve vücut bölgelerine göre sıraladığımız belirtiler yerine bazı vakalarda tümörün sıçradığı odaklardaki belirtiler ön plana geçebilir. Bunlar arasında, bir çarpma olmadan meydana gelen kırıklar, hareket kusurları, his kusurları (kol, bacakta yanma hissi gibi), felçler ilk belirti şeklinde ortaya çıkabilir.
Kitapçığımızın başında kanseri tanımlarken, yapısı bozuk bir hücre yumağı olduğunu belirtmiştik. Ancak hastalığın ileri dönemlerinde hastalığın vücuttaki etkisi, bu oluşumun yalnız kitle belirtilerinde kalmayıp, tüm organizmayı etkileyen etkenlere ve belirtilere dönüşmektedir. Nitekim kanserden ölüm, kanserin başlangıcı olan kitlenin mekanik özelliklerinden çok daha fazla, bu dokunun ve başka bölgelere sıçrayan odakların toksik salgılarının tüm vücut metabolik dengesini bozmasıyla olmaktadır.
Bu nedenle kanserde ilk belirtiler kitlenin varlığı ve hemen komşuluğu ile ilgili başlayabileceği gibi; bu odaktan uzak bir sıçrama odağındaki belirti veya vücudun genel bir rahatsızlığı - tepkisi (halsizlik, iştah kaybı, kilo kaybı, ateş) gibi de ortaya çıkabilir.
Belirtilerin belli doku türlerine özgü olanlarını o dokulara göre sıralanması izleme kolaylığı sağlayacaktır.
Deri kanserleri: Daha önceden varolan bir ben veya deri kabarıklığının renk değiştirmesi, koyulaşması, kaşınmaya başlaması, büyümesi veya basit bir tahriş sonucu sık kanaması, buradaki hücrelerin yapısındaki bir değişikliğe işarettir.
Yumuşak doku tümörleri: Bölgesel kabarıklık veya tümörün olduğu bölgedeki sinirlere karşı nedeniyle o bölgede veya bağlantılı olduğu sinir ağına uygun bölgelerde, ağrı, duyu bozukluğu belirtileri görülebilir.
Kemik tümörleri: Bölgesel şişlik ve ağrı en önde gelen belirtidir.
Beyin tümörleri: Beyinin yerleştiği bölgesindeki işleve göre çok farklı belirtiler verecektir. Denge bozukluğu, kulak çınlaması, sara nöbeti belirtileri gibi. Ancak beyindeki omurilik sıvısı kanallarının tümör baskısı nedeniyle tıkanması beyin içi basıncının artmasına ve baş ağrısı, görme bozukluğu, bulantı, kusma gibi şikâyetlere yol açar.
Larenks kanserleri: 15 günü aşan ses kısıklığı, ses telleri bölgesindeki tümörlerin ilk belirtisidir.
Sindirim sistemi tümörleri: Özellikle katı gıdalarda yutma güçlüğü yemek borusunda bir daralmayı düşündürür ki, bu organın tümörüne bağlı olabilir. Hazım güçlüğü, sık kusma, karında veya bele vuran ağrı, mide kanserindeki en sık habercilerdir. Yine bu bulgular ve bunların yanında kişinin gıda rejimini değiştirmemesine rağmen dışkılama düzeninin bozulması, peklik veya sürgünün başlaması, dışkıda kan görülmesi ise bağırsak kanserinin belirtileri arasındadır.
Mikrobik bir nedene bağlanamayan ve safrakesesi taşı saptanamayan sarılıklar ise, pankreas tümörlerini düşündürür.
Akciğer tümörü: Bugün için erkeklerdeki en sık tür olan akciğer kanserinde ise kısa sürede tedavi edilemeyen öksürük, balgamla birlikte kan izleri, daha sık sırtta, kürek kemiği çevresinde olmak üzere göğüs duvarının herhangi bir bölgesindeki ağrı, araştırılması gereken belirtilerdir.
İdrar yolları tümörleri: İdrar renginin kirli pembeye dönmesi veya doğrudan kan görülmesi ilk önce böbrek taşını düşündürür; ancak idrar yollarında bir tümöre de bağlı olabilir. Böbrek tümörleri ise uzun süre belirtisiz, sinsi olarak gelişir, ancak bel boşluğunda şişlik ve ağrı ile ortaya çıkabilir. Testislerde ağrı, sertlik ise bu organların kanserini düşündürmelidir. İdrarda zorluk, çatallaşma, prostat büyümesinin belirtisidir ki, bu büyümelerin bir kısmı da kötü huylu olabilir.
Kadın genital tümörleri: Kadınlarda âdetlerin dışındaki dönemdeki kanamalar rahim ağzı tümörlerinin en sık görülen belirtisidir. Diğer genital organ tümörleri ise âdetlerde düzen bozukluğu, karında şişlik veya ağrı ile kendilerini gösterebilirler.
Meme tümörü: Meme kanseri ise kadınlardaki en sık görülen türdür. Daha çok ağrısız bir sert kitle ilk bulgudur. Ancak meme başından kanlı akıntı, meme başının içeri doğru çekilmesi, koltuk altı bezlerinin şişmesi de ilk işaret olabilir.
Lenfomalar: Lenf bezlerinin kanserinde lenf bezlerinin şişmesi, genel ateş, kansızlık, halsizlik ilk bulgulardır. Kan kanserlerinde aynı bulgular yanında, izah edilemeyen çürükler, diş eti, burun kanamaları ilk bulgular olabilir.
Yukarıda olayın başladığı doku ve vücut bölgelerine göre sıraladığımız belirtiler yerine bazı vakalarda tümörün sıçradığı odaklardaki belirtiler ön plana geçebilir. Bunlar arasında, bir çarpma olmadan meydana gelen kırıklar, hareket kusurları, his kusurları (kol, bacakta yanma hissi gibi), felçler ilk belirti şeklinde ortaya çıkabilir.
Kanser Riski Kanser Nasil Olusur Kanserojen
Kanserojen Maddeler, kanser riskini artıran nedenler, Kanser Nasıl Oluşur
Kanser belirtileri, Kanser nedenleri belli bir coğrafik yörede kanser türleri arasındaki sıklık farkından, bazı ırklarda bir tür kanserin sık görülmesinden, bir özel işte çalışanlarda bir kanser türünün diğer iş gruplarından farklı sıklıkta görülmesinin gözlenmesiyle ortaya konmuştur. Bu konuda ilk yayınlanan, bu nedenle tarihsel önem taşıyan Sir Percivall Ptt'un baca temizleyicilerde scrotum (husye derisi) kanserinin sık olduğu gözlemidir. Zaman içinde bunun apış arasına yerleşen kurumdaki organik maddelerin tahrişine bağlı olduğu gösterilmiştir. Kanserojenleri belirli başlıklar altında toplayabiliriz:
Kanserin Oluşmasında Fizik etkenler
Sürekli küçük tahrişler: Örneğin kırık bir diş kenarının sürekli sürtünmesi ile dilin o noktasında kanserleşme olabileceği belirtilmiştir. Güney Asya'daki bazı ülkelerde genç yaşta fahişelik yapanlarda rahim ağzı kanserinin sık görülüşü, sık ve değişik eşlerle cinsel temasa bağlanmıştır.
İdrar kesesinde yerleşen schistosoma heamotobium adlı parazitin burayı tahrişi sonucu idrar kesesi kanserleri, örneğin Mısır'da çok sık görülmektedir. Pipo içinlerde dudak kanseri daha sık olmaktadır. Tibetlilerde ısınmak için karın cildine konan kızgın tuğlaların yol açtığı cilt kanserine özel bir isim de verilmiştir: (Kangri kanseri). Hazar Denizi çevresi ve ülkemiz kuzey-doğu bölgesinde yemek borusu kanserine sık rastlandığı bilinmektedir. Bunun olası nedeni için bu yöredeki arka arkaya çok sıcak çay içme alışkanlığı düşünülmektedir.
Ultraviolet-güneş ışınları: Siyah ırkta derinin en kötü huylu kanseri olan habis melanoma nadir iken, bu tip kanser Avustralya'ya göç etmiş beyaz tenli ırkta çok sıktır. Bu, güneş ışınlarının doğal koruyucu olarak iş gören koyu pigmentli deri olmayınca kanserleşmeye yol açabileceğinin delilidir.
İonizan radyasyon: Radyoaktif maddelerin kansere yol açtığı kesindir. Bu konudaki en çarpıcı örnek, Japonya'da atom bombasından kurtulanlarda löseminin çok sık görülmesidir. Ayrıca küçük yaşta çeşitli nedenlerle boyun çevresi sık röntgen ışınına maruz kalanlarda ileri yıllarda tiroid kanseri oranı yükselmiştir.
Kimyasal etkenler, Kanser Hastalıkları
Aniline boyaları ile çalışanlarda idrar kesesi kanserinin sıklığı dikkati çekmiştir. Amyant madenlerinde çalışanlarda bu madenin tozunun mezoteliomaya (akciğer zarı kanserine) yol açtığı belirlenmiştir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde amyantın kullanma sahaları gittikçe azaltılmaktadır. Ülkemizde kanser epidemiolojisindeki en başarılı araştırma Göreme yakınındaki Karain köyü yöresindeki sık görülen mezotelioma iie bu yöre toprağındaki kristalleri arasındaki ilişkinin gösterilmesidir.
Benzol buharlarının kemik iliğini köreltmesi yanında, lösemilere de yol açabileceği bilinmektedir. Dünyada hızla sanayileşen bölgelerde, bu fabrika artıklarının bulaştığı sularda balıkların toplu olarak öldükleri görülmüştür. Ancak bu tür su ürünlerini yiyenlerdeki etki daha kesin değildir. Gıdalarda kullanılan yapay tatlandırıcı veya renk vericilerin kanserojen etkisi kanıtlanmamakla beraber, bugün gıda sanayiinde mümkün olduğunca bu maddelerin kullanımının azaltılmasına çalışılmaktadır.
Arsenik bileşikleri ile sık teması olanlarda deri ve akciğer kanserinin, nikel ile sık teması olanlarda ise burun içi ve akciğer kanserinin sıklığı dikkati çekmiştir.
İlaç ve hormon kullanımı: Kadınların âdet kesiminde şikâyetlerini azaltmak için uzun süre hormon kullanmaları halinde meme kanseri riski yükselmektedir. Hamilelikleri sırasında dietilstilbesterol hormonu kullanan kadınların kız çocuklarında küçük yaşta vagina kanserinin görülebilmesi de ilginç bir gözlemdir.
Kalıtım: Bazı ailelerde kanserin birden fazla fertte görülmesi dikkati çekmiştir. Meme kanseri de birinci kuşak aile fertlerinde düşük bir oranda olmakla beraber, bir ilişki göstermektedir. Ancak özellikle çocuk yaşlarında sık görülen tümör türlerinde (lösemiler, Wilms tümörü, neuroblastoma gibi) kromozom anomalileri ile kanserin ilişkisi görülmektedir. Sıklıkla kromozom anomalileri birden fazla olduğundan, bazı kalıtımsal sendromlarla kanser ilişkili olmaktadır. Örnek olarak Fanconi, Bloom sendromları, SteinLevinthal hastalığı, neuro-fibromatosis, ailevi bağırsak poliposisi sayılabilir.
Kanser olayını başlatan ilk değişikliğin hücre çekirdeğinde başladığını hatırlarsak, kromozom anomalileri ile kanser arasındaki bağlantı daha iyi anlaşılır. Yine bu paralelde kalıtım dışında hücre çekirdeğini etkileyecek diğer nedenler düşünüldüğünde hücre içi virüsleri akla gelmektedir.
Virüsler Nitekim bugüne kadar Ebstein - Barr virüsünün Burkitt lenfomasının etkeni olduğu gösterilmiş. Aynı virüsün bazı baş, boyun kanserlerine de yol açtığı bildirilmiştir. Sarılık virüslerinden B türünün de karaciğerin hepatoselüler kanserindeki en önemli etken olduğu kabul edilmektedir.
Alışkanlıklar: Yukarıda kanserojen olarak sıraladığımız etkenlerin yanında kişinin alışkanlıkları ile kanser riskinin ilişkisi günlük yaşam açısından çok önemlidir. Bugün sigara ile akciğer kanserinin bağlantısı kesin gösterilmiştir. Bu ilişkinin birikime bağlı olması, yani uzun süre çok sigara içmekle bağlantılı olması başlangıçta birine ters düşen sonuçlara yol açmışsa da, artık hekimler bu ilişkiyi kabul etmektedirler.
Kanser nedenleri arasında son bir sözü de gerilimli yaşam hakkında söylemek uygundur. Bu etkenin varlığı ve derecesini somut olarak ölçmek mümkün değildir. Ancak, gerilimin bünyeyi dayanıklılık ve aynı zamanda bağışıklık bakımından olumsuz etkilediği bilimsel olarak da kabul edilmektedir. Aşırı üzüntü, yorgunluk ve ameliyat sonrası dönemlerde kanserin sık ortaya çıkmasındaki klinikçilerin gözlemleri de, bu dönemlerdeki vücudun genel zayıflığı ile bağlantılı sayılmaktadır.
Bir diğer nokta da yukarıda adı geçen etkenlerden birden fazlasının bir arada bulunduğu durumda olumsuz etkilerinin birbirini artırmasıdır. Bu nedenle kırsal bir yörede, gerilimden uzak, günde 2 paket sigara içme riskinin; kentte egzos dumanları arasında ve gerilim içinde günde 2 paket sigara içme riskinden daha az olduğu açıktır.
Kanser belirtileri, Kanser nedenleri belli bir coğrafik yörede kanser türleri arasındaki sıklık farkından, bazı ırklarda bir tür kanserin sık görülmesinden, bir özel işte çalışanlarda bir kanser türünün diğer iş gruplarından farklı sıklıkta görülmesinin gözlenmesiyle ortaya konmuştur. Bu konuda ilk yayınlanan, bu nedenle tarihsel önem taşıyan Sir Percivall Ptt'un baca temizleyicilerde scrotum (husye derisi) kanserinin sık olduğu gözlemidir. Zaman içinde bunun apış arasına yerleşen kurumdaki organik maddelerin tahrişine bağlı olduğu gösterilmiştir. Kanserojenleri belirli başlıklar altında toplayabiliriz:
Kanserin Oluşmasında Fizik etkenler
Sürekli küçük tahrişler: Örneğin kırık bir diş kenarının sürekli sürtünmesi ile dilin o noktasında kanserleşme olabileceği belirtilmiştir. Güney Asya'daki bazı ülkelerde genç yaşta fahişelik yapanlarda rahim ağzı kanserinin sık görülüşü, sık ve değişik eşlerle cinsel temasa bağlanmıştır.
İdrar kesesinde yerleşen schistosoma heamotobium adlı parazitin burayı tahrişi sonucu idrar kesesi kanserleri, örneğin Mısır'da çok sık görülmektedir. Pipo içinlerde dudak kanseri daha sık olmaktadır. Tibetlilerde ısınmak için karın cildine konan kızgın tuğlaların yol açtığı cilt kanserine özel bir isim de verilmiştir: (Kangri kanseri). Hazar Denizi çevresi ve ülkemiz kuzey-doğu bölgesinde yemek borusu kanserine sık rastlandığı bilinmektedir. Bunun olası nedeni için bu yöredeki arka arkaya çok sıcak çay içme alışkanlığı düşünülmektedir.
Ultraviolet-güneş ışınları: Siyah ırkta derinin en kötü huylu kanseri olan habis melanoma nadir iken, bu tip kanser Avustralya'ya göç etmiş beyaz tenli ırkta çok sıktır. Bu, güneş ışınlarının doğal koruyucu olarak iş gören koyu pigmentli deri olmayınca kanserleşmeye yol açabileceğinin delilidir.
İonizan radyasyon: Radyoaktif maddelerin kansere yol açtığı kesindir. Bu konudaki en çarpıcı örnek, Japonya'da atom bombasından kurtulanlarda löseminin çok sık görülmesidir. Ayrıca küçük yaşta çeşitli nedenlerle boyun çevresi sık röntgen ışınına maruz kalanlarda ileri yıllarda tiroid kanseri oranı yükselmiştir.
Kimyasal etkenler, Kanser Hastalıkları
Aniline boyaları ile çalışanlarda idrar kesesi kanserinin sıklığı dikkati çekmiştir. Amyant madenlerinde çalışanlarda bu madenin tozunun mezoteliomaya (akciğer zarı kanserine) yol açtığı belirlenmiştir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde amyantın kullanma sahaları gittikçe azaltılmaktadır. Ülkemizde kanser epidemiolojisindeki en başarılı araştırma Göreme yakınındaki Karain köyü yöresindeki sık görülen mezotelioma iie bu yöre toprağındaki kristalleri arasındaki ilişkinin gösterilmesidir.
Benzol buharlarının kemik iliğini köreltmesi yanında, lösemilere de yol açabileceği bilinmektedir. Dünyada hızla sanayileşen bölgelerde, bu fabrika artıklarının bulaştığı sularda balıkların toplu olarak öldükleri görülmüştür. Ancak bu tür su ürünlerini yiyenlerdeki etki daha kesin değildir. Gıdalarda kullanılan yapay tatlandırıcı veya renk vericilerin kanserojen etkisi kanıtlanmamakla beraber, bugün gıda sanayiinde mümkün olduğunca bu maddelerin kullanımının azaltılmasına çalışılmaktadır.
Arsenik bileşikleri ile sık teması olanlarda deri ve akciğer kanserinin, nikel ile sık teması olanlarda ise burun içi ve akciğer kanserinin sıklığı dikkati çekmiştir.
İlaç ve hormon kullanımı: Kadınların âdet kesiminde şikâyetlerini azaltmak için uzun süre hormon kullanmaları halinde meme kanseri riski yükselmektedir. Hamilelikleri sırasında dietilstilbesterol hormonu kullanan kadınların kız çocuklarında küçük yaşta vagina kanserinin görülebilmesi de ilginç bir gözlemdir.
Kalıtım: Bazı ailelerde kanserin birden fazla fertte görülmesi dikkati çekmiştir. Meme kanseri de birinci kuşak aile fertlerinde düşük bir oranda olmakla beraber, bir ilişki göstermektedir. Ancak özellikle çocuk yaşlarında sık görülen tümör türlerinde (lösemiler, Wilms tümörü, neuroblastoma gibi) kromozom anomalileri ile kanserin ilişkisi görülmektedir. Sıklıkla kromozom anomalileri birden fazla olduğundan, bazı kalıtımsal sendromlarla kanser ilişkili olmaktadır. Örnek olarak Fanconi, Bloom sendromları, SteinLevinthal hastalığı, neuro-fibromatosis, ailevi bağırsak poliposisi sayılabilir.
Kanser olayını başlatan ilk değişikliğin hücre çekirdeğinde başladığını hatırlarsak, kromozom anomalileri ile kanser arasındaki bağlantı daha iyi anlaşılır. Yine bu paralelde kalıtım dışında hücre çekirdeğini etkileyecek diğer nedenler düşünüldüğünde hücre içi virüsleri akla gelmektedir.
Virüsler Nitekim bugüne kadar Ebstein - Barr virüsünün Burkitt lenfomasının etkeni olduğu gösterilmiş. Aynı virüsün bazı baş, boyun kanserlerine de yol açtığı bildirilmiştir. Sarılık virüslerinden B türünün de karaciğerin hepatoselüler kanserindeki en önemli etken olduğu kabul edilmektedir.
Alışkanlıklar: Yukarıda kanserojen olarak sıraladığımız etkenlerin yanında kişinin alışkanlıkları ile kanser riskinin ilişkisi günlük yaşam açısından çok önemlidir. Bugün sigara ile akciğer kanserinin bağlantısı kesin gösterilmiştir. Bu ilişkinin birikime bağlı olması, yani uzun süre çok sigara içmekle bağlantılı olması başlangıçta birine ters düşen sonuçlara yol açmışsa da, artık hekimler bu ilişkiyi kabul etmektedirler.
Kanser nedenleri arasında son bir sözü de gerilimli yaşam hakkında söylemek uygundur. Bu etkenin varlığı ve derecesini somut olarak ölçmek mümkün değildir. Ancak, gerilimin bünyeyi dayanıklılık ve aynı zamanda bağışıklık bakımından olumsuz etkilediği bilimsel olarak da kabul edilmektedir. Aşırı üzüntü, yorgunluk ve ameliyat sonrası dönemlerde kanserin sık ortaya çıkmasındaki klinikçilerin gözlemleri de, bu dönemlerdeki vücudun genel zayıflığı ile bağlantılı sayılmaktadır.
Bir diğer nokta da yukarıda adı geçen etkenlerden birden fazlasının bir arada bulunduğu durumda olumsuz etkilerinin birbirini artırmasıdır. Bu nedenle kırsal bir yörede, gerilimden uzak, günde 2 paket sigara içme riskinin; kentte egzos dumanları arasında ve gerilim içinde günde 2 paket sigara içme riskinden daha az olduğu açıktır.
Kanser Hastaligi Anasayfa
Kanser Nedir, Kanser Hastalığı Hakkında Bilgiler
Kanser Hastalığı Dünyada Artıyor Mu?
Kanser Riskini Arttıran Durumlar, Kanser Nasıl Oluşur
Kanser Hastalığı Belirtileri
Akciğer Kanseri Belirtileri
Kanserde Erken Teşhis ve Doktora Başvurma Zamanı
Kanserden Korunma Yöntemleri
Kanser Tanı ve Teşhisinden Sonra Yapılacaklar, Kanserli Hastalar
Kanser Tedavisinde Cerrahi Girişimler
Kanser Kemoterapiler
Meme Kanseri
Kanser ve Beslenme
Kanser Hastalığı Dünyada Artıyor Mu?
Kanser Riskini Arttıran Durumlar, Kanser Nasıl Oluşur
Kanser Hastalığı Belirtileri
Akciğer Kanseri Belirtileri
Kanserde Erken Teşhis ve Doktora Başvurma Zamanı
Kanserden Korunma Yöntemleri
Kanser Tanı ve Teşhisinden Sonra Yapılacaklar, Kanserli Hastalar
Kanser Tedavisinde Cerrahi Girişimler
Kanser Kemoterapiler
Meme Kanseri
Kanser ve Beslenme
Kanser Arastirma Kanser Artiyor Mu
Kanser hastalığı dünyada artıyor mu? Kanser Araştırma
Özellikle gelişmiş ülkelerde bebek ölümlerinin kontrol altına alınması; bulaşıcı hastalıkların etkin aşılama, korunma ve hastalık halinde antibiyotik tedavisi ile çok azalması sonucu, bugün erişkinde çözüm arayan üç sağlık sorunu ön plandadır:
1. Aterosklerotik damar hastalıkları
2. İş ve trafik kazaları
3. Kanser.
Bunlardan ilk ikisi oran olarak azalırken, kanserin nüfus başına sayıca tüm dünyada arttığı izlenmektedir. Bu artışta iki yan etkenin de varlığını kabul etmek gerekir
a. Diğer hastalıkların azalması ile ortalama yaşam süresinin uzaması. Bu nedenle artan yaşlı nüfus içinde yaşlı dokularda kanserin tabiatıyla daha sık görülmesi.
b. Yıllar içinde gelişen tanı yöntemleri ile kanser tanısının daha kolay konulabilmesi; bu tanıyı taşıyanların sayısını artırmaktadır. Ancak bu iki yan etki dikkate alınarak yapılan değerlendirmeler, bunlardan bağımsız gerçek bir artışın da varlığına işaret etmektedir. Bu artışın nedenleri bugün sağlık epidemiologlarını en çok ilgilendiren konudur.
ABD'de 1900 yılında 41 bin kişinin kanser olduğu kaydedilmişken, XX'nci yüzyılın ilk 80 yılındaki eğilim sürerse 2010 yılında, yılda 850 bin kişinin bu hastalığa yakalanacağı hesaplanmıştır.
Dünya nüfusundaki hızlı artışın yol açtığı daha kalabalık ortamda yaşama, sanayileşmenin doğurduğu çevre kirlenmesi ve kimyasal artıklarla daha sık temas, iş hayatında rekabetin doğurduğu gerilimler, beslenmede tabii gıdaların azalması, yaşamda hareketin azalması, kanserin artışında kesin ispatı çok güç, ancak büyük olasılık taşıyan etkenler olarak sıralanmaktadır. Ancak bugüne kadar bazı gözlemlerin ortaya koyduğu kanser riskini artıran kesin nedenler ve yine epidemolojik ilmi araştırmaların bazı sonuçları, hangi etkenlerin kanserojen (kansere yol açan) olabileceği hakkında bir genel fikir vermektedir. Bu nedenleri de aşağıdaki bölümde sıralayacağız.
Beyinin magnedik rezonans tekniğiyle elde edilen görüntüsü.
Özellikle gelişmiş ülkelerde bebek ölümlerinin kontrol altına alınması; bulaşıcı hastalıkların etkin aşılama, korunma ve hastalık halinde antibiyotik tedavisi ile çok azalması sonucu, bugün erişkinde çözüm arayan üç sağlık sorunu ön plandadır:
1. Aterosklerotik damar hastalıkları
2. İş ve trafik kazaları
3. Kanser.
Bunlardan ilk ikisi oran olarak azalırken, kanserin nüfus başına sayıca tüm dünyada arttığı izlenmektedir. Bu artışta iki yan etkenin de varlığını kabul etmek gerekir
a. Diğer hastalıkların azalması ile ortalama yaşam süresinin uzaması. Bu nedenle artan yaşlı nüfus içinde yaşlı dokularda kanserin tabiatıyla daha sık görülmesi.
b. Yıllar içinde gelişen tanı yöntemleri ile kanser tanısının daha kolay konulabilmesi; bu tanıyı taşıyanların sayısını artırmaktadır. Ancak bu iki yan etki dikkate alınarak yapılan değerlendirmeler, bunlardan bağımsız gerçek bir artışın da varlığına işaret etmektedir. Bu artışın nedenleri bugün sağlık epidemiologlarını en çok ilgilendiren konudur.
ABD'de 1900 yılında 41 bin kişinin kanser olduğu kaydedilmişken, XX'nci yüzyılın ilk 80 yılındaki eğilim sürerse 2010 yılında, yılda 850 bin kişinin bu hastalığa yakalanacağı hesaplanmıştır.
Dünya nüfusundaki hızlı artışın yol açtığı daha kalabalık ortamda yaşama, sanayileşmenin doğurduğu çevre kirlenmesi ve kimyasal artıklarla daha sık temas, iş hayatında rekabetin doğurduğu gerilimler, beslenmede tabii gıdaların azalması, yaşamda hareketin azalması, kanserin artışında kesin ispatı çok güç, ancak büyük olasılık taşıyan etkenler olarak sıralanmaktadır. Ancak bugüne kadar bazı gözlemlerin ortaya koyduğu kanser riskini artıran kesin nedenler ve yine epidemolojik ilmi araştırmaların bazı sonuçları, hangi etkenlerin kanserojen (kansere yol açan) olabileceği hakkında bir genel fikir vermektedir. Bu nedenleri de aşağıdaki bölümde sıralayacağız.
Beyinin magnedik rezonans tekniğiyle elde edilen görüntüsü.
Kanser Nedir Kanser Hakkinda Bilgi
Kanser Nedir, Kanser Hakkında Bilgiler, Kanser Nasıl Oluşur
Kanser Hastalığı Normal yapısı bozulan bir hücre veya hücre grubunun bu anormal yapısına rağmen çoğalmaya başlaması ve sonunda tüm bedeni zehirleyebilecek ürünleri olan bir odak oluşturmasına
"kanser" diyoruz.
Doğa bu anormal değişime iki temel yöntemle karşı koymaktadır:
A. Normal yapısı bozulan her hücre yaşayamaz, çoğalamaz, bu nedenle de kanser hücresine dönüşemez. Tersine, normalden sapan bu hücrelerin büyük çoğunluğu bu yeni yapılarıyla yaşayamaz ve ölürler. Ancak küçük bir bölüm bu yapı bozulmasına rağmen ölmez ve bölünerek çoğalmaya başlar. Böylece kanser odağı oluşur.
B. Vücutta ortaya çıkan bu normal dışı hücrelerin yabancı yapısını tanıyan bağışıklık tepkisiyle görevli hücreler, yeni oluşmaya başlayan kanser odağını sarıp silebilirler. Ancak bu bekçilik görevinin başarılabilmesi için iki temel koşul gerekir:
1. Vücutta bir yabancı odağın-bulunduğu uyarısının, odak çok büyümeden algılanması.
2. Bu uyarıya uyabilecek bekçi hücrelerin (bağışıklık görevlilerinin) vücutta yeterli düzeyde olması.
İşte bu iki koruyucu yöntem de çalışmazsa kanser hastalıkları diye adlandırdığımız klinik olaylar ortaya çıkar.
Bazen hücreler yapısal bozukluk göstermeden de bazı odaklar halinde büyüyebilirler. Bu tümoral oluşumlara iyi huylu (selim) tümörler denir. Bu tümörlerin toksik salgıları yoktur ve kitlelerinin çevreye baskısının ortaya çıkardığı belirtileri ön plandadır. Bir gelişimin kötü veya iyi huylu oluşu, yerleştiği doku ve klinik belirtilerine göre ancak bir ölçüde ayırdediiebilir. Kesin ayırım için ise parça alınarak, histopatoiojik tahlilin yapılması gerekir.
Kanser Hastalığı Normal yapısı bozulan bir hücre veya hücre grubunun bu anormal yapısına rağmen çoğalmaya başlaması ve sonunda tüm bedeni zehirleyebilecek ürünleri olan bir odak oluşturmasına
"kanser" diyoruz.
Doğa bu anormal değişime iki temel yöntemle karşı koymaktadır:
A. Normal yapısı bozulan her hücre yaşayamaz, çoğalamaz, bu nedenle de kanser hücresine dönüşemez. Tersine, normalden sapan bu hücrelerin büyük çoğunluğu bu yeni yapılarıyla yaşayamaz ve ölürler. Ancak küçük bir bölüm bu yapı bozulmasına rağmen ölmez ve bölünerek çoğalmaya başlar. Böylece kanser odağı oluşur.
B. Vücutta ortaya çıkan bu normal dışı hücrelerin yabancı yapısını tanıyan bağışıklık tepkisiyle görevli hücreler, yeni oluşmaya başlayan kanser odağını sarıp silebilirler. Ancak bu bekçilik görevinin başarılabilmesi için iki temel koşul gerekir:
1. Vücutta bir yabancı odağın-bulunduğu uyarısının, odak çok büyümeden algılanması.
2. Bu uyarıya uyabilecek bekçi hücrelerin (bağışıklık görevlilerinin) vücutta yeterli düzeyde olması.
İşte bu iki koruyucu yöntem de çalışmazsa kanser hastalıkları diye adlandırdığımız klinik olaylar ortaya çıkar.
Bazen hücreler yapısal bozukluk göstermeden de bazı odaklar halinde büyüyebilirler. Bu tümoral oluşumlara iyi huylu (selim) tümörler denir. Bu tümörlerin toksik salgıları yoktur ve kitlelerinin çevreye baskısının ortaya çıkardığı belirtileri ön plandadır. Bir gelişimin kötü veya iyi huylu oluşu, yerleştiği doku ve klinik belirtilerine göre ancak bir ölçüde ayırdediiebilir. Kesin ayırım için ise parça alınarak, histopatoiojik tahlilin yapılması gerekir.
Aids Korunma Yollari Yontemleri
Aids Korunma Yöntemleri, Aids Korunma Yolları
AİDS bulaşıcı bir hastalıktır.Âmili olan LAV/HTLV-III virüsü cinsel temasla, kan ve kan ürünlerinin alınmasıyla ve hamile kadından çocuğuna intikal suretiyle geçer. Avrupa'da virüs özellikle iki yoldan geçmektedir:
a) Homoseksüel erkeklerin biribirleriyle temasları sonucu,
b) Damar yolundan uyuşturucu kullanan toksikomanların iğneleri ve şırıngaları müşterek kullanmaları sonucu.
Heteroseksüel geçiş şekli henüz Avrupa'da pek önemli değildir.
Bugün Avrupa'da 100 bin kişinin bu virüsle enfekte olduğu tahmin edilmektedir. Bunların ne kadarının ileride AİDS hastalığına tutulacağı bilinmemektedir. Hastalığın ne kadar zaman sonra ortaya çıkabileceği de bilinmemektedir. Yine tahminlere göre, enfekte yani seropozitif kişilerin yıllar boyunca yüzde 5-20 oranında hastalığın çeşitli klinik formlarına tutulabileceği hesaplanmaktadır.
Böyle bulaşıcı, yüksek ölüm oranı gösteren ve hasta sayısı gittikçe artan bir hastalığın koruyucu hekimlik ve halk sağlığı açısından büyük önemi olduğu kuşkusuzdur. Birçok ülkelerde bu yüzden panik olmuş, âcil önlemler istenmiştir. Tıbbî yönü yanında hastalığın ekonomik yönü de önemlidir ve çok masraflıdır. Bunu da hesaplamak gerekir. Meselâ, ABD'de AlDS'li hastaların tedavi masraflarıyla toplumda alınan önlemlerin toplam maliyetinin 1.5 milyar doları aştığı tahmin edilmektedir.
Avrupa'da en önemli noktalardan biri, virüsün yayılmasını önlemek için çalışmaktır. Bu maksatla, birtaraftan toksikomanlar ve homoseksüeller üzerinde çalışılırken bir taraftan da halk kitlelerieğitilmektedir. Önce bazı bilgilerin halka verilerek panik havasının önlenmesi lazımdır. AİDS virüsü vücut dışında dayanıksız bir virüstür. Bu nedenle,
AİDS, GRİP, KABAKULAK YA DA SARILIK GİBİ HALLERİN AKSİNE, KOLAY BULAŞMAZ.
EL SIKMAKLA, KAPI TOKMAKLARINI TUTMAKLA, TUVALETE OTURMAKLA, SOFRADA, YEMEKLE AİDS BULAŞMAZ.
Bununla beraber, aşağıdaki önlemlerin alınmasında büyük yararlar vardır.
Sayın okuyucular,
Gördüğünüz gibi AlDS'den korunmanın yolları vardır. Temiz, dikkatli ve titiz yaşamak pek çok sorun gibi, AİDS sorununu da büyük ölçüde çözmektedir.
1. Homoseksüel ve biseksüel erkeklere, AİDS enfeksiyonunu azaltacak önlemler öğretilmeli, duyurulmalıdır.
2. Cinsel eş sayısının azaltılarak asgariye indirilmesinin enfeksiyon riskini azaltmada çok etkin olduğu belirtilmelidir.
3. Cinsel ilişki sırasında prezervatif kullanılması tavsiye edilmelidir.
4. Homoseksüel faaliyetin azaltılarak yok edilmesine çalışılmalıdır. Aynı şekilde oral-anal ve oral-genital\ilişkilerin de zararları anlatılmalıdır.
5. Diş fırçası, tıraş makinesi gibi şahsi eşyaların paylaşılmasının çok sakıncalı olduğu belirtilmelidir.
6. Damar yoluyla ilaç kullanan toksikomanlara iğne ve şırıngaları paylaşmamaları tenbihlenmelidir.
7. Yüksek risk grubundaki kişilerin, kan, plazma, nakil organları ve sperma bağışlamaları önlenmelidir.
1. Kişilerde LA V/HTLV-III virüsüne karşı antikor testi yapılırken, önce muvafakatname alınmalıdır.
2. Seropozitif kişilere (erkek ya da kadın) cinsel temasla, kan ve sperma (meni) yollarıyla virüsü başka kişilere geçirebilecekleri söylen-melidir.Seropozitif kadınlara hamile kaldıklarında,doğuracakları bebeğin AİDS riskinde olacağı anlatılmalıdır.
3. Cinsel eşlerine durumlarını açıklamaları gerektiği kendilerine hatırlatılmalıdır.
4. Cinsel temas sırasında prezervatif tavsiye edilmelidir.
5. Kan, plazma, diğer kan ürünleri ve sperma bağışı yapmaları önlenmelidir.
6. Tıraş makinesi ve diş fırçası gibi eşyaları başkalarıyla birlikte kullanmamaları gereği anlatılmalıdır.
7. Hastanelere ve diğer sağlık kuruluşlarına (özellikle cefrahi ve diş hekimliği), her ne sebeple olursa olsun başvurduklarında, kişiler, AİDS'e karşı seropozitif olduklarını bildirmelidirler.
8. Bu insanların çalışmalarını engellemek gereksizdir.
1. Yüksek risk gruplarına giren kişilerden (özellikle homoseksüeller ve toksikomanlar) kan alınmamalıdır. Bunlarda AİDS virüsü olmasa bile diğer birçok virüs ve bakteri esasen bulunabilir.
2. Alınan bütün kanlar ELİSA testiyle kontrol edilmelidir. Pozitif olanlar atılmalıdır.
3. LAV/HTLV-III virüsünün az bulunduğu toplumlarda (meselâ şimdilik ülkemizde), ELİSA ile yanlış pozitif testler fazlaca çıkacağından, pozitif bulunan her kan bir başka metotla (meselâ, VVestem blot teknikle) tekrar kontrol edilmelidir.
4. Kanı pozitif bulunan kişiler, kan merkezi veya ilgili bir başka kuruluş tarafından durumdan haberdar edilmeli, onlara yardımcı olunmalıdır. Bu kişiler muayeneden geçirilerek AİDS belirtilerinin varlığı araştırılmalıdır (lenf bezlerinde büyüme, ağızda pamukçuk, zayıflama, Ka-posi sarkomu varlığı gibi). AİDS belirtileri gösterenlerin yurdumuzda Sağlık Bakanlığı'na ihbarı mecburidir.
1. Biseksüel erkeklerle cinsel temasta bulunan kadınlarda AİDS ihtimali artar.
2. Erkek toksikomanlarla cinsel temasta bulunan kadınlarda AİDS ihtimali artar.
3. Hayat kadınlarıyla temasla bulunan erkeklerde AİDS ihtimali artar.
4. Mutlak olmamakla beraber, prezervatif kullanımı tehlikeyi bir miktar azaltır.
2. AlDS'lilere bakan hastane ve laboratuvar personelinde seropozitivite (virüsle bulaşma) yok.
3. AlDS'lilerin bulunduğu hastane servislerindeki diğer hastalar için de tehlike yok.
4. Bununla beraber, hastanelerde bazı önlemlerin alınması gereklidir. (Tıpkı sarılıklı hastalar için olduğu gibi).
1. AlDS'li hastalardan gelen materyelin başka kişilerin açık yaralama teması önlenmelidir.
2. AlDS'li hastalarda kullanılmış makas ve bisturi gibi aletlerin başka kişilere değmesi önlenmelidir.
3. AlDS'li hastaların kanı, cerahati, salgıları, dışkısıyla bulaşmış malzeme ve satıhlara dokunmadan evvel eldiven takmalıdır.
4. Yine böyle mikroplu maddelere dokunmak ihtimali olduğundan ayrı önlük giymelidir.
5. AlDS'li hastanın odasından çıkarken önlük ve eldivenler çıkarılıp eller iyice yıkanmalıdır. Eğer hasta kanına dokunulmuşsa eller yine yıkanmalıdır.
6. Hastaların kan örnekleri taşınmadan önce ikinci bir kutu veya torba içine koyulmalıdır. Kan ve diğer numunelerin koyulduğu kapların üzerine AİDS rumuzu konulmalıdır.
7. Kanla bulaşmış her yer derhal %0,5'lik sodyum hipoklorit (çamaşır suyu) gibi bir dezenfektanla silinmelidir.
8. Hastanın kanlı ve diğer ifrazatıyla bulaşmış maddeler ve malzemeler sağlam torbalara konulup, hastanenin diğer enfekte maddeleriyle birlikte tahribe gönderilir.
9. Hastalarda plastik enjektörler kullanılmalı ve sonra iğnelerle birlikte atılmalıdır Eğer cam enjektörler ve madeni cihazlar kullanılacaksa, sonra sterilize edilmelidirler.
1. AlDS'li hastaların sıvı materyeli ve kanı mekanik pipetlemeyle manipüle edilmelidir. Ağızla pipetleme yapılmamalıdır.
2. İğneler ve şırıngalar cetvel XV'deki gibi kullanılmalıdır.
3. Eldivenler ve özel önlükler, enfekte materyelle çalışırken kullanılmalı ve laboratuvarı terkederken çıkarılıp dikkatle saklanmalıdır.
4. Personel eldiven giymek suretiyle cildini, hastaların kan ve sıvılarından ve bunlarla bulaşmış materyelden korumalıdırlar.
5. Laboratuvar masaları, tezgâhlar ve diğer yüzeyler sodium hipoklorit (%0,2-0,5) eriyiğiyle silinmelidir. Tıbbi cihazlar %25 etanol (alkol)
ile sterilze edilebilir. Diğer malzeme otoklavda sterilize edilip kullanılabilir.
6. Personel, işleri bittiğinde ellerini yıkamalıdır.
1.AİDS virüsü gözyaşında da bulunduğu için, bu yoldan bulaşma ihtimaline karşı, bazı önlemler gerekebilir. Burada anlatılanlar, sağlık kuruluşlarında, kişiler arası buluşmayı önlemek içindir. Kişinin evinde, kendi lensiyle uğraşması sırasında önlem gerekmez.
2. Hastaların gözlerini muayene eden hekim ve diğer personel muayeneden önce ve sonra ellerini yıkamalıdır. Derideki muhtemel sıyrıkları korumak için eldiven takılabilir. Maske ve özel gömlek gerekmez.
3. Göz muayenesi sırasında kullanılmış olan aletler 10 dakika kadar %3'lük tazı hidrojen peroksid eriyiğinde veya %0,5'lik sodyum hipoklorit eriyiğinde veya 10 kere sulandırılmış çamaşır suyunda, ya da %70 etanol içinde tutulduktan sonra yıkanıp kullanılabilir.
4. Denemelerde kullanılacak sert kontakt lensler 80 derecede 10 dakika tutularak temizlenebilir. Yumuşak lensler özel hidrojen peroksid eriyiğinde temizlenirler.
AİDS bulaşıcı bir hastalıktır.Âmili olan LAV/HTLV-III virüsü cinsel temasla, kan ve kan ürünlerinin alınmasıyla ve hamile kadından çocuğuna intikal suretiyle geçer. Avrupa'da virüs özellikle iki yoldan geçmektedir:
a) Homoseksüel erkeklerin biribirleriyle temasları sonucu,
b) Damar yolundan uyuşturucu kullanan toksikomanların iğneleri ve şırıngaları müşterek kullanmaları sonucu.
Heteroseksüel geçiş şekli henüz Avrupa'da pek önemli değildir.
Bugün Avrupa'da 100 bin kişinin bu virüsle enfekte olduğu tahmin edilmektedir. Bunların ne kadarının ileride AİDS hastalığına tutulacağı bilinmemektedir. Hastalığın ne kadar zaman sonra ortaya çıkabileceği de bilinmemektedir. Yine tahminlere göre, enfekte yani seropozitif kişilerin yıllar boyunca yüzde 5-20 oranında hastalığın çeşitli klinik formlarına tutulabileceği hesaplanmaktadır.
Böyle bulaşıcı, yüksek ölüm oranı gösteren ve hasta sayısı gittikçe artan bir hastalığın koruyucu hekimlik ve halk sağlığı açısından büyük önemi olduğu kuşkusuzdur. Birçok ülkelerde bu yüzden panik olmuş, âcil önlemler istenmiştir. Tıbbî yönü yanında hastalığın ekonomik yönü de önemlidir ve çok masraflıdır. Bunu da hesaplamak gerekir. Meselâ, ABD'de AlDS'li hastaların tedavi masraflarıyla toplumda alınan önlemlerin toplam maliyetinin 1.5 milyar doları aştığı tahmin edilmektedir.
Avrupa'da en önemli noktalardan biri, virüsün yayılmasını önlemek için çalışmaktır. Bu maksatla, birtaraftan toksikomanlar ve homoseksüeller üzerinde çalışılırken bir taraftan da halk kitlelerieğitilmektedir. Önce bazı bilgilerin halka verilerek panik havasının önlenmesi lazımdır. AİDS virüsü vücut dışında dayanıksız bir virüstür. Bu nedenle,
AİDS, GRİP, KABAKULAK YA DA SARILIK GİBİ HALLERİN AKSİNE, KOLAY BULAŞMAZ.
EL SIKMAKLA, KAPI TOKMAKLARINI TUTMAKLA, TUVALETE OTURMAKLA, SOFRADA, YEMEKLE AİDS BULAŞMAZ.
Bununla beraber, aşağıdaki önlemlerin alınmasında büyük yararlar vardır.
Sayın okuyucular,
Gördüğünüz gibi AlDS'den korunmanın yolları vardır. Temiz, dikkatli ve titiz yaşamak pek çok sorun gibi, AİDS sorununu da büyük ölçüde çözmektedir.
1. Homoseksüel ve biseksüel erkeklere, AİDS enfeksiyonunu azaltacak önlemler öğretilmeli, duyurulmalıdır.
2. Cinsel eş sayısının azaltılarak asgariye indirilmesinin enfeksiyon riskini azaltmada çok etkin olduğu belirtilmelidir.
3. Cinsel ilişki sırasında prezervatif kullanılması tavsiye edilmelidir.
4. Homoseksüel faaliyetin azaltılarak yok edilmesine çalışılmalıdır. Aynı şekilde oral-anal ve oral-genital\ilişkilerin de zararları anlatılmalıdır.
5. Diş fırçası, tıraş makinesi gibi şahsi eşyaların paylaşılmasının çok sakıncalı olduğu belirtilmelidir.
6. Damar yoluyla ilaç kullanan toksikomanlara iğne ve şırıngaları paylaşmamaları tenbihlenmelidir.
7. Yüksek risk grubundaki kişilerin, kan, plazma, nakil organları ve sperma bağışlamaları önlenmelidir.
1. Kişilerde LA V/HTLV-III virüsüne karşı antikor testi yapılırken, önce muvafakatname alınmalıdır.
2. Seropozitif kişilere (erkek ya da kadın) cinsel temasla, kan ve sperma (meni) yollarıyla virüsü başka kişilere geçirebilecekleri söylen-melidir.Seropozitif kadınlara hamile kaldıklarında,doğuracakları bebeğin AİDS riskinde olacağı anlatılmalıdır.
3. Cinsel eşlerine durumlarını açıklamaları gerektiği kendilerine hatırlatılmalıdır.
4. Cinsel temas sırasında prezervatif tavsiye edilmelidir.
5. Kan, plazma, diğer kan ürünleri ve sperma bağışı yapmaları önlenmelidir.
6. Tıraş makinesi ve diş fırçası gibi eşyaları başkalarıyla birlikte kullanmamaları gereği anlatılmalıdır.
7. Hastanelere ve diğer sağlık kuruluşlarına (özellikle cefrahi ve diş hekimliği), her ne sebeple olursa olsun başvurduklarında, kişiler, AİDS'e karşı seropozitif olduklarını bildirmelidirler.
8. Bu insanların çalışmalarını engellemek gereksizdir.
1. Yüksek risk gruplarına giren kişilerden (özellikle homoseksüeller ve toksikomanlar) kan alınmamalıdır. Bunlarda AİDS virüsü olmasa bile diğer birçok virüs ve bakteri esasen bulunabilir.
2. Alınan bütün kanlar ELİSA testiyle kontrol edilmelidir. Pozitif olanlar atılmalıdır.
3. LAV/HTLV-III virüsünün az bulunduğu toplumlarda (meselâ şimdilik ülkemizde), ELİSA ile yanlış pozitif testler fazlaca çıkacağından, pozitif bulunan her kan bir başka metotla (meselâ, VVestem blot teknikle) tekrar kontrol edilmelidir.
4. Kanı pozitif bulunan kişiler, kan merkezi veya ilgili bir başka kuruluş tarafından durumdan haberdar edilmeli, onlara yardımcı olunmalıdır. Bu kişiler muayeneden geçirilerek AİDS belirtilerinin varlığı araştırılmalıdır (lenf bezlerinde büyüme, ağızda pamukçuk, zayıflama, Ka-posi sarkomu varlığı gibi). AİDS belirtileri gösterenlerin yurdumuzda Sağlık Bakanlığı'na ihbarı mecburidir.
1. Biseksüel erkeklerle cinsel temasta bulunan kadınlarda AİDS ihtimali artar.
2. Erkek toksikomanlarla cinsel temasta bulunan kadınlarda AİDS ihtimali artar.
3. Hayat kadınlarıyla temasla bulunan erkeklerde AİDS ihtimali artar.
4. Mutlak olmamakla beraber, prezervatif kullanımı tehlikeyi bir miktar azaltır.
2. AlDS'lilere bakan hastane ve laboratuvar personelinde seropozitivite (virüsle bulaşma) yok.
3. AlDS'lilerin bulunduğu hastane servislerindeki diğer hastalar için de tehlike yok.
4. Bununla beraber, hastanelerde bazı önlemlerin alınması gereklidir. (Tıpkı sarılıklı hastalar için olduğu gibi).
1. AlDS'li hastalardan gelen materyelin başka kişilerin açık yaralama teması önlenmelidir.
2. AlDS'li hastalarda kullanılmış makas ve bisturi gibi aletlerin başka kişilere değmesi önlenmelidir.
3. AlDS'li hastaların kanı, cerahati, salgıları, dışkısıyla bulaşmış malzeme ve satıhlara dokunmadan evvel eldiven takmalıdır.
4. Yine böyle mikroplu maddelere dokunmak ihtimali olduğundan ayrı önlük giymelidir.
5. AlDS'li hastanın odasından çıkarken önlük ve eldivenler çıkarılıp eller iyice yıkanmalıdır. Eğer hasta kanına dokunulmuşsa eller yine yıkanmalıdır.
6. Hastaların kan örnekleri taşınmadan önce ikinci bir kutu veya torba içine koyulmalıdır. Kan ve diğer numunelerin koyulduğu kapların üzerine AİDS rumuzu konulmalıdır.
7. Kanla bulaşmış her yer derhal %0,5'lik sodyum hipoklorit (çamaşır suyu) gibi bir dezenfektanla silinmelidir.
8. Hastanın kanlı ve diğer ifrazatıyla bulaşmış maddeler ve malzemeler sağlam torbalara konulup, hastanenin diğer enfekte maddeleriyle birlikte tahribe gönderilir.
9. Hastalarda plastik enjektörler kullanılmalı ve sonra iğnelerle birlikte atılmalıdır Eğer cam enjektörler ve madeni cihazlar kullanılacaksa, sonra sterilize edilmelidirler.
1. AlDS'li hastaların sıvı materyeli ve kanı mekanik pipetlemeyle manipüle edilmelidir. Ağızla pipetleme yapılmamalıdır.
2. İğneler ve şırıngalar cetvel XV'deki gibi kullanılmalıdır.
3. Eldivenler ve özel önlükler, enfekte materyelle çalışırken kullanılmalı ve laboratuvarı terkederken çıkarılıp dikkatle saklanmalıdır.
4. Personel eldiven giymek suretiyle cildini, hastaların kan ve sıvılarından ve bunlarla bulaşmış materyelden korumalıdırlar.
5. Laboratuvar masaları, tezgâhlar ve diğer yüzeyler sodium hipoklorit (%0,2-0,5) eriyiğiyle silinmelidir. Tıbbi cihazlar %25 etanol (alkol)
ile sterilze edilebilir. Diğer malzeme otoklavda sterilize edilip kullanılabilir.
6. Personel, işleri bittiğinde ellerini yıkamalıdır.
1.AİDS virüsü gözyaşında da bulunduğu için, bu yoldan bulaşma ihtimaline karşı, bazı önlemler gerekebilir. Burada anlatılanlar, sağlık kuruluşlarında, kişiler arası buluşmayı önlemek içindir. Kişinin evinde, kendi lensiyle uğraşması sırasında önlem gerekmez.
2. Hastaların gözlerini muayene eden hekim ve diğer personel muayeneden önce ve sonra ellerini yıkamalıdır. Derideki muhtemel sıyrıkları korumak için eldiven takılabilir. Maske ve özel gömlek gerekmez.
3. Göz muayenesi sırasında kullanılmış olan aletler 10 dakika kadar %3'lük tazı hidrojen peroksid eriyiğinde veya %0,5'lik sodyum hipoklorit eriyiğinde veya 10 kere sulandırılmış çamaşır suyunda, ya da %70 etanol içinde tutulduktan sonra yıkanıp kullanılabilir.
4. Denemelerde kullanılacak sert kontakt lensler 80 derecede 10 dakika tutularak temizlenebilir. Yumuşak lensler özel hidrojen peroksid eriyiğinde temizlenirler.
Aids Tedavisi Aids Korunma Teshisi Hakkinda
Aids Teşhisi, Aids Tedavisi, Aids Korunma
Önemle belirtmek gerekir ki, AİDS teşhisi bugüniçin hâlâ büyük ölçüde klinik bulgulara dayanmaktadır. LAV/HTLV-Ill virüsünün antikorlarını tarayan testlerin varlığına rağmen kliniğin önemi büyüktür. AlDS'li hastaların yüzde 90'ından fazlasında kanda antikorlar bulunmakla birlikte, bazı hastalarda kan testleri negatif bulunabilmektedir. Buna karşılık, birçok sağlıklı kişilerde de antikorlar müsbet bulunabiliyor. Seropozitif kişilerde AİDS hastalığının ne oranda ortaya çıkacağı da bir araştırma konusu. Tahminlere göre, seropozitif kişilerin yüzde 5-20 kadarı, 5 yıl içinde AİDS hastalığına tutulabilecektir. AİDS hastalığı teşhisini kesinlikle koyduracak bir test olmamakla beraber, antikor tayinleri ve virüsün hasta kanından elde edilmesi gibi yöntemler teşhiste çok yardımcı olurlar. Kandaki lenfositlerin ve alt gruplarının sayımı da değerli bilgiler verir. Dolaşımdaki yardımcı T hücrelerinin süpresör T hücrelerine oranı normalde 1,2'den büyük iken; AlDS'li hastalarda 0,9'dan küçük olmaktadır ve bu da değerli bir testtir. Bu test vücutta hücresel bağışıklığın zayıfladığını gösteren bir kanıttır ve AİDS için faydalanılabilir. Klinik bölümde belirttiğimiz diğer immünolojik özelliklere de bakmamızın yararlı olacağını hatırlatırız (Cetvel VIII).
AlDS'li bir hastaya yaklaşımın özellikleri vardır. Hastadaki belirtilerin aktif bir şekilde incelenmesi gerekir. Meselâ, akciğerde bir infilt-rasyon varsa biyopsi yapıp nedenini anlamalıdır. Merkezi sinir sistemi bozukluğunda bir bilgisayarlı tomografi, belkemiğinden su almak ve hatta beyin biyopsisi yapmak gerekebilir. Hastada ishal varsa dışkıda kültür yapmalı, bakteri, mantar ve protozoer parazitler aranmalıdır. Herhangi bir şişlik veya kitle bulunduğunda biyopsi yapılmalıdır. Bu hastalarda birkaç enfeksiyon veya kanser birlikte bulunabileceğinden, devamlı gözlenmeleri gerekir.Meselâ biyopsiyle pneumocystis carinii pnömonisi bulunan AlDS'li bir hastada, aynı zamanda yaygın toksoplazmosis veya atipik tüberküloz da olup olmadığını düşünmek de gerekmektedir. Şu halde klinik ve laboratuvar bulgularının dengeli bir şedide yapılıp yorumlanması büyük önem taşır.
Antikor Testleri, Aids Testleri
LAV/HTLV-III virüsüne karşı oluşan antikorların saptanmasına yarayan testler son yıllarda ticarete verilmiş bulunuyor. AİDS'ti hastaların ve lenfadenopatili (ARC = AİDS related complex) hastaların hemen hepsinde antikorların pozitif olması teşhise çok yardımcı olmaktadır.
Kişilerin kanında antikorların görülmesi virüsle bulaşma için özgül ve duyarlı bir test olarak kabul edilmektedir. Çünkü seropozitif olan kişilerin büyük çoğunluğunda virüs kandan elde edilip üretilmiştir. Bununla beraber bulaşmayla antikor varlığı arasındaki ilişki yüzde 100 mutlak değildir. Küçük miktarlarda da olsa, yalancı pozitif ve yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Antikor negatif olan bazı AlDS'li hastalarda kandan virüs üretmek de mümkün olmuştur. Halen, virüs antijenini tarayan bir test geliştirilmektedir. Antijen testinin antikor testinden daha özgül ya da daha duyarlı olup olmayacağı henüz bilinmiyor.
Anti - LAV/HTLV-III antikorlarını gösteren yöntemler şunlardır:
1. Enzime bağlı immünosorbent test (ELİSA),
2. İmmünofluoresans testi (İF),
3. Katı faz radyo-immun ölçte testi,
4. VVestern blot testi,
5. Radioimmüno-presipitasyon testi.
Tarama maksadıyla en çok kullanılan testler ELİSA ve İF'dir. Bu iki testin yapılışı kolaydır; birçok iaboratuvarda yapılabilir ve 2 günde sonuç verir. Bir hastada eğer bu iki test müsbet çıkarsa iki türlü hareket edilebilir:
a) Aynı testler, bu defa başka bir fabrikanın ayraçları kullanılarak tekrarlanır.
b) Daha spesifik olan ve virüsün bazı proteinlerine karşı antikorları gösteren radyoimmünopresipitasyon veya Western-blot yöntemlerinden birini kullanmak. Bu son yöntemler zor ve zaman alıcı olup, sadece belli başlı bazı merkezlerde yapılmaktadır.
Aids Tedavisi, Aids Tedavi
AİDS tedavisi 3 kısımda incelenebilir. Birinci kısımda esas neden olan LAV/HTLV-III virüsünün yok edilmesi. İkinci kısım, hastalığın yarattığı bağışıklık yetmezliğinin tedavi edilmesi ve nihayet fırsatçı enfeksiyonların ve refakat eden kanserlerin tedavisi. Şimdi bunları daha yakından görelim:
1. Spesifik antivirüs tedavisi: Virüse karşı ilaçlar. Bunlar virüsün çoğalmasını sağlayan önemli "ters transkriptaz" anzimini bloke eden ilaçlarla, virüsün T lenfositlerine girmesini önleyen ilaçlar olup, halen daha deneysel durumdadırlar ve kesin etkileri ve sonuçları bilinmemektedir. Bu ilaçların en önemlileri Ribavirin Suramine Fosfonoformat HPA - 23 olup, halen çeşitli hasta gruplarında denenmektedirler.
2. Bağışıklık sistemini uyaracak tedavi:
Bu maksatla da birçok ilaç denenmektedir. Bunlar arasında en önemlileri:
İnterleukin - 2 Gamma interferon Lenfosit nakli Kemikiliği nakli
İnterleukin - 2, T hücrelerinde yapılan bir glikoprotein olup, özellikle T ve B hücrelerinin çoğalmasını kolaylaştırır. Gamma interfero-nun da yine bağışıklığı uyardığı bilinmektedir. Lenfosit transferi ve kemikiliği nakilleri de azı hastalarda yapılmakla beraber, şimdilik sonuçlar pek parlak değildir. Yine bu maksatla, hastalara bağışıklığı kuvvetlendiren bir ilaç olan isoprinine verilmektedir. Hastalığın aşısı da çok araştırılmakla beraber henüz bulunamamıştır.
3. Fırsatçı enfeksiyonların ve habis hastalıkların tedavisi: Klinik bölümünde sözünü ettiğimiz gibi, AİDS sırasında pek çok fırsatçı mikrop (mantarlar, bakteriler, virüsler, protozoerler) çeşitli hastalık tabloları (pnömoni, menenjit, anfesalit, özofajit, anteritler, dermatit) yapmaktadırlar ve bunun yanında bazı habis hastalıklar da görülmektedir. Bunların başarılı tedavisi için önce doğru bir teşhis gerekir. Enfeksiyonun teşhisine göre uygun antibiyotikler verilecektir.
Bu hastalarda pneumocystis carini enfeksiyonunun büyük problem yarattığını düşünen bazı hekimler, daha baştan, koruyucu olarak AlDS'li hastalara trimethoprim - sulfamethaxazole vermektedirler. İlaca karşı alerjik reaksiyon göstermeyen hastalarda bu yol tavsiye edilebilir.
Enfeksiyonların yanında ayrıca görülebilen Kaposi sarkomu veya lenfoma gibi kanserlerin de tedavisi gerekmektedir. Bunlar için duruma göre radyoterapi ve kemoterapi kullanılacaktır.
Yukarıda görüldüğü gibi, AİDS'in tedavisi zordur ve başarı oranı düşüktür. Bununla beraber her gün denenmekte olan yeni ilaçlar vardır ve bunlardan birinin etkili olması mümkündür. Yine aranmakta olan AİDS aşısının bulunduğu gün, insanlık büyük bir tehlikeden kurtulmuş olacaktır.
Öldürücü bir hastalık olan AİDS'in, tedavisi yanında, önlenmesi bugün için daha büyük önem taşımaktadır. Bu konuda alınması gereken önlemleri gelecek bölümde anlatacağız.
Önemle belirtmek gerekir ki, AİDS teşhisi bugüniçin hâlâ büyük ölçüde klinik bulgulara dayanmaktadır. LAV/HTLV-Ill virüsünün antikorlarını tarayan testlerin varlığına rağmen kliniğin önemi büyüktür. AlDS'li hastaların yüzde 90'ından fazlasında kanda antikorlar bulunmakla birlikte, bazı hastalarda kan testleri negatif bulunabilmektedir. Buna karşılık, birçok sağlıklı kişilerde de antikorlar müsbet bulunabiliyor. Seropozitif kişilerde AİDS hastalığının ne oranda ortaya çıkacağı da bir araştırma konusu. Tahminlere göre, seropozitif kişilerin yüzde 5-20 kadarı, 5 yıl içinde AİDS hastalığına tutulabilecektir. AİDS hastalığı teşhisini kesinlikle koyduracak bir test olmamakla beraber, antikor tayinleri ve virüsün hasta kanından elde edilmesi gibi yöntemler teşhiste çok yardımcı olurlar. Kandaki lenfositlerin ve alt gruplarının sayımı da değerli bilgiler verir. Dolaşımdaki yardımcı T hücrelerinin süpresör T hücrelerine oranı normalde 1,2'den büyük iken; AlDS'li hastalarda 0,9'dan küçük olmaktadır ve bu da değerli bir testtir. Bu test vücutta hücresel bağışıklığın zayıfladığını gösteren bir kanıttır ve AİDS için faydalanılabilir. Klinik bölümde belirttiğimiz diğer immünolojik özelliklere de bakmamızın yararlı olacağını hatırlatırız (Cetvel VIII).
AlDS'li bir hastaya yaklaşımın özellikleri vardır. Hastadaki belirtilerin aktif bir şekilde incelenmesi gerekir. Meselâ, akciğerde bir infilt-rasyon varsa biyopsi yapıp nedenini anlamalıdır. Merkezi sinir sistemi bozukluğunda bir bilgisayarlı tomografi, belkemiğinden su almak ve hatta beyin biyopsisi yapmak gerekebilir. Hastada ishal varsa dışkıda kültür yapmalı, bakteri, mantar ve protozoer parazitler aranmalıdır. Herhangi bir şişlik veya kitle bulunduğunda biyopsi yapılmalıdır. Bu hastalarda birkaç enfeksiyon veya kanser birlikte bulunabileceğinden, devamlı gözlenmeleri gerekir.Meselâ biyopsiyle pneumocystis carinii pnömonisi bulunan AlDS'li bir hastada, aynı zamanda yaygın toksoplazmosis veya atipik tüberküloz da olup olmadığını düşünmek de gerekmektedir. Şu halde klinik ve laboratuvar bulgularının dengeli bir şedide yapılıp yorumlanması büyük önem taşır.
Antikor Testleri, Aids Testleri
LAV/HTLV-III virüsüne karşı oluşan antikorların saptanmasına yarayan testler son yıllarda ticarete verilmiş bulunuyor. AİDS'ti hastaların ve lenfadenopatili (ARC = AİDS related complex) hastaların hemen hepsinde antikorların pozitif olması teşhise çok yardımcı olmaktadır.
Kişilerin kanında antikorların görülmesi virüsle bulaşma için özgül ve duyarlı bir test olarak kabul edilmektedir. Çünkü seropozitif olan kişilerin büyük çoğunluğunda virüs kandan elde edilip üretilmiştir. Bununla beraber bulaşmayla antikor varlığı arasındaki ilişki yüzde 100 mutlak değildir. Küçük miktarlarda da olsa, yalancı pozitif ve yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Antikor negatif olan bazı AlDS'li hastalarda kandan virüs üretmek de mümkün olmuştur. Halen, virüs antijenini tarayan bir test geliştirilmektedir. Antijen testinin antikor testinden daha özgül ya da daha duyarlı olup olmayacağı henüz bilinmiyor.
Anti - LAV/HTLV-III antikorlarını gösteren yöntemler şunlardır:
1. Enzime bağlı immünosorbent test (ELİSA),
2. İmmünofluoresans testi (İF),
3. Katı faz radyo-immun ölçte testi,
4. VVestern blot testi,
5. Radioimmüno-presipitasyon testi.
Tarama maksadıyla en çok kullanılan testler ELİSA ve İF'dir. Bu iki testin yapılışı kolaydır; birçok iaboratuvarda yapılabilir ve 2 günde sonuç verir. Bir hastada eğer bu iki test müsbet çıkarsa iki türlü hareket edilebilir:
a) Aynı testler, bu defa başka bir fabrikanın ayraçları kullanılarak tekrarlanır.
b) Daha spesifik olan ve virüsün bazı proteinlerine karşı antikorları gösteren radyoimmünopresipitasyon veya Western-blot yöntemlerinden birini kullanmak. Bu son yöntemler zor ve zaman alıcı olup, sadece belli başlı bazı merkezlerde yapılmaktadır.
Aids Tedavisi, Aids Tedavi
AİDS tedavisi 3 kısımda incelenebilir. Birinci kısımda esas neden olan LAV/HTLV-III virüsünün yok edilmesi. İkinci kısım, hastalığın yarattığı bağışıklık yetmezliğinin tedavi edilmesi ve nihayet fırsatçı enfeksiyonların ve refakat eden kanserlerin tedavisi. Şimdi bunları daha yakından görelim:
1. Spesifik antivirüs tedavisi: Virüse karşı ilaçlar. Bunlar virüsün çoğalmasını sağlayan önemli "ters transkriptaz" anzimini bloke eden ilaçlarla, virüsün T lenfositlerine girmesini önleyen ilaçlar olup, halen daha deneysel durumdadırlar ve kesin etkileri ve sonuçları bilinmemektedir. Bu ilaçların en önemlileri Ribavirin Suramine Fosfonoformat HPA - 23 olup, halen çeşitli hasta gruplarında denenmektedirler.
2. Bağışıklık sistemini uyaracak tedavi:
Bu maksatla da birçok ilaç denenmektedir. Bunlar arasında en önemlileri:
İnterleukin - 2 Gamma interferon Lenfosit nakli Kemikiliği nakli
İnterleukin - 2, T hücrelerinde yapılan bir glikoprotein olup, özellikle T ve B hücrelerinin çoğalmasını kolaylaştırır. Gamma interfero-nun da yine bağışıklığı uyardığı bilinmektedir. Lenfosit transferi ve kemikiliği nakilleri de azı hastalarda yapılmakla beraber, şimdilik sonuçlar pek parlak değildir. Yine bu maksatla, hastalara bağışıklığı kuvvetlendiren bir ilaç olan isoprinine verilmektedir. Hastalığın aşısı da çok araştırılmakla beraber henüz bulunamamıştır.
3. Fırsatçı enfeksiyonların ve habis hastalıkların tedavisi: Klinik bölümünde sözünü ettiğimiz gibi, AİDS sırasında pek çok fırsatçı mikrop (mantarlar, bakteriler, virüsler, protozoerler) çeşitli hastalık tabloları (pnömoni, menenjit, anfesalit, özofajit, anteritler, dermatit) yapmaktadırlar ve bunun yanında bazı habis hastalıklar da görülmektedir. Bunların başarılı tedavisi için önce doğru bir teşhis gerekir. Enfeksiyonun teşhisine göre uygun antibiyotikler verilecektir.
Bu hastalarda pneumocystis carini enfeksiyonunun büyük problem yarattığını düşünen bazı hekimler, daha baştan, koruyucu olarak AlDS'li hastalara trimethoprim - sulfamethaxazole vermektedirler. İlaca karşı alerjik reaksiyon göstermeyen hastalarda bu yol tavsiye edilebilir.
Enfeksiyonların yanında ayrıca görülebilen Kaposi sarkomu veya lenfoma gibi kanserlerin de tedavisi gerekmektedir. Bunlar için duruma göre radyoterapi ve kemoterapi kullanılacaktır.
Yukarıda görüldüğü gibi, AİDS'in tedavisi zordur ve başarı oranı düşüktür. Bununla beraber her gün denenmekte olan yeni ilaçlar vardır ve bunlardan birinin etkili olması mümkündür. Yine aranmakta olan AİDS aşısının bulunduğu gün, insanlık büyük bir tehlikeden kurtulmuş olacaktır.
Öldürücü bir hastalık olan AİDS'in, tedavisi yanında, önlenmesi bugün için daha büyük önem taşımaktadır. Bu konuda alınması gereken önlemleri gelecek bölümde anlatacağız.
Aids Virusu Lav Htlv III Hakkinda
Aids Virüsü: Lav/Htlv-III
1982 yılı sonundaki bilgiler AİDS'in, cinsel yolla ya da kan trans-füzyonlarıyla geçen bir enfeksiyon hastalığı olduğunu gösteriyordu. Hemofiliklerde kullanılan kan fraksiyonlarının bakteri ve mantarları tutan süzgeçlerden geçirilerek hazırlandığı düşünülürse, enfeksiyon âmilinin filtrelerden geçebilen çok küçük canlılar yani virüsler olması gerekiyordu. O güne kadar bilinen virüslerin (cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü, hepatit virüsü, herpes virüsü) böyle bir hastalık tablosu yaptıkları da bilinmediğine göre, yeni bir virüsün söz konusu olması gerekirdi.
O sıralarda iki Amerikalı araştırıcı Max Essex ve Robert Gallo, bilinen bir virüsün yani HTLV'nin (human T Leukemia Virüs) AİDS'in âmili olabileceğini düşündüler. HTLV, hayvanlarda kanser ve lösemi çeşitleri yapan retrovirüslerailesindendir ve aynı zamanda bağışıklık sistemi üzerine baskı yapabilir. HTLV-I diye bilinen bir virüs Japonya'da nadir bir T lösemisi yapmaktadır ve burada sonsuza kadar T hücresi çoğalması olmaktadır. Halbuki AlDS'li hastalarda T hücreleri azalmaktadır. Ayrıca, Japonya'daki T lösemili hastaların hiçbirinde AİDS'e benzeyen bir hastalık tablosu bildirilmemiştir.
Aynı günlerde Paris'te F'asteurtnstitüsü'nde bir "AİDS Araştırma Grubu" kurulmuştu ve onlar da hastalığın virüsünü arıyorlardı. 1982 yılının son aylarında bu grup (Başkan Luc Montagnier) AlDS'li bir hastanın lenf bezlerinden yeni bir virüsü elde edip ürettiler. Bunun için hastanın lenfositleri kültüre konuldu. İçine interlökin-2 ve anti-interferon ilave edildi. İnterlökin lenfositlerin çoğalmasını sağlarken, anti-interferon da virüslerin çoğalmasına yardımcı oluyordu.
1983 yılı Ocak ayında hücre kültüründe yeni bir virüs üretildi. Bu virüs bir retrovirüstü, çünkü kültür sıvısında ters transkriptaz (reverse trahscriptase)anzimi oluşmuştu;elektron mikroskobunda görünüşü HTLV'den farklıydı ve bu virüs yeni lenfositlere ilave edildikçe onların içinde çoğalıyor, fakat HTLV'nin aksine, bu lenfositleri çoğaltmıyordu. Ayrıca Gallo tarafından gönderilen HTLV antikorları yeni virüsün proteinleriyle reaksiyona girmediğine göre, bu da iki virüsün birbirinden farklı olduğunu gösteriyordu.
Bundan sonra, Pasteur grubu başka birçok AlDS'li hastadan da aynı virüsü elde ettiler. Elektron mikroskobunda hücrelerin (T lenfositlerinin) içinde ve dışında virüsler tespit edildi. Boyları 100-140 nanometre arasında olup; yuvarlak veya çomak şeklinde yoğun, merkezi ya da merkezdışı (eksantrik) çekirdekleri vardır
Bu virüsün, yardımcı T hücrelerine büyük bir ilgisi olduğu saptandı; proteinleri tayin edildi; hastalarda.bunlara karşı antikorlar da saptandı.
Fransız grubu buldukları virüse LAV (lymphadenopathy Associated Virüs) adını verdiler. Amerikalılar (Gallo ve arkadaşları) önce bunu kabul etmeyip HTLV virüsünde ısrar ettiler.
Fransızlar (Montagnier ve arkadaşları) bu virüsün HTLV türünden olmadığını iddia etmektedirler. Günümüzde AİDS virüsü LAV/HTLV-III sembolleriyle gösterilmektedir.
AİDS virüsü T lenfositlerinin "yardımcı" bölümündeki hücrelere özel bir ilgi gösterir. Bunun mekanizması, hücrenin yüzeyinde bulunan T4 molekülüne (reseptörüne) virüsün yapışıp, buradan içeri girmesidir. Virüsün ayrıca monosit denilen hücrelerle beyin hücrelerine de girerek, bunların içinde de çoğaldığı anlaşılmıştır. Virüs T» (yardımcı) lenfositlerinin bölünüp çoğalmalarını durdurmakta, onları biribirine yapıştırmakta ve böylece görev yapmalarını engellemektedir.
Virüste bulunan bütün proteinler antijeniktir yani hastaların kanında bunlara karşı antikorlar oluşmaktadır. Bu antikorlardan teşhis için yararlanmaktayız. Hastaların kanlarında bulunan antikorlar, maalesef virüsleri yok edici ya da durdurucu bir tepki göstermemektedirler.
Virüste genetik yapı yüksek oranda değişiklikler göstermekte ve bu yüzden virüs kendini antikorlardan ve bağışıklık sisteminden kurtarabilmektedir. Yine bu yüzden, AİDS'e karşı bir aşı şimdilik gerçekleştirilememektedir.
Virüsün fizik etkenlere karşı duyarlılığı
Zarflı virüslerin pek çoğu gibi LAV/HTLV-III ısıya karşı duyarlıdır. 56 derecede 30 dakika ısıtıldığında virüs bulaştirıcılığını kaybetmektedir. Liyofilize preparatların ısıyla temizlenmesi için daha uzun süre ısıtmak gerekmektedir.
Virüs, iyonizan ışınlara (X ışınları) ve ultraviyole ışınlara oldukça dirençlidir. 250 bin rad gamma ışınları yada 5000 J/m2 (dalga boyu 254 nm) ultraviyole ışınları virüsü kısmen inaktive edebilmektedir.
Kimyasal etkenler ve virüs
Eter ve aseton virüsü hemen öldürür. Alkol (etanol) yüzde 20 konsantrasyonda, sodyum hipoklorit yüzde 0.2, beta-propiolactone yüzde 25, sodyum hidroksit 40 mmol/litre ve glutaraldehid yüzde 1 konsantrasyonda virüsü yok edebilmektedir, insan plazmasından hepatit B aşısı hazırlanırken yapılan işlemlerin AİDS virüsünü yok ettiği tespit edilmiştir.
Görüldüğü gibi LAV/HTLV-III virüsü çok dayanıklı olmayan ve oldukça kolay inaktive edilebilen bir virüstür.
1982 yılı sonundaki bilgiler AİDS'in, cinsel yolla ya da kan trans-füzyonlarıyla geçen bir enfeksiyon hastalığı olduğunu gösteriyordu. Hemofiliklerde kullanılan kan fraksiyonlarının bakteri ve mantarları tutan süzgeçlerden geçirilerek hazırlandığı düşünülürse, enfeksiyon âmilinin filtrelerden geçebilen çok küçük canlılar yani virüsler olması gerekiyordu. O güne kadar bilinen virüslerin (cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü, hepatit virüsü, herpes virüsü) böyle bir hastalık tablosu yaptıkları da bilinmediğine göre, yeni bir virüsün söz konusu olması gerekirdi.
O sıralarda iki Amerikalı araştırıcı Max Essex ve Robert Gallo, bilinen bir virüsün yani HTLV'nin (human T Leukemia Virüs) AİDS'in âmili olabileceğini düşündüler. HTLV, hayvanlarda kanser ve lösemi çeşitleri yapan retrovirüslerailesindendir ve aynı zamanda bağışıklık sistemi üzerine baskı yapabilir. HTLV-I diye bilinen bir virüs Japonya'da nadir bir T lösemisi yapmaktadır ve burada sonsuza kadar T hücresi çoğalması olmaktadır. Halbuki AlDS'li hastalarda T hücreleri azalmaktadır. Ayrıca, Japonya'daki T lösemili hastaların hiçbirinde AİDS'e benzeyen bir hastalık tablosu bildirilmemiştir.
Aynı günlerde Paris'te F'asteurtnstitüsü'nde bir "AİDS Araştırma Grubu" kurulmuştu ve onlar da hastalığın virüsünü arıyorlardı. 1982 yılının son aylarında bu grup (Başkan Luc Montagnier) AlDS'li bir hastanın lenf bezlerinden yeni bir virüsü elde edip ürettiler. Bunun için hastanın lenfositleri kültüre konuldu. İçine interlökin-2 ve anti-interferon ilave edildi. İnterlökin lenfositlerin çoğalmasını sağlarken, anti-interferon da virüslerin çoğalmasına yardımcı oluyordu.
1983 yılı Ocak ayında hücre kültüründe yeni bir virüs üretildi. Bu virüs bir retrovirüstü, çünkü kültür sıvısında ters transkriptaz (reverse trahscriptase)anzimi oluşmuştu;elektron mikroskobunda görünüşü HTLV'den farklıydı ve bu virüs yeni lenfositlere ilave edildikçe onların içinde çoğalıyor, fakat HTLV'nin aksine, bu lenfositleri çoğaltmıyordu. Ayrıca Gallo tarafından gönderilen HTLV antikorları yeni virüsün proteinleriyle reaksiyona girmediğine göre, bu da iki virüsün birbirinden farklı olduğunu gösteriyordu.
Bundan sonra, Pasteur grubu başka birçok AlDS'li hastadan da aynı virüsü elde ettiler. Elektron mikroskobunda hücrelerin (T lenfositlerinin) içinde ve dışında virüsler tespit edildi. Boyları 100-140 nanometre arasında olup; yuvarlak veya çomak şeklinde yoğun, merkezi ya da merkezdışı (eksantrik) çekirdekleri vardır
Bu virüsün, yardımcı T hücrelerine büyük bir ilgisi olduğu saptandı; proteinleri tayin edildi; hastalarda.bunlara karşı antikorlar da saptandı.
Fransız grubu buldukları virüse LAV (lymphadenopathy Associated Virüs) adını verdiler. Amerikalılar (Gallo ve arkadaşları) önce bunu kabul etmeyip HTLV virüsünde ısrar ettiler.
Fransızlar (Montagnier ve arkadaşları) bu virüsün HTLV türünden olmadığını iddia etmektedirler. Günümüzde AİDS virüsü LAV/HTLV-III sembolleriyle gösterilmektedir.
AİDS virüsü T lenfositlerinin "yardımcı" bölümündeki hücrelere özel bir ilgi gösterir. Bunun mekanizması, hücrenin yüzeyinde bulunan T4 molekülüne (reseptörüne) virüsün yapışıp, buradan içeri girmesidir. Virüsün ayrıca monosit denilen hücrelerle beyin hücrelerine de girerek, bunların içinde de çoğaldığı anlaşılmıştır. Virüs T» (yardımcı) lenfositlerinin bölünüp çoğalmalarını durdurmakta, onları biribirine yapıştırmakta ve böylece görev yapmalarını engellemektedir.
Virüste bulunan bütün proteinler antijeniktir yani hastaların kanında bunlara karşı antikorlar oluşmaktadır. Bu antikorlardan teşhis için yararlanmaktayız. Hastaların kanlarında bulunan antikorlar, maalesef virüsleri yok edici ya da durdurucu bir tepki göstermemektedirler.
Virüste genetik yapı yüksek oranda değişiklikler göstermekte ve bu yüzden virüs kendini antikorlardan ve bağışıklık sisteminden kurtarabilmektedir. Yine bu yüzden, AİDS'e karşı bir aşı şimdilik gerçekleştirilememektedir.
Virüsün fizik etkenlere karşı duyarlılığı
Zarflı virüslerin pek çoğu gibi LAV/HTLV-III ısıya karşı duyarlıdır. 56 derecede 30 dakika ısıtıldığında virüs bulaştirıcılığını kaybetmektedir. Liyofilize preparatların ısıyla temizlenmesi için daha uzun süre ısıtmak gerekmektedir.
Virüs, iyonizan ışınlara (X ışınları) ve ultraviyole ışınlara oldukça dirençlidir. 250 bin rad gamma ışınları yada 5000 J/m2 (dalga boyu 254 nm) ultraviyole ışınları virüsü kısmen inaktive edebilmektedir.
Kimyasal etkenler ve virüs
Eter ve aseton virüsü hemen öldürür. Alkol (etanol) yüzde 20 konsantrasyonda, sodyum hipoklorit yüzde 0.2, beta-propiolactone yüzde 25, sodyum hidroksit 40 mmol/litre ve glutaraldehid yüzde 1 konsantrasyonda virüsü yok edebilmektedir, insan plazmasından hepatit B aşısı hazırlanırken yapılan işlemlerin AİDS virüsünü yok ettiği tespit edilmiştir.
Görüldüğü gibi LAV/HTLV-III virüsü çok dayanıklı olmayan ve oldukça kolay inaktive edilebilen bir virüstür.
Aids Kanserler Kaposi Sarkomu Lenfomalar
Aids ve Kanserler
AİDS'in seyri sırasında bazı kanserler dikkati çekecek kadar sık olarak görülmektedir. Bunlar, Kaposi sarkomu, lenfomalar, dil, rektum ve anüs kanserleridir.
Kaposi Sarkomu Nedir
Kaposi sarkomu ilk defa 1872'de Dr. Kaposi tarafından tarif edildiği için, onun adıyla anılan nadir bir tümördür. En çok el ve ayaklara yakın yerlerde, mor, ya da kahverengi-kırmızı renklerde kabarık deri lezyonları şeklinde görülen bu kanser türü Batı dünyasında nadirdir. Daha çok, ileri yaşlardaki Akdenizli ve Doğu Avrupalı insanlarda görülür. Buna karşılık, Kongo'da çok sıktır ve oradaki kanserlerin yüzde 11'ini oluşturur. Fakat, 1979'dan itibaren ABD'de, homoseksüel erkeklerde Kaposi sarkomunun sık görüldüğü tespit edildi. Bunların ortak noktaları, hepsinin AlDS'li oluşlarıydı. Zamanla, Kaposi sarkomunun AlDS'li hastaların üçte birinde bulunduğu anlaşıldı.
Hastalığın en çok görülen şekli deridedir. Daha çok, bacaklarda, kollarda olur ve yıllarca süren bir gidiş gösterir. Fakat, AlDS'li hastalardaki Kaposi sarkomunun hızlı seyrettiği; deriden başka yerlere yayıldığı (lenf bezlerine, akciğerlere, kemiklere ve bağırsaklara) ve böyle hastaların yüzde 40'ının bir yılda kaybedildiği tespit edilmiş bulunmaktadır.
AİDS ve Kaposi sarkomlu kişilerde rastlanılan bir genetik özellik vardır: Bunlarda, doku gruplarından HLA-DR-5 yüksek oranda bulunmuştur. Bu, irsi bir etkiyi düşündürmektedir. Sarkomu yapan asıl etkenin, AlDS'lilerde sık görüldüğünü yukarıda söylediğimiz Cytomegalovirüsü olduğu hakkında kanaatler gittikçe kuvvetlenmektedir.
Kaposi sarkomunun tedavisi ilaç ve radyoterapiyle (ışın) yapılmaktadır. Küçük alanlardaki hastalık ışınla; yaygın hastalık ise kanser Maçlarıyla (kemoterapi) tedavi edilir. Bu ilaçlar arasında en etkilileri Etoposide (VP-16) ve vinblastin'dir. Ayrıca, vücudun bağışıklığını artırmaya yönelik ilaçlardan interferon da, yüksek dozlarda Kaposi sarkomuna tesir etmektedir. Yine aynı maksatla retinoidler(13-cis retinoik asid) ve isoprinosine isimli maddeler de denenmektedir.
Lenfoma Nedir, Lenfoma belirtileri, Lenfoma Tedavisi
Lenfomalar, lenf bezlerinin tümörleridir. AlDS'li hastaların yüzde 5-15 kadarında lenfomalar da görülmektedir. Bunlar, Hodgkin lenfoması ve Hodgkin olmayan lenfomalar diye iki gruba ayrılırlar ve AlDS'lilerde daha çok Hodgkin olmayan lenfomalar görülür. Hodgkin olmayan lenfomaların iki tipi AlDS'de özellikle görülmektedir:
a. Burkitt lenfoması.
b. Lenfoblastik lenfoma.
Burkitt lenfoması, muhtemelen Epstein-Barr virüsünden olmaktadır. Bu virüs, merkezi Afrika'da pek sıktır ve aynı bölgede Burkitt lenfoması da çok görülmektedir. Bu virüsün AlDS'lilerde de enfeksiyon yaptığını yukarıda görmüştük. Burkitt lenfoması, yüz ve çenede (Afrika tipi) şişlikler yaptığı gibi, karında kitleler de (Amerikan tipi) oluşturabilmektedir.
Lenfomaların tedavisine, erken devrelerde radyoterapi, ilerlemiş devrelerde ilâç tedavisi (kemoterapi) kullanılır. Bazen her iki tedavi şeklinin birlikte kullanılması da gerekebilir.
Diğer Kanserler
AlDS'li hastalarda görülen diğer kanserler arasında ağız, anüs (makat) ve rektum kanserleri sayılabilir. Bunlar cinsel faaliyetler sırasında zedelenen dokulardır ve bu hastalardaki enfeksiyonlarda görülen herpes virüslerinin bu kanserlere yol açtığı düşünülmektedir. Herpes virüsünün Vinci tipi ağız-dil kanseri, herpes virüsünün 2'nci tipi ise rektum ve anüs kanserleri yapmaktadır.
AlDS'li hastalarda bu çeşitli kanserlerin oluşunu şu şekilde izah etme eğilimi vardır: Önce LAV/HTLV-III virüsü vücuda girip enfeksiyon yapar ve bağışıklığı yok eder. Bunun arkasından fırsatçı enfeksiyonlar (cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü veya herpes simplex I ve II virüsleri) vücudu istilâ eder ve yukarıda gördüğümüz kanserleri bu virüsler oluşturur.
Eğer bu hipotez doğruysa, kanser ihtimalinin virüs enfeksiyonlarıyla paralel gitmesi beklenir. Gerçekten de öyle olmaktadır. AlDS'li hastalar arasında virüslerin en çok bulunduğu grup, homoseksüel erkekler grubudur, ve kanserler en çok bunlar arasında görülmektedir. Meselâ, homoseksüel ve biseksüel erkek AlDS'li hastalarda Kaposi sarkomu sıklığı yüzde 46 iken, heteroseksüel AlDS'lilerde bu sıklık yüzde 7 dolaylarındadır.
AİDS'in seyri sırasında bazı kanserler dikkati çekecek kadar sık olarak görülmektedir. Bunlar, Kaposi sarkomu, lenfomalar, dil, rektum ve anüs kanserleridir.
Kaposi Sarkomu Nedir
Kaposi sarkomu ilk defa 1872'de Dr. Kaposi tarafından tarif edildiği için, onun adıyla anılan nadir bir tümördür. En çok el ve ayaklara yakın yerlerde, mor, ya da kahverengi-kırmızı renklerde kabarık deri lezyonları şeklinde görülen bu kanser türü Batı dünyasında nadirdir. Daha çok, ileri yaşlardaki Akdenizli ve Doğu Avrupalı insanlarda görülür. Buna karşılık, Kongo'da çok sıktır ve oradaki kanserlerin yüzde 11'ini oluşturur. Fakat, 1979'dan itibaren ABD'de, homoseksüel erkeklerde Kaposi sarkomunun sık görüldüğü tespit edildi. Bunların ortak noktaları, hepsinin AlDS'li oluşlarıydı. Zamanla, Kaposi sarkomunun AlDS'li hastaların üçte birinde bulunduğu anlaşıldı.
Hastalığın en çok görülen şekli deridedir. Daha çok, bacaklarda, kollarda olur ve yıllarca süren bir gidiş gösterir. Fakat, AlDS'li hastalardaki Kaposi sarkomunun hızlı seyrettiği; deriden başka yerlere yayıldığı (lenf bezlerine, akciğerlere, kemiklere ve bağırsaklara) ve böyle hastaların yüzde 40'ının bir yılda kaybedildiği tespit edilmiş bulunmaktadır.
AİDS ve Kaposi sarkomlu kişilerde rastlanılan bir genetik özellik vardır: Bunlarda, doku gruplarından HLA-DR-5 yüksek oranda bulunmuştur. Bu, irsi bir etkiyi düşündürmektedir. Sarkomu yapan asıl etkenin, AlDS'lilerde sık görüldüğünü yukarıda söylediğimiz Cytomegalovirüsü olduğu hakkında kanaatler gittikçe kuvvetlenmektedir.
Kaposi sarkomunun tedavisi ilaç ve radyoterapiyle (ışın) yapılmaktadır. Küçük alanlardaki hastalık ışınla; yaygın hastalık ise kanser Maçlarıyla (kemoterapi) tedavi edilir. Bu ilaçlar arasında en etkilileri Etoposide (VP-16) ve vinblastin'dir. Ayrıca, vücudun bağışıklığını artırmaya yönelik ilaçlardan interferon da, yüksek dozlarda Kaposi sarkomuna tesir etmektedir. Yine aynı maksatla retinoidler(13-cis retinoik asid) ve isoprinosine isimli maddeler de denenmektedir.
Lenfoma Nedir, Lenfoma belirtileri, Lenfoma Tedavisi
Lenfomalar, lenf bezlerinin tümörleridir. AlDS'li hastaların yüzde 5-15 kadarında lenfomalar da görülmektedir. Bunlar, Hodgkin lenfoması ve Hodgkin olmayan lenfomalar diye iki gruba ayrılırlar ve AlDS'lilerde daha çok Hodgkin olmayan lenfomalar görülür. Hodgkin olmayan lenfomaların iki tipi AlDS'de özellikle görülmektedir:
a. Burkitt lenfoması.
b. Lenfoblastik lenfoma.
Burkitt lenfoması, muhtemelen Epstein-Barr virüsünden olmaktadır. Bu virüs, merkezi Afrika'da pek sıktır ve aynı bölgede Burkitt lenfoması da çok görülmektedir. Bu virüsün AlDS'lilerde de enfeksiyon yaptığını yukarıda görmüştük. Burkitt lenfoması, yüz ve çenede (Afrika tipi) şişlikler yaptığı gibi, karında kitleler de (Amerikan tipi) oluşturabilmektedir.
Lenfomaların tedavisine, erken devrelerde radyoterapi, ilerlemiş devrelerde ilâç tedavisi (kemoterapi) kullanılır. Bazen her iki tedavi şeklinin birlikte kullanılması da gerekebilir.
Diğer Kanserler
AlDS'li hastalarda görülen diğer kanserler arasında ağız, anüs (makat) ve rektum kanserleri sayılabilir. Bunlar cinsel faaliyetler sırasında zedelenen dokulardır ve bu hastalardaki enfeksiyonlarda görülen herpes virüslerinin bu kanserlere yol açtığı düşünülmektedir. Herpes virüsünün Vinci tipi ağız-dil kanseri, herpes virüsünün 2'nci tipi ise rektum ve anüs kanserleri yapmaktadır.
AlDS'li hastalarda bu çeşitli kanserlerin oluşunu şu şekilde izah etme eğilimi vardır: Önce LAV/HTLV-III virüsü vücuda girip enfeksiyon yapar ve bağışıklığı yok eder. Bunun arkasından fırsatçı enfeksiyonlar (cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü veya herpes simplex I ve II virüsleri) vücudu istilâ eder ve yukarıda gördüğümüz kanserleri bu virüsler oluşturur.
Eğer bu hipotez doğruysa, kanser ihtimalinin virüs enfeksiyonlarıyla paralel gitmesi beklenir. Gerçekten de öyle olmaktadır. AlDS'li hastalar arasında virüslerin en çok bulunduğu grup, homoseksüel erkekler grubudur, ve kanserler en çok bunlar arasında görülmektedir. Meselâ, homoseksüel ve biseksüel erkek AlDS'li hastalarda Kaposi sarkomu sıklığı yüzde 46 iken, heteroseksüel AlDS'lilerde bu sıklık yüzde 7 dolaylarındadır.
Aids Klinik Belirtiler Enfeksiyonlar
Aids Klinik Tablolar ve Enfeksiyonlar
AİDS içinde ileri derecedeki bağışıklık yetmezliği nedeniyle oluşan karmaşık klinik tablolar bulunmaktadır. Hastalığın gidişi sırasında sık sık tekrarlayan fırsatçı enfeksiyonlar ve Kaposi sarkomu görülür. Kaposi sarkomu aslında nadir görülen bir kanser türü olmakla beraber, AlDS'li hastaların üçte biri kadarında görülebilmektedir. Bu has- talar aynı zamanda, lenfoma dediğimiz türden tömürler de oluşturabilirler.
Başlangıç kısımda sözünü ettiğimiz LAV/HTLV—III virüsü vücuda girdikten sonra özellikle yardımcı T hücrelerini işgal etmekte, onların içinde çoğalmakta ve bu hücrelerin gelişmelerini ve görev yapmalarını engellemekte; böylece kişide meydana gelen bağışıklık yetmezliği, fırsatçı enfeksiyonlara yol açmakta ve AİDS hastalığının çeşitli tablolar oluşmaktadır. Şu halde hastalığı başlatan LAV/HTLV—III virüsü olmakla beraber, hastalığın gidişini belirleyen tek faktör bu değildir. İkincil viral enfeksiyonlar da büyük roller oynamaktadırlar. Yalnız LAV virüsü ile enfekte olanlarda kan testleri pozitif olmakla birlikte (bunlara serumları virüs bakımından pozitif kişiler ya da kısaca seropozitif kişiler denir), AİDS tablosu görülmez. Hasta LAV virüsüyle birlikte diğer virüslerin de istilâsına uğrarsa, o zaman AİDS'in klinik tablolarının oluştuğu ve geliştiği düşünülmektedir. Bu ilave virüsler arasında en önemlileri Cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü, B Hepatit virüsü, Herpes virüsleridir. Bu virüsler bir taraftan çeşitli enfeksiyon tablola- rı yaratırlarken, bir taraftan da AlDS'de görülen bazı kanser türlerini oluştururlar. Cytomegalovirüsün Kaposu sarkomu oluşunda, Epstein-Barr virüsünün lenfomaların oluşunda, Herpes simplex I virüsünün dil kanseri ve Herpes simplex II virüsünün de rektum ve anüs kanserlerinin oluşunda rol oynadıklarına dair kanıtlar gittikçe çoğalmaktadır. Yukarıdaki gözlemler, AlDS'li hastalarla kanser oluşumunda iki kademe düşündürmektedir.
Klinik Belirtiler
AlDS'de klinik belirtiler 4 kısımda incelenebilir:
1 Doğumdan LAV/HTLV-IM virüsünün etkilerine bağlı belirtiler.
2. Bağışıklık yetmezliği nedeniyle oluşan fırsatçı enfeksiyonların
belirtileri.
3 Kaposi sarkomuna bağlı belirtiler.
4. Diğer habis hastalıklara bağlı belirtiler.
LAV virüsüyle enfekte olan kişilerin bir kısmında hiçbir belirti olmaz Bunların virüsle bulaştıkları ancak kan testleriyle anlaşılır. Virüsle bulaşanların bir kısmı, akut bir enfeksiyon tablosu gösterirler. B. kaç günden birkaç haftaya kadar süren bu tabloda ateş terleme, halsız-lik, fenalık hissi, kas ve eklem ağrıları, başağrısı, boğaz ağrısı, ishal, lenf bezlerinde genel büyüme ve deri döküntüleri gorulebilir. Bazen rombostopeni de olur. Bu hastalık tablosu enfeksiyöz mononükleoz dediğimiz tabloya çok benzer. Yalnız orada kanda artmış oranda lenfositler ve monositler varken, burada böyle birşey yoktun Bu hastalarda kanda LAV virüsü antikorlar, (seropozitivite bulunur Bazen hastalığın başlangıcında antikorlar yoktur; ancak birkaç hafta içinde se-ropozitlvte oluşur. Bu akut safha geçtikten sonra hastalık uykuya girebilir ve aylar ya da yıllarca hiçbir belirti, görülmez (latent safha).
Hastalığın bir diğer şekli "Lenfadenopati sendromu" yada AİDS related complex" = ARC şeklidir. Burada, yaygın lent bezleri büyümesi yanında, ateş, gece terlemeleri, zayıflama, halsizlik gibi belirtiler
olur ve bu tablo uzun süre gider. ARC'II hastaların yüzde 10-20 kadarı birkaç yıl içinde tam AİDS tablosuna dönüşebilir.
LAV virüsü, yukarıda anlatılan belirtiler yanında, bazı organlara da zarar verebilmektedir. Merkezi sinir sistemini tutabilen virüs ansefa-lit gibi nörolojik belirtilere sebep olabilmektedir. Bunun yanında vırus, bağırsak hastalığı (anterit), böbrek yetmezliği, metabolik ve hormo-nal bozukluklar (hiperkalsemi ve böbreküstü bezi yetmezliği) ve aller-jik belirtilere yol açmaktadır.
Virüsün yaptığı bu belirtiler yanında, AİDS seyri sırasında birçok enfeksiyonlar da görülmektedir. Biraz aşağıda bu enfeksiyonlardan bahsedeceğiz. Cetvel VIII, yukarıda bahsettiğimiz klinik tabloları özetlemektedir.
AİDS içinde ileri derecedeki bağışıklık yetmezliği nedeniyle oluşan karmaşık klinik tablolar bulunmaktadır. Hastalığın gidişi sırasında sık sık tekrarlayan fırsatçı enfeksiyonlar ve Kaposi sarkomu görülür. Kaposi sarkomu aslında nadir görülen bir kanser türü olmakla beraber, AlDS'li hastaların üçte biri kadarında görülebilmektedir. Bu has- talar aynı zamanda, lenfoma dediğimiz türden tömürler de oluşturabilirler.
Başlangıç kısımda sözünü ettiğimiz LAV/HTLV—III virüsü vücuda girdikten sonra özellikle yardımcı T hücrelerini işgal etmekte, onların içinde çoğalmakta ve bu hücrelerin gelişmelerini ve görev yapmalarını engellemekte; böylece kişide meydana gelen bağışıklık yetmezliği, fırsatçı enfeksiyonlara yol açmakta ve AİDS hastalığının çeşitli tablolar oluşmaktadır. Şu halde hastalığı başlatan LAV/HTLV—III virüsü olmakla beraber, hastalığın gidişini belirleyen tek faktör bu değildir. İkincil viral enfeksiyonlar da büyük roller oynamaktadırlar. Yalnız LAV virüsü ile enfekte olanlarda kan testleri pozitif olmakla birlikte (bunlara serumları virüs bakımından pozitif kişiler ya da kısaca seropozitif kişiler denir), AİDS tablosu görülmez. Hasta LAV virüsüyle birlikte diğer virüslerin de istilâsına uğrarsa, o zaman AİDS'in klinik tablolarının oluştuğu ve geliştiği düşünülmektedir. Bu ilave virüsler arasında en önemlileri Cytomegalovirüs, Epstein-Barr virüsü, B Hepatit virüsü, Herpes virüsleridir. Bu virüsler bir taraftan çeşitli enfeksiyon tablola- rı yaratırlarken, bir taraftan da AlDS'de görülen bazı kanser türlerini oluştururlar. Cytomegalovirüsün Kaposu sarkomu oluşunda, Epstein-Barr virüsünün lenfomaların oluşunda, Herpes simplex I virüsünün dil kanseri ve Herpes simplex II virüsünün de rektum ve anüs kanserlerinin oluşunda rol oynadıklarına dair kanıtlar gittikçe çoğalmaktadır. Yukarıdaki gözlemler, AlDS'li hastalarla kanser oluşumunda iki kademe düşündürmektedir.
Klinik Belirtiler
AlDS'de klinik belirtiler 4 kısımda incelenebilir:
1 Doğumdan LAV/HTLV-IM virüsünün etkilerine bağlı belirtiler.
2. Bağışıklık yetmezliği nedeniyle oluşan fırsatçı enfeksiyonların
belirtileri.
3 Kaposi sarkomuna bağlı belirtiler.
4. Diğer habis hastalıklara bağlı belirtiler.
LAV virüsüyle enfekte olan kişilerin bir kısmında hiçbir belirti olmaz Bunların virüsle bulaştıkları ancak kan testleriyle anlaşılır. Virüsle bulaşanların bir kısmı, akut bir enfeksiyon tablosu gösterirler. B. kaç günden birkaç haftaya kadar süren bu tabloda ateş terleme, halsız-lik, fenalık hissi, kas ve eklem ağrıları, başağrısı, boğaz ağrısı, ishal, lenf bezlerinde genel büyüme ve deri döküntüleri gorulebilir. Bazen rombostopeni de olur. Bu hastalık tablosu enfeksiyöz mononükleoz dediğimiz tabloya çok benzer. Yalnız orada kanda artmış oranda lenfositler ve monositler varken, burada böyle birşey yoktun Bu hastalarda kanda LAV virüsü antikorlar, (seropozitivite bulunur Bazen hastalığın başlangıcında antikorlar yoktur; ancak birkaç hafta içinde se-ropozitlvte oluşur. Bu akut safha geçtikten sonra hastalık uykuya girebilir ve aylar ya da yıllarca hiçbir belirti, görülmez (latent safha).
Hastalığın bir diğer şekli "Lenfadenopati sendromu" yada AİDS related complex" = ARC şeklidir. Burada, yaygın lent bezleri büyümesi yanında, ateş, gece terlemeleri, zayıflama, halsizlik gibi belirtiler
olur ve bu tablo uzun süre gider. ARC'II hastaların yüzde 10-20 kadarı birkaç yıl içinde tam AİDS tablosuna dönüşebilir.
LAV virüsü, yukarıda anlatılan belirtiler yanında, bazı organlara da zarar verebilmektedir. Merkezi sinir sistemini tutabilen virüs ansefa-lit gibi nörolojik belirtilere sebep olabilmektedir. Bunun yanında vırus, bağırsak hastalığı (anterit), böbrek yetmezliği, metabolik ve hormo-nal bozukluklar (hiperkalsemi ve böbreküstü bezi yetmezliği) ve aller-jik belirtilere yol açmaktadır.
Virüsün yaptığı bu belirtiler yanında, AİDS seyri sırasında birçok enfeksiyonlar da görülmektedir. Biraz aşağıda bu enfeksiyonlardan bahsedeceğiz. Cetvel VIII, yukarıda bahsettiğimiz klinik tabloları özetlemektedir.
Aids Hastaligi Epidemiyoloji Nedir
Aids Hastalığında Epidemiyoloji
Epidemiyoloji, bir hastalığın toplumlarda veya çeşitli bölgelerde dağılışını ve sıklığını inceleyen bilim dalıdır. Biz bu bölümde AİDS'in dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkışını, dağılışını ve sıklığını kısaca anlatacağız.
ilk defa, 1981 yılı ilkbaharında, California Üniversitesi'nden Dr. Gott-lieb ve arkadaşları 5 homoseksüel erkekte "Pneumocystis carinii" mik-robuyla oluşmuş pnömoni (zatürree) gördüklerini bildirdilerBu çok nadir pnömoni şekli, genellikle bazı ilerlemiş kanser ve lösemilerde ve bir de, böbrek nakli yapıldıktan sonra yeni böbreğin atılmaması için vücut bağışıklık sistemine (immün sisteme) baskı yapan ilaçlar verilen hastalarda görülürdü. Bu pnömoninin sağlam görünüşlü 5 erkekte birden görülmesi dikkati çekmişti. Bu 5 kişiden ikisi de tedaviye cevap vermeyip ölmüşlerdi.
Hemen aynı günlerde, New York Üniversitesi'nden Dr. Friedman son 30 ayda tesbit ettiği 26 Kaposi vak'asını bildirdi. Bunların 20 tanesi New York'ta ve 6 tanesi California'da görülmüştü. Hastaların hepsi erkek ve homoseksüel olup, yaşları 26 ile 51 arasındaydı ve 4 tanesinde de ayrıca pneumocystis carinii pnömonisi vardı. Teşhisten sonra geçen 2 yıl içinde hastaların 8 tanesi ölmüştü. Kaposi sarkomu gibi çok nadir bir tümörün böyle sıklıkla görülmesi çok dikkate değerdi.
Bunun arkasından California'dan başka bir haber daha geldi: Yeni 10 tane pneumocystis carinii pnömonisi daha görülmüştü. Bunlar da genç homoseksüel erkeklerdi ve yine ikisinde ayrıca kaposi sarkomu vardı.
Bunun üzerine ABD Georgia eyaleti Atlanta şehrinde bulunan Hastalıkları Kontrol Merkezleri Federal Bürosu bu konuyu ele aldı ve ne olduğu belirsiz bu yeni sendromu araştırmaya başladı. Binlerce homoseksüel incelendi. Hastaların hemen hepsinin amil-nitrit ve butil-nitrit gibi cinsel uyaranlar kullandığı düşünülerek, bu ilaçların hastalığa sebep olup olmadığı araştırıldı. Bir başka sebep, hipotezi de "immün sistemine yüklenmesi" ileri sürüldü. Buna göre, AİDS'ti hastalar, yıllardan beri çok sayıda eşle cinsel ilişkileri olan ve çeşitli zührevi hastalıklara tutulan kişilerdir. Ayrıca rektal yoldan giren sperma da buradaki çatlaklardan kana karışarak immün depresyon (çöküntü) yap-maktadır. Böylece uzun süreli yıpranmalar AİDS'i oluşturmaktadır.
Antikorlara, yani immünglobülinlere gelince: Bu hastalarda antikor yapımı devam etmektedir. Ancak, bu antikorların virüse karşı koruyucu etkileri yoktur. Antikorların miktarları normal, ya da artmış bulunmaktadır. İmmün sistem bozulduğu halde, antikor yapımının devam etmesi, T hücre yetersizliği nedeniyle, gereksiz antikor yapımının kontrol altına alınamayışındandır.
İmmün sistem tarafından salgılanan bazı maddeler de bu hastalarda anormallikler gösterir. "Lenfokin" denilen bu maddeler, bağışıklık hücrelerinin aralarında haberleşmede rol oynarlar. Bunlardan biri olan interlökin-2 (IL-2) lenfositlerin bölünüp çoğalmasını sağlayan ve mücadeleyi kolaylaştıran bir maddedir ve AlDS'li hastalarda azalmıştır.
Görüldüğü gibi, AİDS virüsüyle temasa gelmiş hastalarda vücutta bağışıklık sistemi bozulmuş ve vücut dışarıdan gelen çeşitli hastalık etkenlerine karşı savunmasız ve açık hale düşmüştür. Bu nedenle, biraz ileride göreceğimiz klinik tabloda yer alan çeşitli enfeksiyonlar AİDS'ti kişilerin yaşamasını imkânsız hale getirmektedirler.
Epidemiyoloji, bir hastalığın toplumlarda veya çeşitli bölgelerde dağılışını ve sıklığını inceleyen bilim dalıdır. Biz bu bölümde AİDS'in dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkışını, dağılışını ve sıklığını kısaca anlatacağız.
ilk defa, 1981 yılı ilkbaharında, California Üniversitesi'nden Dr. Gott-lieb ve arkadaşları 5 homoseksüel erkekte "Pneumocystis carinii" mik-robuyla oluşmuş pnömoni (zatürree) gördüklerini bildirdilerBu çok nadir pnömoni şekli, genellikle bazı ilerlemiş kanser ve lösemilerde ve bir de, böbrek nakli yapıldıktan sonra yeni böbreğin atılmaması için vücut bağışıklık sistemine (immün sisteme) baskı yapan ilaçlar verilen hastalarda görülürdü. Bu pnömoninin sağlam görünüşlü 5 erkekte birden görülmesi dikkati çekmişti. Bu 5 kişiden ikisi de tedaviye cevap vermeyip ölmüşlerdi.
Hemen aynı günlerde, New York Üniversitesi'nden Dr. Friedman son 30 ayda tesbit ettiği 26 Kaposi vak'asını bildirdi. Bunların 20 tanesi New York'ta ve 6 tanesi California'da görülmüştü. Hastaların hepsi erkek ve homoseksüel olup, yaşları 26 ile 51 arasındaydı ve 4 tanesinde de ayrıca pneumocystis carinii pnömonisi vardı. Teşhisten sonra geçen 2 yıl içinde hastaların 8 tanesi ölmüştü. Kaposi sarkomu gibi çok nadir bir tümörün böyle sıklıkla görülmesi çok dikkate değerdi.
Bunun arkasından California'dan başka bir haber daha geldi: Yeni 10 tane pneumocystis carinii pnömonisi daha görülmüştü. Bunlar da genç homoseksüel erkeklerdi ve yine ikisinde ayrıca kaposi sarkomu vardı.
Bunun üzerine ABD Georgia eyaleti Atlanta şehrinde bulunan Hastalıkları Kontrol Merkezleri Federal Bürosu bu konuyu ele aldı ve ne olduğu belirsiz bu yeni sendromu araştırmaya başladı. Binlerce homoseksüel incelendi. Hastaların hemen hepsinin amil-nitrit ve butil-nitrit gibi cinsel uyaranlar kullandığı düşünülerek, bu ilaçların hastalığa sebep olup olmadığı araştırıldı. Bir başka sebep, hipotezi de "immün sistemine yüklenmesi" ileri sürüldü. Buna göre, AİDS'ti hastalar, yıllardan beri çok sayıda eşle cinsel ilişkileri olan ve çeşitli zührevi hastalıklara tutulan kişilerdir. Ayrıca rektal yoldan giren sperma da buradaki çatlaklardan kana karışarak immün depresyon (çöküntü) yap-maktadır. Böylece uzun süreli yıpranmalar AİDS'i oluşturmaktadır.
Antikorlara, yani immünglobülinlere gelince: Bu hastalarda antikor yapımı devam etmektedir. Ancak, bu antikorların virüse karşı koruyucu etkileri yoktur. Antikorların miktarları normal, ya da artmış bulunmaktadır. İmmün sistem bozulduğu halde, antikor yapımının devam etmesi, T hücre yetersizliği nedeniyle, gereksiz antikor yapımının kontrol altına alınamayışındandır.
İmmün sistem tarafından salgılanan bazı maddeler de bu hastalarda anormallikler gösterir. "Lenfokin" denilen bu maddeler, bağışıklık hücrelerinin aralarında haberleşmede rol oynarlar. Bunlardan biri olan interlökin-2 (IL-2) lenfositlerin bölünüp çoğalmasını sağlayan ve mücadeleyi kolaylaştıran bir maddedir ve AlDS'li hastalarda azalmıştır.
Görüldüğü gibi, AİDS virüsüyle temasa gelmiş hastalarda vücutta bağışıklık sistemi bozulmuş ve vücut dışarıdan gelen çeşitli hastalık etkenlerine karşı savunmasız ve açık hale düşmüştür. Bu nedenle, biraz ileride göreceğimiz klinik tabloda yer alan çeşitli enfeksiyonlar AİDS'ti kişilerin yaşamasını imkânsız hale getirmektedirler.
Aids Hastaligi Belirtileri Nelerdir Aids Hastasi
AIDS'li Bir Hastanın Özellikleri
Hasta 60 yaşından daha gençtir.
Homoseksüel ve biseksüel erkekler
Damardan ilaç zerkeden toksikomanlar
Kan transfüzyonu alanlar
Hemofilik hastalar
AlDS'li hastalarla cinsel ilişkide bulunanlar
Yukarıdakilerin çocukları
Aids Hastalığının Belirtileri, Aids Hastalığı Belirtiler Nelerdir
Aids Nasıl Anlaşılır, Uzun süren ateş Önemli kilo kaybı Uzun süren ishal Deri döküntüleri Ağızda ve makatta yaralar Devamlı öksürük Nefes darlığı Çeşitli yerlerdeki lenf bezlerinde şişme Özellikle kol ve bacaklarda mor -siyah lekeler (Kaposi sarkomu)
Laboratuvar Bulguları
AİDS virüsüne karşı hasta kanımda antikor varlığı
Kansızlık
Enfeksiyonları tanımak için balgam, kan ve idrar bulguları
İlave/kanser şüphesi varsa biyopsi
Karıda yardımcı T lenfositlerinde azalma
Kanda önleyici T lenfositlerinde artma
İmmünolojik deri testlerinde bozukluk
Esasen birçok enfeksiyöz ve virütik hastalıkta da aynı durum gözlenir. Bir uçta hastalıktan ölünürken, diğer uçta gizli enfeksiyon veya hiç hasta olmayanlar bulunur. Viral B hepatiti bu duruma güzel bir örnektir. Her yıl yüzbinlerce kişi dünyada hepatit B virüsü ile enfekte olmakta ve bunların büyük çoğunluğu (yüzde 75) hiç hasta olmamakta veya gripal enfeksiyon gibi (yorgunluk, nezle vs.) bir tabloyla işi geçiştirmektedir. Virüs alanların yüzde 25 kadarı bulantı, kusma, karın ağrısı, sarılık gibi belirtilerle hasta olmakta ve iyileşmektedir. Yüzde 10 kadarı iyileştikten sonra virüsü taşır (portör). Virüs alanların ancak yüzde 1 kadarı, sarılıkla başlayan hastalığı geçiremez, karaciğer yetmezliğinden ya da hepatit sonrası oluşan karaciğer kanserinden kaybedilirler. Görüldüğü gibi, hepatit B virüsü ve AİDS virüsünün yarattıkları hastalık oranları birbirine benzemektedir. Cetvel II bu durumu özetlemektedir.
Virüs ve Hastalık
Virüsle temasa geliş (Seropozitivite) % 100
Orta şiddette hastalık (ARC) % 10
Ağır hastalık (AİDS) % 1
Hasta 60 yaşından daha gençtir.
Homoseksüel ve biseksüel erkekler
Damardan ilaç zerkeden toksikomanlar
Kan transfüzyonu alanlar
Hemofilik hastalar
AlDS'li hastalarla cinsel ilişkide bulunanlar
Yukarıdakilerin çocukları
Aids Hastalığının Belirtileri, Aids Hastalığı Belirtiler Nelerdir
Aids Nasıl Anlaşılır, Uzun süren ateş Önemli kilo kaybı Uzun süren ishal Deri döküntüleri Ağızda ve makatta yaralar Devamlı öksürük Nefes darlığı Çeşitli yerlerdeki lenf bezlerinde şişme Özellikle kol ve bacaklarda mor -siyah lekeler (Kaposi sarkomu)
Laboratuvar Bulguları
AİDS virüsüne karşı hasta kanımda antikor varlığı
Kansızlık
Enfeksiyonları tanımak için balgam, kan ve idrar bulguları
İlave/kanser şüphesi varsa biyopsi
Karıda yardımcı T lenfositlerinde azalma
Kanda önleyici T lenfositlerinde artma
İmmünolojik deri testlerinde bozukluk
Esasen birçok enfeksiyöz ve virütik hastalıkta da aynı durum gözlenir. Bir uçta hastalıktan ölünürken, diğer uçta gizli enfeksiyon veya hiç hasta olmayanlar bulunur. Viral B hepatiti bu duruma güzel bir örnektir. Her yıl yüzbinlerce kişi dünyada hepatit B virüsü ile enfekte olmakta ve bunların büyük çoğunluğu (yüzde 75) hiç hasta olmamakta veya gripal enfeksiyon gibi (yorgunluk, nezle vs.) bir tabloyla işi geçiştirmektedir. Virüs alanların yüzde 25 kadarı bulantı, kusma, karın ağrısı, sarılık gibi belirtilerle hasta olmakta ve iyileşmektedir. Yüzde 10 kadarı iyileştikten sonra virüsü taşır (portör). Virüs alanların ancak yüzde 1 kadarı, sarılıkla başlayan hastalığı geçiremez, karaciğer yetmezliğinden ya da hepatit sonrası oluşan karaciğer kanserinden kaybedilirler. Görüldüğü gibi, hepatit B virüsü ve AİDS virüsünün yarattıkları hastalık oranları birbirine benzemektedir. Cetvel II bu durumu özetlemektedir.
Virüs ve Hastalık
Virüsle temasa geliş (Seropozitivite) % 100
Orta şiddette hastalık (ARC) % 10
Ağır hastalık (AİDS) % 1
Aids Hastaligi Anasayfa
Aids Nedir, Aids Hastalığı Hakkında Bilgiler
Aids Hastalığı Belirtileri, Aids Hastaları
Aids Hastalığı Nasıl Bulaşır?
Aids Hastalığı Epidemiyoloji Bilgileri
Aids Klinik Belirtiler ve Enfeksiyonlar
Aids Kanserler; Lenfoma, Kaposi Sarkomu
Aids Virüsü; Lav/Htlv-III
Aids Teşhis, Tedavi ve Aids Korunma Yolları
Aids Korunma Yöntemleri, Korunma Yolları
Aids Hastalığı Hakkında Sık Sorulan Sorular
Hiv Enfeksiyonu; Kaposi Sarkomu, Lenfomalar
Aids Hakkında Sık Sorulan Sorular
Aids Hastalığının Etkeni
Aids; Tükürük, İdrar, Ter İlişkisi
Aids Testleri
Aids Hastalığı Belirtileri
Aidste Kuluçka Dönemi
Aids Tablosu
Aids Cinsel Bir Hastalık Mıdır?
İşyerinde Aids Tehlikesi
Sosyal Yaşamda Aids Tehlikesi
Aşk ve Cinsel Hayatta Aids
Gebelikten Okul Çağına Kadar Aids
Doktorda, Sağlık Kuruluşlarında Aids
Vücut Bakımı ve Kozmetikte Aids
Uyuşturucu Bağımlıları ve Aids
Aids Virüsü Bulaştığında Yapılacaklar
Aids Taşıyıcı ve Hastalarıyla Evde Yaşam
Aids'e Karşı Duyulan Gereksiz Korkular
HIV'e Karşı Dezenfeksiyon Yolları
Aids Hastalığı Belirtileri, Aids Hastaları
Aids Hastalığı Nasıl Bulaşır?
Aids Hastalığı Epidemiyoloji Bilgileri
Aids Klinik Belirtiler ve Enfeksiyonlar
Aids Kanserler; Lenfoma, Kaposi Sarkomu
Aids Virüsü; Lav/Htlv-III
Aids Teşhis, Tedavi ve Aids Korunma Yolları
Aids Korunma Yöntemleri, Korunma Yolları
Aids Hastalığı Hakkında Sık Sorulan Sorular
Hiv Enfeksiyonu; Kaposi Sarkomu, Lenfomalar
Aids Hakkında Sık Sorulan Sorular
Aids Hastalığının Etkeni
Aids; Tükürük, İdrar, Ter İlişkisi
Aids Testleri
Aids Hastalığı Belirtileri
Aidste Kuluçka Dönemi
Aids Tablosu
Aids Cinsel Bir Hastalık Mıdır?
İşyerinde Aids Tehlikesi
Sosyal Yaşamda Aids Tehlikesi
Aşk ve Cinsel Hayatta Aids
Gebelikten Okul Çağına Kadar Aids
Doktorda, Sağlık Kuruluşlarında Aids
Vücut Bakımı ve Kozmetikte Aids
Uyuşturucu Bağımlıları ve Aids
Aids Virüsü Bulaştığında Yapılacaklar
Aids Taşıyıcı ve Hastalarıyla Evde Yaşam
Aids'e Karşı Duyulan Gereksiz Korkular
HIV'e Karşı Dezenfeksiyon Yolları
Aids Nedir Aids Hastaligi Hakkinda Bilgi
Aids Nedir, Aids Hakkında Bilgi, Aids Hastalığı
AİDS, 1981 yılından beri farkına varılmış bir hastalıktır.
Virüslerle bulaşan bu hastalıkta ölüm oranı yüksek olup (yaklaşık yüzde 50), bugüne kadardünyada 15 bin kadar vak'a bildirilmiştir. Bunların büyük çoğunluğu hâlen Amerika Birleşik Devletleri'ndedir.
AİDS, (Acquired Immune Deficiency Syndrome) kazanılmış immün yetersizlik sendromu şeklinde dilimize çevrilebilir. Hastalık kazanılmıştır, yani doğuştan olan veya irsî değildir. İmmün kelimesi vücudun doğal savunma gücünü ifade eder. Sendrom ise, bir hastalığı belirleyen ve birlikte bulunan bir grup özel şikâyet ve belirtilerin tümünü ifade eder. AlDS'li hastalar, normal bir organizmanın kolayca yenebileceği hastalıklara açıktırlar.
AlDS'li hastalar, immün yetersizlikleri nedeniyle, fırsatçı enfeksiyonlara kolayca tutulurlar. Bunlar genellikle soğuk algınlığı, nezle veya diğer viral bir enfeksiyon gibi görünürler. İlk belirtiler arasında halsizlik, kolay yorulma, iştahsızlık, ateş, gece terlemesi, lenf bezlerinde şişme (boyunda, koltukaltlarında ve kasıklarda), zayıflama, diyare, öksürük ve çeşitli deri lezyonları görülebilir.. Bu belirtiler aylarca bu şekilde sürebileceği gibi, tabloya eklenen enfeksiyonlar durumu ağırlaştırabilir. Hastaların hemen yarısı "pneumocystis carinii" denilen bir çeşit parazitle oluşan bir pnömoniye tutulurlar. Hastaların üçte biri kadarı "Kaposi sarkomu" denilen nadir bir deri kanserine tutuldukları gibi, fırsatçı dediğimiz ve normal kişilerde hastalık yapmayan mantarlar, bakteriler, virüsler ve parazitlerle enfekte olurlar. Kuşkusuz bu hastalarda fırsatçı olmayan gerçek patojen yani hastalık yapıcı bakteriler ve virüsler de aynı zamanda hastalıklara sebep olabilirler. Cetvel I AlDS'li bir hastanın özelliklerini özetlemektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde Haitili göçmenler ayrı bir risk grubu oluşturmaktadırlar.
Aids hastalığının bir virüs tarafından oluşturulduğu 1983 yılında Paris'te Institut Pasteur'de Dr.Montagnier tarafından bildirilmiştir. Fransızlar, bu virüse LAV (lenfadenopati virüsü) adını vermişlerdir. Birkaç ay sonra Amerikalı Dr. Gallo ve arkadaşları da aynı virüsü bulmuşlar ve buna HTLV-III (human T-cell leukemia virüs III) adını vermişlerdir. Bu virüs rektal, vajinal yollarla veya kan yoluyla (bulaşmış kan verilmesi veya bulaşık şırıngalar kullanılmasıyla) vücuda girmekte; kandaki T lenfositlerinin bir kısmının (T4 lenfositleri veya yardımcı lenfositlerin) içine girerek orada çoğalmakta ve o sırada lenfositi yok etmektedir. Çoğalan virüsler yeni hücrelere girerek devamlı çoğalmakta ve T4 lenfositleri de giderek azalmaktadır. Vücutlarına virüs giren kişilerin kanında virüse karşı antikorlar bulunur. Bunlara "seropozitif kişiler" denir. Bu kişilerin büyük çoğunluğu bir hastalık belirtisi göstermez; ya da nezle, yorgunluk, kırıklık gibi kısa süreli belirtilerle hastalığı geçiştirirler. Virüslü kişilerin yüzde 10 kadarı orta şiddette bir hastalık gösterirler. Bu tabloya "Lenfadenopati" şekli denildiği gibi, ARC (AİDS Related Complex) şekli de denmektedir. Burada hastalar aylar ya da yıllarca süren ateş, gece teri, zayıflama, halsizlik, diyare, lenf bezlerinde büyüme gibi belirti ve şikâyetlerle hasta olurlar. Nihayet virüslü kişilerin yüzde 1 kadarı tam ve ağır AİDS hastalığına tutulmaktadırlar.
AİDS, 1981 yılından beri farkına varılmış bir hastalıktır.
Virüslerle bulaşan bu hastalıkta ölüm oranı yüksek olup (yaklaşık yüzde 50), bugüne kadardünyada 15 bin kadar vak'a bildirilmiştir. Bunların büyük çoğunluğu hâlen Amerika Birleşik Devletleri'ndedir.
AİDS, (Acquired Immune Deficiency Syndrome) kazanılmış immün yetersizlik sendromu şeklinde dilimize çevrilebilir. Hastalık kazanılmıştır, yani doğuştan olan veya irsî değildir. İmmün kelimesi vücudun doğal savunma gücünü ifade eder. Sendrom ise, bir hastalığı belirleyen ve birlikte bulunan bir grup özel şikâyet ve belirtilerin tümünü ifade eder. AlDS'li hastalar, normal bir organizmanın kolayca yenebileceği hastalıklara açıktırlar.
AlDS'li hastalar, immün yetersizlikleri nedeniyle, fırsatçı enfeksiyonlara kolayca tutulurlar. Bunlar genellikle soğuk algınlığı, nezle veya diğer viral bir enfeksiyon gibi görünürler. İlk belirtiler arasında halsizlik, kolay yorulma, iştahsızlık, ateş, gece terlemesi, lenf bezlerinde şişme (boyunda, koltukaltlarında ve kasıklarda), zayıflama, diyare, öksürük ve çeşitli deri lezyonları görülebilir.. Bu belirtiler aylarca bu şekilde sürebileceği gibi, tabloya eklenen enfeksiyonlar durumu ağırlaştırabilir. Hastaların hemen yarısı "pneumocystis carinii" denilen bir çeşit parazitle oluşan bir pnömoniye tutulurlar. Hastaların üçte biri kadarı "Kaposi sarkomu" denilen nadir bir deri kanserine tutuldukları gibi, fırsatçı dediğimiz ve normal kişilerde hastalık yapmayan mantarlar, bakteriler, virüsler ve parazitlerle enfekte olurlar. Kuşkusuz bu hastalarda fırsatçı olmayan gerçek patojen yani hastalık yapıcı bakteriler ve virüsler de aynı zamanda hastalıklara sebep olabilirler. Cetvel I AlDS'li bir hastanın özelliklerini özetlemektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde Haitili göçmenler ayrı bir risk grubu oluşturmaktadırlar.
Aids hastalığının bir virüs tarafından oluşturulduğu 1983 yılında Paris'te Institut Pasteur'de Dr.Montagnier tarafından bildirilmiştir. Fransızlar, bu virüse LAV (lenfadenopati virüsü) adını vermişlerdir. Birkaç ay sonra Amerikalı Dr. Gallo ve arkadaşları da aynı virüsü bulmuşlar ve buna HTLV-III (human T-cell leukemia virüs III) adını vermişlerdir. Bu virüs rektal, vajinal yollarla veya kan yoluyla (bulaşmış kan verilmesi veya bulaşık şırıngalar kullanılmasıyla) vücuda girmekte; kandaki T lenfositlerinin bir kısmının (T4 lenfositleri veya yardımcı lenfositlerin) içine girerek orada çoğalmakta ve o sırada lenfositi yok etmektedir. Çoğalan virüsler yeni hücrelere girerek devamlı çoğalmakta ve T4 lenfositleri de giderek azalmaktadır. Vücutlarına virüs giren kişilerin kanında virüse karşı antikorlar bulunur. Bunlara "seropozitif kişiler" denir. Bu kişilerin büyük çoğunluğu bir hastalık belirtisi göstermez; ya da nezle, yorgunluk, kırıklık gibi kısa süreli belirtilerle hastalığı geçiştirirler. Virüslü kişilerin yüzde 10 kadarı orta şiddette bir hastalık gösterirler. Bu tabloya "Lenfadenopati" şekli denildiği gibi, ARC (AİDS Related Complex) şekli de denmektedir. Burada hastalar aylar ya da yıllarca süren ateş, gece teri, zayıflama, halsizlik, diyare, lenf bezlerinde büyüme gibi belirti ve şikâyetlerle hasta olurlar. Nihayet virüslü kişilerin yüzde 1 kadarı tam ve ağır AİDS hastalığına tutulmaktadırlar.