Organik Maddeler Nelerdir

Organik Maddeler

Karbonhidratlar


Karbonhidratların en küçük birimi şekerlerdir. Beslenmedeki temel şekerler glikoz, fruktoz ve galaktozdur. Her birinin kendine özgü bir tadı vardır. Evde kullanılan şeker en tatlı ve en çok kullanılan şekerdir. Daha u-zun şeker zincirlerine önek olarak nişasta verilebilir. Nişastanın emilmesi ve sindirilmesi şekerden daha yavaş olur. Kan şekerine ve insülin düzeyine et­kisi de daha azdır. Bazı karmaşık karbonhidrat türleri sindirilemezler. Bu maddeler su tutar. Olumlu değerleri yoktur ama sağlıklı bir sindirim düzeni için yaşamsal işlevleri vardır. C, H ve O 'den meydana gelmiştir. Üç önemli görevi vardır. 1) Canlıların birinci sırada kullandığı enerji kaynağıdır. 2)Yapısal maddedir. Bitkilerde çeperin yapısına, bütün canlı hücrelerde de zarın yapısına katılarak görev yapar. (Glikoz + lipid = Glikolipid, Glikoz + protein = Glikoprotein şeklinde hücre zarı ve hücre çeperine katılır). 3) ATP, DNA, RNA, NAD, NADP, FAD yapılarında bulunur. Karbonhidratlar üç çe­şittir.

1) Monosakkaritler = Tek Şekerliler:

Sindirime uğramazlar.(3 - 8) C ' ludur. İçerdikleri C sayısına göre ;
a) 3C'lu şekerler : Gliser aldehit (Triozlar)
b) 5C'lu şekerler : Riboz, Deoksiriboz (Pentozlar)
c) 6C'lu şekerler : Glikoz, Galaktoz, Fruktoz (Hegsozlar)
Monosakkaritlerden Riboz , ATP ve RNA'da bulunur. Deoksiriboz ise DNA'da bulunur. Glikoz (Kan şekeri) bal, üzüm ve incirde bol bulunur. Aç­lık ve koma anında kullanılır. Fruktoz (meyve şekeri), bal ve olgun meyve­lerde bol bulunur. Galaktoz (süt şekeri), süt ve süt ürünlerinde bol bulunur, doğada az bulunur. Hayvansal bir besin kaynağıdır. Glikozun ayıracı Fehling veya Benedict çözeltisidir. Kırmızı renk oluşturur.

2) Disakkaritler = Çift Şekerliler:
İki monosakkaritin dehidrasyon senteziyle birleşmesinden meydana gelir.
Glikoz + Glikoz = Maltoz (meyve şekeri) + H20
Glikoz + Fruktoz = Sakkaroz = Sükroz (Çay şekeri)+ H20
Glikoz + Galaktoz = Laktoz (süt şekeri)+ H20
Maltoz ve sükroz bitkilerden, laktoz da hayvanlardan ve insanlardan sağlanır.

3) Polisakkaritler = Çok Şekerliler:
Çok sayıda Glikozun dehidrasyon sentezi ile birleşmesinden meydana gelir.
Glikoz + Glikoz + Glikoz +.............+ Glikoz = Nişasta
Glikoz + Glikoz + Glikoz +.............+ Glikoz = Selüloz +(n-l)H20
Glikoz + Glikoz + Glikoz +.............+ Glikoz = Glikojen

Son ürünlerin farklı olmasının nedeni glikozların bağlanma biçimleri ve oluşan zincir yapısındaki farklılıktır.

a) Nişasta
Bitkilerde glikozun depo şeklidir. Düz zincirlidir ve alfa glikozit bağı ile bağlanmış, amiloz ve amilopektinden oluşur. Suda az çözünür. İyot ile maviye boyanır. Nişasta, lökoplastta depolanır. Yumru ve tohumlarda daha çok depolanır. Örnek: Patates
b) Glikojen
Hayvanlarda glikozun depo şeklidir. Suda çözünür. İyot ile kahveren­giye boyanır. En fazla karaciğer ve kaslarda bulunur ve depo edilir.
c) Selüloz
Bitkilerde yapı maddesidir. Hücre çeperinin yapısına katılır. Suda çözünmez. İnsanda sindirimi yoktur. Geviş getirenlerde ve termitlerde mutualist yaşayan bakterilerce sindirilir.

Yağlar

Az miktarda alınması ile yüksek enerji verirler. Vitaminlerin bağırsak­lardan emilip kana karışmasını sağlarlar. Yağlar, hayvansal ya da bitkisel o-labilir. Yağlar karbon. Hidrojen, ve oksijenden bazen de ilave olarak azot ve potasyumdan meydana gelmiştir.Yapısındaki oksijen miktarı şekerlerdekin-den azdır. Yağlarda çeşitliliği yağ asitleri sağlar. Suda çözünmezler. Organik çözücüde çözünürler (alkol, eter gibi). Isı ve darbeye karşı koruyucudur (Ör­nek: Balina ve Kutup ayılarında olduğu gibi). Yağların enerji verimlerinin çok olmasının sebebi karbon sayılarının çok olmasındandır. Yağların 2. de­receden enerji verici olarak kullanılmasının sebebi sindiriminin çok zor ol­masındandır. Karbonhidrat ve proteinlerin fazlası yağa dönüştürülür. Bunun nedeni ise yağların enerji verimlerinin yüksek olması ve uzun süreli kullanılabilmesidir. Solunumla yıkılmaları sonucunda fazla su açığa çıkarırlar. O-nun için özellikle kış uykusuna yatan, uzun süreli göç eden ve suyun az ol­duğu ortamlarda yaşayan hayvanlarda iyi bir depo ve enerji maddesidir. Ay­nı zamanda hafif olduğu için uçmada hayvana avantaj sağlar. Yağ asitleri en basit lipitler olup, uzun karbon zincirlerinden oluşurlar. Karbonlar arasındaki bağlar tek ise doymuş, çift ise doymamış yağ asitleridir. Doymamış yağlar bitkiseldir ve sıvıdır. Doymuş yağlar ise hayvansaldır ve katıdır. Doymamış yağların yüksek sıcaklık ve basınçta hidrojenle doyurulmasıyla margarin ya­pılır. Oleik asit, zeytinyağında; Linoleik asit tohumlarda; Butirik asit tere­yağında bulunur. Steroid zarların yapısına katılır. Aynı zamanda vitamin ve hormon olarak iş görür.

Proteinler

Karbon, hidrojen, oksijen, azot ve bazılarında kükürt ve potasyum bu­lunur. Yapı taşları 20 çeşit aminoasittir. Enzim, hormon ve hücre zarı yapısına katılırlar. Solunumla ancak zor durumlarda yakılırlar. Solunum ürünleri su, karbondioksit, hidrojen sülfür, amonyak, üre ve ürik asittir. Proteinler, vi­rüslerden insanlara kadar bütün canlılarda yaşamsal rolleri olduğundan hüc­relerde en çok bulunan organik moleküllerdir. Proteinler enerjiyi hemen kaybettiklerinden 3. dereceden enerji kaynağıdırlar. Proteinler vücutta enerji kaynağı olarak kullanılırsa vücutta zayıflama ve dengesizlik görülür. Prote­inler her canlı türüne özgü olup antijen özellik gösterirler. Yani farklı özelli­ğe sahip bir canlıya aktarıldığında antikor oluşumuna sebep olurlar. Protein­lerin farklı olmasının nedeni, aminoasitlerin sayısı, çeşidi ve dizilişi yani sı­rasının farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Proteinlerin ayıracı Biüret çö­zeltisi veya susuz nitrik asittir.

Vitaminler

Vücut direncini arttırırlar. Enzimlerin yapısına katılırlar. Düzenleyici­dirler, enerji vermezler, sindirilmezler. Bir kısmı, besinde bulunduğu şekliy­le vitamin özelliğinde değildir. Bunlar vücuda alındıktan sonra vitamin özel­liği kazanırlar. Bunlara provitamin denir. Vitaminler, suda eriyen ve yağda eriyen vitaminler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Suda Eriyen Vitaminler: Bl Vitamini, B2 Vitamini, B3 Vitamini, B5 Vitamini, B6 Vitamini, B12 Vitamini' dir. Yağda Eriyen Vitaminler: A Vitamini, D Vitamini, E Vitamini, K Vitamini' dir.
İnsan vücudunda A, B, D, K vitaminleri sentezlenir. A vitamini kara­ciğerde, B ve K vitaminleri bağırsakta bakteriler tarafından, D vitamini de­ride üretilir. A, D, K vitaminleri karaciğerde depolanır. Diğerlerinin fazlası atılır.

A Vitamini

Yağda eriyen vitaminlerden biridir. A vitamini hayvansal ürünlerde, örneğin balık karaciğer yağı, karaciğer, süt yağı ve yumurta sarısında bulu­nur. Renksiz denecek kadar açık sarı renkte bir vitamindir. Hayvansal yağlar, vitamin A yanında değişik derecelerde karotenler de içerirler.

Karotenler bitkilerde bulunur ve fotosentezde katalizör rol oynarlar. Bu nedenle koyu yeşil yapraklı bitkilerde daha çok bulunur. Havuç dışında kalan diğer kök ve yumru sebzeler çok az karoten içerirler. A vitaminin faydaları: 1) Epitel dokuyu kurumaya sertleşmeye ve dejenerasyona karşı koruyan müköz salgı­nın sentezine yardım eder. Epitel doku, vücudumuzu kaplayan derinin üst tabakasında, burun, ağız, solunum ve sindirim sistemi iç yüzeylerinde bulu­nur. Epitel doku sağlıklı olduğunda vücuda bakteri girişini engelleyici bir rol oynar. 2) Gözün karanlıkta görmesini sağlar. Rodopsin, parlak ışıkta parça­lanır, yeniden yapımı vitamin A aracılığı ile olur. 3) Ameloblast oluşumunu sağlar. Ameloblastların sağlıklı diş mineleri yaratabilmeleri ancak yeterli vi­tamin A varlığında mümkündür. 4) Kemik büyümesi, üreme fonksiyonu ve genel büyüme sürecinin gerçekleşmesinde etkindir. Vitamin A yetersizliği protein sentezini olumsuz yönde etkiler. Karaciğer vücuda bir kaç ay yete­cek kadar vitamin A depolayabilir. Fazla A vitamini almak toksik etki göste­rir. Balık yağı, yumurta sarısı, süt, peynir, karaciğer ve yeşil sebzelerde bol bulunur.

B Vitamini

B Kompleks vitaminleri: Fonksiyonları birbirleriyle bağımlı ancak yapıları farklı, suda çözünen bir grup vitamine verilen isimdir. Karbonhidrat, yağ ve proteinlerin vücut içinde kullanılmasında katalizör olarak görev ya­par. Beriberi, Pellegra hastalığını ve kansızlığı önler. Tiamin, Riboflavin, B6 vitamini, B12 vitamini, Niasin, Folik asit ve Pantotenik asit ve biyotin bu grupta yer alır.

C Vitamini

Suda eriyen vitaminlerden biridir. Askorbik asit olarak da bilinir. Vi­taminlerden içinde yıkımı en kolay olan vitamindir. Stres, ilaçlar ve kimya­sallar askorbik asit gereksinimini arttırır. Karaciğerde kolesterolün parça­lanmasında ve safra asitlerine dönüştürülerek atımında rol oynar. Vitamin C demir emilimini arttırıcı etkisini demirle alkali ortamda çözünebilir komp­leksler oluşturarak gerçekleştirir. En çok bulunduğu dokular böbrek, retina ve hipofız bezi ve beyindir. Alınan C vitamininin fazlası böbrekler yoluyla dışarı atılır. Vitamin C kaynakları turunçgiller, çilek, domates, kivi, yeşil yapraklı sebzeler, lahana ve karnabahardır. Sigara içiminin C vitamininin kandaki düzeyini düşürücü etkisi olduğundan, sigara içenlerin normallere göre 2 kat daha çok C vitamini almaları gerekmektedir. Vitamin C yetersiz­liğinde skorbüt hastalığı ortaya çıkar.

D Vitamini

Besinlerde doğal olarak çok az bulunur. Esas kaynak güneş ışığı ile derinin temas etmesidir. Vitamin D hücre membranlarından geçerek hücre içinde spesifik bir reseptöre bağlanır. Daha sonra nükleusa geçip DNA' ya bağlanır ve özel bir protein veya peptidlerin sentezi için mesajcı RNA yapı­mını uyarır. Vitamin D' nin hücre nükleusunu etkileyerek aktivitesini gös­termesi ona aynı zamanda hormon niteliği kazandırmıştır. Büyüme döne­minde vitamin D kemikte kondrosit hücrelerinin farklılaşmasında rol oynar. Böylelikle kemikte mineralizasyonu destekler. Vitamin D gereksiniminin en iyi karşılanma yolu güneş ışığından yeterince yararlanmaktır. Anne sütüyle beslenen bebekler 6. aya kadar yeterince güneş ışığı alamayabilirler. Bu ne­denle D vitamini eklemesi gerekebilir.

E Vitamini

Yağda eriyen vitaminlerden biridir. Sekiz doğal formu mevcuttur. Sıvı yağlar, yağlı tohumlar, buğday ve embriyosu ve koyu yeşil yapraklı sebzeler en zengin kaynaklarıdır. Vitamin E'nin emilimi yağ emiliminin sağlıklı olması ile mümkündür. Yetersizliğinde, hayvanlarda hücre zarının bozulması sonucu hücre içi maddeler hücre dışı sıvılara sızar. İnsanlarda yetersizlik be­lirtilerine prematüre bebeklerde ve yağ emilimi bozulmuş yetişkinlerde rast­lanır. Sigara içenlerde gereksinim fazladır.

K Vitamini

K Vitamini yağda eriyen vitaminlerdendir. Kan pıhtılaşmasında önem­li rol oynar. Lahana, karnabahar, ıspanak ve diğer yeşil sebzelerde, soya fa­sulyesi ve tahıllarda bulunur. Genellikle vücutta bağırsak bakterileri tarafın­dan sentez edilir.

Vücuttaki Fonksiyonları: Kanın pıhtılaşmasını sağlar. Bazı çalışma­lar özellikle yaşlılarda kemikleri güçlendirdiğini göstermektedir. Pıhtılaşma­da ve kemik yapımında kalsiyuma yardımcıdır.

Nükleik Asitler

Nükleik asitler, organik moleküllerin oldukça büyük ve kompleks ya­pıda olanıdır. Bütün canlılarda bulunurlar. Nükleik asitler canlıların kalıtım maddesidir. Canlılardaki enerji üretimi, protein sentezi, büyüme, üreme gibi bütün yaşamsal olaylar nükleik asitlerdeki bilgilerle kontrol edilir. Nükleik asitlere bu özelliklerinden dolayı yönetici moleküller denir. İlk kez hücrenin çekirdeğinde görüldüğü için çekirdek asiti anlamına gelen nükleik asit adı verilmiştir. Yapısında, Karbon (C), Hidrojen (H), Oksijen (O), Azot (N) ve Fosfor (F) elementleri bulunur. Bu elementlerin birbirine bağlanması ile nükleotit denilen yapı birimleri oluşur. Bir nükleik asit molekülü çok sayıda nükleotitden oluşur. Bir nükleotidin yapısında 5 Karbonlu bir şeker, azotlu organik bir baz ve fosfat bulunur. Nükleotitlerin yapısına riboz ve deoksiriboz olmak üzere iki çeşit şeker katılır. DNA'nın yapısına deoksiriboz şeker, RNA'nın yapısına riboz şeker katılır. Her ikisi de 5 kar­bonlu şekerlerdir. Riboz şekerinde karbon atomuna (-OH) grubu bağlanmış­tır. Deoksiriboz şekerde ise aynı karbon atomuna (-H) atomu bağlanmıştır. Nükleik asitlerin yapısına katılan organik bazlar pürin ve pirimidin olmak üzere iki çeşittir. Pürin bazları, çift halkalı büyük moleküllerdir. Adenin (A) ve Guanin (G) pürin grubu bazlardır. Pirimidin bazları ise tek halkalı küçük moleküllerdir. Sitozin (S veya C), Timin (T), Urasil (U) pirimidin bazlarıdır.

Bu bazlardan Adenin, Sitozin ve Guanin iki nükleik asitin yapısına da katıldığı halde Timin DNA' nın, Urasil ise RNA'nın yapısında bulunur. Bu duruma göre, DNA molekülünü yapan nükleotitlerde Adenin (A), Timin (T), Sitozin (C) ve Guanin (G) bazları yer alır. RNA'nın nükleotitlerinde ise Adenin(A), Guanin (G), Sitozin (C) ve Urasil (U) bazları bulunur.

Şeker ve azotlu bazların dışında nükleotit yapısına katılan diğer bir molekül ise fosforik asittir. Her nükleik asit (DNA veya RNA) dört farklı nükleotidin uzun bir zincir oluşturacak şekilde birleşmesi ile meydana gelir.

Nükleotitler birbirine şeker ve fosfat grupları ile bağlanarak molekülün asıl omurgasını oluşturur. Bu omurga bütün nükleik asitlerde benzerdir. DNA molekülünde, bu omurgadan birbiri üzerine sarmal yapmış iki zincir vardır.

Nükleik asitlerin her canlıda farklı bilgiler taşıması, yapılarındaki nükleotitlerin dizilişinden kaynaklanır. Dolayısıyla canlıların çeşitliliği her türün nükleik asitlerindeki bu özel nükleotit dizilişine bağlanmaktadır.

Canlılar dünyasında deoksiribonükleik asit (DNA) ve ribonükleik asit (RNA) olmak üzere iki çeşit nükleik asit vardır.

İnorganik Maddeler Canlilar İcin Onemi

İnorganik Maddeler ve Canlılar İçin Önemi

Mineraller


Sağlıklı dokular yapmak için vücut madensel tuzlara ihtiyaç duyar. Sodyum ve potasyum doğada her yerde bulunur ve bu elementlerin dengeli bir biçimde bulunması yaşam için gereklidir. Kalsiyum kemikler ve dişlerin ana bileşeni olduğu için büyük miktarlarda alınmalıdır. Büyüme çağındaki çocuklarda kalsiyum gereksinimi daha fazladır. Süt, peynir ve yoğurt gibi süt ürünleri, tahıllar ve konserve balık zengin kalsiyum kaynaklarıdır. Kemik i-çin önemli diğer madensel madde fosfattır. Magnezyum hücre enzim siste­minin hayati bir unsurudur. Çoğu tahıl ve sebzelerden alınır. Aşırı kötü bes­lenme ve alkolizm dışında eksikliği görülmez. Demir vücut dokularının vaz­geçilmez bir yapıcısıdır. Kemik iliğinde kana renk veren maddenin yapımın­da kullanılır. Yetersiz alınan demir kansızlığa yol açar. En iyi demir kaynak­ları kırmızı et, sakatat, sardalya, bezelye, fasulye, patates, tahıllar, kakao ve kırmızı şaraptır. Az miktarda gerekli madensel tuzlar iyot, çinko, bakır, ko­balt, selenyum ve kromdur. Minerallerin vücut içindeki görevleri şunlardır:
1) Enzimlerin ve hemoglobinin yapısına katılır.
2) Kemiklerin ve dişlerin gelişmesini sağlar.
3) Vücut ve hücre sıvısının osmotik basıncını ayarlar.

Su

İnorganik maddedir ve sindirime uğramaz. Enzimlerin çalışması ve kimyasal reaksiyonların meydana gelebilmesi için su şarttır (Örnek: Hidro­liz). Adhezyon ve kohezyon özellikleri ile bitkilerde su taşınmasında rol oy­nar. İyi bir çözücüdür. Metabolizma sonucu oluşan amonyak ve üre su ile çözünerek dışarı atılır.

Canlilarda Temel Bilesenler

Canlılarda Temel Bileşenler

Bütün canlılar hayatlarını sürdürebilmek için besin maddelerini tü­ketmek zorundadırlar. Bazı canlılar bu besinlerin çoğunu kendi vücutlarında üretirler. Böyle canlılara ototrof canlılar denir. Bir çok canlı ise gerekli be­sinleri dış ortamdan hazır almak zorundadır. Böyle canlılara ise heterotrof canlılar denir. Besinler canlı vücudunda; gerekli enerjinin kazanılmasında, yapı maddesi temininde, yıpranan kısımların onarılmasında ve bütün vücutta düzenlemenin sağlanmasında kullanılır.

Besinler kimyasal yapılarına göre organik ve inorganik besinler ol­mak üzere ikiye ayrılır. Elde ediliş kaynaklarına göre de bitkisel ve hayvan­sal besinler olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca besinler görevlerine göre enerji vericiler, yapıcı- onarıcılar ve düzenleyiciler olmak üzere üçe ayrılır.

Enerji vericiler: Karbonhidrat, yağ, protein
Besinlerde Enerji verim sırası: Yağ, protein, karbonhidrat
Yapıcı-onarıcı: Protein, yağ, karbonhidrat
Düzenleyiciler: Protein, vitamin, mineraller, su
Açlık anında kullanım sırası: Karbonhidrat, yağ, protein
Sindirim kolaylığı: Karbonhidrat, protein, yağ

Krebs Cemberi (Karbon Yolu)

Krebs Çemberi (karbon yolu)

Glikoz molekülündeki karbon atomlarının karbondioksit halinde ser­best kaldığı reaksiyon basamaklarına karbon yolu denir. Birinci basamakta, glikoz molekülünün pirüvik aside kadar yıkımından bir önceki bölümde söz edildi. Solunum olaylarında ilk karbondioksit çıkışı, pirüvik asidin parça­lanmasıyla başlar. Parçalanma sonucu, 1 molekül karbondiositle, iki karbon atomlu asetaldehit oluşur. Bu bileşik mitokondri içine girmeden önce asetil CoA'ya dönüşür. Asetil CoA, "krebs döngüsüne" girer. Burada dört karbon­lu bir madde ile birleşerek altı karbonlu kararsız ara bileşik oluşur. Krebs döngüsünde altı karbonlu bileşiğin karbonları CO2 şeklinde dışarı verilir. Döngü sırasında hidrojen iyonları da serbest kalır. Bunlar da ortamda bulu­nan NAD koenzimleri tarafından yakalanarak elektron taşıma sistemine aktanlırlar. Krebs çemberinde doğrudan ATP üretimi yoktur. Bu döngünün amacı karbondiositin yapısında bulunan karbon atomlarının serbest kalması ve elektron taşıma sistemi için hidrojen ve elektron sağlamaktır. Sonuç ola­rak krebs devrinin sonuna kadar geçen tekimelerde glikozun yapısında bulu­nan bütün CO2 atomları açığa çıkar. Bunun yanında NADH2 ve GTP sentezi gerçekleşir.

Oksitatif fosforilasyon (Son oksidasyon evresi, Elektron taşıma siste­mi, ETS)

Solunumda en önemli olay ATP sentezidir. Oksijenli solunumun l.ve 2. basamaklarında, enerji üretimi oldukça azdır. Asıl üretim hidrojen yolu ve ETS reaksiyonlarında geçekleşir. Hidrojen atomu bir proton ve bir elekt­rondan yapılmıştır. Hidrojen yolunun bazı basamaklarında proton ve elekt­ron birlikte taşınır. Bir basamaktan sonra elektron ve hidrojenleri farklı yol izlemeye başlarlar. En son aşamada elektronlar oksijen atomuna taşınır ve orada hidrojen'le birleşerek suyu oluştururlar. Basamaklar halinde gerçekle­şen bu tepkimelerde çıkan enerjiden ATP sentezlenir.

Sonuçta, oksijenli solunumun tamamında; glikolizde 4 ATP, krebs devrinde 2 ATP ve ETS de 34 ATP olmak üzere toplam 40 ATP sentezlenir. Bunlardan 2 tanesi başlangıçta aktivasyon için harcandığından net kazanç 38 ATP dir.

Oksijenli Solunum (Aerobik Solunum)

Oksijenli Solunum (Aerobik Solunum)

Bundan önceki konuda, organizmaların gerek duydukları enerjiyi ok­sijen kullanmadan elde ettiklerini gördük. Fermentasyonla üretilen ATP, çok hücreli organizmaların organizasyon düzeylerini korumaları ve sürdürmeleri için yeterli değildir. Oksijenli solunum, canlıların gerek duydukları enerjiyi elde edebilmeleri için önemli bir görev üstlenmiştir. Kısaca solunum; canlı hücrelerin, oksijen kullanarak besinler içinde depo edilmiş olan kimyasal enerjiyi açığa çıkarma olayı olarak tanımlanabilir.

Oksijenli Solunum Reaksiyonları

Oksijenli solunum üç aşamada gerçekleşen tepkimeler dizisi şeklinde olur. Bunlar; glikolizis (sitoplazmada), krebs döngüsü (mitokondride) ve elektron taşıma sistemi (mitokondride)dir.

Glikolitik devre (glikolizis)

Solunumda tepkimeye katılan organik moleküller 6 karbonlu şekerler­dir. Solunum yolunun ilk evresi olan glikolizis tepkimeleri ile fermentas-yonun pürivik asit oluşumuna kadar olan tepkimeleri aynıdır. Glikolitik yol­da glikoz molekülü oksijen kullanmadan ayrışarak iki molekül pirüvik asit oluşur. Pirüvik asit, üç karbonlu bir moleküldür. Böylece glikoz içinde bulu­nan altı karbon atomu iki mol pirüvik aside paylaştırılmıştır.

Oksijensiz Solunum (Fermentasyon

Oksijensiz Solunum Nedir (Fermentasyon)

Fermentasyon, organik moleküllerdeki kimyasal bağ enerjisini oksijen kullanılmadan açığa çıkarılması olayıdır. Bitki ve hayvan hücrelerinde tipik olarak gerçekleşir. Örneğin; bezelye, mısır ve benzeri bitki tohumlarının çimlendirilmelerinin ilk aşamalarında yeterince oksijen akmayabilirler. Aynı şekilde su ile kaplanmış alanlarda bitki kökleri yeterince oksijen bulamazlar. Bu durumda yaşam için gerekli enerji fermentasyonla sağlanır. Bunlara ek olarak, sütün peynir ya da yoğurt haline dönüşmesi, meyve sularının sirke­leşmesi, hamurun mayalanması ve en karakteristik olarak da kas yorgunluğu, fermentasyon tepkimelerinin birer sonuçlarıdır.

Fermentasyon tepkimeleri iki aşamada gerçekleşir. Birinci aşama ak-tivasyonun sağlanması, ikinci aşama ise enerji üretim tepkimelerini kapsar. Birinci aşamada aktivasyon için 2 mol ATP kullanılır. Bu sırada, glikoz mo­lekülü iki ATP molekülü ile reaksiyona girerek altı karbonlu, aktive olmuş bir bileşik oluşturur. Bu bileşik, 3'er karbonlu ve bir fosfat grubu olan iki ay­rı küçük moleküle bölünür. Böylece birinci aşama tamamlanmış olur.

İkinci aşamada reaksiyon iki yolda ilerler. Üç karbonlu ve bir fosfat grubu bağlanmış olan moleküle ortamdan bir fosfat daha bağlanarak, üç kar­bonlu iki fosfatlı bileşikler oluşur. Buraya kadar devam eden reaksiyonlar için 2 ATP harcanmış fakat hiç ATP üretilmemiştir. Bundan sonraki tepkime­lerde üç karbonlu bileşiklerde bulunan fosfatlar, ortamda serbest halde bulu­nan ADP moleküllerine aktarılarak ATP sentezlenir.

Fosfatlarını vermiş olan üç karbonlu bileşiklerin her biri pirüvik aside dönüşür.

İnsan dahil bütün canlılarda, glikozun oksijensiz ortamda pirüvik asi­de kadar yıkım tepkimeleri aynı şekilde gerçekleşir. Bu basamakları gerçek­leştiren enzimler de aynıdır. Pirüvik asitten sonra tepkimeye katılan enzimler değişir. Buna bağlı olarak da farklı son ürünler oluşur. Örneğin; maya hücre­lerinin enzimleri, pirüvik asidi, karbondioksit ve etil alkole, bazı bakteriler ise pirüvik asidi karbondioksit ve asetik aside dönüştürürler. Omurgalı çizgi­li kaslarında ise pirüvik asit laktik aside yıkılır. Laktik asidin çizgili kaslarda fazla birikmesi yorgunluğa neden olur.

Fermentasyonda enerji hesabı

Tepkimelerde üretilen 4 ATP
Aktivasyon için kullanılan 2 ATP
Net Kazanç 2 ATP

Fotosentez Olayi Nedir

Fotosentez Olayı (Bitkilerde Organik Madde Yapımı)

Fotosentez Nedir


İster üretici isterse tüketici olsun, bütün canlılar gerek duydukları enerjiyi organik molekülleri parçalayarak kazanırlar. Organik maddelerde de­po edilmiş kimyasal enerjinin asıl kaynağı ise güneştir. Güneşin fiziksel enerjisi organik maddelerde kimyasal bağ enerjisine dönüştürülür. Bu iş yal­nızca klorofil taşıyan canlılar tarafından gerçekleştirilir. Bu canlılar enerji kaynağı olarak güneşi kullanarak karbondioksidi organik maddeye dönüştü­rürler. Böylece güneş enerjisini kimyasal bağ enerjisine çevirirler. Bu olaya "karbondioksit özümlemesi veya fotosentez" denir. Klorofiller, fotosen­tezde görev yapan en aktif renk maddeleridir. Klorofiller bitkilerin yeşil renkli görülen bütün bölümlerinde görülmekle birlikte, en fazla yapraklarda bulunur. Bu nedenle fotosentez yapmaya özelleşmiş organlar yapraklardır. Fotosentezde görev alan diğer renk maddeleri karotinoidlerdir.

Karotinoidlerin fotosentezde doğrudan işlevi yoktur. Güneş ışınlarını klorofile aktararak fotosentez hızını artırdığı kabul edilmektedir

Fotosentez tepkimeleri kloroplastlarda başlar ve burada sonlanır. Foto­sentez ışık reaksiyonlarında görev alan klorofil ve diğer yapılar granumlarda bulunur. Karbon devrinde görev alan enzim ve diğer yapılar stroma içinde dağınık haldedir.

Fotosentez reaksiyonları

Fotosentez tepkimeleri ışık ve karanlık reaksiyonlar olmak üzere iki bölümde incelenir. Işık tepkimeleri için su ve ışık gerekir. Bu tepkimeler ışık olmadan gerçekleşmez. Karanlık reaksiyonlarda ise karbondioksit molekülü­ne gereksinim vardır. Bu tepkimelerde ışık kullanılmadığı için "karanlık devre" adı verilmiştir. Karanlık devre reaksiyonlarının çoğu ışık reaksiyonlarıyla birlikte, ışıklı ortamlarda olur.

Işık Tepkimeleri

Işık tepkimelerinde su molekülleri, ışık enerjisiyle parçalanır. Tepki­me sonunda (H+), elektronlar (e") ve oksijen açığa çıkar. Hidrojen iyonları ve elektronlar elektron taşıma sistemine aktarılırlar. Elektron taşıyıcıları iyonla­rını ve elektronları aldıkları zaman kimyasal olarak indirgenir, verdikleri zamanda da yükseltgenirler. Bu sırada ATP sentezlenir ve O2 serbest kalarak atmosfere geçer. Işık reaksiyonu elektronun hareketine göre devirsel olan ve olmayan olmak üzere iki bölümde incelenir.

Devirsel Fotofosforilasyon

Işıkla uyarılan klorofila molekülünden elektron ayrılır. Elektron bir koenzim olan ferredoksin tarafından yakalanır ve sitokrom sistemine aktarı­lır. Elektron sitokromlardan klorofile döner. Böylece klorofil kaybettiği elektronu kazanmış ve devir tamamlanmış olur. Elektron aktarımında gerçek­leşen yükseltgenme ve indirgenme tepkimeleri sırasında serbest kalan ener­jiden ATP sentezlenir.

ADP + P >>>> Kroloplast/Işık >>>> ATP

Devirsel Olmayan Fotofosforilasyon

2 NADP + 2 ADP + 2P + 2H20>>> Kroloplast/Işık 2NADPH2+ 2 ATP + 02

Burada görüldüğü gibi NADPH2 ve 02'le birlikte ATP üretilir. Üreti­len NADPH2 ve ATP karanlık devre reaksiyonlarında karbondioksitin indir­genmesi için kullanılır. Oksijen ışık devri reaksiyonlarında yan ürün olarak atmosfere verilir.

Karanlık Devre Reaksiyonları

C02, NADPH2 ve ATP kullanılarak, karbonhidratlar ve çeşitli organik bileşikler sentezlenir. Daha önce belirtildiği gibi tepkimeler doğrudan ışığa bağlı değildir. Tepkimeler çoğunlukla gündüz gerçekleşir ve stromada olur.

Karbondioksit ilk olarak (5C)'lu bileşikle birleşerek, 6CTu bileşikler oluşturur. Bu molekül hemen parçalanır ve 3C'lu fosfogliserik aside dönü­şür. Daha sonra 3C'lu asit basit şekerler oluşur. Bunlardan bir bölümü birle­şerek 6C'lu glikoz sentezlenir. Bir bölümünden ise 5C'lu bileşikler oluşturu­lur ve C02 yakalaması için yeniden sisteme geri döner.

Kemosentez

Bazı bakterilerin klorofil gibi yapıları bulunmadığından güneş enerji­sinden faydalanamazlar. Üretici olan bu canlılar, dışarıdan organik besin al­mazlar. Bu organizmalar yaşadıkları ortamdaki inorganik maddeleri oksitle­yerek enerji kazanırlar. Bu olaya kemosentez denir.

2NH3 +C02 >>>>> N02 (Nitrit) + H20 + 158 kal. (Enerji Eldesi)

Bu tepkimeden açığa çıkan enerji su ve karbondioksiti birleştirilmek için kullanılır. Böylece canlılar kendilerine gerekli olan organik besin mad­delerini yaparlar.

H20 + C02 + K.cal. >>>>> Glikoz + 02 (Besin Sentezi)

ATP Nedir ve Nasil Elde Edilir

ATP Nedir, ATP Nasıl Elde Edilir

Canlı sistemlerinde kimyasal tepkimelerin başlaması için enzimler ge­reklidir. Ancak tek başına yeterli değildir. Bir tepkimenin başlaması için az da olsa enerjiye gerek vardır. Herhangi bir hücrede geçen bir olayda kullanı­lan enerji doğrudan ATP den sağlanır.

ATP Yapısı

ATP'nin yapısında, iki organik molekül ve birbirine zincirlenmiş üç fosfat bulunur. Organik moleküllerden biri azot içeren adenin; diğeri 5 kar­bonlu riboz şekerdir. ATP molekülünde bulunan enerjinin büyük bölümü fosfatlar arasında bulunur. Bu bağa yüksek enerjili fosfat bağı denir ve dal­galı kısa bir çizgi ile gösterilir.
Azotlu baz + 5 C'lu şeker + 3 mol Fosforikasit

ATP'nin Kullanılması

ATP'nin fosfat bağlarındaki enerji, ısı enerjisi olarak kaybolmaz. Hüc­rede birçok enerji gerektiren biyokimyasal olayın gerçekleşmesinde rol oy­nar. ATP molekülü yapısında bulunan en, uçtaki fosfat grubunu, başka bir moleküle aktarır. Bu sırada, fosfat bağmdaki enerji de moleküle geçer. Enerji alan molekül aktif hale gelir ve böylece diğer reaksiyonlara hazır olur. ATP molekülü bir fosfat grubu verdiği zaman ADP'ye, iki fosfat grubu verdiği zaman AMP'ye dönüşür. Bunlardan AMP boş aküye, ATP veADP'yi dolu aküye benzetebiliriz.

ATP'nin Sentezi

ATP molekülü sadece hücre içinde bulunur. Dışarıdan besin maddele­riyle doğrudan ATP almak mümkün değildir. Diğer yandan ATP hücre için­de çok kısa süreli depolanabilme özelliği, bu molekülün sürekli yenilenme­sini zorunlu kılar. Buna göre; bir molekül ATP sentezlenebilmesi için ADP bir fosfat grubu ile, AMP ise iki fosfat grubuyla birleşir.
Canlı sistemlerinde ATP sentezi için gerekli enerjiyi sağlayan tepki­meler başlıca dört bölümde incelenir.Bunlar;

1. Substrat düzeyinde fosforilasyon (Fermentasyon),
2. Oksitatif fosforilasyon (oksijenli solunum),
3. Fotosentetik fosforilasyon (Fotosentezin ışık devri reaksiyonları),
4. Kemosentetik fosforilasyon (Kimyasal enerji kaynaklarından).
Sonuç olarak, ATP tüm canlı hücrelerde enerji taşıma görevi yapar. Bir insan yürürken, konuşurken, nefes alırken, bir balık yüzerken, bir bitki­nin tomurcuğu açarken, bir kuş uçarken, bira maya hücresi bölünürken, bak­teri hücresi çoğalırken, kullandıkları enerjinin hepsinin aynı kaynaktan, yani ATP'den sağlandığı unutulmamalıdır.

Kimyasal Bag ve Onemi

Kimyasal Bağ Nedir, Kimyasal Bağların Önemi

Organik moleküllerdeki atomları birbirine bağlayan bağlara kimyasal bağ denir. Kimyasal bağlarda depo edilmiş bir enerji vardır. İki molekül be­lirli bir enerji düzeyinde karşılaştıklarında, kendi iç yapılarında bulunan kimyasal bağlar kırılır, atomlar yeniden düzenlenerek yeni moleküller olu­şur. Bu olaya kimyasal tepkime denir. Yeni oluşan moleküllerde kimyasal bağların toplam enerjisi tepkimeye giren moleküllerin toplam enerjisinden az ya da çok olabilir. Üründe toplam enerji daha fazla ise bu enerji çevreden a-lınmış demektir. Durum bunun tam tersi olursa, yani yeni oluşan kimyasal bağların toplam enerjisi, eski bağlara göre daha az ise, o zaman kimyasal re­aksiyon sırasında bir miktar enerji çevreye verilmiş, ya da enerji açığa çık­mış demektir.

Örneğin; C6 H12 O6 + 6O2 >> 6C02 + 6H20, solunum tepkimesinde C6 H12 O6 ve 02nin toplam kimyasal bağ enerjisi C02 + H20'den fazladır. Bu durumda solunum tepkimelerinde bir miktar enerji açığa çıkar.

6C02 + 6H20 Tepkimeye giren >>>>>C6 H12 06 + 602 Ürünler

Yukarıda verilen fotosentez tepkimesinde ise ürünlerin toplam enerji­si, tepkimeye girenlere göre daha fazladır. Öyleyse fotosentez tepkimelerin­de çevreden enerji alınır.

Kimyasal Tepkimenin Başlaması

Kimyasal tepkimeler moleküller birbirlerine çarptıkları zaman oluşur. Bu moleküllerin çarpışabilmesi için enerji gereklidir. Gerekli olan enerjiye aktivasyon enerjisi denir. Bir tepkimenin başlaması için, çoğu kez dış kay­naktan gelecek aktivasyon enerjisine gerek vardır. Örneğin, hidrojen ve oksi­jen gazlarının molekülleri hiçbir reaksiyon göstermeden bir arada bulunabi­lirler. Küçük bir kıvılcım (kibrit yakma) bu iki molekülü etkileyerek su mo­lekülünü oluşturur. Eğer iki madde bir tüp içinde karıştırılıp, belirli bir sı­caklık derecesine ısıtılırsa çoğu kez bir aktivasyon enerjisi ortaya çıkar. Fa­kat, canlı hücrelerde belirli sıcaklık derecesine kadar ısıtıp aktivasyon enerji­si yaratmak çoğu kez mümkün değildir. Çünkü fazla sıcaklık hücrelerde ö-lümlere neden olur. Canlı sistemlerinde bu tepkimelerin daha düşük enerji seviyelerinde oluşmasını sağlayan katalizörler vardır. Katalizör, aktivasyon enerjisini düşüren, tepkimenin hızını artıran ve tekrar tekrar kullanılabilen yapılardır. Canlı sistemlerindeki katalizörler enzimlerdir. Örneğin; bir sınıf­ta 40 öğrenci olduğunu düşünelim. Önce 2 m. yüksekliğe çıta koyalım ve çı­tanın üzerinden öğrencilerin atlamalarını isteyelim. Bunu başarmak çok da kolay olmayacaktır. Ancak öğretmen çıtayı 30 cm. yüksekliğe astığında, öğ­rencilerin hemen hepsi kolaylıkla karşıya atlayacaktır. İşte bu örnekte çıta seviyesi aktivasyon enerjisi düzeyini, öğretmen ise katalizöre karşılık gelir.

Canlilarda Biyokimyasal Olaylar

Canlılarda Gerçekleşen Biyokimyasal Olaylar

İster canlı isterse cansız olsun, bir sistemin düzenliliğini sürdürebil­mesi için enerji kullanması zorunludur. Yaşayan her canlı, çeşitli molekülle­rin belirli şekillerde, en ince noktalarına kadar düzenlenmesiyle ortaya çık­mış bir sistemdir. Bu sistemin organizasyon derecesi arttıkça sistem için da­ha çok enerji gereklidir. Canlıların temel yapı birimi olan hücre değişik mo­leküllerin düzenlenmesi sonucu oluşur. Bu moleküllerin büyümesi ve bölünebilmesi için enerji gereklidir. İnsan; çok karmaşık ve ileri düzeyde organi­ze olmuş molekül sistemlerine iyi bir örnektir.

Canlılar; büyük ve karmaşık molekülleri yapmak, bu molekülleri özel yapılar halinde düzenlemek, bu düzenin sürekliliğini sağlamak, yeni kuşak­larda aynı organizasyonu sürdürmek için enerji harcarlar.

Enerji kaynağı olarak kullanılan organik bileşikler

Enerji kaynağı olarak kullanılan organik bileşikler; karbonhidrat, yağ ve protein molekülleridir. Bütün canlılarda, en önemli enerji kaynağı kar­bonhidratlardır. Karbonhidratlar nişasta ve glikojen olarak depolanır. Her iki molekülün temel yapı taşı glikozdur. Çok önemli şeker olan glikoz, canlıla­rın birçoğu tarafından öncelikli olarak kullanılan enerji kaynağıdır. Canlıla­rın enerji kaynağı olarak kullandığı diğer organik molekül ise yağlardır. Eğer hücrede yeterli miktarda karbonhidrat ve yağ yoksa, bu durumda gerek duy­duğu enerjiyi proteinlerden sağlar. Ancak proteinlerin canlılardaki asıl göre­vinin yapısal ve fonksiyonel olduğu unutulmamalıdır. Organik moleküller-deki kimyasal enerji 02'li ve 02'siz olmak üzere iki yolla açığa çıkarılabilir. Açığa çıkan enerji, birçok hayatsal faaliyeti yönlendirmek için kullanılır. Örneğin, glikozun parçalanmasından açığa çıkan enerji, protein sentezine kaynak oluşturur. Kısaca ifade etmek gerekirse hücrede enerji gerektiren olaylarla enerji üreten olaylar yan yana yürür.

Meyve Yapisi

Meyve Nedir, Meyve Yapısı

Döllenmeden sonra farklılaşmış ovaryum ve kuşattığı tohumların teş­kil ettiği topluluğa meyve denir. Meyve yaprağı (karpel) meyve meydana geldikten sonra meyve çeperini (perikarp) oluşturur. Meyve yaprağının ge­lişmesiyle meydana gelen meyvelere gerçek meyve denir. Bazı hallerde meyveye çiçek ekseni veya periant gibi çiçek veya çiçek durumlarının diğer kısımları da katılır. Böyle meyvelere yalancı meyve denir. Kural olarak döl­lenme ve tohum meydana gelmeden meyve gelişmezse de bazı hallerde to­hum taşımayan meyvelere de rastlamak mümkündür. Döllenme meydana gelmeden meyve teşekkülüne partenokarpi, böyle meyvelere de partenokarp meyve denir. Meyveleri 1) Basit meyveler 2) Bileşik ve yalan­cı meyveler olarak iki kısma ayırmak mümkündür. Basit meyveler bir çiçeğe ait bir tek ovaryumun gelişmesiyle meydana gelir (Örneğin fasulye, orman gülü, çiğdem, binbir delik otu, menekşe, süsen, haşhaş, arslan ağzı gibi). Bu ovaryum tek karpelden veya birden fazla karpelden yapılmış olabilir. Bileşik ve yalancı meyveler ise birden fazla çiçeğe ait ovaryumların aşağı yukarı bir bütün olarak gelişmesiyle meydana gelen meyvelerdir (Örneğin, böğürtlen, Ahududu, çilek, incir, armut, elma gibi)

Bitkilerde Tohum Hakkinda Bilgiler

Tohum Nedir, Bitkilerde Tohum

Döllenmiş tohum taslağı (övül) gelişerek tohumu meydana getirir. Tohum, embriyo kesesi içindeki tohum taslaklarının döllenmesinden sonra olgunlaşıp gelişmesi ile oluşur. Tohumda dıştan içe doğru tohum kabuğu (testa), besin dokuları (endosperma) ve embriyo bulunur. Tohum kabuğu de­ğişik yapıdadır ve tohumu koruyucu rolü vardır. Bazı tohumlarda besin do­kuları bulunmaz. Bu durumda tohumun çimlenmesi için gerekli besin mad­deleri embriyoda, özellikle kotiledonlarda bulunur (örneğin fasulye bitkisin­de olduğu gibi). Embriyo, polen tüpündeki iki spermadan biriyle, embriyo kesesindeki yumurtanın birleşmesinden meydana gelen zigotun bölünmesiy­le gelişen yapıdır. Embriyo, tohumun çimlenmesi ile gelişerek yeni bitkiyi oluşturur. Bir embriyoda bulunan kotiledon (çenek) sayısı gelişmiş bitkiler olan Angiospermlerin sınıflandırılmasında önemli role sahiptir. Tohumun çimlenmesinde su, sıcaklık, ışık gibi faktörler etkilidir. Bu faktörlerin eksik­liğinde tohumlar yıllarca çimlenmeden uyku halinde kalabilirler. Tohumların yayılması bitki neslinin devamı açısından çok önemlidir. Rüzgar, su, hay­vanlar ve hatta insanlar tohumların yayılmasında etkili olur.
Bitkilerde tohumlar içlerinde bol besin maddeleri depo etmeleri nede­ni ile ekonomik değere sahiptirler. Depo edilen besin maddeleri genellikle karbonhidratlar olup bunlar nişasta bakımından zengin bitkilerdir. Tahıllar­dan buğday, arpa, mısır, pirinç, çavdar, yulaf en önemlileridir. Baklagiller­den fasulye, nohut, bakla, mercimek yiyecek olarak kullanılır ve proteince zengin tohumlardır. Yerfıstığı, ayçiçeği, haşhaş, soya fasulyesi yağlı tohum­ları ile önemli yağ bitkileridir.

Bitkilerde Cicek Yapisi

Bitkilerde Çiçek

Tohumlu bitkilerde eşey­li üremeyi sağlayan organlara çiçek denir. Çiçek, bitkinin her yıl oluşturduğu tomurcukların­dan gelişen bir organdır. Yani çiçek, yapraklı ana gövdenin uç kısmında, veya gövde üzerinde bulunur. Çiçek parçaları çiçek sapının (pedinkul) genişlemiş çiçek tablası (reseptakulum) denilen kısmına bağlanmıştır. Çiçek, dış kısmında çiçek örtü­sü (periant) ve örtünün iç kıs­mında bulunan generatif (üre­me) organlarından oluşmuştur.
Çiçek örtüsü biyolojik olarak

çiçeğin steril (verimsiz) kısmıdır. Bu kısım bazı çiçeklerde tamamen körel-miştir, bazıların da ise hiç yoktur. Çiçek örtüsü genellikle farklı tipte yaprak­lardan yapılmış iç içe iki halka halindedir. Dıştaki yeşil renkli, daha çok yap­rağa benzeyen yapraklardan yapılmış çanak (kaliks) ismini alan örtüdür. Ça­nak yapraklar çiçeğin iç kısmındaki parçalarını örter. Çanağın iç kısmında bulunan genellikle parlak renkli yapraklar taç (korolla) yaprak olarak adlan­dırılır. Bir çiçek dıştan içe doğru dört değişik kısımdan meydana gelir. Bun­lar; Kaliks (Çanak Yapraklar), Koralla (Taç yapraklar), Andrekeum (Erkek organlar) ve Ginekeum (Dişi organlar) dur.

Çiçek Yapısı

Kaliks (Çanak Yapraklar): Genellikle yeşil renktedir. Assimilasyon görevi yapar. Esas görevi koruyuculuktur. Kaliks çiçeğin görünen ilk halka­sıdır. Diğer çiçek parçalarını çevirir ve onları dış etkenlerden korur. Kaliks sepallerden (çanak yapraklardan) oluşmuştur.

1) Korolla (Taç Yapraklar): Korollayı petaller oluşturur. Petaller in­ce olup genellikle beyaz veya değişik renklidirler (mavi, kırmızı, sarı, me­nekşe...gibi). Sepallere göre şekilleri çok değişiktir.
2) Stamen (Erkek Organ): Bir stamen, stameni yerleştiren bir sap kısmı flament (sapçık) ile anter (başçı.., denilen uzamış şişkin bir kısımdan oluşur. Her anter de iki tekadan yapılmış olup her tekada iki polen (çiçek to­zu) kesesi bulunur. Erkek organların toplamına andrekeum adı verilir.
3) Pistil (Dişi Organ) : Bir çiçekte dişi organlar topluluğuna ginekeum adı verilir. Pistil, ovaryum (yumurtalık), stilus (boyun) ve stigma (tepecik) kısımlarından oluşur. Ovaryum pistilin alt tarafında, içerisinde ovulumları (tohum taslağı) içeren şişkince kısımdır. Ovaryumun üstündeki ince kısma stilus, stilusun genellikle genişlemiş uç kısmına stigma denir.

Tozlaşma ve Döllenme

Polen tanelerinin dişi organın stigmasına u-laşmasına tozlaşma denir. Tozlaşma, polen tanelerinin hayvanlarla (zoogami), rüzgarla (anemogami), su ile (hidrogami) ve insan eliyle (yapay tozlaşma) taşınmasıyla olur. Birçok çiçek kalıtsal çeşitliliğini arttırmak için kendi polenleri yerine, diğer çiçeklerin polenleriyle de tozlaşır. Bunu sağla­mak için erkek ve dişi organlar farklı zamanlarda olgunlaşır. Dişi organın stigması, polenlerin yapışması ve çimlenmesi için salgı yaparak nemli hale gelir. Buraya yapışan polenler çimlenerek embriyo kesesine doğru uzanan polen kesesini oluştururlar. Bu sırada polen tüpünün oluşmasını sağlayan tüp, çekirdeğinin görevi bittiği için eriyerek yok olur. Diğer çekirdek (generatif çekirdek) ise mitozla bölünerek sperm çekirdeklerini oluşturur. Polen tüpünün polen kesesine ulaşmasıyla polen tüpünün ucu açılır ve sperm çekirdekleri embriyo kesesine geçer. Sperm çekirdeklerinden birisi yumurta­yı dölleyerek zigotu oluşturur. Zigot mitozla gelişerek embriyoyu meydana getirir. Diğer sperm ise embriyo kesesinin ortasında bulunan polar çekirdek­leri dölleyerek triploid (3n) hücreyi oluşturur. Bu hücrelerin mitozla geliş­mesinden besin doku (endosperm) meydana gelir. Embriyo kesesindeki diğer çekirdekler ise eriyerek kaybolur. Tohum taslağının dış çeperi de kalınlaşarak tohum kabuğunu (testa) oluşturur. Böylece tohum meydana gelmiş olur.

Bitkilerde Yaprak ve Cesitleri

Yaprak Nedir, Bitkilerde Yaprak

Yaprak fotosentez, terleme ve gaz alışverişi gibi olayların meydana geldiği bir organdır. Işıktan gerektiği kadar faydalanabilmek, kolaylıkla gaz alışverişinde bulunmak ve terleyebilmek amacıyla gövdeden dışarıya doğru uzamış, kitlesine göre yüzeyi fazla olan yassılaşmış gövdenin yan organla­rından biridir. Bunlar gövdenin büyüme noktalarındaki tomurcuklardan ge­lişmektedir. Yaprağın yapısında çok miktarda kloroplast ve gözenek (stoma) bulunur. Fotosentez olayı için çok önemli olan klorofil, kloroplast organellerinin içerisinde yer alır ve bitkiye yeşil renk verir. Kurak ortamda yetişen bitkilerde stoma az sayıda olup, yaprağın alt yüzeyinde bulunur. Sulu ortamda yetişen bitkilerde ise gözenekler çok sayıda olup, yaprağın alt yüze­yinde olduğu gibi üst yüzeyinde de bulunur. Yapraklar geniş yüzeyli ve çok iyi gelişmiş bir damarlanma sistemine sahiptir. Yaprağın görevlerini fotosen­tez (besin yapma), solunum, terleme, bazı bitkilerde besin depolama ve bo­şaltım (yaprakların dökülmesi) olarak sıralayabiliriz.

Bir yaprak dört kısma ayrılmaktadır.

1) Yaprak Ayası (Lamina): Yaprağın genişlemiş ve yassılaşmış kıs­mıdır. Tropikal iklimlerde yaşayan bitkilerde yaprak ayası oldukça geniştir. Kurak iklimlerde yaşayan bitkilerde ise su kaybını önlemek için körelerek diken şeklini almıştır (kaktüs bitkisinde olduğu gibi). Kloroplast içerdiği için genellikle yeşil renklidir. Bazen yapraklar renksiz bölgeler de içerebilmektedir. Bazen de antosiyan taşımaları nedeni ile kırmızı renkli olurlar. Yapraklar dal üzerinde diğer yapraklara güneş ışığının gelişini engellemeyecek şekilde dizilirler. Yaprak ayası oval, eliptik, dilsi, şerit, üçgen, böbrek, yürek, oksu, mızrak, kıvrık gibi şekillerde olabilir. Yaprak ayası yaprak kenarlarının düz, dişli, testere dişli, girintili olmasına göre de farklılık göstermektedir.

Yaprak ayasının orta kısmında bulunan bir ana damardan değişik yan damarlar gelişmiştir. Damarlanma şekilleri ağsı, paralel, tüysü, elsi damarlanma şeklinde olabilir. Yaprağın damarları bir veya daha fazla iletim demetinden ibaret olup bir ağ sistemi oluşturacak şekilde ayayı sarar. Bu damarlar aracılığı ile madde ve su iletimi sağlanmaktadır.

2) Yaprak Sapı (Petiyol): Yaprağı gövdeye veya dala bağlayan ve yaprağın ışık yönüne doğru hareketini sağlayan kısmıdır. En önemli görevi iletimdir. Bazı bitkilerde (soğan, mısır, buğday,pırasa) yaprak sapı bulunmaz. Bu bitkilerde yaprak ayası dala veya gövdeye bağlanır.

3) Yaprak tabanı (Bazis): Yaprağın gövde ve dallara bağlandığı kı­sım yaprak tabanıdır. Yaprak sapına oranla daha geniş ve basıkçadır. Yaprak tabanı yaprak koltuğunda bulunan tomurcukları koruyacak şekilde genişleye­rek bunları sardığı takdirde yaprak kını (vagina) adını alır. Yaprak kınına maydonozgiller ve buğdaygillerde rastlanır. Bazı yaprakların tabanının iki yanında genellikle küçük bir yaprakçık bulunur. Bu yaprakçıklara kulakçık (stipula) denir.

Yaprak Metamorfozları, Yaprak Çeşitleri

Yapraklar bazen temel görevleri olan fotosentez ve terleme dışında bazı görevleri üstlenmiştir. Bu değişmeler tüm yaprakta olduğu gibi yaprağın bir kısmında da olabilir. Başlıca yaprak metamorfozları şunlardır:

1) Depo Yapraklar: Soğan ve zambak gibi bitkilerde görülen soğan şeklinde kalın etli yapraklardır. Klorofilleri azalmıştır, depo görevi yaparlar.
2) Sülük Yapraklar: Tırmanıcı bitkilerde tutunmaya yardımcı olmak için yapraklar sülük biçimini almıştır. Örneğin, bezelye, burçak ve bakla bit­kisinde olduğu gibi.
3) Diken Yapraklar: Hayvanlara karşı bitkinin korunabilmesi ama­cıyla yaprakların bazen tümü bazen de belli bazı kısımları fazla miktarda sklerankima içerir ve bir diken şeklini alır. Örneğin, kaktüs, kadıntuzluğu ve çeşitli akasya türlerinde olduğu gibi.
4) Kapan Yapraklar: Böcek kapan bitkilerde yapraklar böcekleri ya­kalayabilecek şekilde farklılaşmıştır. Yapraklardaki tüy veya emergenslerin salgıladıkları enzimlerle böcekler eritilir. Bu tip yapraklar bitkilerin beslen­mesinde rol alır. Örneğin, ibrik otunda olduğu dibi.
5) Koruyucu Yapraklar: Büyüme bölgesindeki bölünür dokuları ko­ruyan, bazen üstleri reçine veya mum ile kaplı olan yapraklardır. Genel ola­rak kısa ve sapsız yaprakçıklardan oluşan ve tomurcuk pulu olarak adlandırı­lan metamorfoza uğramış yapraklar bir çok ağacın kış tomurcuklarını örter. Bunlar normal yapraktan daha ince olup sklerankima dokusu fazladır. Gö­revleri iç kısımdaki gövde ve yaprakları verecek olan ince yapılı meristem hücrelerini dış etkenlere ve fazla su kaybına karşı korumaktır. Örneğin, Kes­tane ağacında olduğu gibi.
6) Üretken Yapraklar: Bitkilerin çoğalmasında rol oynayan yaprak­lara üretken yapraklar denir. Bu tip yaprakların bazı bölgelerinin meristem özelliğini koruması bu bölgelerin genç bitkiler halinde gelişmesine sebep o-lur. Örneğin, nemli toprağa yatırılan begonya yaprağı yeni bir bitki verebilir.

Yaprak Yapısı

Yapraktan enine bir kesit alındığında; yaprağın üst yüzeyini örten epidermise üst epidermis denir. Epidermis hücrelerinin üzerini ayrıca bir kutikula tabakası örtmüştür. Bu hücreler aralarında stoma taşımakta ve bazen de bu hücrelerden tüyler oluşabilmektedir. Epidermisin altında palizat pa­rankiması hücreleri yeralır. Bu hücreler uzun silindir şeklindedir ve araların­da küçük intersellüler alanlar (hücreler arası boşluk) bulunmaktadır. Bu parankima hücreleri bol miktarda kloroplast içerirler. Palizat parankimasının altında birkaç sıra halinde ve aralarında geniş intersellüler alanlar bırakacak şekilde düzensiz bir diziliş gösteren sünger parankiması hücreleri yer alır. Kloroplastları daha azdır. Sünger parankimasının altında yani yaprağın alt yüzeyinde yine bir epidermis tabakası bulunmaktadır. Bu tabakaya alt epidermis denir.

Bitkilerde Govde Cesitleri

Bitkilerde Gövde ve Gövde Çeşitleri

Gövde, bitkilerin genellikle toprak üstünde yükselen yan dal, yaprak ve çiçeklerini taşıyan ana organdır. Gövdelerin çoğu toprak üstünde dik şe­kilde uzanır. Bazı gövdeler yer altında kalır veya toprak yüzeyi boyunca ya­yılırlar. Bazıları da son derece kısa ve görünmeyecek kadar küçüktürler. Bu nedenle bu tip bitkilerin gövdesiz olduğu söylenir. Morfolojik olarak gövde­lerin belirli dış özellikleri vardır, fakat özellikle toprak altında olduklarında çoğu kez köklerle karıştırılırlar. Gerçek gövdeler tomurcuklardan çıkar, bun­ların boğum (nod) ve boğum araları (internod) olup yaprak, tomurcuk, bazen de kökü oluştururlar. Gövdede gelişmiş bir iletim sistemi vardır. Bitki­ler içerisinde en basit gövdeye Muscilerde (yapraklı karayosunları) rastlanır. İletim demetlerini taşıyan tipik gövde ise ilk olarak Pteridophyta'da (Eğrelti­ler) görülür.

Bitkilerde gövdenin görevleri şunlardır: 1) Bitkinin dik durmasını sağ­lar. 2) Yaprak ve çiçekleri taşır. 3) Kökler ile alınan su ve suda çözünmüş maddeleri bitkinin yapraklarına iletir. 4) Bitkinin organları arasındaki madde taşınmasını ve bağlantıyı sağlar. 5) Yapraklara gerekli olan havayı ve ışığı sağlar. Bunun için ışığa doğru yönelmeler yapar. Bu görevlerinin dışında pa­tates, şekerpancarı gibi bitkilerde besin depo eder. Ayrıca kaktüs gibi bitki­lerde de su depo eder.
Morfolojik ve anatomik olarak bitkilerde dört farklı tipte gövde görü­lür.

1) Otsu Gövdeler: Tek yıllık bitkilerin gövdeleridir. İnce, zayıf ve yeşil renklidirler. Kolayca kırılabilirler. Otsu gövdeler dikotil ve monokotil gövde olmak üzere ikiye ayrılır. Otsu gövdelere tahıl tür­leri (buğday, arpa, mısır, yulaf), otlar ve çeşitli sebzelerin gövdeleri örnek olarak verilebilir.

2) Odunsu Gövde: Çok yıllık bitkilerin gövdeleridir. Gövde kalın, sert ve dayanıklı yapıdadır. Kahverengi ve esmer renklidir. Gövde­nin dışı cansız kalın bir kabuk ile kaplıdır. Gövde her yıl enine kalınlaşarak yaş halkalarını oluşturur. Gövdenin uzamasını tepe to­murcuğu sağlar. Çam, ceviz, göknar, elma, armut gibi ağaçların gövdeleri odunsu gövdedir.

3) Metamorfoza uğramış Gövdeler: Kendi görevlerinden farklı gö­revler üstlenmiş gövdelerdir.

Gövde Metamorfozları

Gövdeler bazen kendi görevlerinden başka görevleri üstlendikleri için değişik şekiller alabilmektedir.
1) Sürünücü (Stolon) Gövde: Toprak altında toprağa paralel olarak uzama gösteren gövdelerdir. Bitkinin vejetatif üremesine de yardımcı olur­lar. Stolon gövdeyi çilek ve menekşede görebiliriz.
2) Toprak Altı (Rizom) Gövde: Toprak altında yatay olarak uzanan ve içinde belli besin maddelerinin depolandığı ek kökler taşıyan silindir bi­çimindeki toprak altı gövdeleridir. Süsen, manisa lalesi, ayrık otu örnek ola­rak verilebilir.
3) Yumru (Tuber) Gövde: Yapılarında bol besin maddeleri depo e-den, şişkinleşmiş toprak altı gövdeleridir. Bu tip gövdeler bitkinin vejetatif olarak üremesinde de rol oynamaktadırlar. Patates, yer elması örnek olarak verilebilir.
4) Soğan (Bulb) Gövde: Toprak altında gelişen ve tabla adı verilen gövdenin etrafında etli, sulu yapraklarla tepe tomurcuğundan meydana gelen gövdelerdir. Toprak altında bulunan bu gövdelerin internodyumları kısalmış-tır. Alt kısmında ek kökler taşırlar. Soğan bitkisi ve zambak tipik örnekleri­dir.
5) Diken Gövde: Uzun veya kısa sürgünlerin diken halini almasıyla oluşan gövde metamorfozlarıdır. Bitkide koruma görevini üstlenmişlerdir. Ateş dikeni, yabani keçi boynuzunda bu tip gövdeler görülür.
6) Etli (Sukkulent) Gövde: Kurak ve tuzcul ortamlarda yaşayan bazı bitkiler suyun çok olduğu mevsimde bol miktarda su emerek gövdelerinde su depo ederler. Böylece gövdeleri küre veya silidir şeklini alır ve sukkulent (etli) gövdeler olarak adlandırılırlar. Bu tip gövdelere kaktüs ve sütleğengil­ler familyalarındaki bitkilerde rastlanır.
7) Sülük Gövde: Sarılıcı bitkilerde tutunup sarılmaya yarayan kısa sürgünlerdir. Kısa sürgünlerin kıvrılmış bir şekil almasıyla sülük gövdeler meydana gelir. Sülük gövdeye sahip en tipik örnek Asma bitkisidir.

Yapraksı (Assimilatif) Gövde: Kurak bölgelerde bulunan bazı bitki­lerin yaprakları çok küçülmüş olduğundan, gövde yaprağın görevlerini üze­rine almış ve metamorfoza uğramıştır. Fakat tipik gövde şekillerini korumuş­lardır. Örnek olarak deniz üzümü, katır tırnağı ve herdemtaze bitkileri veri­lebilir.

Gövde Yapısı

Gövdeden enine bir kesit alınacak olursa dıştan itibaren iç kısma doğ­ru aşağıdaki kısımlar yer alır.

Epidermis: Gövdenin en dış kısmı genellikle tek bir sıra hücre taba­kasından yapılmış koruyucu doku epidermis ile örtülüdür. Epidermis bitki türüne göre tüy veya stoma içerir. Epidermis hücreleri üzerinde genellikle ince bir kutikula tabakası bulunur.

Korteks (Kabuk): Epidermisin hemen altındaki bölgede genellikle kollenkimatik veya sklerankimatik hücrelerinden oluşmuş bir destek doku yer alır. Bu doku gövdeyi dıştan gelecek mekaniksel etkilere karşı korumak­tadır. Korteks birkaç sıra veya daha fazla parankima hücrelerinden oluşur. Hücreler arasında belirli intersellüler alanlar bulunur. Korteks hücreleri ço­ğunlukla depo besin maddeleri veya tanin, reçine, eterik yağ ve bazı kristal­ler gibi maddeler içerir. Bazı toprak üstü gövdelerinde korteks hücrelerinin kloroplast içerdikleri ve fotosentez yaptıkları bilinmektedir. Korteksin en iç tabakasında endoderma tabakası bulunur. Endoderma tabakası hücrelerinde iri nişasta tanelerine rastlanır. Endoderma tabakasında intersellüler alanlar görülmez.

Merkezi Silindir: Endodermanın iç kısmında kalan tüm dokular mer­kezi silindiri oluşturur. Merkezi silindirin en dışında bir veya birkaç sıra ha­linde parankima hücrelerinden bazen sklerankima hücrelerinden oluşmuş bir periskl bulunur. Periskl selüloz çeperlidir.

Merkezi silindirin iç kısmında organik madde ile su ve suda erimiş inorganik besleyici maddelerin iletiminde iş gören iletim demetleri yer al­maktadır. İletim demetleri arasında öz kolları bulunur. Öz kollarını paranki­ma hücreleri oluşturur. Primer öz kolları öz bölgesine kadar uzanır. Öz böl­gesi de parankima hücrelerinden oluşur.

İnce çeperli ilkbahar trakeidleri ilkbahar odununu, kalın çeperli trakeidler ise sonbahar odununu meydana getirir. İlkbahar ve sonbahar odun­ları her mevsim periyodik olarak geliştiklerinden beraberce gövdede sene halkalarını oluşturmaktadırlar. Gövde de gözle ayırt edilebilen bu sene hal­kaları ağacın yaşının belirlenmesinde yardımcı olmaktadır.

Genellikle odunlu bitkilerin odun kısmının yaşlı olan trake ve trakeidleri su iletimine katılmayarak bu işi daha sonra gelişen genç trake ve trakeidlere bırakırlar. Bu gibi elemanlar su iletmedikleri için içlerine tanin ve reçine gibi antiseptik (mikrop öldürücü) maddeler birikmektedir. Bu madde­ler mikroorganizmaların üremesini önlemekte ve böylece odunun çürümesini engellemektedir. Genellikle bu maddeler endüstride boya olarak kullanılır. Örneğin abanoz ağacının siyah renkli kıymetli odunu bu şekilde içi renkli re­çine ile dolu trake ve trakeidlerden oluşmuştur. Bunlar odun kalbi olarak ta­nımlanır.

Bitkilerde Kok Yapisi

Bitkilerde Kök, Kök Hakkında Bilgiler

Kök kara hayatına uyum sağlamış olan gelişmiş bitkilerde toprak içine doğru büyüyen bir organdır. Köklerde stoma bulunmaz. Kök hücreleri klo-roplast içermez. Bazı bitkilerin kökleri su ve havada gelişebilmektedir. Suda gelişen köklere su kökleri, havada gelişen köklere ise hava kökleri denir. Hava kökleri fotosentez yapma işini de üstlendiklerinden kloroplast içeriri-ler. Köklerin toprağı tutma özelliği son derece önemlidir, çünkü bu sayede toprak kaymaları, toprağın verimli üst katmanlarının yağmurlarla kaybı gibi insan yaşamını etkileyecek olumsuz etmenler de ortadan kalkmış olur. Bitki­lerde köklerin dört önemli işlevi vardır. Bunlar: 1) Bitkileri toprağa bağla­mak 2) Topraktan su ve mineral maddeleri almak 3) Su ve mineral maddele­rin alındıkları yerden gövde ve yapraklara taşınmasını sağlamak 4) Bitki hormonları ile diğer organik bileşikleri sentezlemek. Bunlardan başka kök bazı besin maddelerini depo etme görevini de yapar.

Kökler üçe ayrılır: 1) Primer Kök (Ana Kök) 2) Sekonder Kök (Yan Kök) 3) Adventif Kök (Ek Kök)
Gelişme gösteren tohumdan meydana gelen ilk kök genellikle doğru­dan aşağı doğru büyür ve primer kök (ana kök) olarak adlandırılır. Primer kök, bitkinin toprağa bağlanmasını sağlar. Primer kökten dallanarak gelişen köklere sekonder kök (yan kök) denir. Sekonder köklerin sayıları fazladır ve bitkinin toprağa tutunmasını sağlarlar. Bazı şartlar altında bitkinin gövde ve yapraklarından kök meydana gelebilir. Bu şekildeki köklere adventif kök (ek kök) denir.


Kök Metamorfozları

Kökler, kendi görevlerinden farklı görevleri üstlendiklerinde meta­morfoza uğrayabilmektedirler. Bunlar:

1) Yumru (Depo) Kökler: Besin maddelerini depo ederek şişkinleşen köklere denir. Yumru kökler şekil bakımından bir çok farklılıklar gösterir. Örnek: Havuç, turp, pancar, salep.
2) Çekme (Kontraktil) Kökler: Bu tip kökler önce fazla miktarda yedek besin maddesini depo eden kabuk bölgesinin (korteks) sonradan besin maddesini kaybetmesi sonucu yüzeyinde enine katlanmalar oluşturarak kı-salmasıyla meydana gelir. Böylece bitkinin gövdesi daha fazla derine çekile­rek toprağa daha sıkı tutunmuş olur. Örnek: Kırmızı zambak, safran, dana ayağı.
3) Tutunma Kökleri: Bazı sarılıcı köklerin gövdelerinde oluşan ve bitkinin duvara tutunup yükselmesini sağlayan köklerdir. Örnek: Duvar sar­maşığı.
4) Sömürme Kökleri: Bazı parazit bitkilerin yaşadıkları konak bitki­nin besininden faydalanmak için konak bitkinin iç dokularına doğru geliştir­dikleri köklerdir. Örnek: Canavar Otu, Ökse Otu.
5) Hava Kökleri: Özellikle tropikal bölgelerde, deniz kenarlarındaki bataklıklarda yaşayan bitkilerde görülür. Bu köklerin hücreleri arasında ge­niş, boş alanlar yani hücre arası boşluklar bulunur. Bol hava içeren böyle kökler yapraklı dalları su üzerinde tutmaya yarar. Bazı bataklık bitkilerinin kökleri su yüzeyine çıkarak oksijen sağladıklarından bunlara solunum kökle­ri denilmektedir. Örnek: Bazı bataklık bitkileri.
6) Destek Kökler: Bunlar genellikle tropikal bölgelerde ve bataklık topraklarda yetişen bitkilerin tutunabilmeleri için geliştirdikleri ek köklerdir. Örnek: Devetabanı ve mısır.
7) Diken Kökler: Bazı palmiye, hurmagiller gibi bitkilerde kökler di­ken şeklini almıştır. Bunlar koruyucu ve savunma görevini görmektedir.

Kökün Anatomik Yapısı

Kökün en dış kısmında tek hücre sırasından oluşan bir epidermis taba­kası bulunur. Kök emici tüyler genellikle epidermis hücrelerinden oluşur.

Epidermise koruyucu doku da denir. Epidermisin altında parankima hücre­lerinden oluşan geniş bir korteks (kabuk) tabakası yer alır. Parankima hüc­releri arasında intersellüler alanlar bulunur. Parankimatik korteks hücreleri içinde çoğu kez nişasta tanelerine ve salgı maddelerine rastlanır. Hava kökle­ri dışında bu hücreler kloroplast içermezler.

Korteks tabakasının iç kısmında merkezi silindir olarak adlandırılan bölge vardır. Merkezi silindirin en dış kısmında endoderma tabakası bulunur. Endoderma tek bir hücre sırasından oluşur. Bu hücre sırası merkezi silindirle korteksi birbirinden ayırır. Endoderma hücrelerinin çeperlerinde suberin ve ligninden oluşan "kaspari şeridi" adı verilen şeritsi kalınlaşmalar vardır. Bu şerit su geçişini engeller. Su ancak teğetsel çeperlerden geçebilmektedir. Kökler yaşlandıkça hücrelerin çeperlerinde başka kalınlaşmalar da olmakta­dır. Merkezi silindir endoderma tabakası altında yeralan ikinci tabakası yine tek hücre sırasından oluşmuş periskl tabakasıdır. Periskl tabakası hücreleri parankimatik özellikte olup yan kökler bu hücrelerden oluşmaktadır. Periskl tabakasının altında kökün iletim sistemi yer almaktadır. Kökte ksilem ve floem ışınsal tarzda yanyana yerleşim gösterir. Ksilem sayısına göre bitkinin monokotil veya dikotil olduğuna karar verilir. Monokotillerde ksilem sayısı 15-20, dikotillerde 2-3'dür. Merkezi silindirin en alt kısmında kökün öz kısmı yer alır. Öz bölgesi sklerankimatik hücrelerden oluşmuştur. Sklerankimatik öz toprak içinde ilerleyen köklere direnç özelliği kazandırmıştır.

Monokotil bitkilerin köklerinde ilk oluşan elementler sürekli (daimi) doku haline dönüştüğünden bunlarda sekonder yapı meydana gelmemektedir ve kökte enine büyüme bir süre sonra sona ermektedir. Kökte sekonder bü­yümeye genellikle açık tohumlularda ve dikotil (çift çenekli) bitkilerde rast­lanmaktadır. Kök ile gövde arasındaki bölgeye hipokotil denilmektedir.

Bitkisel Organlar

Bitkisel Organlar

Dokulara oranla daha yüksek bir görev birliği meydana getiren ve çe­şitli dokulardan oluşan kısımlara organ denir. Her organizmanın yaşayabil­mesi için kendini koruyan ve büyümesini sağlayan organlara vejetatif (ge­lişme) organlar, üremesini sağlayan organlara generatif (üreme) organlar denir. Vegetatif organlar, gelişmiş bitkilerde, kök, gövde ve yaprak olmak üzere üçe ayrılır. Organografı, organların iç ve dış yapılarını inceler. Eğer bir organ kendi görevi dışında yeni bir görev almak zorunda kalırsa bu yeni gö­reve göre yapısında bazı değişiklikler meydana gelir. Meydana gelen böyle bir değişikliğe metamorfoz denir. Kendi görevlerinden farklı bir görevi üst­lenen organlara da metamorfoza uğramış organlar denir. Aynı kökenden geldikleri halde farklı görevler yüklendikleri için farklı şekil almış organlara homolog organlar, kökenleri farklı olduğu halde aynı görevi yapmaları ne­deniyle benzer şekil almış organlara da analog organ denir.

Yüksek bitkiler, çeşitli görevlere karşılık çeşitli organlardan yapılmış olduğu halde ilkel bitkiler, basit ve aynı yapıya sahiptirler. Bir veya birçok hücreden yapılmış olan, kök, gövde, yaprak, çiçek gibi organlara sahip ol­mayan ipliksi veya yüzeysel yapılara tal (thallus) denir.

Evrim sırasında özellikle kara hayatına uymuş bitkilerde kök, gövde, yaprak gibi farklılaşmış kısımlar meydana gelmiştir. Böyle toprak altı ve toprak üstü organları meydana gelmiş tüm yapıları içeren yüksek bitki tiple­rine kormus denir. Talli bitkilerin meydana getirdiği gruba Thallophyta, kormus' lu bitkilerinkine Cormophyta adı verilir. Kormuslu bitkiler kök, gövde ve yaprak taşırlar. Kök genellikle toprak altında görülen bir organdır. Bitkiyi tespit etme ve topraktan madde alışını gerçekleştirir. Gövde destek görevini görür ve genellikle toprak üstünde bulunur. Yapraklar ise fotosentez görevini yapan organlardır.

Bitkilerde kök, gövde ve yaprak vejetatif (gelişme) organları; çiçek, meyve ve tohum generatif (üreme) organları oluşturur
.

Sinir Doku

Sinir Doku

Özelleşmiş sinir hücrelerine nöron adı verilmektedir. Nöronlar uyartıları alma, iletme ve gerekli cevapları verme özelliği olan hüc­relerden yapılmıştır. Bir nöron çekirdek ve sitoplazması olan büyük bir hücre gövdesi ile hücre gövdesinden çıkan iki çeşit uzantılardan oluşmuştur. Bu uzantılardan boyları kısa olup dallanma gösterenlere dendrit, boyu uzun o-lan kısmına da akson denir. Bir nöronda uyartıların yönü dendritten aksona doğrudur. Aksonlar hücreden aldıkları uyartıyı başka bir hücrenin dendritine götürür. İki nörondan birinin dendriti ile diğerinin aksonun birleştiği yere sinaps denir. Uyartı sinapslarda iki nöron arasında, aksondan dendrite doğ­rudur. Aksonların üzerinde çoğu defa miyelin denilen bir kılıf bulunur. Miyelin kılıf kesik kesiktir. Bu kesiklerin bulunduğu kısımlara ranvier bo­ğumu denir. Miyelinli ve miyelinsiz aksonlar mekanik etkilerden korunmak için schwan kını denilen bir zarla örtülmüştür.

Kas Doku

Kas Doku

Kaslar hareket sisteminin en önemli kısımlarıdır. Hüc­releri mekik şeklinde olup, ara maddeleri yoktur. Hücre zarlarına sarkolemma, sitoplazmalarına sarkoplazma denir. Kas doku kemik doku ile birlikte vücuda şekil verir, korur ve hareketi sağlar. Kas sarkoplazmasında miyofibril denilen kas telcikleri bulunur. Miyofibriller aktin ve miyozin adı verilen proteinlerden oluşmuştur. Bunlar kasların hareketini sağlarlar. Kas hücrelerine oksijen ve besin sağlayan, artık maddeleri uzaklaştıran bol kan damarı ve sinirler vardır. Kaslar yapı ve çalışmalarına göre üçe ayrılırlar: düz kas, çizgili kas ve kalp kası.

a) Düz Kas: Renksiz olup hücreleri mekik şeklindedir. Tek çekirdek­leri vardır. Düz kaslar isteğimiz dışında çalışırlar. Bu nedenle bunlara istem­siz kaslar da denir. Düz kaslar düzenli ve yavaş kasılırlar. Uzun süreli çalı­şırlar. Aktivitelerine göre iki kısımda incelenir.

Otomatik düz kaslar: Bu kaslar sinir sistemine bağlı olarak çalış­tıkları gibi sinirlerin kesilmesi durumunda da belli bir süre çalışmaya devam ederler. Örneğin; sindirim kanalı kasları sürekli peristaltik hareket yaparlar.

Otomatik olmayan düz kaslar: Sinir sistemine bağlı olarak çalışır­lar. Sinirlerin kesilmesi durumunda bu kasların fizyolojik etkileri durur. Ör­neğin; kan damarlarının kasları.

b) Çizgili Kaslar: Hareketli oldukları için bunlara iskelet kasları da denir. Bu kaslar isteğimizle çalışırlar. Hızlı kasılır, ancak çabuk yorulurlar. Bu kaslar silindir şeklinde uzun hücrelerden oluşur. Çok nükleusludurlar. Hücre zarının hemen altında çekirdekler bulunur. Işık mikroskobunda ince­lediğimizde sitoplazmalarında miyofibriller açık ve koyu bantlar halinde gö­rülürler. Bu nedenle bu kaslara çizgili kas adı verilir.

Bir çizgili kasın yapısı incelendiğinde birbirini takip eden aktin ve miyozin proteinleri bulunur. Aktin ve miyozine birlikte aktomiyozin denir, aktin proteini ışığı az kırdığından açık renkte görülür. Bu bölgeye izotrop bölge (1 bandı) denir. Miyozin proteini ise ışığı çok kırdığından koyu renkte görülür. Bu bölgeye anizotrop veya A bandı denir. Kasların kasılması aktin ve miyozin ipliklerinin birbiri üzerinde kayması ile sağlanır. Çizgili kaslar karşılıklı ve ters çalışıyorsa; yani kasın biri kasılıp diğeri gevşiyorsa bu kas­lara antogonist kaslar denir. Aynı anda kasılan ve gevşiyen kaslara sinergist kaslar denir. Kol ve bacak, ağız ve anüsteki kaslar çizgili kaslardır.

c) Kalp kası: Yapı bakımından çizgili kaslardan oluşmuştur. Çok çe­kirdeklidir. Çekirdekleri ortadadır. Bu kaslar istemsiz olarak çalışırlar. Sinir­ler olmasa da belirli bir süre çalışmaya devam ederler. Mitokondri ve gliko­jen bakımından çok zengindirler. Oksijene olan ihtiyaçları oldukça fazladır. Çalışması yaşam boyu devam eder.

Kas dokunun görevleri:

1) Vücuda kısmen destek olmak
2) Hareketi meydana getirmek
3) Uyarılara kasılma ve gevşeme şeklinde tepki göstermek
4) Tepki sırasında kimyasal enerjiyi mekanik enerjiye dönüştürmek

Kan Doku

Kan Doku

Kan hücre dışı bir ortamdan ve bu ortam içerisinde bulu­nan özelleşmiş hücrelerden oluşmuştur. Kan doku kan hücreleri (alyuvar, ak­yuvar, kan pulcuklan) ve ara madde plazmadan oluşmuştur. Kanın %55'ini kan plazması, %45'ini ise kan hücreleri oluşturur. Kan hücreleri kanın içeri­sinde yüzer ve damarlar yardımıyla vücudun en uç noktalarına kadar ulaşırlar. Kan plazmasının yapısında üre, ürik asit, protein, aminoasit, karbondioksit, oksijen, hormonlar, kan proteinleri (albümin, globilin, fıbrinojen), glikoz, su ve madensel tuzlar bulunur. Kan hücrelerini sırasıyla inceleyecek olursak;

a) Eritrositler (Alyuvarlar): Alyuvarlar kan hücrelerinin büyük bir kısmını oluştururlar. Ortalama olarak 1 mm3 kanda 4,5-5,5 milyon kadar al­yuvar bulunmaktadır. Bu miktar bireyin yaşı, cinsiyeti, coğrafık bölge ve fizyolojik duruma bağlı olarak değişkenlik gösterir. Alyuvarlar ilk oluştukla­rında çekirdeklidirler. Olgunlaşıp kana geçtiklerinde çekirdeklerini kaybe­derler. Çekirdeklerini kaybetmelerinin sebebi;
Kılcal damarlarında geçişi kolaylaştırmak,
Daha fazla oksijen taşımaktır.
Alyuvarlarda kana kırmızı rengini veren demirli bir bileşik olan he­moglobin bulunur. Hemoglobin demir taşıyan bir protein maddesidir. Alyu­var içeriğinin %90'ını kapsar. Alyuvarlar kırmızı kemik iliği, karaciğer ve dalakta sentezlenirler. Karaciğer ve dalakta parçalanırlar. Ömürleri 60-120 gün arasında değişir.

b) Lökositler (Akyuvarlar): Kan sıvısında bulunan vücut savunma­sında görevli hücrelerdir. Dalak, lenf düğümleri ve sarı kemik iliğinde üreti­lirler. Hareketleri amipsi olup (pseudopod), kan akış yönüne doğru hareket edebilirler. Ortalama olarak 1 mm3 kanda sayıları 6-10 bin arasındadır. Ak­yuvarlar granüllü ve granülsüz olmak üzere iki gruba ayrılırlar.

c) Trorabositler (Kan pulcuklan): Renksiz ve çekirdeksiz yapılardır. Ortalama olarak lmm3 kanda 150-300 bin kadar trombosit vardır. Kemik i1iğindeki megakaryosit dev hücrelerinin parçalanmasıyla meydana gelirler.

Kan Pıhtılaşması: Kan damarı ağır şekilde yaralandığında kan kaybı­nın önlenmesi için;

1. Kan damarları büzülür
2. Trombositler tıkaç oluşturur
3. Pıhtı oluşumu ile damardaki açıklık kalıcı olarak kapatılır

1. Kan damarlarının büzülmesi: Kan damarının yırtılması veya ze­delenmesi sonucu etrafında oluşan ağrı hissi sinirsel uyaranlara neden olur. Buna bağlı olarak gelişen lokal refleks ya da sinirsel uyaranlar kasların ka­sılmasına neden olarak kanın akışını engeller

2. Trombosit tıkacı: Eğer damardaki yırtık küçükse trombosit tıkacı tek başına kan kaybını durdurabilir.

3. Pıhtı oluşumu ile damardaki açıklığın kapatılması: Ağır yaralan­malarda kan 15-20 sn içinde pıhtılaşmaya başlar. Hafif zedelenmelerde ise bu süre 1-2 dk.ya kadar çıkabilir. Pıhtılaşma; yırtılan damar çeperi, trombosit ve damar çeperine bitişik kan proteinlerinin etkileşimlerinin sonucu olarak gelişir.

Kanın pıhtılaşmasında 40 dan fazla maddenin etkili olduğu ifade edilmektedir. Pıhtılaşmayı üç aşama incelemek mümkündür. Birinci aşamada yırtılan damara ya da doku yaralanmalarına yanıt olarak protrombin aktivatörü oluşur. İkinci olarak protrombin aktivatörü protrombini trombine dönüştürür. Üçüncü olarak ise trombin bir enzim gibi çalışarak fıbrinojeni (plazma çözünebilen protein) fibrine dönüştürür.

Kanın pıhtılaşması iki yolun birlikte kontrolüyle gerçekleşir. İster iç­sel isterse dışsal faktörler olsun, pıhtılaşmanın başlaması damar çeperinin yırtılmasıyla olur. Bunlardan; doku tromboplastinini dışsal yolu başlatırken, kan içinde bulunan trombositler ise içsel faktörleri başlatır.

Karaciğer, K vitaminini ve kanın pıhtılaşnıası: Birkaçı dışında tüm pıhtılaşma faktörleri karaciğerde yapılır. Bu nedenle ağır karaciğer hastalık­larında kanın pıhtılaşamaması gibi bir sorun yaşanabilir. Pıhtılaşma faktörleinin oluşumunda vit-K gereklidir. K vitamini eksikliğinde pıhtılaşma faktörlerinin yetersizliği kanama eğilimini ciddi bir şekilde artırır.

K vitamini vücudumuzda sentez edilmez. Ya yeşil tüketilen sebzelerle alınır, ya da bağırsaklarımızda simbiyoz beslenen bakteriler tarafından sen­tez edilir.

Kemik Doku

Kemik Doku

Süngerimsi ve sert kemik olmak üzere iki kısımda incelenir. Omurgalı hayvanların iskeletini oluşturan kemikler kemik doku­sundan meydana gelmiştir. Kemik hücrelerine osteosit, ara maddesine de osein denir. Ara madde içerisinde kalsiyum ve magnezyum tuzları bulunur. Genç bireylerde az bulunan inorganik tuzlar yaşlandıkça artar. Bu nedenle çocuklarda daha esnek olan kemikler yaşlandıkça esnekliğini kaybeder ve kolayca kırılabilir. Kemik dokusunun yapısında %65 inorganik tuzlar, %35 organik maddeler bulunur. Kemikler yapılarına göre sert ve süngerimsi ke­mik olmak üzere iki kısımda incelenir:

a) Sert Kemik: Uzun kemiklerin gövdesinde ve diğer kemiklerin dış yüzeyinde bulunur. Sert yapılı ve pürüzsüz görünümlüdür. Sıkı kemikte ilik kanalına paralel küçük kanallar bulunur. Bu kanallara havers kanalı denir. Bu kanalları birbirine bağlayan yan kanallara da volkman kanalı denir.
Havers kanallarında kan damarları ve sinirler yer alır. Madde alış veri­şi bu damarlarda yer alır. Kemiklerin dış yüzeyi periost adı verilen bir zarla örtülüdür. Periost kemiğin enine kalınlaşmasını ve onarımını sağlar.

b) Süngerimsi Kemik: Uzun kemiklerin baş kısmı ile diğer kemikle­rin iç kısımlarında bulunur. Düzensiz boşluklardan oluşan gözenekli bir ya­pıya sahiptir. Bu gözeneklerin içerisinde kırmızı kemik iliği bulunur. Eritro­sitler burada yapılır.

Kikirdak Doku

Kıkırdak Doku

Kıkırdak hücreleri kondrosit ile hücrelerin arasını dolduran kondrin ara maddesinden oluşur. Omurgalıların iskelet sistemi kemik ve kıkırdaktan yapılmıştır. Bütün omurgalıların embriyonik dönemin­de kıkırdaktan yapılmış bir iskelet sistemi vardır. Ergin köpek balığı ve va­toz balığında iskelet kıkırdaktır. Diğer omurgalı canlılarda ise embriyo geliş­tikçe kıkırdak dokunun yerini kemik doku alır. Ancak eklemlerde, kaburga uçlarında kemikleşme olmaz. Bu bölgeler yaşam boyu kıkırdak olarak kalır. Kıkırdak dokuda kan damarı bulunmaz. Hücrelerin beslenmesi ve artık maddelerin atılması difüzyonla olur. Kıkırdak hücreleri kendi salgıladıkları ara madde içerisinde dağınık olarak bulunurlar. Kondrositler bir kapsülle çevrilidirler. Genç kıkırdak hücrelerine kondroblast denir.

Kıkırdak dokusu hücreler arası maddeye göre üçe ayrılır:

a) Hiyalin kıkırdak: Ara maddesi saydam ve beyaz mavimtrak renk­tedir. Embriyo döneminde iskeleti oluşturur. Ergin memelilerde, kaburga uç­larında, soluk borusunda ve burunda bulunmaktadır.

b) Elastik kıkırdak: Hücre ara maddesinde elastik lifler vardır. Bu özelliğinden dolayı bu dokuya elastik kıkırdak denir. Bükülme özelliğine sa­hiptir. İçerisinde az miktarda kollegen lifler de vardır. Elastik kıkırdak kulak kepçesi, kulak yolu ve östaki borusunda görülür.

c) Fibröz (lifli) kıkırdak: Ara maddede liflerin bol olduğu kıkırdak­tır. Uzun kemiklerin eklem yerlerinde ve diz kapağında bulunur. Fibröz kı­kırdakta kıkırdak hücreleri azdır, basınç ve çekmeye karşı dirençlidir.

Bag Doku

Bağ Doku

Bu doku canlılardaki doku ve organları birbirine bağlar. Ayrıca yumuşak organları korur ve onlara desteklik sağlar. Bu dokunun üç çeşit hücresi ve üç çeşit lifi vardır. Bu hücreler fıbroblast, mast ve makrofajdır. Bu dokunun esas hücresi fîbroblasttır. Fibroblastlar bağ doku­nun liflerini yaparak fıbrositlere dönüşür. Makrofajlar ise fagositoz yoluyla vücuda giren yabancı maddeleri ve mikroplan yok ederler. Mast hücreleri ise kanın damar içerisinde pıhtılaşmasını önleyen heparin ve histamin salgılar­lar. Heparin kanın damar içerisinde pıhtılaşmasını önlerken, histamin ise kıl­cal damarların geçirgenliğini artırır. Bağ doku lifleri proteinden yapılmıştır ve hücreleri bir arada tutarlar. Bağ dokuda bulunan lifler ağsı, kollegen ve elastik olmak üzere üç farklı yapı gösterirler. Ağsı lifler doku ve organların etrafını sararak onlara desteklik sağlarlar. Elastik lifler ise sarı renkli görü­lürler. Az gerilir ve bırakılınca eski haline dönerler. Özellikle yüz ve boyun bölgesini örten deride bulunurlar. Kollegen lifler demetler halinde bulunur­lar. Beyaz renkte görülürler. Mekanik etkilere karşı çok dirençlidirler. İnsa­nın ayak topuğundaki lifler buna örnektir.

Epitel Doku Nedir

Epitel Doku Nedir (Epithelium)

Vücudun dış yüzeyini ve organların iç yüzeyini örten dokudur. Epitel doku hücreleri arasında ışık mikroskobuyla görülemeyecek kadar küçük aralıklar vardır. Bu aralıklar hücreler arası mad­deyle doludur. Epitel doku vücudun yüzeyini dış ortamla ilişkisi bulunan organların boşluklarını bütün salgı bezleri ve kanallarının içini döşemiş olan örtülerin yüzeysel katını oluşturur. Örneğin; derinin epidermisi mide ve ba­ğırsak kanalının mukoza epiteli, ürogenital sistemdeki organların iç yüzeyi­ni döşeyen örtü, epitel dokudan oluşmuştur. Epitel doku örtü ve salgı epiteli olmak üzere iki grupta incelenir.

A) Örtü Epiteli: Tabaka yapısına göre tek katlı ve çok katlı epitel do­ku olmak üzere iki gruba ayrılır:

a) Tek Katlı Epitel Doku: Omurgasız hayvanların derileriyle diğer bütün hayvanların iç organlarım örten dokudur. Hücreler arasında boşluk yok denebilecek kadar azdır. Bu dokuyu oluşturan hücreler şekillerine göre yassı, silindirik ve kübik epitel olmak üzere üç gruba ayrılırlar:

Yassı epitel hücreleri yassıdır. Çekirdekleri de buna uygun olarak yas­sılaşmıştır. Örneğin vücudumuzda akciğer alveollerinde, kan ve lenf damar­larında bulunur. Kübik epitel hücreleri küp şeklinde olup yan yana sıralan­masıyla oluşan epiteldir. Çekirdekleri yuvarlak veya yuvarlığa yakın şekil­dedir. Bu epiderm omurgalıların böbrek kanalında salgı bezlerinin iç yüzün­de ve troid bezinde bulunur. Silindirik epitel silindir şeklinde hücrelerden meydana gelmiştir. Çekirdekleri ovaldir. Bu epiderm bağırsak ve solunum kanallarının iç yüzeyinde döl yatağında burunda ve safra kesesinin iç yüze­yinde bulunur.

b) Çok Katlı Epitel Doku: Hücreleri birden fazla tabaka teşkil ede­cek şekilde sıralanmıştır. Örneğin; omurgalıların derisinde çok tabakalı epitel doku bulunur. Bu dokuda en üstte yassı epitel, ortada kübik ve en altta ise silindirik epitel hücreleri yer alır. Çok katlı epitel dokunun özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

Aralarında kan damarı bulunmaz.
Madde alış verişi difüzyonla gerçekleşir.
Hücrelerin bir kısmı ölüdür.

Bu epitelde dış yüzeye doğru itilen hücreler difüzyonla besin sağlayamaz duruma geldiklerinde sitoplazmaları azalır ve kalınla-şarak keratin maddesini oluşturur. Böylece kıl, tırnak, boynuz ve sürüngenlerin pulları meydana gelir.
Kıllar epidermisin dermişe yaptığı çöküntüyle oluşur.
Vücudu ısı, çarpma,basınç gibi fiziksel etkilerden ve mikroplardan korur.

B) Salgı Epiteli: Epitel dokuyu meydana getiren hücreler salgı yapma yeteneğine sahipse böyle epitele salgı epiteli denir. Bunlar tek hücreli ve çok hücreli bezler olarak ikiye ayrılırlar:

a) Tek Hücreli Bezler: Diğer epitel hücreleri arasına dağılmıştır ve bunlar mukus salgılarlar. Salgı yapan bu hücrelere goblet hücresi denir.
Soluk borusunda ve bağırsak epitelinde mukus salgılayan hücreler bu­lunur. Kurbağa derisinde de her zaman nemli ve kaygan olmasını sağlayan mukus tek hücreli bezlere iyi bir örnektir.

b) Çok Hücreli Bezler: Salgılama şekillerine göre üç grupta incele­nir:
Ekzokrin (Dış bezler): Salgılarını vücut dışına ya da bir organa bir kanalla doğrudan boşaltan bezlere ekzokrin veya dış salgı bez­leri denir. Süt, ter, tükrük, göz yaşı bezleri gibi...
Endokrin (İç bezler): Bu bezler salgılarını doğrudan doğruya ka­na veren bezlerdir. Bunların salgılarına hormon adı verilir. Dola­şım sistemine katılan hormon kan aracılığıyla etki edeceği hedef organa ulaşıp, burada etkisini gösterir. Hipofız, tiroid, paratirid, böbrek üstü bezleri endokrin bezlere örnek olarak verilebilir.

Karma bezler: Hem dış hem de iç salgı üreten bezlerdir. Örneğin pankreas bezi bir bölümünde sindirim enzimleri üreterek bu enzim­leri bir kanalla oniki parmak bağırsağına verir. Bir bölümünde de kan şekerini düzenleyerek insülin ve glikagon hormonlarını ürete­rek doğrudan kana verirler.

C) Duyu Epiteli: Duyu epiteli hücreleri, dışarıdan gelen uyarıları ala­cak şekilde özelleşmiş bir yapıya sahiptir. Bu epitel hücrelerinin dışa bakan taraflarında almaç (reseptör) adı verilen uzantılar vardır. Bu almaçlar saye­sinde dışarıdan alınan uyarılar sinir hücrelerine iletilir. Burunda bulunan ko­ku epiteli ve dildeki tad epiteli insandaki duyu epiteline örnektir.

Hayvansal Dokular Nelerdir

Hayvansal Dokular

Organizmanın ilk gelişim kademelerinde embriyonik hücrelerin tümü yuvarlak ya da yuvarlağa yakındır. Gelişme ilerledikçe çeşitli hücre grupları dokuları oluştururken birbirleri üzerine olan baskılar nedeniyle şekilleri kö­şeli veya çok yüzlü (polyhedrik) olur. Çeşitli dokularda yassı, oval, ipliksi, armut biçiminde uzantılı hücreler görülebilir. Doku kesitlerinde farklı düzeyde gelişen kesit durumuna göre küp, piramit, prizmatik ve değişik şekil­lerle isimlendirilen hücreler gerçekte üç boyutlu yani çok yüzlü hücrelerdir.

Hayvansal dokular şekil ve görev bakımından birbiri ile ilişkisi olan aynı şekilde organize olmuş hücrelerin oluşturduğu yapıya verilen addır. Hücreler arasında bulunan ara madde (intercellular substance) doku kapsa­mında incelenmektedir. Bir dokuyu oluşturan esas yapılar hücreler ve hücre­ler arasındaki ara maddelerdir. Ara madde yerine göre organik veya inorga­nik kimyasal elementler ve fıbrillerden oluşmuştur. Dokular organların alt yapı üniteleridir. Zamanla belirli görev ve adapte olma zorunluluğundadırlar. Bu nedenle gerek doku ve gerekse dokuyu oluşturan hücreler gördükleri gö­revlere göre farklılaşırlar ve o görevi en iyi yapacak şekilde bir durum kaza­nırlar. Genellikle bütün doku ve organlar embriyonun üç germ yaprağından (endoderm, ekzoderm, mezoderm) gelişirler. Germ yapraklarında her bir do­ku türünün gelişip farklılaşmasına histogenezis adı verilmektedir. Bu genel bilgilerin ışığı altında belli bir dokuyu oluşturan hücrelerin özelliklerini sıra­layacak olursak;

1) Aynı görevi yapmak üzere bir araya gelmişlerdir.
2) Birbirlerine hücre ara maddesi ile bağlanmışlardır (bazılarında ara madde yoktur).
3) Şekil ve yapı bakımından aynıdırlar.
4) Aralarında bir madde alış verişi ve haberleşme ağı bulunur.
5) Hücrelerin dağılmaması, bir arada tutulması iskelet sistemi, bağ ve destek dokuyla sağlanır.
6) Hücreler arasında haberleşme ve koordinasyon endokrin ve sinir sistemi ile sağlanır.

Hayvansal dokular genel olarak yedi grupta incelenir.

1) Epitel doku
2) Bağ doku
3) Kıkırdak doku
4) Kemik doku
5) Kas doku
6) Kan doku
7) Sinir doku

Salgi Doku

Salgı Doku

Bitkilerin farklı metabolik etkinlikleri sonucu meydana gelen ve yeni­den metabolik olaylara katılmayan maddelere salgı maddeleri adı verilir. Salgı dokuyu oluşturan maddeler canlı, bol sitoplazmalı, büyük çekirdekli ve küçük kofulludurlar. Bunlar metabolizma artığı maddeler olmalarına rağmen bitkilerde bazı yararlı görevler yaparlar. Örneğin; tanen, reçine gibi salgı maddeleri bitkiyi çürümeğe karşı koruyan antiseptik (mikrop öldürücü) maddeler içerirler. Ayrıca bitkiyi düşmanlarına karşı koruyan alkoloidler ve uçucu yağlar taşırlar. Böcekleri bitkiye çekerek tozlaşmayı kolaylaştırmada rol oynayan nektar (bal özü) ve kokulu bazı maddeler salgı maddelerine ör­nektir.

Salgılar işlevlerine göre üçe ayrılır:

a) Hücre içi salgılar:
Hücre içerisinde biriktirilirler. Salgı hücreleri zamanla sitoplazmaları­nı kaybederek içi salgı ile dolu olarak kalır. Örneğin; portakal kabuğu, nane ve adaçayı gibi...

b) Hücre dışı salgılar:
Salgı hücrede oluşturulur. Daha sonra hücre dışına atılır. Örneğin; sardunyadaki tüylerde oluşan salgı arttıkça hücre parçalanır ve salgı dışa atı­lır.

Salgı boruları; bir ya da birkaç salgı hücresi uzayarak salgı borusu ha­lini alır. Salgı borularının içerisinde süte benzer bir salgı bulunur (lateks de­nir). Bu madde protein, alkoloid, glikozit, şeker, çeşitli tuzlar, reçine ve ko­vucuk gibi çeşitli maddeleri taşır. Salgı borularına örnek olarak sütieyen ve kavucuk verilebilir.

İletim Doku

İletim Doku

Yüksek yapılı bitkiler topraktan kökleri aracılığıyla aldıkları su ve su­da erimiş inorganik maddeleri bitkinin gövde yaprak gibi organlarına taşır­lar. Diğer yandan fotosentez sonucu oluşan organik maddeler gereksinim duyulan yerlere ve depo edilecek bölgelere iletilirler. Bütün bu olayları ger­çekleştirebilmek için bitkilerde iki tip iletim dokusu gelişmiştir.

a) Odun boruları (Ksilem):

Topraktan alınan su ve suda erimiş inorganik maddeleri bitkinin daha üst bölgelerine taşıyan bir sistemdir. Bölünür doku hücreleri üst üste gelerek zamanla çekirdek ve sitoplazmalarını kaybederler. Hücrelerin kenarında o-dun özü birikerek kalınlaşmalar olur. Hücreler arasındaki enine zarlar eriye­rek kaybolur. Böylece ince bir boru şeklinde odun boruları oluşur.

b) Soymuk boruları (floem):

Floem dokusu yapraklarda fotosentez işlemi sonucunda meydana ge­len organik maddeler bitkinin yaşamsal olaylarında kullanacağı yerlerde ve depo organlarında taşınmasını sağlar. Tek sıra halinde üst üste dizilmiş canlı hücrelerden oluşur. Soymuk boruları oluşurken hücrelerin ara çeperleri yer yer erimediği için delikler oluşur. Delikli yapı kalbura benzediğinden bunla­ra kalburlu borular da denir. Soymuk borularının yanında arkadaş hücreleri vardır. Arkadaş hücreleri plazmaca zengin ve iri çekirdeklidirler. Bu hücrele­rin sayı ve büyüklükleri türlere göre değişiklik gösterir. Soymuk borularında madde taşınması çift yönlüdür. Bazı bitki köklerinde sentezlenen aminoasitler yaprak ve diğer organlara taşınırlar.

Destek Doku

Destek Doku

Bitkiler hem kendi ağırlıklarını taşıyabilmeli hem de dış etkenlerden kendilerini yeterince koruyabilmeleri için destek sağlayacak dokulara ihtiyaç duyarlar. Bitkilere şekil ve destek veren dokulara destek doku denir. Bu do­kular bitkilerin aynı zamanda esnek bir yapı kazanmasına yardımcı olur. Tek hücreli ve otsu bitkilerde bu desteklik turgor basıncıyla sağlanmaktadır. Çok yıllık bitkilerde ise farklılaşmış iki destek doku bulunmaktadır.

a) Kollenkima (pek doku):

Bitkinin gövde, yaprak ve yaprak sapında görülür. Kollenkima hücre­leri canlı hücrelerden meydana gelir. Bu doku hücrelerinde hücre çeperinde kalınlaşmalar vardır. Bu kalınlaşmalar hücre çeperinin köşesinde olursa köşe kollenkiması, hücre çeperinin her tarafında olursa levha kollenkiması adı verilmektedir. Örneğin; begonyada köşe, mürver ağacında levha kollenkiması görülmektedir.

b) Sklerankima (sert doku):

Bu doku hücreleri aşırı şekilde kalınlaşmıştır. Sitoplazmalarmı kaybet­tiklerinden bunlar ölü hücrelerdir. Hücre çeperleri lignin maddesinin birik­mesi sonucu tamamen odunlaşmıştır. Örneğin; armut, ayva gibi meyvelerde taş hücreleri görülmektedir. Ayrıca keten, kenevir, mum çiçeği gibi bitkiler­de görülmektedir.

Koruyucu Doku

Koruyucu Doku

Bu doku bitkilerde kök, gövde, yaprak ve meyvelerin üzerini örter. Tek ya da çok sıralı hücrelerden oluşur. Hücreleri kalın çeperlidir ve klorofil yoktur. Bitkilerde iki tip koruyucu doku vardır.

a) Epidermis:

Otsu bitkilerde ve odunsu bitkilerde bulunur. Bu bitkilerin kök, genç dal ve yapraklarının üzerini örter. Canlı bir dokudur. Epidermis tek sıra hüc­relerden oluşur. Bu hücreler büyük kofulludur ve az sitoplazmaya sahiptir. Epidermis hücreleri güneş ışığını yaprağın alt kısmına iletirler. Bunlar bazı bitki türlerinde epidermis altında birkaç sıra hücre tabakası daha oluştururlar. Buna hipodermis adı verilmektedir. Stoma (gözenek), tüy (emici tüy gibi) gibi tipik yapılar epidermis kökenlidir. Bu tüy gibi yapılar kökte emme, yap­rakta savunma (ısırgan), nane, kekik gibi bitkilerde de salgılama görevi ya­par. Bazı epidermis hücrelerinin dış çeperleri kalınlaşarak kutikula adı veri­len koruyucu bir tabaka oluşturur. Kutikula bitkinin su kaybını azaltır, su bitkileri dışında bitkinin epidermis hücreleri kutikula ile örtülüdür. Bazı epidermis hücreleri ise farklılaşarak stoma ya da gözenek adı verilen foto­sentez yapabilen hücrelere dönüşür. Stoma bitkilerde kontrollü bir su kaybını ve gaz alış verişini sağlar.

b) Periderm (mantar doku):

Epidermis ortadan kalktıktan sonra yerini periderm (mantar doku) almaktadır. Parçalanmış epidermis altındaki bazı hücreler enzimatik hor­monlarla yeniden bölünme özelliği kazanarak peridermi oluştururlar. Mantar doku hücreleri mantar kambiyumu tarafından oluşturulur ve ölüdür. Mantar dokuda gaz alış verişini sağlayan yapılara lentisel (kovucuk) adı verilir. Ko­vucuklar gövde yüzeyinde ince yarıklar ve yuvarlak kabartılar halinde görü­lür (sarı elma üzerindeki kahverengi yapılar kovucuktur). Mantar doku yap­rak sapı ile gövde arasında oluştuğunda su ve besinin yaprağa geçişine engel olur. Bu durum yaprak dökümüne neden olur.

Temel Doku (Degismez Dokular)

Değişmez dokular

Meristematik dokudan meydana gelmiş, bölünebilme özelliğini kay­bederek belli görevlere göre farklılaşarak oluşan dokular daimi dokulardır. Kofulları çok sayıda ve büyük olup nükleusları küçüktür. Bazı hücrelerin çe­perlerinde odun (lignin) ve mantar (süberin) gibi maddeler birikerek kalın­laşmalar olur. Odun borularında olduğu gibi bazı hücreler ölüdür. Bölünmez doku hücreleri arasında boşluklar bulunur. Bu dokular morfolojik ve fizyolo­jik özelliklerine göre şu şekilde sınıflandırılırlar:


1) Temel doku (Parankima)
2) Koruyucu doku
3) Destek doku
4) İletim doku
5) Salgı doku

1) Temel Doku (Parankima):

İnce selüloz çeperli canlı hücrelerin oluşturduğu dokudur. Bu dokuyu oluşturan hücreler arasında intersellüler (geniş) alanlara rastlanır. Bu alanlar bitkinin yaşaması için gerekli olan gazları içerir. Parankima dokunun hücre­leri canlıdır. Görevlerine göre parankima dokusu dört bölümde incelenir.

a) Asimleme (özümleme) parankiması:

Bu parankima kloroplast içerdiği için fotosentez işini üstlenmiştir. Yapraklarda palizat ve sünger parankiması özümleme parankimasını oluştu­rurlar. Palizat ve sünger parankimalarının her ikisine birden mezofil tabakası adı verilmektedir. Bu doku fotosentez yapımında görev alır. Palizat paran­kiması hücreleri silindiriktir. Epidermis altında sık ve düzenli olarak dizil­miştir. Sünger parankiması hücreleri ise düzensiz dizilim gösterirler ve arala rında boşluklar bulunur.

b) İletim parankiması:
Özümleme yani fotosentez yapan dokularla iletim demetleri arasında bulunur. İletim parankiması bu iki doku arasında su ve besin taşınmasını sağlar. Kloroplastı yoktur.

c) Depo parankiması:
Bitkinin kök, gövde, meyve ve tohum gibi organlarında bulunur. Su ve besin depolar. Örneğin; patates yumrusunda nişasta, fasulye tohumunda protein, fındıkta yağ, kaktüste su depolar.

d) Havalandırma parankiması (aerankima):
Gaz alış verişi açısından daha zor koşullarda yaşayan bataklık ve su bitkilerinde geniş hücreler arası alanlara sahip pankimatik dokulardır. Bu dokular havanın depolanmasını sağlayarak gaz alış verişini kolaylaştırırlar. Örneğin; elodea bitkisinde havalandırma parankiması gaz alış verişini sağlar.

Doku Nedir Bitkisel Hayvansal Dokular

Doku Nedir, Doku Bilimi

Bir hücreli canlılarda yaşamsal olayların sürdürülebilmesinde organel adı verilen yapılar görev alır.» Çok hücrelilerde ise belirli görevleri yapmak üzere özelleşmiş hücre toplulukları vardır. Bir canlıda aynı kökenden gelmiş aynı görevi yapmak üzere farklılaşmış benzer hücre topluluklarına doku de­nir. Dokuları inceleyen bilim dalına histoloji adı verilir. Dokular bitkisel ve hayvansal dokular olmak üzere iki bölümde incelenirler.

Doku Çeşitleri

Bitkisel Dokular


Yüksek yapılı bitkilerde kök, gövde, yaprak ve çiçek gibi organlar do­kulardan oluşur. Bitkisel doku bölünür (meristem doku) ve bölünmez do­ku olmak üzere iki bölümde incelenirler.

Bölünür Doku ( Meristem Doku ):

Bitkinin yaşamı boyunca bölünme yeteneğini devam ettiren meristem­lerdir. Bunlar bitkinin kök ve gövde uçlarıyla yanal organlarının (yaprak ve yan sürüngen) uç kısımlarında bulunurlar. Bölünür doku hücreleri küçük, iri nükleouslu, stoplazmalan boldur. Kofulları küçük ve az sayıdadır. Meristem doku hücreleri genellikle sık ve sürekli bölünme gösterdikleri için daima ye­ni yavru hücreler oluştururlar. Bunların gelişip farklılaşmasıyla sürekli doku­lar meydana gelir. Meristem (bölünür) dokular kökenlerine ve bulunuş yerle­rine göre ikiye ayrılırlar.
a) Primer meristem (öncül, birincil)
b) Sekonder meristem (ikincil)

a) Primer meristem

Bitkinin yaşamı boyunca bölünme yeteneğini devam ettiren meristem­lerdir. Bunlar bitkinin kök ve gövde ucunda bulunurlar, bitkinin boyca uza­masını sağlarlar. Bulundukları bölgeye büyüme noktası (büyüme konisi) de­nir. Özellikle uç kısımlarda büyüme noktaları sayesinde bitkide büyüme sı­nırsızdır. Büyüme noktası bitkinin hem büyümesini sağlar hem de doku ve organların temel yapısını oluşturur. Bu büyüme noktaları kökte kaliptra, gövde de ise genç yapraklar tarafından korunur. Kaliptra, kökü toprağın sert kısımlarına karşı korur. Kaliptra zedelendiğinde içteki bölünür doku çoğala­rak kaliptrayı onarır. Kök ve gövdede bölünür doku geliştikçe büyüme noktalarında dıştan içe doğru üç bölge ayırt edilebilmektedir. Bu bölgeler epidermisi oluşturan dermotegen (dermatojen), korteksi oluşturan periblem, merkezi silindiri oluşturacak olan pleuromdur.

b) Sekonder meristem

Sekonder meristem bölünmez dokuların yeniden bölünme yeteneği kazanmasıyla oluşur. Böylece kambiyum ve mantar kambiyumu (fellogen) oluşur. Kambiyum kök ve gövdede bulunur. Ilıman bölgelerdeki çok yıllık dikotil bitkilerde ilkbaharda büyük hücreler, sonbaharda küçük hücreler olu­şur. Her yıl tekrarlanan bu yapılar bitkinin yaşının hesaplanmasını sağlar. Bölünür mantar doku bitkide mantarlaşma oluşturarak bitkinin dış etkenler­den korunmasını sağlar.