Dis Hekimi Korkusu

Diş Hekimi Korkusu

Dişçi korkusu genellikle küçük yaşlarda yaşanmış korkunç bir diş hekimi anısından kaynaklanır. Ağrılı çeki­len bir diş küçük zihinlere diş hekimi korkusunu yerleştirir. O küçük zihinler büyür polis, albay, tekvando şampiyonu, gözü kara bir savcı vs. olur ama diş hekimi korkusu yerin­de durur.

Artık diş hekimleri düşündüğünüz ya da bildiğiniz gibi korkunç değiller. (Korsanlar hâlâ korkunç.) Teknoloji çok gelişti iğne uçları çok inceldi. Yüzeysel bir anestezik krem ya da spreyle iğnenin girdiği noktada bile acı duyulmadan ve yavaş yapılan bir enjeksiyonla hiçbir şey hissetmeden anestezi yaptırabilir, iyi bir anestezi ile de çenenizden bir parça alınmasını bile hissetmezsiniz. Bunlar zaman alan uygulamalardır. Yoğun çalışılan devlet hastanelerinde bun­lar için vakit olmayabilir ama özel muayenehanelerde he­kime ilk muayenenizde diş hekimi korkunuzdan bahseder hassasiyetini isterseniz acısız bir tedavi yaptırabilirsiniz.

Sizi anlayan, korkularınızı yenmenizi sağlayacak bir hekim mutlaka vardır.
Gelelim çocuklara. Daha çocuk 2-3 yaşlarındayken hekim ziyaretini başlatmalısınız. Bu dönemde henüz dişlerde büyük bir sorun olmayacağından diş hekimi ziyareti eğlenceli bir olay gibi algılanır. Hele de hekim sıcakkanlı çocuk dilinden anlayan ilgili bir hekimse. 4-5 yaşına geldi­ğinde zaten güvendiği hekimde sealant flor gibi çok basit uygulamalarda hiç sorun yaşamaz. İlerde olacak küçük çürük vs. gibi sorunlarda da diş hekimi korkusu olmadığı için iğneye, çekime vs. daha mantıklı yaklaşabilecektir.
"Artık çok geç, kazık gibiyim ve dişçiden ölesiye kor­kuyorum, ben ne yapacağım" diyorsanız.

Birincisi korsandan uzak duracaksınız, ikincisi gere­kirse diş hekimi diş hekimi gezip korkunuza hassasiyetle yaklaşacak bir diş hekimi bulacaksınız.

O hassasiyetine güvendiğiniz hekime, korkunuzdan bahsedecek tüm aşamalarda acısız tedavi olabilme garan­tisi isteyeceksiniz.

O garantiyi verirse hangi yöntemlerle bunu sağla­mayı düşündüğünü öğreneceksiniz. Size mantıklı bir şekil­de anlayacağınız bir dilde olacakları anlatırsa tebrikler he­kiminizi buldunuz.

İlk günler kısa tedavileri yaptırın; bir tane dolgu, tek diş çekimi vs. Zaten ilk acısız tedaviden sonra korkunuz büyük oranda geçecek.

Tedavi sırasında hekimi bayağı zorlayacaksınız. Zorlayın demiyorum, zorlayabilirsiniz. Mümkün olduğun­ca sakin olmaya çalışın, işlemleri hekime bırakın. Ama eli­nizde olmadan yapacağınız şeyler olduğunu da unutma­yın. Hekimi işte bunlar zorlar. Ama kararlı bir hekim sizin durumunuzu anlar. Gerekli sabrı ve özeni gösterir. Güve­ninizi kazanır.

Aaaaaa fazla oldunuz ama,
Ee biraz acıyacak tabii, hiç acısız da dolgu olmaz ki, Yok yoook bu şekilde çalışamayız vs. diyorsa, başka bir doktor arayacaksınız.

Hekim güveninizi kazandıysa, tüm tedavilerinizi yaptırın. Muhtemelen uzun süredir tedavi görmediğiniz için çok sayıda dişinizde sorun vardır. Diş hekimliğinin bazı aşamalarında tüm özene rağmen çok küçük acılar hissedilebilir. Hekiminize güvendiğiniz için bunlar rahat­lıkla tolere edilir. Bir de bazı işlemler sonucu anestezi geç­tikten sonra evde sizi bekleyen ağrılar vardır. Örneğin; protez yapımında dişlerin kesilmesi, bazı derin çürüklere dolgu yapılması vs. sonrası olası ağrılar. Hekiminizi hani hiç ağrı olmayacaktı diye suçlamayın. Önerilerine uyun ağrı kesicilerinizi zamanında alın.

İdrar Olusumu Nedir

İdrar Nedir, İdrar Oluşumu Nasıl Olur

İdrar oluşumu üç aşamada gerçekleşir. Bunlar: Glomerüler süzülme (Filtrasyon), tüplerde geri emilme ve salgılamadır.

Günlük 180 İt. kan glomerülustan bowman kapsülüne süzülür. Bu miktarın kişiye göre vücud ağırlığının iki katından fazla olduğu söylenebilir. Süzüntünün % 99'u geri emilir. % 1 lik kısmı ise idrarla dışarı atılır.

Süzülmede glomerülus kılcallarındaki kan basıncı doğrudan etkilidir. Bunun sonucu olarak kan plazması glomerülus çeperinden geçerek bowman kapsülüne dolar. Bu sıvıda; su, çeşitli iyonlar, glikoz, amino asit, üre, ürik asit ve amonyak gibi yarı geçirgen zardan kolaylıkla geçebilen moleküller vardır. Kan hücreleri, yağ ve plazma proteinleri gibi büyük moleküller bowman kap­sülüne geçemezler. Bunun yanında bazı küçük moleküller ve vitaminler bü­yük moleküllere bağlanarak damar içinde kalırlar.

Geri emilme idrar oluşumunda önemli rol oynar. Emilim kılcal damar­ların etrafını saran kılcal damarlara doğru pasif veya aktif olarak gerçekleşebi­lir. Götürücü atardamar kılcalları doğrudan doğruya toplardamarlara bağlan­mazlar. Glomeruluslardan sonra proksimal ve distal kıvrımlı tüplerin etrafında ikinci bir kılcal damar sistemi yaptıktan sonra toplar damarlara bağlanırlar.
Tüplere giren plazma, proksimal tüp, nenle kıvrımı, distal kıvrım, top­layıcı tüp ve toplayıcı kanallardan böbrek havuzuna doğru akar. Yol boyunca tüplerin kenarlarında bulunan hücreler tüp içine amonyak, hidrojen iyonu, sodyum, potasyum gibi inorganik maddeleri salgılarlar. Bu maddeler idrarın asit-baz dengesini sağlaması bakımından önemlidir.

Suyun Geri Emilimi: Suyun canlılar için önemi iyi bir çözücü olma­sından kaynaklanır. Nefronda emilim gerçekleşirken, kan plazmasında mad­de yoğunluğunun artması, kanın osmotik basıncını da artırır. Buna bağlı ola­rak suyun geri emilimi pasif olarak gerçekleşir.

Vücud için besin değeri olan maddelerin emilimi: Glikoz, amino asit, vitamin ve inorganik maddelerin hemen tamamı nefronun proksimal tüpün­den aktif olarak emilir. Böylece henle kulpuna giren tüp sıvısında bunların hiçbiri bulunmaz.

Proteinlerin geri emilimi: Her gün 30 gr. kadar plazma proteini glomerül süzüntüye geçer. Protein molekülleri büyük molekül olduklarından aktif taşıma ile geriye alınması mümkün değildir. Bu nedenle, bunlar proksimal tüp epitel hücreleri tarafından fagositozla geri alınır.

Üre, keratin ve diğer ürat iyonlarının bir kısmı çok zayıfta olsa geri emilirler. Bu emilim çoğu kez aktif taşıma ile gerçekleştiğinden ekstraselüler sıvıdaki konsantrasyonu çok düşük seviyeler inmez.
Potasyum ve hidrojen iyonları proksimal, distal ve toplayıcı tübüllerde aktif salgılamaya uğrarlar. Bu salgılama iç ortamdaki asit baz dengesini kontrol eden vücut sisteminin temel elementlerinden biridir.

Böbrek bir düzenleme merkezidir. Normal koşullarda organik madde­lerden glikoz, amino asit idrarla dışarı atılmaz. Bunların idrar içindeki varlığı işlerin yolunda gitmediğinin göstergesi olarak kabul edilir. Diğer inorganik maddelerin ne kadarının atılacağı veya geri emileceği, ilgili maddenin kan içindeki yoğunluğuna bağlıdır.

Homeostasi ve Böbrekler

Organizma içinde yaşamın devamlılığı için gerekli olan koşulların sağlanması ve bunların sürdürülmesi homeostasi (dingin iç denge) kavra­mıyla ifade edilir. Böbreklerin temel işleyişi olan süzülme, emilme ve sekresyon olaylarının temel fonksiyonu, hücreler arası sıvılarda sıvı hacim­lerinin ayarlanması olduğu söylenebilir. Buna göre, gün içinde ne kadar çok su içilirse içilsin kan hacminin değişmeden kalması ve asit-baz dengesinin sabit tutulması gibi olaylarla oldukça önemli rolü vardır.

İnsanda Bosaltim Sistemi

İnsanda Boşaltım Sistemi

İnsanda boşaltım organı böbreklerdir. Böbrekler karın boşluğunda, bel omurlarının sağında ve solunda olmak üzere iki tanedir. Şekil olarak fasulye tanesine benzerler. Böbrekler iki bölümde incelenir. Birinci bölüm böbreğin dışına doğru uzanır ve kabuk, ikinci kısım ise içe doğru uzanır ve öz bölgesi adını alır. İç kısımda idrarın toplandığı böbrek havuzu vardır. Oluşan süzüntü buradan idrar kanallarıyla idrar torbasına aktarılır. Bir süre burada bekle­tildikten sonra istemli olarak idrar kanalıyla dışarı atılır.

Böbreğin Fizyolojik Anatomisi

Böbrekte temel işlev birimi nefrondur. Bir başka deyişle, nefron, kan­dan atık maddeleri süzen böbreğin esas bölümüdür. Her iki böbrekte yakla­şık 2,400,000 nefron bulunmaktadır. Her bir nefron kendi başına ayrı birer idrar oluşturma birimi olarak çalışır. Bu nedenle, bir böbreğin temel fonksi­yon ve görevlerini anlamak için nefronun yapı ve fonksiyonlarını bilmek ye­terlidir.

Bir nefron temel olarak, sıvının süzüldüğü glomerulus ve süzülen sı­vının böbrek pelvisine akarken idrar nitelikleri kazandığı uzun bir tüpten o-luşmuştur. Glomerulus birbiriyle birleşen çok sayıda kılcal damar yumağın­dan oluşur. Glomerulus, içi yassı epitel hücreleriyle döşenmiş yarıküre şek­lindeki bowman kapsülü ile örtülüdür. Bowman kapsülü nefronun proksimal ucunda bulunur. Bowman kapsülü ve glomerulusun her ikisine birden malpichi cisimciği denir. Nefronun geri kalan kısmı, proksimal kıvrık tüp, henle kulpu ve distal kıvrımdan oluşur. Henle kulpu böbreğin öz bölgesinde bulunur. Bovvman kapsülü, proksimal ve distal kıvrık tüp böbreğin kabuğun­da yer alır.

Korteks düzeyinde sekiz kadar distal tüp birleşerek toplayıcı tüpü o-luşturur. Bu tüpün ucu tekrar kabuktan öz bölgesine doğru iner ve orada top­layıcı kanala dönüşür. Toplayıcı kanallar öz bölgesinde birbirleriyle birleşe­rek daha geniş kanalları oluştururlar. En alt kısımda böbrek pelvisine açılır­lar. Bu yapılar merkeze doğru birbirine yaklaşarak piramit şeklinde bir görü­nüm kazanmıştır. Bu oluşumlara malpighi piramitleri denir.

Oksijen ve Karbondioksit Tasinmasi

Oksijen ve karbondioksitin taşınması

Oksijenin taşınması: Oksijen molekülünün taşınmasında hemoglobin (Hb) molekülü etkilidir. Hb kanda sadece alyuvarlar içinde bulunur. Hemog­lobin kanın oksijen taşıma kapasitesini artırır. Oksijen kan plazmasıyla ta­şınmış olsaydı kanımız yaklaşık olarak 75 kat daha fazla olması ve 75 kat daha fazla hızda akması gerekirdi. Alveöllerde oksijenin yoğunluğu kana gö­re daha fazladır. Bu nedenle oksijen alveol zarından kana geçer ve hemoglo­binle (Hb) birleşir. Oksijen dokulara kadar hemoglobine bağlı olarak taşınır. Dokulara taşınan oksijen molekülünün hemoglobinden ayrılmasında karbon­dioksit molekülünün etkisi vardır.

Karbondioksit, karbonik anhidraz enzimi etkisiyle karbonik aside dö­nüşür. Karbonik asit bikarbonat iyonlarına dönüşürken hidrojen iyonları ser­best kalır. Ortamdaki hidrojen iyonu konsantrasyonunun artması, hemoglo­bin molekülünün hidrojen iyonuna ilgisini artırır ve oksijeni bırakarak hid­rojenle birleşir. Serbest kalan oksijen molekülü dokulara geçer.

Karbondioksitin taşınmasında, karbonik anhidraz enzimi etkilidir. Bu­na göre, dokularda oluşan karbondioksit, alyuvarlara girer ve burada karbo­nik anhidraz enzimiyle C02+H20 >>> H2C03, tepkimesi gerçekleşir. Oluşan karbonik asit; H ve HCO3 (bikarbonat) iyonlarına dönüşür. Oluşan hidrojen iyonları alyuvarlar içinde hemoglobinle birleşir ve burada akciğerlere kadar taşınır. HC03 iyonları ise kan plazmasına geçer ve hava keselerine kadar bu­rada kalır.

Alveollerde tüm bu olaylar tersi yönde gerçekleşir. Serbest kalan kar­bondioksit alveol boşluğuna oradan da solunum yollarıyla atmosfere verilir.

Akcigerler ve Soluk Alip Verme

Akciğerler ve soluk alıp verme

Soluk alıp verme, akciğerlerin genişlemesi ve daralmasına bağlı ola­rak gerçekleşir. Akciğerler iki yoldan genişleyip daralabilir. Bunlardan biri; diyaframın aşağı ve yukarı hareketi, diğeri ise kaburgaların öne ve arkaya doğru hareketleridir. Diyafram hareketiyle göğüs boşluğu dikey yönde geniş­ler. Kaburga hareketi ise göğüs boşluğunu önden arkaya doğru çapını büyü­tür. Bu hareketlere bağlı olarak plevra ile diyafram ve kaburgalara bağlı olan akciğerlerin de hacmi genişler ve iç basınç atmosfer basıncına göre azalır. Bu nedenle solunum havası yüksek basınçtan alçak basınca doğru akarak ak­ciğerlere dolar. Buna soluk alma denir. Bu sırada enerji harcanır. Hava keselerindeki solunum havasında bulunan oksijen kana, kandaki karbondioksit ise hava keselerine geçer.
Soluk verirken, kaburgalar arası kaslar ve diyafram kası gevşer. Di­yafram göğüs boşluğuna doğru kubbeleşir. Göğüs boşluğunun hacmi azalır ve iç basınç atmosfer basıncından yüksek olur. Böylece keselerdeki hava dı­şarı verilir. Bu olaya soluk verme denir. Soluk vermede akciğerlerin geri yaylanma basıncı da etkilidir. Bu akciğerlerin dokusunda bulunan elastik lif­ler ve plevra boşluğunda bulunan sıvının yüzey geriliminin bir sonucudur.

Solunumun kontrolü: Soluk alıp verme dakikada 15-18 kez tekrarla­nır. Soluk alış veriş hızını omurilik soğanındaki ve beyindeki solunum mer­kezleri düzenler. Düzenlenmede etkili olan kandaki karbondioksit miktarıdır. Oksijen solunum hareketlerini etkili değildir.

İnsanda Solunum Sistemi

İnsanda Solunum Sistemi

Vücudumuz için gerekli olan enerji, hücrelerde organik moleküllerin yıkılmasıyla ortaya çıkar. Bu kimyasal tepkimenin gerçekleşebilmesi için oksijen kullanılır ve artık ürün olarak karbondioksit oluşur. Enerji veren tep­kimelerin, dolayısıyla canlılığın sürekliliği, oluşan karbondioksitin atmosfere verilip, oksijenin alınmasıyla mümkündür. Solunum sistemi, gerekli oksije­nin atmosferden alınması ve geriye karbondioksit verilmesinde önemli bir iş­leve sahiptir.

İnsanda solunum sürecinde başlıca dört büyük mekanizma yer alır. Bunlar:

1. Solunum havasının, atmosferle akciğer hava keselerine alınması
2. Oksijen ve karbondioksidin hava kesesi ve kan arasındaki difüzyonu
3. Kan ve vücut sıvılarıyla oksijenin dokulara taşınması, ve dokularda oluşan karbondioksidin uzaklaştırılması.
4. Solunum hareketlerinin düzenlenmesi.

Solunumla ilgili yapılar

Burun

Burun, kemik ve kıkırdaktan yapılmış, kas ve deriyle örtülü bir organdır. Burnun uç kısmına doğru yerleşmiş olan kıkırdak doku, soluk alırken burun duvarlarının içe doğru çekilmesine engel olduğu gibi dayanık­lılığı artırması bakımından da önemlidir. Burnun içi epitel dokudan salgıla­nan mukusla kaplıdır. Mukus tabakasının; solunum havasını ısıtmak, nemli­lik derecesini artırmak ve temizlemek gibi fonksiyonları vardır. Diğer yan­dan silli epitel ve burun kılları solunum havasını temizleyen oluşumlardır. Burun mukozasından kokain ve nikotin gibi uyuşturucu maddeler kana karı­şabilir.

Yutak

Yutağın ön tarafı açıktır. Bu açıklık ile yutak yukarıda burun, ortada ağız boşlukları ve aşağıda soluk borusuyla bağlantı sağlar. Yutak, so­lunum ve sindirim sisteminin açıldığı bir açıklık durumundadır. Yutağın üst bölümüne burun delikleri ve orta kulaktan gelen östaki boruları açılır.

Gırtlak

Kıkırdak, bağ doku ve kaslardan yapılmış olup, soluk boru­sunun üst bölümünü oluşturur. Aynı zamanda ses organıdır. Gırtlağın üst deliği solunum deliğini daraltabilecek ve hatta gerektiğinde tamamıyla kapa­tabilecek bir mekanizmaya sahiptir. Özellikle sesin oluşumuyla ilgili olan bu mekanizma, gerekli durumlarda solunum yolunu tamamıyla kapatarak, yabancı ve zararlı cisimlerin içeri girmelerini engeller.

Ses Oluşumu

Gırtlakta ses oluşumunda iskelet kasları görev yapar. Ses plikaları olarak adlandırılan bu kaslar, akciğerden gelen havayla titreş­meye başlar. Oluşan titreşim buradan geçen havayı da titreştirerek ses dalga­larını oluşturur. Oluşan ses dalgaları ağız boşluğunda çene, dil, yanak ve du­dakların çeşitli hareketleriyle harfler oluşur.

Soluk Borusu

Solunum yolunun gırtlaktan sonra gelen bölümüdür. Düz bir boru şeklindedir. Soluk borusunun yarısı boyunda yarısı göğüs boş­luğunda bulunur. Beşinci göğüs omurunun üst kısmında sağ ve sol olmak üzere iki kola ayrılır. Bu kolların her birine bronş denir. Bronşların hava ke­seleri içinde kalan kısmına ise bronşçuk denir. Bronşların iltihaplanmasına ise bronşit denir. Soluk borusunun arka kısmında yemek borusu bulunur.

Akciğerler (Pulmones)

Göğüs boşluğunda bulunan akciğerler, sağda ve solda birer adet olmak üzere iki tanedir. Solunum olayının temeli olan gaz alış-verişi burada gerçek­leşir. İki akciğer ortada, kalp, yemek borusu, soluk borusu ve önemli sinirleri barındıran orta bölme (mediastinum) ile ayrılmıştır. Mediastinum aynı za­manda göğüs boşluğunu da ikiye ayırır. Akciğerler iki katlı bir zarla kaplıdır. Plevra adı verilen bu zarlardan; dışta olan göğüs boşluğunu, içte olan ise ak­ciğerlerin üzerini kaplar. İki zar arası sıvıyla doludur. Sıvı, akciğerlerin solu­num hareketlerini kolaylaştırır.

Akciğerler; derin yarıklarla sağdaki üç, soldaki iki loba ayrılmıştır. Akciğerlerin üzerini örten zar bu yarıklara kadar sokulur.

Loblar: Çok sayıda lobçuktan oluşur. Her bir lobçuk özel sinir ve kan damarlarıyla bağlantılıdır. Bir lopçuk ise, çok sayıda hava kesesi ve bu kese­leri bir arada tutan bronşçuklardan oluşur.

Hava keseleri, solunumun en önemli aşaması olan, kanla solunum ha­vası arasında gaz alışverişinin gerçekleştiği yapılardır. Keseler bu görevi yapmak üzere oldukça özelleşmişlerdir. Yetişkin bir insan akciğerlerinde toplam 300 milyondan fazla hava kesesi bulunur. Bunlar solunumun yüzeyi­ni 65-70 m2 ye kadar genişletir.

Bagisiklik Sistemi Nedir

Bağışıklık Sistemi Nedir, Bağışıklık Sistemi Nasıl Çalışır

Bir canlının vücuduna giren mikroplara karşı direnç gösterip hasta­lanmamasına bağışıklık denir. Doğumla birlikte anne karnındaki mikropsuz çevreden ayrılan bebek, dış ortamda çok sayıda mikroorganizma ve yabancı madde ile karşı karşıya kalır. Bağışıklık sisteminin görevi, öncelikle bu maddeleri vücuda girdikleri yerde tutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektir.
İnsan vücudunda bağışıklık sistemi, çeşitli organ ve değişik hücreler­den oluşur. Bunlar; timus, kemik iliği, dalak ve lenf düğümleridir.

Bağışıklık sisteminin askerleri olarak düşünebileceğimiz çeşitli hücre­ler, olgunlaşma süreçlerinin değişik aşamalarında bu organlarda bulunur ve kan yoluyla vücuda dağılarak nerede ihtiyaç varsa orada görevlerini yerine getirirler. Farklı gruplar halindeki bu hücreler, insan vücuduna yabancı mad­delere ve mikroplara karşı durmaksızın sürdürülen savunmanın en önemli unsurlarıdır.

Timus göğüs boşluğu içinde yer alan iki parçadan oluşan bir organdır. Küçük çocuklarda büyük olan bu organ zamanla küçülür. Kemik iliği ise kemiklerin ortasında bulunan yağlı ve gözenekli bir dokudur. Kırmızı kan hücreleri de dahil olmak üzere bütün kan hücreleri burada yapılır. Daha önce sözünü ettiğimiz lenfositlerin bir bölümü buradan timusa giderek olgunlaşır ve bağışıklık sisteminde üstlendikleri görevleri yerine getirmek üzere yeni­den kana karışırlar.

Dalak, sol göğüs boşluğunun arka bölümünde bulunur. Kırmızı kan hücreleri ve bağışıklık sisteminin beyaz kan hücreleri için depo olarak görev yapar. Aynı zamanda kandaki yabancı maddelerin büyük bir kısmını süzer.

Lenf düğümleri, boyun, koltuk altı, kasıklarda olduğu gibi vücudun bir çok bölgesinde gruplar halinde bulunur. Ancak göğüs ve karın boşluğunda da çok sayıda lenf düğümü mevcuttur. Bunların başlıca görevi vücuda giren yabancı maddelere karşı bir süzgeç oluşturarak, mikropların vücuda yayıl­malarını engellemek ya da geciktirmektir. Düğümler içinde bağışıklık siste­mine ait sayısız hücre bulunur. Bu hücreler insana zarar verebilecek madde­lerin geçişine engel olurlar. Bu mücadele sırasında lenf bezeleri şişerek elle ya da gözle ayırt edilebilecek boyutlara ulaşabilmektedir.
İnsanlarda iki tür bağışıklıktan söz edilir.

Doğal bağışıklık

Vücudun zararlı maddelerin içeri girmesini engelleyen yapıları vardır. Bunlar; deri, mide asiti, mukus, öksürük refleksi, gözyaşı ve terdir. Eğer an­tijenler engelleri geçerse, bağışıklık sisteminin diğer bölümleri aktive olur. Doğal bağışıklık insanı birçok hastalığa karşı dirençli hale getirir. Bağışıklık sistemi beyaz kan hücrelerine sahiptir. Ayrıca protein ve diğer kimyasalları vardır. Bazıları yabancı maddelere direkt saldırır, bazıları ise bağışıklık sis­temin hücrelerine yardım etmek için çalışırlar. Doğal bağışıklık genetik özel­liklere bağlı olarak oluşur. Bu nedenle bireyden daha çok türü ilgilendirir. Örneğin, bitkilerde hastalık yapan bir etmen, insanlarda hastalık yapmaz.

Kazanılmış (aktif) bağışıklık

Kazanılmış bağışıklık, vücut çeşitli antijenlerle karşılaştığında gelişir. Lenfositler antikorları üretir. Antikorlar özel antijenlerine tutunurlar ve onla­rı fagosite etmek için daha kolay parçalanır hale getirirler. Aktif bağışıklık aşılama ya da hastalanma sonucu oluşur. Böylece bir daha aynı antijenle karşılaşılınca bağışıklık sistemi daha hızlı ve etkili yanıt verir.

Pasif Bağışıklık

Pasif bağışıklığı başkasının vücudunda antikorlar oluşturur. Başka canlıların vücuduna, bakteri veya ürünleri verilir ve bunlara karşı antikor oluşturmaları beklenir. Oluşan antikorlar plazmadan alınarak serumlar hazır­lanır. Serumlar doğrudan hasta kişinin kanına verilir. Burada unutulmaması gereken; serumun hasta kişiye aşının ise sağlıklı kişiye uygulanmasıdır. Se­rum tedavi amaçlı hastaya verilirken, aşı koruma amaçlı uygulanır. Ancak hiçbir aşının %100 koruyuculuk etkisinin olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır.

Bunların yanında, bebekler ilk doğduklarında pasif bağışıklığa sahip­tirler. Çünkü anneden plasenta yoluyla geçen antikorlarla dünyaya gelirler. Bu antikorlar 6-12 ay sonra etkinliğini kaybederler.

Bağışıklık Sitemi Bozuklukları ve alerjiler

Bağışıklık Sitemi bozukluklar bağışıklık yanıtının aşırı, eksik ya da uygun olmadığı zaman ortaya çıkar. Alerjiler vücudun kendisine karşı zarar­lı algıladığı maddelere verdiği yanıttır. Bu tepki gerçekte organizmanın ken­disini korumaya yönelik geliştirdiği bir adaptayondur.

Lenf Dolasim Sistemi

Lenf Dolaşım Sistemi

Lenf sistemi, kendine özgü taşıma sıvısı ve damarları olan bir sistem­dir. Taşıma sıvısına lenf denir. Kalbin olmayışı ve sadece toplar damarlar­dan oluşması ile dolaşım sisteminden ayrılır. Lenf kanallarında tek yönlü açılan kapakçıklar bulunur. Lenf kanallarının dokular arasında kalan kısmın­da kılcal damarlardan daha büyük porlar içeren lenf kılcalları bulunur. Lenf sistemi hidrostatik basınç etkisi ile doku aralarına geçen ve tekrar geriye alınamayan maddeleri geriye alabilecek bir yapı gösterir. Bunlardan en önem­lisi kan proteinleridir. Lenf sıvısının hareketi ise kasların kasılması ile olur.

Lenf sisteminde lenf damarlarının içinden geçtiği lenf düğümleri bu­lunur. Lenf düğümleri lenf kanalı içinde akan sıvının içindeki mikropları yok eder. Ayrıca lenfosit adı verilen ve vücut savunmasında önemli görevler üst­lenmiş olan lenf hücrelerini de üretirler. Lenf kanalları dokulardan itibaren birbirleri ile birleşerek daha geniş lenf kanallarını yaparlar. Büyük lenf kana­lı sol köprücük altı toplar damarı ile genel dolaşıma katılır. Böylece kılcallar çeperinden dokular arasına kaçmış olan büyük proteinler ve sıvı tekrar kana geri kazandırılmış olur.

Kan ve Doku Sivisi Madde Alisverisi

Kan ile Doku Sıvısı Arasında Madde Alışverişi

Dolaşımın amacı, doku sıvıları ile kan plazması arasında madde alış­verişini sağlamaktır. Kılcal damarların toplam yüzey alanı yaklaşık 500-700 m2 yi bulur. Kılcal damar dış çeperi oldukça ince bir tabakadan oluşmuştur. Kılcallarda kanın akış hızı kılcal damar halka kaslarıyla kontrol edilir. Halka kasların asıl fonksiyonu, kanın dokulardan kontrollü geçişini sağlayarak kan plazması ile doku sıvısı arasında madde alışverişini sağlamaktır. Plazma ile doku sıvıları arasındaki madde alışverişinde en önemli mekanizma difüzyondur. Yağda eriyen maddeler kılcal damarlardaki deliklerden geçmek zorunda kalmaksızın, doğrudan hücre zarından geçerler. Oksijen, karbondi­oksit, bu maddelerden bazılarıdır. Suyun difüzyonu ise önce kılcal damar çeperinden sonra ise deliklerden gerçekleşmektedir. Su içinde erimiş halde bulunan ve lipitte erimeyen maddeler ise kılcal dışına doğrudan delikler ara­cılığı ile geçiş yaparlar.

Dokular ile plazma arasındaki madde alışverişinde kan basıncı önemli işleve sahiptir. Hidrostatik basıncın doku sıvısına göre yüksek olduğu bölge­lerde plazma, doku sıvılarına doğru kitle akışı yapar. Plazmada, kan basıncı­nın tersi yönünde iş gören ve doku sıvısının kan plazmasına geri dönmesinde etkili olan ozmotik proteinler bulunur. Büyük bir bölümü albuminler gru­bundan oluşan bu proteinler normal koşullarda doku sıvısına geçemezler ve plazma osmotik basıncının az çok değişmeden kalmasına neden olurlar.

Buna göre dokularda madde alış veriş mekanizmasının işleyişi şöyle­dir: Atardamar kılcallarında hidrostatik basınç plazmanın osmotik basıncın­dan daha yüksektir. Buna bağlı olarak plazma sıvısı doku aralarına geçer. Ancak bu geçişte osmotik değeri olan kan proteinleri kılcallar içinde kalır.



Toplar damar kılcallarının uçlarına doğru gidildikçe sıvı kaybına bağlı olarak kan basıncı düşer ve sıvı osmotik basıncı artar. Buna bağlı olarak do­ku aralarındaki sıvı maddeler plazmaya geri dönmeye başlar.

Buyuk ve Kucuk Kan Dolasimi Nedir

Kan Dolaşımı Nedir, Büyük ve Küçük Kan Dolaşımı

Küçük (Akciğer) Dolaşım
Sağ karıncık >> Akciğer atardamarı >> Akciğer >> Akciğer toplar da­marı >> Sol kulakçık
Küçük dolaşımda sağ karıncık kaslarının kasılmasıyla kan, akciğer a-tardamarına geçer. Burada alveollerde temizlendikten sonra tekrar akciğer toplar damarıyla sol kulakçığa gelir.

Büyük (Sistemik) Dolaşım
Sol karıncık >> Aorta >> Organ ve dokular >> Üst ve alt ana toplar damar >> Sağ kulakçık

Büyük dolaşımda sol karıncıktan aorta pompalanan kan, organ ve do­kulara taşınır. Burada gerekli değişimler yapıldıktan sonra, üst ve alt ana top­lar damarlarla sağ kulakçığa geri döner.

Karıncıkların kasılması sırasında oluşan basınç atım şeklinde arterle­rin esnek çeperi boyunca devam eder. Bu atımlar vücut yüzeyine yakın da­marlarda hissedilir. Buna nabız denir. Dakikadaki nabız sayısı kalbin karın­cık kasılma sayısına eşittir. Kalbin dakikadaki normal atım sayısı 72 atım/dak.'dır. Atım sayısı 60 atım/dak. altına düşerse bradikardi, 100 atım üzerine çıkarsa taşikardi'den söz edilir. Büyük dolaşımda kan basıncının ar­ter çeperleri üzerine yaptığı basınca tansiyon denir. Karıncıkların kasılması sırasında ölçülen basınca büyük tansiyon, gevşemesi sırasında ölçülen basın­ca ise küçük tansiyon denir. Kan basıncının sürekli olarak yüksek değerlerde olması yüksek tansiyon olarak adlandırılır.

Atardamar kan basıncı yaşa göre değişir. Buna göre gençlerde 140/90, yetişkinlerde 150/100, elli yaş sonrası dönemlerde ise 160/100 mmHg üze­rindeki kan basıncı değerleri yüksek tansiyon olarak adlandırılır. Kan basın­cının sürekli olarak yüksek oluşu damarların kolayca yırtılmasına neden ola­rak ciddi kanamalara neden olabilir.

İnsanda Dolaşım Sistemi

İnsanda Dolaşım Sistemi

Dolaşım Sistemi, kan, kalp ve damarlardan oluşur.

Kan

Kan dokusu; hücreler ve plazmadan oluşan akıcı bir sıvıdır

Kalp

Kalp göğüs boşluğunda göğüs kemiğinin altında iki akciğer arasında, 2/3 lük bölümü orta çizginin solunda, 1/3'ü ise sağında yer alır. Altında bu­lunan diyafram üzerine oturmuş, ucu aşağıya sola, tabanı ise yukarı sağa ba­kan, koni şeklinde bir organdır.

Kalp üç farklı kas tabakasından oluşmuştur. Dıştan içe doğru, dış ta­baka, orta tabaka, ve en içte ise iç tabaka bulunur. Dış tabaka bir torba şek­linde kalbi dıştan sarar. Burası bağ doku, kan damarları, sinir lifleri ve sinir düğümleri bakımından zengindir. Orta tabaka, kalbin esas yapısını oluşturan kas tabakasıdır. Bu tabakada bulunan kas hücreleri iskelet kası gibi çizgili görünüme sahip olup aktin ve miyozin proteinlerini içeren tipik kas iplikçik­lerine sahiptir. Kalp çizgili kaslardan oluşmasına rağmen istem dışı çalışır.

Kalp sağ ve sol olmak üzere iki ana bölüme ayrılır. Sağ kalp; sağ ku­lakçık ve sağ karıncık, sol kalp ise sol karıncık ve sol kulakçık olmak üzere iki bölümde inmcelenir. Kalp iki kulakçık ve iki karıncık olmak üzere top­lam 4 odacıktan oluşmuştur. Sağ kulakçık ile sağ karıncık arasında üç parça­lı; sol kulakçık ile sol karıncık arasında ise iki parçalı kapakçıklar bulunur. Kalp kapakçıkları kanın tek yönlü akışını sağlar. Karıncıklardan ayrılan a-tardamar ağızlarında ise yarım ay kapakçıkları bulunur.
Kalpte kan akışı kalp kapakçıkları sayesinde tek yönlü olarak gerçek­leşmektedir. Vücudun alt kısımlarından toplar damarlarla gelen kan, alt ana toplar damarla ve üst kısımlardan gelen kan ise üst ana toplar damarla kalbin sağ kulakçığına dökülür. Buradan sol karıncığa ve oradan da Akciğer atar­damarı ile akciğere taşınır. Akciğerde oksijence zenginleşmiş kan, akciğer toplardamarıyla kalbin sol kulakçığına dökülür. Buradan sol karıncığa geçe­rek, sağ kalpten sol kalbe geçmiş olur. Sağ kalp oksijence fakir, sol kalp ise oksijence zengin kanı taşır. Kan sol karıncıktan aort'a geçerek tüm vücuda dağılır.

Kalp Çalışması ve Sinirsel Kontrolü

Kalp kaslarının kasılmasına "sistol" gevşemesine "diastol" denir. Kalpte sağ ve sol kulakçıklar aynı anda kasılırlar. Kulakçıklar kasılırken ka­rıncıklar gevşer, karıncıklar kasılırken kulakçıklar gevşer.
Kalp kendi uyaranlarını kendisi üreten bir organdır. Bu anlamda kalp kasının ritmik kasılmalarına neden olan ritmik uyaranları oluşturan ve bu uyaranları hızla bütün kalbe ileten özel bir sistem vardır. Bu uyarı sisteminin kontrolünde normal bir kalp dakikada 72 vurumla çalışmaktadır.

Kalp uyaranlarının doğduğu yer sino-atrial düğüm olarak adlandırılır. S-A düğüm, yaklaşık 3 mm genişliğinde, 15 mm. Uzunluğunda ve lmm ka­lınlığında özel kas dokusundan yapılı yassı, elips şeklinde bir şerittir. S-A düğümlerinde oluşan aksiyon potansiyelleri, bu düğümlere bağlı lifler saye­sinde kulakçıkların tüm kitlesine ve aynı zamanda A-V düğüme dağılır. Ak­siyon potansiyelinin geçiş hızı kulakçıklar içindeki kanın tamamen karıncık­lara geçişine izin verecek bir sürede gerçekleşir. Karıncıklar kasılmaya baş­ladığında kulakçıklar içindeki kan tamamıyla boşalmıştır. A-V düğümlerin­den ileti pürkinje lifleri ile tüm karıncık yüzeyine dağılır.

Kalp çalışmasının otonom sistemle kontrolünde parasempatik ve sem­patik sinirler etkilidir
Kalp kasının beslenmesi ve kalp damarları: Kalp kası da, iskelet kası gibi kasılma için kimyasal enerji kullanır. Bu enerjinin çoğu yağ asitlerin­den, daha az miktarda ise laktoz ve glikozdan sağlanır. Kalbi besleyen özel damarlara kroner damar denir. Kalbin sağı ve solu farklı iki kroner damar ta­rafından beslenir. Birinin tıkanması halinde kalbin o bölgesi beslenemez.

Damarlar: Kalp tarafından pompalanan kan vücut dokularına damar­lar ile taşınır ve dokularda oluşan artık maddelerce kirletilmiş kan tekrar damarlar tarafından kalbe geri getirilir. Vücudumuzda yapı ve görev bakı­mından birbirinden farklı özellikler gösteren üç farklı damar bulunur. Bun­lar; atardamar (arter), toplardamar (ven) ve kılcal damarlar (kapil) dır.

Büyük atardamarlara arter, daha küçük olanlara ise arteriol denir. A-tardamarların taşıdıkları kanın niteliği "akciğer atardamarı" hariç oksijence zengindir. Akciğer atardamarında ise akciğere temizlenmek üzere gönderilen kirli kan bulunur. Vücudumuzun en büyük atardamarına aort denir.
Kılcal damarlar ise atar ve toplar damarlar arasında bağlantıyı sağlar­lar. Doku sıvıları ile madde alışverişi kılcal damarlarda olur.

Toplar damarlar ise dokularda kirlenen kanı, kalbin kulakçıklarına ta­şırlar. Kalbe kanın girişi başlıca "alt ana ve üst ana toplar damar"larla olur. Vücudumuzun alt kısmında bacaklarda bulunan toplar damarlarda kalptekilere benzeyen kapakçıklar bulunur. Bu kapakçıklar kanın tek yönlü akmasını sağlar. Akciğer toplardamarı hariç vücudumuzda bulunan bütün toplarda­marlar oksijen bakımından fakir kanı taşır.

Damarların en iç tabakası tek katlı epitel tabakasından oluşur. Bu yapı bütün damarlarda ortaktır. Toplar ve atardamarlarda orta tabakada halka şek­linde düz kas lifleri bulunur. Ancak atardamarlarda, toplardamarlarda bu­lunmayan çok sayıda "esnek telcikler" vardır. Bu yapı atardamarın, kalp ba­sıncına karşı dirençli olmasını sağlar. Bununla birlikte kan basıncının bütün damar çeperi boyunca değişmeden aktarılmasında da etkilidir. En dış tabaka bağ dokusu ve damarlara sinirlerin girdiği tabakadır. Kılcal damarlarda ise sadece iç tabaka bulunur. Böylece dokular ile kılcal damarlar arasında mad­de alışverişi kolay bir şekilde gerçekleşir.

Yemek Borusu Nedir

Yemek Borusu Nedir

Sindirim borusunun yutaktan sonra gelen bölümüdür. Soluk borusunun arkasında yer alır. Yutak ve mideyle birleştiği yerde halka kaslar bulunur. Üst halka kaslar solunum havasının mideye kaçışını engeller. Alttakiler ise mide içeriğinin yemek borusuna sızmasını engeller.


Mide, karın boşluğunun sol üst köşesinde diyaframın altında bulunan "J" şeklinde bir organdır. Mide hacmi yaşa, büyüklüğe ve yeme alışkanlığına göre değişiklik göstermekle birlikte 1.5-3 litre arasında değişmektedir. Mide düz kaslardan oluşan kaslı bir orgadır. Midenin en iç kısmında ise mukus salgılayan hüzreler vardır. Mukus tabakası mide iç çeperinin HCL salgısın­dan zarar görmesini engeller. Mide, Besinlerin geçici olarak depo edilmesi, besinlerin yarı sıvı bir karışım oluncaya kadar karıştırılması (kimus), hem mekanik hem de kimyasal sindirimde görev alması, ince bağırsaklarda sindi­rim emilim fonksiyonlarının uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için besin­lerin kontrollü olarak ince barsağa geçişini sağlaması gibi önemli görevleri üstlenmiştir

Mide bezleri pepsinojen (pasif enzim), HC1 ve musin salgılar. Pepsinojen proteinlerin sindiriminde görev alır. Mide hücrelerinde pasif ola­rak sentezlenen bu enzim mide içine salgılandıktan sonra aftif hale gelirler.

Pepsinojen + HC1 >>> Pepsin

Mide salgısı hem hormonal hem de sinirsel yolla kontrol edilir. Sinir­sel kontrol vagus siniriyle, hormonal kontrol ise gastrin hormonuyla olur.
İnce Bağırsak: Sindirim sisteminin kalın bağırsak ve mide arasında kalan bölümüne denir. Mideye "pilor" kalın bağırsağa ise "kolon kapağı" ile bağlanır. 6-8m uzunluğundadır Mideden sonra gelen bölümüne deudonum (onikiparmak bağırsağı), sonraki boş bağırsak ve kıvrım bağırsak denir. İn­ce bağırsağın iç yüzeyi örtü epiteli ve altındaki bağ dokunun içe doğru girin­tiler yapmasıyla oluşan kristaları bulundurur.

Onikiparmak bağırsağı, karaciğerin altında bulunur. Bir kısmı mideyle hareket ederken bir bölümü hareket etmez. Bu bölge dışında ince bağırsağın tamamında ritmik peristaltik hareketler gözlenir. Onikiparmak bağırsağına pankreas ve karaciğerden salgı gelir.

Oniki parmak bağırsağına salgı bırakan bezler:

Pankreas midenin altında bulunan karma bir bezdir. Sindirim salgıla­rını virsung kanalıyla oniki parmak bağırsağına boşaltır. Hormon salgısı ise doğrudan kana verilir. Salgısında bulunan enzimler, protein, karbonhidrat, yağ ve nükleik asitleri sindirir. Proteinleri sindiren enzimler tripsinojen ve kimotripsinojendir. Bu enzimler pasiftirler. Oniki parmak bağırsağı içine salgılandıklarında, barsak çeperinden salgılanan enterokinaz fermenti tripsinojeni aktif hale getirir. Aktif tripsonojen ise kimotripsonejeni aktifleştirir. Her iki enzim proteinleri daha küçük parçalara bölerler. Karbonhidratları sindiren enzimler ise amilazdır. Amilaz nişasta ve glikojeni parçalar. Sin­dirim sonunda di ve trisakkaritler oluşur. Yağları sindiren pankreas enzimi ise lipazdır.

Karaciğer ve Safra Salgısı: Karaciğer hücreleri safra üretir. Karaciğer hücreleri tarafından üretilen safra, karaciğer dokusu içindeki safra kanalcık­larına dökülür. Safra kanalcıkları daha büyük safra kanallarına bağlanarak merkezden çevreye doğru akar ve safra kesesine yönelir. Burada depolandık­tan sonra gerektikçe deudonuma boşaltılır. Safra salgısı içinde enzim yoktur. Bu nedenle safranın sindirimdeki rolü tamamıyla mekaniktir.

Safranın bileşimindeki ana madde kolesteroldür
Safra sindirim sisteminde, yağ damlacıkların parçalanmasına yardım ederek, yağların kimyasal sindirimini hızlandırır. Bundan başka, yağda eri­yen ADEK grubu vitaminlerin emilimini sağlar ve antiseptik özelliği ile barsaklarda kokuşmayı önler ve dışkının rengini verir.

Boş bağırsak ince bağırsağın onikiparmak bağırsağından sonra uza­nan ikinci bölümüdür. Kimyasal sindirim burada devam eder.

Kıvrım bağırsak, ince bağırsağın son kısmıdır. Kalın bağırsağa kolon kapağı ile bağlanmıştır. En içte bulunan tabakası diğerlerinden farklı olarak emilim işlemlerini yerine getirmek üzere özelleşmiştir. Villusların aralarında bulunan mikrovilluslar, ince bağırsağın emilim yüzeyini 250m2 ye kadar çı­karırlar. Kıvrımlar ince bağırsağın bütün bölümlerine yayılmıştır. Her villusun ortasında lenf kanalı bulunur. Bunun etrafı çok sayıda atar ve toplar damar kılcalları ile çevrelenmiştir.
İnce bağırsak salgısında, protein ve karbonhidratları sindirecek enzim­ler vardır.

Kalın Bağırsak: Kalın bağırsaklar sindirim sisteminin ince bağırsaktan sonra gelen ve anüse kadar uzanan, yaklaşık 2 m uzunluğundaki bölümüdür, İnce bağırsaklara daha geniş ve kalındırlar. Kalın bağırsakta bazı vitaminler dışında organik maddelerin emilimi olmaz. Emilim daha çok inorganik mad­deler geriye alınması şeklinde gerçekleşir. Kalın bağırsakların bu özelliğin­den dolayı çocuklara bazı ilaçlar rektal yolla uygulanabilmektedir.

Kör bağırsak kalın bağırsakla ince bağırsağın birleşme noktasında, sağ kasıkta bulunur. Torba şeklinde olup kapalı uçla sonlanır. Uç kısımda lenfoid bir yapı olan apandix vardır. 5-15cm boylarında olan bu organın ilti­haplanmasına apandisit denir. Kör bağırsakta geçiş tek yönlüdür. İnce bağır­saktan gelen sindirim artıkları yukarıya doğru kolonla devam eder.

Kolon kalın bağırsağın kör bağırsaktan rektuma kadar uzanan bölü­müdür.

Rektum kalın bağırsağın en son bölümü olup 15-17 cm uzunluğunda boru şeklindedir. Bu kısmen 20 cm yukarıda kolonla rektum arasındaki kav­şakta zayıf bir fonksiyonel sifınkterin bulunmasından ileri gelir. Rektum a-nal kanalla sonlanır. Anal kanalın son kısmı düz kaslardan oluşan bir halka kas demeti bulunur. Bu oluşumun dış kısmında çizgili kaslardan oluşan bir dış halka kas demeti daha vardır. Her iki kas dışkılama (defeksiyon) işle­minde rol alır. Anal kanalın dışarı açılan halka şeklindeki alt deliğine anüs denir. Çizgili kasların kontrolü somatik sinirlerle yapıldığı için istemli ve bi­linçlidir.

İnsanda Sindirim Sistemi Bilgileri

İnsanda Sindirim Sistemi

Sindirim, büyük organik moleküllerin kimyasal ve fiziksel koşullarla en küçük yapı taşlarına yıkılmasıyla sonuçlanan olayların tamamına denir. İnsanlar besinlerini katı parçacıklar halinde alırlar. Sindirim sistemleri buna uygun olarak, hem mekanik hem de kimyasal sindirimi gerçekleştirmek üze­re özelleşmiştir. Buna göre sindirimin amacı, hücre zarından geçemeyecek kadar büyük olan molekülleri hücre zarından geçebilecekleri formlarına in-dirgemektir.İnsan sindirim sisteminde karbonhidrat, protein, yağ ve nükleik asitler sindirilir. Organik molekül olan vitaminler ise herhangi bir değişikliğe uğramadan sindirim sisteminden geçerler.

İnsanda sindirim başlıca iki aşamada gerçekleşir

1. Mekanik veya fiziksel sindirim: Bu aşamada besinler sindirim sis­temine alınır ve daha küçük parçalara bölünür. Mekanik sindirimde dişler ve ritmik peristaltik hareketler etkili olduğu gibi safra gibi sıvıları da etkilidir.

2. Kimyasal sindirim: Kimyasal sindirimde büyük moleküller enzim­ler yardımıyla kendilerine oluşturan yapı taşlarına yıkılır. Bütün bu olayların geçtiği boşluk ise sindirim kanalı olarak adlandırılır.

Sindirim kanalında, mukus, enzim ve değişik salgıları üreten çok sa­yıda bez bulunur. Bunlar;

1. Mukus veya goblet hücreleri: Salgılarını doğrudan sindirim boşlu­ğuna bırakır. Tamamen kendi başlarına çalışırlar.
2. Mide ve oniki parmak bağırsağı üst kısımlarında HCl ve Pepsinojen salgılayan bezler bulunur
3. Karaciğer, Pankreas ve tükrük bezi gibi sindirimde önemli fonksi­yonları olan salgı üreten bezler de vardır.

Besinlerin alınması ve sindirim kanalında taşınması

Kişinin alacağı besin miktarını açlık, besin tipi ve iştah belirler.
Ağız Boşluğu: Ağız sindirim kanalının ilk açıklığıdır. Önde dudaklar ve ağız yarığı, arkada yutak geçidi, üstte burun boşluğu ile ağız boşluğunu ayıran sert ve yumuşak damak tarafından çevrelenir.
Ağız boşluğundaki en önemli oluşumlar dişlerdir. Dişler üst ve alt çe­nede bulunur. Dişler mekanik sindirimde ve konuşmada önemli görevleri üstlenmişlerdir. Dişler yaşam boyunca iki kez çıkar. Bunlardan biri çocuk­luk döneminde olur ve süt dişleri olarak adlandırılırlar. Süt dişleri ilk 6. ayda çıkmakla birlikte, nadir de olsa anne karnında da çıkabilir. 6. ay-2 yaş arası tamamlanan süt dişlerinin sayısı 20 dir. Süt dişleri 6-12 yaşları arasında dö­külür ve dökülen her dişin yerine kalıcı dişler gelir.

Kalıcı dişlerin çenede sıralanışı önden arkaya doğru; kesici dişler, kö­pek dişi küçük azılar ve büyük azılar şeklindedir. 18-22 yaşları arasında ise 20 yaş dişi çıkar. Bazı kişilerde ise çıkmayabilir. Her diş çene kemiği içinde bulunan boşluklara yerleşmiş durumdadır. Dişin çene kemiği içindeki bö­lümüne diş kökü, görünen bölümüne ise diş tacı denir. Diş tacı ile kök ara­sında kalan ve dişin diş eti ile temas ettiği noktaya ise diş boynu adı veri-lir.Diş tacı, mine tabakasıyla örtülüdür. Kalsiyum, fosfat ve flor mine taba­kasının en önemli mineralleridir. Flor oranı yeterli olamayan suların tüketil­diği bölgelerde mine tabakası zayıflar ve diş çürümeleri hızlanır. Dentin ta­bakası mine tabakasının altında yer alır. Kemiğe benzer bir maddeden yapıl­dığı için "diş kemiği" olarak da adlandırılır. En iç kısımda ise kan damarları ve sinirleri bulunduran pulpa (diş özü) tabakası bulunur. Bu tabaka dişin bes­lenmesi ve korunmasında etkilidir.

Dil: Çizgili kaslardan oluşur. Üzeri mukoza ile kaplı bir organımızdır. Tat alma fonksiyonun yanında sindirim sisteminde besinleri karıştırarak çiğnenmesinde ve yutağa doğru itilmesinde görev alır.

Tükürük bezleri: Ağızda başlıca kulak altı, çene altı ve dilaltında bu­lunurlar. Salgılarında başlıca, pityalin enzimi ve musin bulumaktadır. pH 6,4-7,4 sınırları arasındadır.

Yutak: Yutak, ön kısımda yukarıdan aşağıya doğru; burun boşlukları, ağız boşluğu ve gırtlağa açılan ve aşağıya doğru ise yemek borusuyla devam eden, huni şeklinde bir organdır.

Yutma ağızda besinlerin yeterince çiğnenmesinden sonra istemli ola­rak başlar ve yutma refleksi ile tamamlanır. Besinler yutulmaya hazır olduğu zaman, dilin yukarıya ve geriye doğru basıncı ile lokma sıkıştırılır ve yuvar­lanır. Lokmanın yutağa gelmesi burada bulunan reseptörleri uyarır ve bir se­ri refleks olaylarını başlatır. Yutkunma sırasında soluk borusu yukarıya doğ­ru yükselir ve gırtlak kapağı ile kapatılır.

Kas Sistemi ve Kas Kasilmasi

İnsanda Kas sistemi

Kemikler, yüzlerine bağlı kaslarla hareket ederler. İskelet kaslarının çoğu antagonist kaslardır. Antagonist kaslar birbirlerine zıt olarak çalışır. Örneğin, elimizi dirsekten omuza doğru bükerken, iç deki kaslar kasılır, dış-takiler ise gevşer.
Vücudumuzun % 40' ını iskelet; % 10' luk bölümünü ise düz ve kalp kası oluşturur. Kasılma ilkeleri tüm kas çeşitlerinde hemen hemen aynıdır. Ancak, bunlardan sadece iskelet kası harekette etkilidir. Bu bölümde başlıca iskelet kasının yapı ve fonksiyonları incelenmektedir.

İskelet kasının fizyolojik Anatomisi

Bir iskelet kası, bütün kas boyunca uzanan çok sayıda kas lifinden o-luşmuştur. Her bir kas lifinin yüzeyi sarkolemma adı verilen zarla örtülüdür. Kas lifinin yapısında çok sayıda kas telciği vardır. Bir kas telciği miyozin ve aktin ipliklerinden oluşur. Miyozin iplikler kalın, aktinler ise ince yapılıdır. Kasta yapısal organizasyonda aktin ve miyozin iplikler birbiri içine girmiş durumdadır.
İskelet kası, ışık mikroskobuyla incelendiğinde, açık ve koyu renkli bantlar ayırt edilir. Bu bantlardan sadece aktin proteinden oluşana "I bandı" miyozin ve aktin proteinlerinin girişim yaptığı yerlere ise " A bandı" denir. A bandının ortasında açık renkli bir bölge ayırt edilir. Sadece dinlenme ha­lindeki kaslarda görülen bu bölgeye " H bandı " denir. Bir " I bandının orta­sında ise "Z çizgisi" bulunur. " Z çizgisi aktin proteinlerinin birbirine bağ­landığı noktalardır. İki Z çizgisi arasında kalan bölüme ise sarkomer denir. Sarkomer kasta kasılma birimidir. Çok sayıda sarkomer birbirine bağlanarak, kas telciğinde devamlılık sağlanmış olur.

Kas Kasılması

İskelet kasları istemli çalışır. Gerekli kontrol beyin kabuğu tarafından sağlanır. Uyarılar motor sinirlerle kaslara taşınırlar. Bir kasa gelen sinir sayı­sı, kasın işlevine göre değişir. Tek bir sinirle kontrol edilen kas liflerinin tü­müne motor ünite denir. Örneğin; vücudumuzun en uzun motor siniri olan siyatik siniri 650 kas lifini uyarabilir. Bu 650 lif bir bir motor ünite olarak adlandırılır.
Kas kasılmasının başlayabilmesi için uyarının belli bir şiddetin üze­rinde olması gerekir. Kasta kasılmayı sağlayan en küçük uyarana " eşik de­ğeri" denir. Bu bağlamda kas, eşik değerinden düşük uyaranlara tepki vermezken, eşik değerinden yüksek uyaranlara tepki gösterir. Bu olaya " ya hep ya hiç " yasası denir.

Kasta Tetanizasyon: Kasa uygulanan uyaranın frekansı arttıkça, kas tam gevşeyemeden yeniden kasılır. Frekansın çok fazla artması, sonuçta be­lirli bir düzeyde, birbirini izleyen kasılmalar kaynaşarak ayırt edilmez hale gelir. Buna tetanizasyon denir.

Dinlenme halinde bile kaslarda belirli bir gerim vardır. Buna " kas tonusu" denir. Kas tonusu için gerekli uyarının tamamen omurilikten geldiği kabul edilmektedir.
Kas yorgunluğunun nedeni uzun ve kuvvetli kasılmalardır. Kasılma ve gevşeme halindeki bir kasa bir dakika süreyle besin ve özellikle oksijenin gelmemesi kasta yorgunluk oluşturur. Bu durum, glikojen depolarındaki gli­kozun oksijensiz ortamda laktik aside yıkılmasıyla açıklanabilir. Dinlenme aşamasında ise kaslarda biriken laktik asit dokulardan uzaklaştırılır. Böylece yorgunluk hissi ortadan kalkar.

Kasların Kasılması (Kayan İplikler hipotezi)
Kas kasılmasını H.E Huxley' in kayan iplikler hipotezine göre açık­lanmaktadır. Aktin iplikler, miyozin ipliklerin içine doğru kayar. Böylece iki "Z" çizgisi birbirine yaklaşır, I ve H bandları ortadan kalkar, A bandının ise boyu değişmez. Gevşeme sırasında ise H ve I bandları ortaya çıkar. Z çizgi­leri birbirlerinden uzaklaşırlar. Kasılma sırasında aktin ve miyozin proteinle­ri arasında çapraz bağlar oluşur (kapı menteşesi gibi). Kasılma sırasında bol miktarda ATP harcanır.

İnsanda Hareket Sistemi

İnsanda Hareket Sistemi

İnsanda hareket sistemi, iskelet ve kas sisteminden oluşur. İskelet ve kas sistemi, insan vücuduna şekil verir, dik durmasını ve hareket etmesini sağlar. Kaslar, iskeleti oluşturan kemiklerle bağlantılıdır. Kemikler ise bir­birlerine özel eklemlerle bağlanırlar. Hareket sisteminin üç temel unsuru kemikler, kaslar ve eklemlerdir.

İskelet Sistemi

İskelet sistemi kemik ve kıkırdaktan oluşur. Görevi vücuda destek yapmak ve şekil vermektir. Ayrıca beyin akciğer gibi organları koruma, kas ve iç organlara ise bağlanma yüzeyi oluşturma gibi görevleri vardır.

İskeletin Kısımları

İskelet sistemi, eksensel ve yanal olmak üzere iki bölümde incelenir. Eksensel iskelet kafatası omurga ve göğüs kafesinden, yanal iskelet ise kol ve bacaklardan oluşur. Erişkin bir insan iskeletinde toplam olarak 206 kemik vardır.

Eksensel İskelet

Baş İskeleti: Kafatası ve yüz kemiklerinden oluşan baş iskeletinde toplam 22 kemik bulunur. Baş iskeleti yassı kemiklerden oluşur.

Kafatası kemikleri; alın (1), yan kafa (2), şakak (2), art kafa (1), temel (1) ve kalbur kemiklerden oluşur. Yeni doğan çocuklarda kafatası iskeletinde tam olarak kemikleşmemiş kıkırdak bölgeler vardır. Kafatasındaki kemik­leşme süreci doğumdan itibaren bir yaş sonuna kadar devam edebilir.
Yüz kemikleri ise; tırnakçık (2), elmacık (2), burun (2), sapan (1), boynuzcuk (2), üst çene (2), damak (2) ve alt çene (1) kemiklerinden oluşur. Baş iskeletinde, alt çene kemiği dışında kalan bütün kemikler hareketsizdir. Alt çene kemiği ise şakak kemiklerine bağlı olup hareketlidir.

Baş iskeletinde bulunan bazı kemiklerin içinde hava dolu boşluklar vardır. Sinüs adı verilen bu boşlukların iç yüzü kan damarları ve silli epitel hücreleriyle örtülüdür. İnce kanallarla burun boşluğuna bağlanırlar. Sinusların mikroplarla enfekte olması durumunda ise sinüzit denilen rahat­sızlık ortaya çıkar.

Gövde İskeleti

Omurga ve göğüs kafesinden oluşur. Omurga, sırtta boyundan kuyruk sorumuna kadar uzanan hafif "S" şeklinde bir yapıdır. Toplam 33 omurgadan oluşan omurga; boyun, sırt, bel, sağrı ve kuyruk so­kumu olmak üzere beş bölgeye ayrılır. Her bir bölge farklı bir görevi yerine getirmek üzere özelleşmiştir. Ancak bütün omurlar yaklaşık olarak aynı ya­pısal özellikleri gösterirler. Omurda asıl yükü taşıyan ve vücudun dik durma­sında etkili olan kısmı omur gövdesidir. Omurgada omur gövdeleri arasında kıkırdak diskler bulunur. Bu diskler hareket sürecinde omurga üzerinde olu­şan basıncı azaltır. Bazı durumlarda yapılan yanlış hareketler kıkırdak disk­lerin yerinden oynamasına neden olur. Bunun sonucunda disk, omurga kana­lı içinde bulunan sinir dokularına basınç uygulamaya başlar. Şiddetli ağrılar­la ortaya çıkan bu durum disk kayması olarak adlandırılır.

Omurların sırt kısmına doğru olan bölümünde omur deliği bulunur. Omurların üst üste gelmesiyle, boyundan kuyruk sokumuna doğru uzanan bir kanal oluşur. Omurga kanalı adı verilen bu bölge merkezi sinir sisteminin devamı olan omurilik tarafından doldurulur. Omurda sırta ve yana doğru çıkıntılar bulunur. Bu çıkıntılar kaslara bağlanma yüzeyi oluştururlar.

Boyun bölgesi; 7 omurdan oluşur. Bu omurlarda dikensi çıkıntılar ol­dukça küçüktür. Boyun omurlarından birincisi atlas, ikincisi ise eksen omu­rudur. Eksen omurundaki "eksen" şeklindeki çıkıntı atlas omuru içine doğru sokulmuştur. Baş iskeleti atlas omuruna bağlıdır. Bu haliyle eksen omuruna bağlanan baş iskeleti, gövde iskeletine üzerinde sağa sola kolaylıkta hareket eder.

12 omurdan oluşan sırt bölgesi omurları göğüs kafesinin arka bölü­münü meydana getirir. Kaburgalar bir ucuyla sırt omurlarına bağlanır. Vü­cudumuzun önemli bölümlerinden biri olan bel bölgesi 5 omurdan oluşur. Güçlü kaslarla desteklenen bel omurlarının, vücudun hiçbir kısmıyla bağlan­tısı yoktur. Sağrı bölgesini oluşturan beş omur, birleşerek üçgen şeklinde bir yapı oluşturur. Bu yapı pelvis boşluğunun arka kısmında leğen kemiklerini birleştirir. Sağrı bölgesinden sonra gelen son dört omur birbiriyle kaynaşarak kuyruk sokumu kemiğini oluşturmuşlardır. Kuyruk sokumu kemiğinin insan iskeletinde bir fonksiyonu yoktur.

Göğüs Kafesi

Göğüs kafesi, önde göğüs kemiği, arkada sırt omurları ve arkadan öne doğru uzanan kaburgalardan oluşur. Hayati öneme sahip bir organ olan kalp ve akciğer burada bulunur. Soluk alıp-verme göğüs kafesini oluşturan ka­burgaların ritmik hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşmektedir. Göğüs ka­fesinde 12 çift kaburga vardır. Kaburgaların hepsi arkada sırt omurlarına bağlıdır. 10 çift kaburga önde kıkırdak kısımlarıyla göğüs kemiğine bağlanır.

Bunlardan ilk 7 çifti kaburga kemikleri ile birleştikten sonra 7. kaburgaya bağlanır. Son iki kaburga kemiği, göğüs kemiğiyle eklem yapmaz ve uçları serbest halde bulunur. Bunlara yüzücü kaburgalar denir. Üç parçadan oluşan göğüs kemiği, üst kısmı geniş, alta doğru sivrilen yassı bir kemiktir. Vücu­dun göğüs bölgesinde bulunur.

Taraf (Üye) Kemikleri

Vücud ekseninde bulunan baş ve omurga kemiklerinin aksine, vücu­dun yan taraflarında bulunan omuz, kol ve bacak gibi anatomik oluşumlar ta­raf kemikleri (üyeler) olarak adlandırılırlar. Taraf kemikleri; kol ve bacaklar olmak üzere ikiye ayrılır.

Üst Taraf Kemikleri: Kürek kemiği (1), köprücük kemiği (1), kol ke­miği (1), ön kol (1), dirsek (1), bilek (8), tarak (5), parmak (14) kemikleri olmak üzere, sağda ve solda toplam 64 kemikten oluşur. Bunlardan kürek ve köprücük kemikleri omuz kemerini oluşturur. Üçgen şeklinde olan kürek kemiği, sırtta bulunan kasların arasında bulunur. İki ucundan hafifçe çekil­miş "S" şeklinde olan köprücük kemiği, omuzdan boyun altına doğru, deri­nin altında uzanarak önde göğüs kemiğine bağlanır.

Köprücük kemiği şid­detli darbelere karşı dayanıksızdır. Omuzdan aşağıya doğru uzanan kol (pazu) kemiği ise tipik uzun kemik yapısındadır. Kol kemiği aşağıya doğru ön kol ve dirsek kemikleriyle devam eder. El parmaklarında ise, başparmak­larda üçer kemik bulunur. Her bir parmak için birer tarak kemiği, parmak kemikleriyle el bilek kemikleri arasında uzanır.

Alt taraf kemikleri

Alt taraf, uyluk(l), diz kapağı (1), kaval (1), baldır (1), bilek (7), tarak (5) ve parmak (14) kemiklerinden oluşmuştur.
Uyluk kemiği vücudumuzun en uzun ve en sağlam kemiğidir. Üstte kalça kemeriyle eklem vardır.

Kalça kemikleri, kalça, oturga ve çatı kemiğinden oluşur. Bu kemikler önde birbirleriyle, arkada sağrı omurlarıyla kaynaşarak leğen (pelvis) adı ve­rilen yapıyı oluştururlar. Pelvis boşluğunda sindirim, boşaltım, iç salgı ve ti­reme gibi önemli görevleri olan organlar bulunur. Kadın ve erkek pelvis is­keletleri arasında, gerek bulundurduğu organlar gerekse kas ve işlevleri ne­deniyle anatomik farklılıklar vardır.

Eklemler ve Hareket:
İskelet sistemini oluşturan kemiklerin birbiriyle karşılaştıkları yüzey­lere eklem denir. Kemiklerin birbiriyle bağlantı oluşturma şekilleri ve ek­lemlerin yapısı farklıdır. Buna bağlı olarak kemiklerin hareket yetenekleri değişir. Eklemler hareket derecesine göre üç bölümde incelenir.

Oynamaz eklemler: Kemiklerin eklem yüzeylerinde bağ doku veya kıkırdaktan yapılı bir ara doku bulunur. Bu tip eklemlere en tipik örnek kafa­tası eklemleridir. Kafatası kemikleri birbirleriyle sutur adı verilen ve testere dişi gibi girintili çıkıntılı yüzeyleri olan eklemlerle birleşir.

Az hareketli (yarı oynar) eklemler: Omurgada olduğu gibi eğilme ve doğrulma hareketlerini yapabilirler. Bu tip eklem yapan kemiklerin uç kı­sımlarında kıkırdak doku bulunur.

Hareketli (oynar) eklemler: Vücudumuzda hareket edebilen organ­larda bulunan eklem tipidir. Yapısal özellikleri diğer eklem tiplerinden fark­lıdır. Her iki kemiğin eklem yüzeyleri kıkırdak dokuyla örtülü olup, birbirle­rine uygun şekil kazanmışlardır. Eklemler, bağ dokudan oluşan ortak bir kapsülle çevrilidir. Kapsül, kemikleri bir arada tutar. İç yüzey ince bir zarla örtülüdür.

Meme Yapisi ve Sut Uretimi

Memenin yapısı, Süt Üretimi ve Emzirme

Meme kısmen salgı dokusu, kısmen destek ve yağ dokusundan oluş­muştur. Salgı dokusunda yapılan süt, ufak kanallar ve daha sonra ana topla­yıcı kanallar boyunca meme ucuna ilerler. Meme ucunda çok sayıda sinir ucu bulunur. Çok hassas olan bu bölgeler, sütün akışına yardım eden refleks­leri oluşturulan Süt yapımı hormonlar ve refleks hareketlerin sonucu gerçekleşir. Ge­belik süresince salgılanan progesteron, salgı bezlerini süt yapımına hazırlar. Doğumdan sonra da salgılanmaya devam eden prolaktin, süt yapımı başlatır. Bebek beslenmeye başlayınca, refleks sonucu yeterli özelliklere sahip süt üretilir. Bebeğin her emzirilişinde meme başındaki sinir uçları uyarılır. Beyne, sinirsel yolla iletilen mesajlar ile hipofız bezininde prolaktin yapımını başla­tır. Hormon memeye ulaşarak süt yapımını başlatır.

Dollenme Nedir Plasenta Gelisimi

Döllenme Nedir, Plasenta Gelişimi ve Gebelik

Bir önceki konuda ifade edildiği gibi; üreme çağında, düzenli menstrüasyon gören bir kadında, her ay bir yumurta gelişir. Ovulasyon, iki menstrüasyon devri arasına denk gelen 14. günde gerçekleşir ve içerdiği yu­murta, yumurta kanalı tarafından yakalanır. Bu döneme denk gelen cinsel ilişki sırasında, vajinaya (hazneye) boşalan meninin içerdiği spermlerden ra­him içerisinden geçip yumurta kanalına ulaşmayı başaranlardan bir tanesi, yumurta zarını delerek içine girer ve yumurtayı döller. Bu olaya döllenme denir. Döllenen hücre bir yandan çoğalmaya öte yandan yumurta kanalı için­de ilerlemeye başlar. Hücre çoğalması ikiye katlanarak devam eder ve rahim iç tabakasına gelindiğinde canlı artık büyümüş ve cenin haline gelmiştir. Ce­nin rahim iç tabakasının en verimli bölgesine yerleştiğinde (implantasyon) gebelik başlamıştır. İmplantasyon sonrası yeni canlı bütün organ ve dokula­rıyla yeni duruma uygun hazırlıklar yapmasıyla değişim başlar. İmplantasyon bölgesinde bebeği besleyecek olan ve plasenta adı verilen ya­pının temelleri atılır. Gebelik oluştuğunda yumurtalıkta yumurtlamanın ol­duğu bölgede gelişen sarı cisim adlı yapının ömrü uzar. Bu yapı progesteron hormonu salgısına devam ederek gebelik ürünü kendi hormonunu kendisi üretmeye başlayana kadar onun hormon ihtiyacını karşılar. Gebelik oluştu­ğunda menstrüasyon döngüsü ve yumurtlama süreci geçici olarak duraklar. Gebelik başladığında salgılanan hormonlar anne adayını gebelik ve doğuma bedensel olarak hazırlar. Yaklaşık 40 haftalık sürecin başında yalnızca bir hücreden ibaret canlı, çeşitli gelişim aşamalarından geçerek doğuma hazır hale gelir.

Doğum: İlk belli belirsiz kasılmalar hipofız bezinden oksitosin salgı­lanmasını uyarır. Doğum üç evrede gerçekleşir.

Doğumun birinci evresi; düzenli uterus kasılmaları ile başlar. Bu ka­sılmalar, başta 20-30 dakikada bir olurken giderek sıklaşmaya başlar. Son dönemde daha da sıklaşarak her 2-3 dakikada bir olmaya başlar. Birinci evre ilk doğumda ortalama 14 saat sürer, sonraki doğumlarda bu süre kısalır. Bu evrenin en önemli fonksiyonu rahim ağzının açılmasıdır.

Doğumun ikinci evresi; bebeğin gerçek doğumudur. Süresi birkaç da­kika olabileceği gibi birkaç saate kadar uzayabilir. Eğer birinci evrede su ke­sesi açılmamışsa bu dönemde mutlaka açılır.
Doğumun üçüncü evresi; yaklaşık 20 dakika sürer. Plasenta ve kalan uterus artıkları dışarı atılır. Genellikle bebeğin doğumundan sonra 30 dakika içinde başlar. Bu dönemdeki kasılmalar aynı zamanda plasentanın uterus du­varından ayrılması ile açılan kan damarlarının kapanmasına da yardımcı o-lur. Doğum, döllenmeden ortalama 266 gün sonra gerçekleşir. Ancak genel­de gün hesabı döllenme gününe göre değil son görülen adet günü üzerinden yapılır. Son görülen adet günü hesabına göre gebelik süresi ortalama 280 gündür.

İnsanda Disi Ureme Sistemi

Dişi Üreme Sistemi

Dişi üreme organı, yumurtalıklar, yumurta kanalı, döl yatağı ve vajinadan oluşur.
Yumurtalıklar: Erişkin kadınlarda, 3-5 cm. uzunluğunda, 2-3 cm. ge­nişliğinde ve 0,5-1,5 cm. kalınlığında yanlardan basık oval biçimde bir çift organdır. Vücudun iç kısmında, karın boşluğunun alt tarafında yer alırlar. Her bir yumurtalık, çeşitli yönlerde uzanan üç elastik bağ ile bağlı olup, pelvis boşluğunda asılı durumdadır.

Yumurta Kanalı: Uterusun köşeleriyle ovaryum arasında uzanan bir borudur. 32-18 cm. uzunluğunda olan bu borunun görevi, folikül patladıktan sonra serbest kalan yumurtayı uterusa iletmektir. Yumurta kanalının genişli­ği her yerde aynı değildir. Kanalın özellikle ovaryuma yakın olan bölümü huni şeklindedir. Huninin dış kenarından çıkan ve ovaryuma doğru uzanan saçak şeklinde uzantıları bulunur. Bu uzantılarla ovaryumdan atılan yumur­tayı yakalarlar. Yakalanan yumurta döllenme tüpüne taşınır.

Döl Yatağı (Uterus=rahim): Döl yatağı, pelvis boşluğunda idrar kese­sinin arkasında, rektumun önünde ve vajinanın üstünde yer alır. Şekil bakı­mından armuda benzeyen uterusun, uzunluğu 7-9 cm; genişliği 3-4 cm. dir.

Döl yatağının yapısında, dışdan içe doğru, periton, kas ve mukoza ta­bakası bulunur. Mukoza tabakası, döllenmiş yumurtanın uterus boşluğuna yerleşmesini ve embriyonun beslenmesini sağlayan plesantanın gelişmesinde önemli rol oynar. Kan damarları bakımından oldukça zengin olan mukoza tabakası, menstrüasyon periyodu (döngü) süresince sürekli değişir.

Kas tabakası, düz kas liflerinden oluşur ve gebelik dışında hemen he­men hiçbir görev yapmaz. Folikül ve korpus luteum salgıları uterus kasları­nın çalışmasına engel olur. Yalnızca menstrüasyon sırasında uterus kasları biraz harekete geçer.

Vajina, kas ve zarlardan yapılmış boru şeklinde bir organdır. Döl ya­tağı vajinayla dışarı açılır. Döllenmemiş yumurta ve döl yatağında yeni olu­şan dokular dışarıya, vajinayla atılırlar. Diğer yandan vajina, doğum kanalı ve spermlerin dişi vücuduna bırakıldığı bir organ olarak da görev yapar. Va­jinanın üretrayla bağlantısı yoktur. Bu nedenle dişilerde, üreme hücreleriyle boşaltım artıkları ayrı ayrı kanallardan dışarı atılırlar.

Dişilerde, ergenlikle birlikte salgılanan cinsel hormonların etkisiyle ovaryum ve diğer cinsel organlarda değişimler oluşur. Bu ritmik olaya ka­dında cinsel döngü denir. Bu döngünün ortalama süresi 28 gündür. Bu süre 20 gün gibi kısa, 46 gün gibi uzun olsa da, bazen bu tip durumlar üreme ye­teneğinin azalmasıyla birlikte görülür. Kadınlarda cinsel döngünün iki önem­li sonucu vardır. Birincisi, her ay ovaryumlardan tek bir olgun yumurtanın bırakılması, diğeri uterus mukozasında oluşan değişimlerdir. Kadında cinsel döngü; folikül devresi, ovulasyon, korpus luteum ve menstrüasyon olmak üzere dört aşamada gerçekleşir.

Folikül Devresi: Ovaryumda herbiri olgunlaşmamış yumurta taşıyan 300-400 bin folikül bulunur. Ergenlik çağına kadar geçen sürede, bu hücre­ler, folikül hücreleri tarafından beslenir. Foliküldeki olgunlaşmamış yumurta hücresi (birinci dereceli oosit), folikülle birlikte olgunlaşarak, yumurta hüc­resini oluşturur. Hipofızden salgılanan folikül uyarıcı hormon etkisi ile ovaryumdaki çok sayıda folikülden biri olgunlaşır. Gelişen folikül hücrele­rinden bir kısmı östrojen hormonu salgılar. Bu hormon uterusta, mukoza ta­bakasının kalınlığını dört katına çıkarır. Mukozaya gelen damarlar genişler ve mukoza yumurtanın yerleşebileceği hale gelir. Östrojen aynı zamanda yumurta kanalında silli epitel hücrelerinin sayısını artırarak, yumurta hücre­sinin uterusa itilmesini sağlayacak yapıyı hazırlar. Bu süre içinde gelişen folikül, ovaryum dokusu içinde hareket ederek yüzeye kadar gelir. Bu devre 10-14 gün sürer.

Ovulasyon: Hipofizden LH (lüteinleştirici hormon) salgılanması ile ovaryumun yüzeyine gelen olgunlaşmış folikül yırtılır ve yumurta hücresi atılır. Bu olaya ovulasyon (yumurtlama) denir. Genelde ovulasyon, cinsel döngünün ortalarında gerçekleşir. Ovaryumda atılan yumurta hücresi, yu­murta kanalının huni kısmında bulunan saçaklar tarafından yakalanır ve boru içine doğru itilir. Bazen, ovaryumdan serbest kalan yumurta, kanal içine sokulamaz ve karın boşluğuna düşer. Eğer sperm ve yumurta karşılaşması burada olursa dış gebelik oluşur.

Korpus Luteum Devresi: LH etkisi ile yırtılan folikül hücreleri san renkli yağ damlacıkları taşıyan lütein hücreleri halini alır. Bu yeni yapıya korpus luteum adı verilir. Lütein hücrelerinden salgılanan progesteron hor­monu döllenmiş yumurtanın uterusa tutunmasını sağlar. Bu evre 10-14 gün sürer. Gebelik döneminde corpus luteum bozulmadığı için progesteron salgı-lanmaya devam eder. Hipofizden salgılanan LTH (lüteotropik hormon) corpus luteumun östrojen ve progesteron hormonlarının devamını sağladığı gibi süt bezlerinin gelişmesi ve analık içgüdüsünün oluşmasında da etkilidir.

Salgılanan hormonların etkisiyle, uterusta yapılanma ve salgı dönemi başlar. Bu devrede yumurtanın yerleşmesi ve ilk günlerde beslenebilmesi için gerekli ortam hazırlanır. Hücreler, glikojen, lipid ve albumin gibi madde­leri toplar ve birkaç gün sonra çok miktarda salgı çıkarmaya başlarlar. Bu salgı ilk günlerde yumurta hücresinin beslenmesi için gereklidir. Bunlara ek olarak, folikül döneminde gelişmeye başlayan kan ve lenf damarları genişler. Mukozanın kalınlığı ise 5-6 mm'.yi bulur.

Korpus luteum devresi, 10-14 gün sürer. Yumurta fallop tüpünden uterusa 4-5 günde gelir. Döllenme yumurta kanalında olur ve zigot ilk bö­lünmelerini döllenme tüpünde gerçekleştirir. Uterusa gelen embriyo burada yumuşak dokuya tutunarak yerleşir. Embriyonun tutunmasını progesteron hormonu sağlar. Korpus luteum hamilelik dönemi boyunca bozulmadan kalır ve progesteron salgılamaya devam eder. Böylece, gebelik süresince uterus mukozasında oluşan yumuşak dokuların sürekliliği sağlanır.


Menstrüasyon Devresi: Döllenme gerçekleşmediği takdirde korpus luteum bozulmaya başlar ve kandaki progesteron azalır. Buna bağlı olarak, uterus mukozası bozulmaya başlar. Damarlardan sızan kan, epitel hücreleri­nin boşluklarına girer. Uterus kaslarının kasılmasıyla kan basıncı artar ve epitel tabakasının üst kısımlarını kaldırarak uterus boşluğunu doldurur.. Do­ku parçaları, döllenmemiş yumurta, bir miktar kanla birlikte vajinadan dışarı atılır. Ortalama 3-5 gün sürer. Daha sonra tekrar folikül evresi başlar.

Erkek Ureme Sistemi

İnsan Üreme Sistemi

Erkek Üreme Sistemi


Testisler: Sperm hücrelerinin geliştiği testisler, oval biçimde bir çift organdır. Vücud dışında torba içinde asılı olarak bulunurlar. Her testis yakla­şık olarak 1000 adet, kendi üzerinde kıvrımlar yapmış seminifer tüpçükler-den oluşur. Seminifer tüpçüklerin iç yüzeyi 3-4 tabaka sperm ana hücresiyle örtülüdür. Sperm ana hücreleri mayoz bölünme geçirerek çok sayıda sperm hücresi oluşturur. İlk oluştuklarında hareketsiz olan spermler (spermiyum), seminifer tüpçüklerden epididimis kanalına geçerler. Yaklaşık 6 m. uzunlu­ğundaki epididimis kanalında spermiyumlar, 10-18 gün kadar kalabilirler. Burada spermler hareket ve dölleme özelliği kazanarak kısa sürede olsa de­polanırlar. Olgunlaşan spermler epididimis kanalından, sperm kanalına ge­çerler. Sperm kanalı karın boşluğunu geçerek, idrar kesesini dışarıya bağla­yan idrar kanalıyla birleşir. İdrar kanalı penisle dışarı açılır. Erkeklerde idrar ve üreme hücreleri aynı kanaldan dışarı atılır.

Spermatogenez (sperm oluşumu): Testislerde sperm oluşumuyla so­nuçlanan olayların tümüne spermatogenez denir. Spermatogenez seminifer tübüllerde, ortalama 13 yaşında başlar ve tüm yaşam boyunca devam eder. Spermatogenezin ilk evresi, tüpçüklerin çeperlerinde bulunan sperm ana hücrelerin bölünmesiyle başlar. Bu hücreler diğer vücut hücreleri gibi 2n kromozom taşır. Daha sonra bunlardan bazıları büyüyerek birinci dereceli spermatositleri oluşturur. Böylece ana hücreler mayoz bölünmeye hazır hale gelir. Birkaç haftalık süreden sonra, pirimer spermatosit mayoz bölüme ge­çirerek (n) kromozomlu ikinci dereceden spermatositleri oluşturur. Bunların da bölünmesiyle spermatidler gelişir. Spermatidlerde gelişerek sperm hücre­lerini oluştururlar. Spermatidlerden, sperm oluşumu şeklinde gerçekleşen olaya ise spermiyogenez denir. Spermiyogenezde hücre bölünmesi olmaz. Bu aşamada hücreler gelişir.

Spermiyogenez sonucu oluşan olgun bir sperm hücresinde, baş, boyun ve kuyruk kısmı ayırt edilir. Baş kısmında "Lizozom" enzimlerince zengin­leştirilmiş bir akromozom bölgesi, bulunur. Lizozom enzimleri döllenme sı­rasında yumurta hücresinin zarını deler ve döllenmeyi sağlar. Sperm hareke­tinde etkili olan kuyruk, protein ipliklerden oluşmuştur. Hareket için gerekli enerji ise mitokondrilerde üretilen ATP'den sağlanır.

Erkek Üreme Sisteminde Salgı Üreten Bezler ve Salgıları.

Gelişmiş bir erkekte bir defada 3-5 cm3 meni dışarı atılır. Ortalama 200-300 milyon kadar sperm bulunduran bu sıvının büyük bir kısmı, prostat, kovper bezi ve seminal keseciklerden salgılanır. Seminal kesecikler, bir çift halinde bulunur. Salgılarını sperm kanalı içine boşaltır.. Salgı içeriği fruktoz bakımından zengin olup spermlerin beslenmesini sağlar. Prostat bezi de, id­rar kanalı ve torbasının etrafında bir ciftir. Alkali özellik gösteren prostat salgısı, spermlerin yaşaması için uygun ortam oluştur. Seminal sıvı oluşu­muna katkısı olan bezlerden diğeri, kovper bezidir. Kovper bezi salgısı, ka­nal iç ortamını nötralize ederek, spermlerin hareket ve dölleme yeteneğini ar­tırır.

Erkek Üreme Sisteminde Hormonal Kontrol

1- Spermatogenezde etkili hormonlar.

a) Testosteron: Testisler tarafında üretilir. Testosteron, dış eşey or­ganlarının büyümesi, seminalkese, prostat gibi yardımcı bezlerin büyümesi, sakal ve göğüs kıllarının çıkması, sesin kalınlaşması, erkeksi davranışların gelişmesi, kas gelişimi gibi ikincil erkeklik özelliklerinin gelişmesini sağlar. Hormonun diğer önemli işlevi, sperm ana hücrelerinin bölünmelerinde uya­rıcı etki yapmasıdır.
b) Lüteinleştirici Horman (LH): Hipofizden salgılanan bu hormon testisleri etkileyerek testosteron salgısını kontrol eder.
c) Folikül uyarıcı hormon (FUH): Hipofîz ön lobundan salgılanan bu hormon, spermatidlerin sperm haline farklılaşmalarında rol oynar (spermiyogenez).
d) Östrojen: FUH salgısıyla testislerden salgılanır. Spermlerin olgun­laşması için gereklidir.
e) Büyüme Hormonu: Testislerin temel metabolik fonksiyonları için gereklidir. Büyüme hormonları özellikle sperm ana hücrelerinin sayısını artı­rır.

Pankreas Nedir

Pankreas

Sindirim sisteminde de önemli bir bez olarak öğrendiğimiz pankreas, insulin ve glukagon hormonlarını salgılar. Pankreas, karma bezler için tipik bir örnektir.

İnsulin ve glukagon hormonları kandaki şeker oranını ayarlar. İnsulin hormonunu salgılanamaya başladığında; karaciğer ve çizgili kas hücrelerinde glikojen sentezi artar. İnsulin yetersizliğinde ise kandaki glikoz miktarı artar.

Glikozun fazlası idrarla dışarı atılır. Normal durumlarda görülmeyen bu ola­ya şeker hastalığı (Diabetes mellitus) denir.

Glukagon ise kas ve karaciğerlerde depolanan glikojeni, insulin etki­sine zıt olarak parçalar ve kan içinde glikoz yoğunluğunun artmasına neden olur.

Bobrek Ustu Bezi (Adrenal Korteks)

Böbrek Üstü Bezi (Adrenal Korteks)

Böbrek üstü bezleri böbreklerin üst kısmına yerleşmiş sarımtırak renk­li iki yapıdan oluşur. Bezlerin böbrekle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Mineralokortikoidler: Hücreler arası sıvıda, sodyum ve potasyum başta olmak üzere mineral madde oranını ayarlar.

Glikokortikoidler: Kortizol bu gruba giren hormonlardan en çok bi­linenidir. Kortizolün önemli özelliği, kişinin "stress"in yıkıcı etkisine karşı direnç göstermesinde etkili olmasıdır. Kandaki kortizol seviyesini artıran faktörler; hemen her tip travma, enfeksiyon, aşırı sıcak - soğuk, uyuşturucu maddelerin enjeksiyonu, cerrahi operasyonlar, deri altına alerjik madde en­jeksiyonu, canlı hareketini engelleme, yıpratıcı hastalık, gibi sayılabilir.

Androjenler: Böbrek üstü bezi kabuk bölgesinden salgılanan bu hor­monlar; östrojen, progesteron ve testosterondur. Bu hormonlar kadın ve er­keklerde salgılanır. Hormonların yoğunluğuna göre, dişi veya erkek özellik­ler gelişir (bkz, insanda üreme sistemi).

Hipofız kontrolü olmadan çalışan endokrin bezler.

Tiroid Hastaliklari

Tiroid Hastalıkları

Hipertiroid (Zehirli guatr): Bu tip bozukluklarda bez normalin bir­kaç katı büyüyebilir. Buna bağlı olarak kandaki tiroksin miktarı normalin üzerinde salgılanır. Hipertiroidi hastalarında; sıcağa toleransın azalması, aşırı terleme, kilo kaybı, kas zayıflığı, sinirlilik, aşırı yorgunluk, uykusuzluk ve ellerde titreme gibi durumlar gözlenebilir. Bazen de gözler ileri doğru itilir bu durum "eksofıtalmi" olarak tanımlanır.

Hipotiroidi (Hormon azlığı): Hormonun az salgılanmasında ortaya çıkan durumlar fazla salgılanmasının tersidir. Bunlar, uyku hali, aşrı kas tembelliği, kalp frekanslarının azalması, vücud ağırlığında artma, zihinsel tembellik olarak sıralanabilir.
Hipotiroidi, iyot yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkar. Yeterli oran­da iyot alınmadığı hallerde hormon üretimi yetersiz kalır. Tiroksin hormon yetersizliğini gidermek üzere hipofızden daha çok TUH salgılanır. Bu hor­mon da bezin büyümesine neden olur.

Miksödem: Tiroksin hormonu azlığında ortaya çıkan bu durum, göz altı torbaları ve yüzün şişmesiyle tanımlanabilir.

Kretinizim: Bebeklerde tiroksin hormonun yetersiz salgılanması so­nucu oluşur. Bu tip bebeklerde tipik olarak mental gerilik görülür. Bunların yanında; obez, tıknaz, iskelet gelişme bozuklukları görülen çocuk tipleri or­taya çıkar.

Paratiroit Bezi

Parat Hormon: Tiroid bezi salgısı olan kalsitonin hormonuyla zıt yön­de çalışır. Kemik yıkımını hızlandıran bu hormon, kalsiyum ve fosfatın ince bağırsaktan emilimini artırır. Böylece kandaki kalsiyum oranı artar. Ancak kalsiyum iyonlarının barsaktan emilmesi için parat hormon tek başına yeterli değildir. Buna ek olarak ortamda yeterli miktarlarda vitamin D bulunması gerekir. Çocuklarda vitamin D yeterli miktarlarda alınmazsa, hücreler arası sıvıda kalsiyum ve fosfat yetersizliği oluşur. Bu kemiklerde yumuşamaya neden olur. Özellikle, bacaklardaki uzun kemikler vücud ağırlığından dolayı dışa doğru bükülür. Bu olaya çarpık bacaklılık veya raşitizm denir.

Endokrin Sistemi Fizyolojisi

Hormonal Düzenleme (Endokrin Sistemi)

Vücud fonksiyonlarının düzenlenmesinde etkili olan sinir sisteminin yapı ve işleyişi bir önceki bölümde tartışıldı. Bu bölümde ise düzenlemede ikinci yol olan endokrin sisteminin temel yapı ve işleyişini inceleyeceğiz.

Genel olarak değerlendirildiğinde endokrin sistem başlıca metabolik fonksiyonların kontrolünü yürüttüğü söylenebilir.

Hormon özel bir bez tarafından üretilen biyokimyasal bir maddedir. Salgılandığı yerden kanla taşınır ve vücudun diğer hücre ya da organlarında fizyolojik bir olayı yönetir. Belirli bir hormona tepki gösteren organa "hedef organ" denir. Bazı hormonların hedef organı özeldir. Örneğin, onikiparmak bağırsağı tarafından salgılanan sekretin kan yoluyla pankresa taşınır ve pank­reasın kimyasal sindirimde doğrudan etkili olan pankreas özsuyunu onikiparmak bağırsağına salgılanması sağlanır. Bu nedenle sekretin hormo­nuna yerel etkili denir. Bazı hormanlarm ise hedef organları geneldir. Bu tip hormonlar kana salındığında vücudumuzda bulunan organlara belirli oran­larda etki eder. Örneğin, adrenalin ve nöradrenalin, kan yoluyla vücudun tüm bölümlerine taşınarak, özellikle kan damarlarında daralmayla kan basıncını yükseltir. Hipofiz bezinden salgılanan büyüme hormonu vücut bölümlerinin çoğunda, büyümüye neden olur. Tiroid bezinden salgılanan tiroksin hormo­nu hemen hemen vücudun tüm bölgelerini etkiler.

Hipofiz Hormonları ve Hipotalamus Tarafından Denetlenmesi

Hipofiz Bezi: Beyin tabanında bulunan hipofiz bezi, bir sapla hipotalamusa bağlıdır. Hipofiz, fizyolojik açıdan ön ve arka olmak üzere iki bölümde incelenir. Hipofızin endokrin sisteme etkisi doğrudan kendi salgıla­dığı hormonlarla olabileceği gibi vücut içindeki diğer bir endokrin beze hormon salgılatmasıyla da gerçekleşebilir. Genel anlamda, vücut içinde bu­lunan tüm endokrin bezler hipofiz denetiminde çalışır. Bu bağlamda hipofiz, endokrin ve sinir sistemi arasındaki en büyük organizasyon ağınının kontrol merkezini oluşturur.
Hipotalamus, hormonları serbestleştirici ve inhibe edicidir. Serbestleş-tirici hormonlar hipofızi uyarır ve ilgili bezin uyarılmasını sağlayan hormonu salgılatır. İnhibe edici hormon ise zıt etki yaparak hipofiz salgısını durdurur.

Hipofiz Ön Lop Hormonları

Doğrudan Etkili Hormon

Büyüme Hormonu (Somatotropin)

Büyüme hormonu küçük bir protein molekülüdür. Vücuttaki büyüme yeteneği olan tüm dokuların büyümesinde etkilidir. Bu özelliğiyle genel hormon olarak değerlendirilir. Büyüme hormonu özellikle çocukluk ve er­genlik döneminde daha çok salgılanır. Ancak, çalışmalar çocukluk ve ergen­lik dönemlerinden sonra da büyüme hormonu salgılandığını göstermektedir. Erişkin dönemde salgılanan hormon daha çok, yıpranan ve yaşlanan dokula­rın yenilenmesi için gereklidir. Günlük ritimde ise, açlık, egzersiz, heyecan ve travma anında hormon miktarı artar. Öte yandan derin uyku döneminin ilk iki saati içinde salgının belirgin bir şekilde arttığı görülür. Hormonun az veya normalden fazla salgılanması yaşam dönemine uygun bozukluklara ne­den olur.

Büyüme hormonunun çocukluk çağında az salgılanması cüceliğe ne­den olur. Genel olarak vücudun değişik kısımları arasında oran normal ol­makla birlikte gelişme hızı çok azalmıştır. Çocuk 10 yaşına girdiğinde vücu­dun fiziksel gelişimi 4.5, 20 yaşında iken 7-10 yaşlarındaki çocuklar kadar olur. Bu tip cücelikte, tiroid hormon ve adrenokortikal hormon vücud oranı­na göre yeterli geldiğinden, zeka geriliği görülmez. Ancak eşeysel hormonla­rın az salgılanması kısırlığa neden olabilir. Erişkinde az salgılanması çoğun­lukla beyin tümörlerine bağlı olarak ortaya çıkar. Bu tip kişilerde aşırı yağ­lanma ve kilo alma, adrenal koteks hormonlarında yetersizlik ve seksüel fonksiyonlarda azalma veya kaybolma şeklinde kendini gösterir.

Gelişme çağında büyüme hormonları normalden fazla salgılanırsa devlik (gigantizm) ortaya çıkar. Genellikle beyin tümörlerinin etkisiyle orta­ya çıkan bu durumda, kemikleri de içine alan tüm vücud dokuları büyür. Ki­şinin boyu 2.40 - 2.70 cm.ye kadar ulaşabilir.

Hipofizin Arka Lobu Hormonları

Antidiüretik hormon (Vasopressin): Böbreklerden suyun atılmasını azaltarak idrar oluşumunu engeller. Antidiüretik hormonun (ADH) olmaması böbreklerden suyun geri emilimini engelleyeceği için idrar oluşumunu hız­landıracaktır. ADH yapımı hipotalamus denetimindedir. Kanın osmotik ba­sıncı (OB)'nın artışı hipotalamusu uyarır. Hipotalamus hipofızi uyarır ve ADH salgılanır. Kan içinde artan ADH böbreklerde suyun emilimini artırır. Böylece kanın sıvı hacmi artar ve OB düşer. Diğer yandan alkollü içecekler ADH hormonunu inhibe eder. Böylece alkol alınması halinde idrar atımı ar­tar.

Oksitosin: Doğum sırasında salgılanır ve uterus kaslarını kasar. Oksitosin doğuma yardımcı olan bir hormondur. Diğer yandan doğumdan sonra da az oranlarda salgılanmaya devam ederek, süt bezlerinden sütün akı­şını sağlar.

Vücut İçinde Bir Endokrin Bezi Kontrol Eden Hipofiz Hormonları

Tiroit uyarıcı hormon (TUH): Tiroit bezinin gelişimini ve çalışma­sını düzenler.

Adrenokortikotropin Hormonu (ACTH): Böbreküstü bezinin ka­buk kısmını uyararak, adrenal korteks hormonlarının salgılanmasına neden olurlar.

Folikül Uyarıcı Hormon (FUH): Ovaryumlarda ovulasyondan önce foliküllerin büyümesine yol açar. Testislerde ise sperm oluşumunu hızlandı­rır.

Lüteinleştirici hormon (LH): Yumurtlamada önemli rol oynayan bu hormon, ovaryumlardan progesteron ve östrogen, testislerden testosteron salgılanmasını sağlar.

Prolaktin (LTH=Luteotropin Hormon): Meme bezlerinin gelişme­sini ve süt salgısını hızlandırır.

Önemli Endokrin Bezler, Hormonları ve Metabolik Etkileri
Tiroit Bezi: Tiroit, boynun ön bölgesinde, gırtlağın altında, soluk bo­rusunun sağında ve solunda yer alan iki parçalı bir bezdir. Bez, vücud meta­bolizma hızı üzerine etkili olan tiroksin hormonuyla, kalsiyum metabolizma­sı için önemli olan kalsitonin hormonunu salgılar.

Tiroksin hormonunun yapımı için yılda yaklaşık 50 mg. iyoda gerek vardır. Bu miktar besinlerle alınabilir. Yeterli gelmemesi durumunda, gere­ken iyot sofra tuzuna 1/1000000 arasında sodyum iyodür katılarak gideril­meye çalışılır.

Tiroksin hormonunun iki önemli etkisi vardır. Bunlardan biri, tüm me­tabolizma hızını artırması diğeri ise çocuklarda büyümenin düzenlemesidir.

Tiroksin hormonunun büyümeye etkisi, gelişme çağındaki çocuklarda görülür. Hormon yetersizliği durumunda, büyüme önemli ölçüde geri kalır. Eğer yetersizlik anne karnında ve doğumdan sonra görülürse beyin yeterince gelişemez. Bu durumdaki çocuklarda zeka gelişimi sorunları ortaya çıkar.
Metabolizma hızına etkisi genel anlamda artırma yönünde olur. Hor­mon, beyin, retina, dalak, testis ve akciğerler dışında hemen tüm vücud hüc­relerinde metabolizmayı artırıcı yönde etki yapar. Hormon salgılandığında metabolizma hızı normalin % 60-100'ü kadar artar. Hormon salgılanmadığı durumlarda ise hız normalin yansına düşer. Günlük yaşam periyodunda sal­gılanan hormon miktarı farklıdır.

Kalsitonin: Paratiroid bezi hormonuna zıt yönünde etki yapan kalsitonin tiroid bezinin diğer hormonudur. Hormonun salgılanmasıyla kan plazmasında bulunan kalsiyum iyon konsantrasyonu azalır. Kolsitonin, kan plazmasında bulunan kalsiyumun hızlı bir şekilde kemik dokusuna taşınımı, kemik yapımının artırılması ve yıkımını azaltarak kandaki kalsiyum mikta­rının azalmasına neden olur.

5 Duyu Organi ve Ozellikleri

Duyu Organları ve Temel Fonksiyonları

Sinir sistemine bilgi girişleri dokunma, ses, ışık, ağrı, soğuk, sıcak, v.b. duyusal almaçlarla gerçekleşir. Her almaç özel olarak hazırlandığı uya­ran çeşidine özel bir duyarlılık gösterir. Diğerlerine ise (eşik değerin üzerin­de olsa bile) hemen hemen hiç yanıt vermez. Örneğin; retinada bulunan koni ve çubuk hücreleri sadece ışığa duyarlıdır. Ses, sıcak-soğuk, basınç gibi fak­törler bu resöptörleri uyarmaz. Aynı şekilde, hipotalamusta bulunan osmoresöptörler vücut sıvılarındaki osmotik basınç değişmelerine yanıt ve­rir. Sese, ışığa asla yanıt vermezler.

Göz

Işığa duyarlı hücrelerin yoğun olarak bulunduğu organdır. Göz, gör­meyi sağlayan hücreler ve optik kısımla, bunları koruyan yapılardan oluşur.

Göz, dıştan içe doğru, sert, damar ve ağ tabaka olmak üzere üç bö­lümde incelenir.
Sert tabaka: Bu tabakanın büyük bir kısmı beyaz renkli olup saydam değildir. Yeni doğan bebeklerde sert tabaka mavimsi renkte görülür. Sert ta­baka, göz küresinin önünde incelerek saydam bir yapı oluşturur. Bu oluşuma kornea denir. Kornea göze gelen ışığı kırarak, ışığın göz merceğine ulaşma­sına yardımcı olur. Göz yaşı bezleri korneayı sürekli ıslak tutarak kurumasını önlediği gibi, toz parçalarını uzaklaştırır ve gözü enfeksiyonlara karşı korur.

Damar tabaka: Sert tabakanın altında yer alır. Yapısında gözü besle­yen çok sayıda kan damarı bulunur. Damar tabaka gözün ön kısmında iris tabakasını oluşturur. îris gözün renkli görülen bölümüdür. Göz rengi pig­ment maddelerine göre değişir. İrisin ortasına bakıldığında, radial ve dairesel kaslarla desteklenen bir dairesel açıklık görülür. Bu oluşuma göz bebeği de­nir. Gözbebeğinin çapı, göze gelen ışık miktarına bağlı olarak, refleks hare­keti ile değişebilir. Böylece göze girecek ışık miktarı ayarlanır. Fazla ışıkta göz bebeği küçülür, az ışıkta ise büyür.

Gözbebeğinin hemen arkasında göz merceği bulunur. Damar tabaka burada kalınlaşarak kirpiksi cismi yapar. Kirpiksi cisim, göz merceğini göz bebeğinin arkasında, ortada tutulmasını sağlar. Göz merceği, optik bakımın­dan ince kenarlı bir mercektir. İçinde bulunan kaslarla kalınlığı artırılıp-azaltılabilir. Böylece gözün uzak-yakın ayarını yapar.

Ağ Tabaka: Gözün en iç tabakasıdır. Burada ışığa karşı duyarlı koni ve çubuk hücreleri bulunur. Çubuk hücreleri az ışıkta görüş sağlarken koni hücreleri ise renk görmede görev alırlar. Duyu sinirlerinin hücre gövdeleri ağ tabakadadır. Bu sinirlerin aksonları birleşerek hepsi bir noktadan gözü terk eder. Bu bölgede ışığa karşı duyarlı hücreler olmadığından buraya düşen ışınlar algılanmaz. Bu nedenle retinanın bu kısmına kör nokta denir.

Gözde, kornea, göz merceği ve retinayı tek hat üzerinde birleştiren doğruya optik eksen denir. Optik eksenin retina üzerindeki bölgesinde görme hücreleri yoğunlaşmıştır. Görüşün oldukça net olduğu bu bölgeye sarı be­nek denir.

Göz Optiği

Bir Fotoğraf Makinası Olarak Göz

Gözü bir fotoğraf makinası gibi düşündüğümüzde, retina makinadaki negatifle, kornea ve mercek, makinanın optik sistemiyle, göz bebeği ise di­yaframla analog olduğu görülür.

Retinada Görüntünün Oluşumu

Görüntü oluşumunda gözde bulunan bütün yapılar birlikte iş görürler. Buna göre, merceğin merkezinden geçen ışınlar kırılmadan yoluna devam eder. Merkeze paralel geçen ışınlar ise, merkeze doğru yaklaşarak (kırılarak) mercekten çıkarlar. Bu ışınlar merceğin arkasında odak noktasında (sarı be­nek) toplanırlar. Görüntü burada oluşur. Odak noktası üzerine düşen görün­tü, objeye göre ters pozisyondadır. Beyin, gördüğümüz objeleri doğru pozis­yonlarında algılamamızı sağlar.

Göz Uyumu (Akomodasyon)

Görüntü, retina üzerine ters düşmesine karşın, merkezi sinir sistemin­de bunun düzeltildiğini yukarıda belirtmiştik. Görüntünün, retina üzerinde net olarak oluşabilmesi için odak uzaklığının ayarlanması gerekir. Bu uyum göz merceğinin kalınlığı artırıp-azaltmasıyla gerçekleşir. Örneğin, yakındaki bir cismin görüntüsünün, retinada net olarak oluşabilmesi için merceğin orta kısmı kalınlaşır. Cisim gözden uzaklaştıkça göz merceği incelir. Göz merce­ğinin esnek yapıda oluşu mercek hareketlerini kolaylaştırır. Esnekliğini yi­tirmesi ise göz bozukluklarına neden olur.

Göz Kusurları

1- Yakın Görüş (Miyop): Gözün önden arkaya doğru çapının nor­malden uzun olması ve göz merceğinin aşırı kırma gücünden kaynaklanır. Bu durumda, uzak cisimlerden gelen ışınlar retinanın önünde toplanırlar (focus). Bu nedenle görüntü net oluşmaz. Miyop kalın kenarlı mercek kulla­nılarak düzeltilebilir.

Küçük yaşlarda; özellikle nesnelere gereğinden fazla yaklaşarak bak­maya çalışan çocuklarda, göz küresi mercek sistemine göre hızlı büyür ve çocukluk miyobu oluşur. Gerekli önlem alınmazsa ergenlikte de devam eder. Bu tip göz kusurlarında çocuğun yakın okuması, ince ayrıntı gereken işlerle uğraşması engellenmeli ve uygun içbükey mercekler kullanılmalıdır.

2- Uzak Görüş (Hipermetrop) : Göz küresinin önden arkaya olan çapı, normalden kısa veya mercek normalden daha ince olduğu zaman ortaya çıkar. Hipermetrop gözde, yakındaki cisimlerden gelen ışınlar retinanın ar­kasında toplanır. Bu nedenle görüntü net oluşmaz. Bu kişiler uzağı iyi gör­dükleri halde, yakını net göremezler. Hipermetrop ince kenarlı mercek kul­lanılarak düzeltilebilir.
Çocuklarda bazen göz küresi, mercek sistemine göre daha yavaş bü­yüyebilir. Bu durumda, ergenlik çağına ulaşıncaya kadar, gözün önden arka­ya doğru olan çapı, oransal olarak mercek sistemine göre daha kısa olur. Ço­ğu kez ergenlikte düzelen bu durum, bazen de kalıcı olabilir. İleri yaşlarda ortaya çıkan hipermetropluğun nedeni ise kirpiksi cismin kaslarının yeterin­ce kasılamaması ve buna bağlı olarak göz merceğinin gevşek kalmasıdır.

3- Astigmatizm: Kornea ya da nadiren göz merceğinin neden olduğu bir kırma kusurudur. Göze gelen ışınlar bir noktada toplanamaz ve görüntü daima bulanık olur. Silindirik merceklerle düzeltilebilir.

4- Presbiyob: Yaşlılıkla beraber göz merceği esnekliği azalır ve ol­dukça sert bir kitle durumuna gelir. Bu durumda göz uyum yeteneğini kay­beder ve her iki göz sabit bir uzaklığa focuslanmış olarak kalır. Örneğin, presbiyobi ile 2 m. focuslanan bir göz, 2 m. önce ve sonrasını net göremez. Bifokal gözlük kullanarak bu durum düzeltilebilir. Bu gözlüklerin üst bölü­mü uzak görüş, alt bölümü ise yakın görüş için yapılmıştır.

5- Katarakt: Yaşlı kişilerde yaygın olarak görülür. Göz merceğinde proteinlerin çökelmesiyle oluşan opaklaşma şeklinde ortaya çıkar. Bu bölge ışığın geçmesini çok büyük oranda engellediğinden görme ağır bir şekilde bozulur. Bu durum göz merceğinin cerrahi olarak yerinden çıkartılarak yeri­ne yapay göz merceği konulmasıyla düzeltilebilir.

Kırmızı-Yeşil Renk Körlüğü

Gözde renk almaçlarının olmamasından kaynaklanır. Kırmızı koniler yoksa, gelen ışık spektrumu sadece yeşil konileri uyarır. Çişimin rengi yeşil olarak görülür. Yeşil koniler yoksa, yeşilden kırmızıya kadar bütün renk sı­nırında sadece kırmızılar uyarılır ve kırmızı renk görülür. Kırmızı-yeşil renk körlüğü kalıtsal bir hastalık olup "X" kromozomları üzerinde çekinik, bir genle taşınır. Bu hastalığı taşıyan kişiler kırmızı ve yeşili birbirinden ayıramaz. Hastalığın tespiti için tüm renkleri içeren küçük yumaklar veya bu amaca yönelik hazırlanmış tablolar kullanılır. Kişiden bunları renklerine gö­re ayırması istenir.

Kulak

İşitme ve denge organı kulaktır. Kulak dış, orta ve iç olmak üzere üç bölümde incelenir.
Dış Kulak: Kulak kepçesi ve kulak yolundan oluşur. Dış kulak yolu yaklaşık 3 cm. uzunluğundadır. Kulak kepçesi kıkırdak yapılı olup, sesleri toplayarak kulak yoluna iletir. Dış kulak yolunda kulak kılları ve salgı bezle­ri bulunur. Kulak kılları toz gibi parçacıkların kulağa girişini engeller. Salgı bezleri ise, dış kulak yolunun ve kulak zarının sürekli nemli kalmasını sağ­lar. Diğer yandan antiseptik özelliği ile bakteri enfeksiyonunu engeller. Sal­gının birikmesi ile oluşan ince katmana ise kulak kiri denir.

Orta Kulak: Dış ve iç kulak arasında, zarla ayrılmış olan bölümdür. Orta kulakta, dış kulağı iç kulağa bağlayan kemikler bulunur. Kulak zarına ilişik ilk kemik çekiç, ikinci kemik örs, üçüncü kemik ise üzengidir. Üzengi kemiğinin tabanı, oval pencereye dayanır. Oval pencere sesleri iç kulağa ile­tir. Çekiç, örs ve üzengi kemikleri birbirine kas telleri yardımıyla sıkı bir şe­kilde bağlanmışlardır. Bu kemikçikler kulak zarından gelen ses titreşimlerini 20-25 kat daha kuvvetlendirerek iç kulağa aktarabilirler. Ya da yüksek fre­kanstaki seslerin frekanslarını düşürürler. Orta kulak boşluğu östaki borusu ile ağız boşluğuna bağlıdır. Borunun ağzı normal olarak kapalıdır.

Kulak zarının iki tarafındaki basınç eşit olmadığında bu kapak refleks olarak açılır ve denge sağlanır. Ağız içindeki kronik iltihaplarda mikroplar bu boruya geçerek orta kulağa yerleşirler. Çocuklarda östaki borusu kısa ol­duğundan orta kulak iltihabına daha sık rastlanır.

İç Kulak: Şakak kemiği içine gömülü olan iç kulakta, ses duyumu ve denge ile ilgili yapılar bulunur. Ses duyumu ile ilgili yapılar salyangozda yer alır. Salyangozda ses duyu sinirleri korti organında toplanmıştır. Dengeyle ilgili yapılar ise tulumcuk, kesecik ve yarım daire kanallarıdır. Tulumcuk ve keseciğin iç yüzeyinde çapı 2 mm. den biraz büyük, başın boşluktaki konu­munu algılayan duyu alanları bulunur. Kulağın denge ile ilgili kısımları be­yincikle bağlantılıdır.

Tat Duyusu

Tat alma organı dildir. Dil üzerinde çok sayıda tat alma tomurcukları vardır. Papilla adı verilen bu yapılar, ipliksi, mantarsı ve çanaksı şekillerde olur. Tat tomurcuklarında almaçlar vardır. Tat tomurcukları dil üzerinde belir­li bir dağılım gösterir. Buna göre, tatlı ve tuzluyu algılayanlar dilin ön ucun­da, ekşi duyusu sağında ve solunda, acı duyusu ise arka tarafında bulunur.
Lezzet ise bir duyu değildir. Tad, koku, göz, iştah v.b. değişik verile­rin değerlendirilmesi sonucu varılan bir karardır.

Koku Duyusu

Koku duyusu organımız burundur. Her iki burun boşluğunun üst tara­fında sarı bölge bulunur. Burada çok sayıda koku almaçları vardır. Bu al­maçlar sinir hücrelerinin genişletilmiş dentritleridir. Her bir koku çomakçığının uç kısımlarında çok sayıda kirpik bulunur. Bunların dışında, bu çomakçıklar arasında mukus salgılayan hücreler de vardır. Koku duyusu, koku moleküllerinin burnun üst bölgesine çarpmasıyla oluşur. Bu nedenle koku duyusu nefes alma dönemine uyan bir zamanda ortaya çıkar. Bir maddenin kokusunun alınabilmesi için mukus içinde çözünebilmesi gerekir. Koku alma hücreleri, uyarıldıktan sonra, ilk saniye ya da hemen sonra, yaklaşık % 50 oranında adaptasyon gösterir. Örneğin, yoğun bir koku taşıyan atmosfere girdikten birkaç dakika sonra koku az algılanır, yada hiç algılanmaz.

Deri ve Mekanik Duyular

Görme, duyma, koklama ve tat alma duyularından başka, dokunma, sıcaklık, basınç ve ağrı gibi duyular da vardır. Bunlara mekanik duyular denir. Mekanik etkiler deride bulunan çok sayıda almaçlarla giriş yaparlar.

Mekanik almaçlardan basınç, deride bulunan paccini cisimciği tara­fından algılanır. Paccini cisimcikleri, deri altında, derin dokularda ve iç or­ganların duvarlarında bulunur. Çok hassas olan bu oluşumlar en küçük deği­şimleri bile fark etmemizi sağlar.

Dokunma duyusu ise meissner ve merkel diskleri tarafından alınır. Dermiş tabakası içinde bulunan bu almaçlar, vücuda değen cismin nasıl ol­duğunu (yumuşak, sivri, sert), ve nereye dokunduğunu anlamamıza yardımcı olur. Özellikle parmak uçları ve dudaklarda çok sayıda bulunurlar.
Sıcaklık hissi ise krause ve raffini cisimcikleri tarafından algılanır. Dermiş tabakasında bulunan bu almaçlar çabuk yorulurlar. Örneğin, bir eli­mizi sıcak, diğer elimizi soğuk suya sokar ve bir süre sonra ikisini birden ılık suya batırırsak, soğuk sudan çıkan elimiz ılık suyu sıcak, sıcak sudan çıkan elimiz ise soğuk hisseder.

Dokunmada kıl kökü almaçları da etkilidir. Kıl kökünde bulunan sinir lifleri kılın hafif oynamasını algılar. Bunların dışında ağrı hissi ise, serbest sinir uçlarıyla algılanır.