Depresyon Cesitleri Nelerdir Psikotik

Depresyon Çeşitleri

Somatojen depresyon
Bedeni hastalıklar sonucu ortaya çıkan depresyonlardır. Organik ve semptomatik şekil olarak iki ayrı tipi vardır.

1- Organik depresyon: Beyin dokusunun yaşlanması veya metabolik sebep­lerle hastalanması sonucu meydana gelir. Belirtileri daha çok merkezi sinir sis­temine ait düşünce bozuklukları, motor yavaşlama, fizik çöküntü, halsizlik, kü­çüklük hezeyanları, ruhi ve bedeni fonksiyonların iyi işlemediği, sürekli kötü­ye gittiği vehmi, öfke ve huzursuzluk olarak bilinir.

2- Semptomatik depresyon: Baş ve beden enfeksiyonları, kalp ve damar has­talıkları, akciğer ve böbrek hastalıklarında görülebildiği gibi endokrin sistem-iç salgı sistemi hastalıklarında da ortaya çıkan depresif epizodlardır. Bu tür dep­resyonlar, asıl hastalığın devam süresinde zaman zaman şiddetlenir veya ya­vaşlarlar.


1950 yıllarında trisiklik antidepresiflerin tedaviye girmesi ile depresyon üze­rindeki görüşlerde önemli değişiklikler oldu. Özellikle bazı depresyon şekillerinin bu ilaçlara iyi cevap vermesi yanı sıra bazı depresyon türlerinin elektro şok tedavisine daha duyarlı olduğu anlaşıldı. Bu özellikler dikkate alınarak depresyonlarda şu dört özellik üzerinde duruldu:

1- Hareket yavaşlaması: Çok erken saatlerde uyanma hali, kilo kaybı, suç luluk duyguları, uyarılara cevap vermede yavaşlama. Bu sayılan belirtilerin hep­sinin birden aynı hastada mevcut olması gerekmekteydi.

2- Kişinin hayatında karşılaştığı streslerle bir ilgisi olmaması ve depresyonun hazırlayıcı bir sebebinin bulunmaması öngörülüyordu. Depresyon sadece iç biyolojik bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkmalıydı.

3- Kişinin yaşı ile doğrudan orantılı olmalıydı. Gerçek bir endojen depres­yonun ileri yaşta ortaya çıkması bekleniyordu. Genç yaşlarda görülen depres­yonların daha çok reaktif sebebe bağlı olarak gelişmiş olmaları söz konusu idi.

4- Kişilik yapısı ile doğrudan bir ilişkisi bulunmalıydı. Endojen depresyon-lu kişilerin reaktif depresyonlu kişilere oranla daha durgun, daha kararlı bir ki­şilik yapıları mevcuttu ve nörotik kişilik yapılarında olduğu gibi sık sık heye­can dalgalanmaları görülmüyordu.

Bu sayılan özelliklerden başka endojen depresyonlu hastaların elektroşok ve antidepresiflere nörotik ve reaktif depresyonlulardan çok daha iyi cevap ver­dikleri ve düzelme gösterdikleri bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir stres faktörü­nün bulunması daha çok reaktif bir depresyonu düşündürmesine rağmen stre­sin endojen bir depresyonda bir tetik hadise gibi hastalığı başlatabileceği de
unutulmamalıdır.

Psikotik depresyon: 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında "psikotik depresyon" deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Psikotik kelimesi, yüksek ruhi fonksiyonlardaki bozukluğu ifade etmekteydi. Bu bozukluklar;

a- Hafıza
b- Lisan ve konuşma,
c- Orientasyon "kişinin kendisinden,çevresinden, zamandan ve mekândan
haberli olması hali",
d- Duyusal idrakler, e- Düşünce, olarak belirlenmişti.

Bir depresyona psikotik depresyon diyebilmek için duygusallık kusuru ye­terli görülmemekte ve yukarıda sayılan bu zihni görevlerin en azından birkaçı­nın da bozulmuş olması şartı aranmaktaydı. Bugün bu sayılan zihni görevlerin bütününe kognitif fonksiyonlar adı verilmektedir. Kognitif görevlerin bozulmaya yüz tutmuş olması, olayın ciddiyetini ortaya koymakta ve bir zihni yıkımın var­lığından söz edilmekteydi.

Freud ve arkadaşları psikozlarda gerçeklik fikrinin kaybolduğu "loss of re-ality testing" düşüncesinde idiler. Bireyin gerçeklik duygusunu algılaması ego adını verdiği iç benlik sisteminin bir göreviydi.

Kişide gerçeklik duyumunun bozulması veya kaybolması ile beraber bir seri hastalık belirtisi ortaya çıkar. Yukarıda adları sayılan yüksek ruhi fonksiyonlar bozulur ve yerlerini hatayı idrakler alır. Bunun sonucu olarak da şuur bulanıklı­ğı, şaşkınlık, halusinasyon ve hezeyanlar ortaya çıkar. Sosyal ve kişisel işlev­ler bozulur. Kişi günlük işlerini, mesleğini ve alışkanlıklarını sürdüremez olur. Psikotik kelimesi bu sayılanları bize anlattığı gibi psikoanalitik teoride "ego regression" ego gerilemesi karşılığı da kullanılır.

Psikotik depresyonlar oldukça nadir görülen hallerdir. Bütün depresyon has­talarından ancak yüzde 10 kadarı halusinasyon ve hezeyanlar gösterir. Çok az bir kısmında ise "gerçeklik" fikri bozukluğu görülür.

Nörotik depresyon, reaktif depresyon: Pek çok araştırıcı bu iki deyimi aynı hastalığı belirlemek için kullanılır. Her ikisinde de sebebin sosyal ve çevresel streslerden oluştuğu kabul edilir. Kişinin karakter yapısındaki olumsuzlukla­rın kişinin çevresine uygun bir uyum yapmasına mani olduğu düşünülür. Bu sebeple nörotik veya reaktif depresyona "maladaptive personality pattem" uyum bozukluğu gösteren kişilik yapısına ait davranış biçimi de denilebilir. Diğer dep­resyonlar klasik sınıflamalarda psikozlar yanında yer alırken nörotik depres­yon nörozlar arasına konur.

Stres Depresyon Depresif Hastalik Cesitleri

Depresif Hastalık, Depresyon Çeşitleri, Depresyon Hastalığı

Primer depresyonlar


Bu depresyonlar oluş sebepleri, ortaya koydukları be­lirtilerin birbirinden farklı olması, tedaviye verdikleri cevapların farklı olması ve tarihçeleri açısından birçok alt sınıflara ayrılmışlardır. Bu depresyon tipleri arasında en belirgin ve önemli olanı "endojen depresyon"dur. Bu şekil, bünyesel-biyolojık sebeplere bağlıdır. Endojen depresyon da kendi arasında dört alt gruba ayrılmıştır. Bunlar:

1- Ürkeklik, çekingenlik, toplum hayatından uzaklaşma, girişkenliğin kay­bı, uyku bozukluğu ve çok erken uyanma, beslenme bozukluğuna ve iştah kay­bına bağlı olarak ortaya çıkan kilo kayıpları ve şiddetli suçluluk duygulan gös­teren şekil.
2-Depresyonun bu şeklinde kişinin çevresinden ve olaylardan gelen stres faktörü ile negatif bir ilişkisi olduğu ifade edilmektedir.
3- Özellikle yaşlılıkta ortaya çıkan şekildir. Yaşlılıkla beraber gelen bir seri metabolik değişikliğe bağlı olması muhtemeldir.
4- Kişilik yapısı ile ilgilidir. Doğuştan gelen bir kişilik yapısı bozukluğu ve­ya sapmasının kişide çevresi ile uyum bozukluğu yapması sonucu ortaya çık­mış bir küskünlük ve davranış bozukluğu olarak kabul edilir.

Sekonder depresyonlar


Bu durumlarda esas hastalık başkadır. Depresyon bu esas hastalığın yanında görülen bir belirti olarak dikkati çeker. Şizofrenler­de görülen depresif haller, bir beyin sarsıntısında ortaya çıkan depresif- görü­nümler, bir zehirlenme halinde raslanan durgunluk halleri bu türdendir.

Sekonder depresyonlar, primer olanın aksine, beraberinde bulunduğu asıl hastalığın gidişi ile yakından ilgilidir. Birinci sebebin ortadan kalkması halin­de sekonder depresyonun kendiliğinden çözüldüğü görülebildiği gibi, birinci hastalığın gösterdiği değişiklikle ilgisi olmaksızın kendiliğinden varolabilir veya ortadan kalkabilir.

Unipolar ve bipolar deyimleri ilk defa 1962 yılında Leonhard, Korff ve Schulz adlı üç araştırıcı tarafından teklif edilmiştir. Bir kısım hastaların zaman zaman depresif nöbetler ve zaman zaman aşırılık nöbetleri gösterdiği dikkati çekmiş ve bazı hastaların ise ya sadece depresyon veya sadece aşırılık halleri içine girdiği görülmüştü. Bir kısım araştırıcı sadece aynı türden hastalık geçirme ha­linin ayrı bir hastalık olduğuna ve ard arda aşırılık ve depresyon geçirme hali­nin ise ayrı bir hastalık olduğuna inanmaktaydı. Unipolar deyimi hernöbetli dep­resyon veya aşırılık olan haller için kullanılmış ve bipolar deyimi ise aynı has­tada değişik sürelerde hem depresyon hem de manik nöbetlerin ortaya çıkma­sı için kullanılmıştır.

Unipolar depresyonlar genellikle 40 yaş civarında görülür. Hısım-akraba ara­sında rastlanmaları ihtimali azdır. Nöbet aralıkları oldukça uzundur ve bir insa­nın hayatında birkaç nöbeti geçmez.
Bipolar depresyonda hem depresif hem de manik devre ortaya çıkar. Bazen çok kısa aralıklarla hasta birinden diğerine geçebilir. Başlama yaşı ortala­ma 25 yaş civarındadır. Bir kişi hayatında çok sayıda manik-depresif nöbet ge­çirebilir.

Depresyonların sınıflandırılmasında en son aşama, Amerikan Psikiyatrı Ce­miyeti "APA"nın 1952 yılında başlattığı ve bugüne kadar dört kitapta topladığı bir sınıflamadır. DSM kısaltılmış ismi ile tanınan bu kitapların her biri DSM-I, DSM-II, DSM-III, DSM-IV olarak isimlendirilmiştir. DSM adı, Diagnostıc Statıs-tical Manual kelimelerinin baş harfleri alınarak yapılmıştır. IstatistikTeşhisKİ-tabı anlamındadır. Bu kitapta hastalıklar belirli gruplarda toplanırlar. Bir has­talıkta mutlaka bulunması gereken belirtiler, bulunmaması gereken belirtiler ve eşlik edecek belirtiler açık ve kesin bir şekilde ayrılmıştır. Bu sınıflamanın yapılmasında Adolf Meyer'in psikobilojik görüşlerinden önemli ölçüde istifa­de edilmiş, bunun yanı sıra psikiyatrik hastalıkların milletlerarası sınıflandırıl­ması da dikkate alınmıştır. DSM sınıflamasının yapılmasında.amaçlanan fay­dalar, aşağıya birkaç madde halinde çıkarılmıştır:

a- Hastalığın kolay tanımlanması ve tedaviye girmede vakit kazanma.
b- Psikiyatrik hastalıkların sınıflamadaki gerçek yerlerini almaları.
c- Uygulamacı ve araştırmacı hekimler arasında ortak kavramların getiril­mesi ve ortak bir dilin konuşulması.
d- Öğrencilere ve sağlıkla ilgili personele öğretim kolaylığı getirmesi.
e- Daha önce kullanılmakta olan ve ICD-9 olarak tanınan sınıflama ile bir uyum ve uygunluk sağlama arzusu.
f- Psikiyatriye her gün anlaşılmayan yeni kelime ve kavramların sokulması­nı engellemek.
g- Daha yüksek anlatım gücünde kelime ve kavramların kullanılmasını yay­gınlaştırmak.
h- Özellikle adli psikiyatrik olaylarda teşhislere açıklık ve kesinlik getirmek.
Bu kısa tanımlamadan sonra DSM-IM'e göre yapılmış olan bir depresyon sı­nıflaması görüyoruz.

DSMIII Affektif Duygusallık hastalığını üç grupta toplamaktadır.

1- Majör affektif bozukluklar.
2- Spesifik-kendine göre özellikleri olan affektif bozukluklar.
3- Atipik-başka hastalıkların beraberliğinde görülen ve belirtileri değişik ola­bilen depresyonlar.

1- Majör affektif bozukluklar: İki gruba ayrılmıştır, her grup da kendi arasın­da alt gruplara bölünmüştür.
A. Bipolar bozukluk.
a- Karışık "mixed" şekiller.
b- Manik "manic". Aşırılıkla beraber olan şekil.
c- Depresif-depresyonlu
B. Majör depresyon.
a- Bütün hayat boyu görülmüş tek depresyon nöbeti. b- Çok sayıda tekrarlayan depresyon nöbetleri.

2- Diğer spesifik affektif bozukluklar.
a- Siklotimik bozukluk. Belirli devrelerde ortaya çıkan şekil, b- Distimik şekil. Bu şekil depresif nöroz olarak da bilinmektedir.

3- Atipik affektif bozukluk. a- Atipik bipolar bozukluk, b- Atipik depresyon.
Kitabımızda gerek klasik görüşleri yansıtan, gerek modern görüşlere yer veren depresyon sınıflamalarına ait örnekler verilmiştir. Şimdi de depresyon­ların bir hastalık tablosu içindeki görünümlerinden bahsedelim. Bu bölümde depresyonların değişik şekilleri teferruatlı olarak anlatılacaktır. Psikotik Depresyon Kronik

Saf bir sıkıntı nörozunda aşağıya çıkarılmış olan belirtiler bulunmalıdır.

a- Motor gerginlik hali. Gerginlik, adale ağrıları, adalelerde kasılmalar, gev şeyememek, yorgunluk, göz kapaklarında oynama ve seyirmeler, huzursuzluk, kolayca uyarılabilme, gergin bir yüz ve ifade, hızlı ve sesli bir solunum.
b- Anlamsız beklentiler. Her an kötü bir şey olacağı hissi ve beklentisi, en­dişe, tedirginlik, sıkıntı, ağızda anlaşılmaz mırıldanmalar, bayılma ve ölme kor­kusu, her an kötü bir şey olacağı korkusu, aile bireylerinden herhangi birine gelecek bir kötülük veya zarar endişesi.
3- Bitkisel sinir sistemi bulguları. Terleme, kalpte hızlanma ve vuruntu, so­ğuk ve ıslak eller, ağız kuruluğu, baş dönmesi, boğaz kuruluğu, ses kısılması, sık sık idrara çıkma hali, midede yanma, acılık ve karışılık hissi, sıcak basma­sı, solukluk, nabız sayısının yükselmesi.
4- Bir çeşit uyanıklık ve alarm hali. Dikkatin aşırı artması ve beden görevle­ri üzerinde yoğunlaşması. Buna rağmen hastanın görüş ve kavrama keskinliği­nin kaybolması, uykuya geçişte ve uyumada güçlük, yorgunluk.
Bu hastalık da tıpkı panik halinde olduğu gibi fizik hastalıklar, özellikle kah­veye aşırı düşkünlük ve organik zihin hastalıklarının seyrinde ortaya çıkan be­lirtilerle karıştırılabilir. Ancak bugün için hastalığın hazırlayıcı sebepleri iyi bilinmemektedir.

Depresyon Nedir Belirtileri Nedenleri

Depresyon Nedir, Depresyon Belirtileri

İnsanlar hayatları boyunca çok değişik duygusallık devrelerinden geçerler.
Bu duygusallık devreleri kişiye canlılık, neşe, hareket ve coşku getirdiği gibi sıkıntı, durgunluk, isteksizlik, karamsarlık duyumlarını da getirebilir. Bazen bu uyumlar bizim günlük hayatımızı ve içgüdülerimizi de etkileyecek ölçüde olur ve biz düşünce ve davranışlarımızla olduğu kadar heyecanlarımızla da gerek kendimizi ve gerek çevremizi değişik ve hastalıklı bir gözle görmeye başlarız.

Mizaç, duygularımızın bazen sevinç ve mutluluk bazen de elem ve mutsuz­luk şeklinde belirlenmesidir. Çoğu kere de bu duyumlar hepsi birarada bulu­nurlar ve biz aynı anda sevinç ve mutluluğu, elem ve mutsuzluğu hissederiz. Mizaçta sadece bu duyumları hissetmekle kalmaz aynı zamanda bu duyumla­rımız yönünde bir tavır ve yönelme de gösteririz. Duyumlarımızın yönettiği gi­bi davranır ve heyecanlarımız doğrultusunda gideriz. Böylece hepimizde "duygu durum dalgalanması" adını verdiğimiz ve gün boyu değişen heyecan hal­leri ortaya çıkar. Normal kişilerde bu heyecan dalgalanmaları farkedilemeyecek kadar belirsiz ve yüzeysel olmasına rağmen hastalık halinde kişinin kendi­sini olduğu kadar çevresini de etkileyecek ölçülere varır.

Depresyon, bütün bu duygu - durum dalgalanmalarının "zihni görevleri, be­den hareketliliğini, içgüdüleri, biyolojik beden görevlerini, kişisel sorumlulu­ğu, sosyal ilişkileri kısmen veya tamamen bozacak veya yavaşlatacak nitelikte bir hal veya hastalıktır."

Depresyonun belirtileri, Depresyon Belirtiler Nelerdir

Depresyon terimi, daha önceki hekimler tarafından "melankoli" olarak kullanılıyordu. Bu terim, günümüzde de bazı depresyon çe­şitleri için kullanılmaktadır. Hipfocrates M.0.4. yüzyılda bu hastalığı tanımla­mış ve aynı hastalarda görülen aşırılık ve durgunluk devrelerinin birbirini takip ettiğine işaret etmiştir.
18. yüzyılda Pinel adlı bir Fransız hekim depresyonu; düşüncede gerginlik, karamsarlık, şüphecilik ve birinin kendisini yalnız hissetmesi olarak tarif et­miştir.
.
E. Bleular depresyon için "insanın her türlü yaşantıyı kendisine ıstırap verici olarak hissettiği ve sıkıntının beraberliğinde kişinin hiçbir şeyden zevk alama­ması, hayatı boş ve anlamsız bulması, hayatı gerçek dışı ve bir şey gibi kabul etmesi şeklinde kendisini gösteren bir hastalık olarak tanımlamıştı.
Kurt Schneider ve Kretschmer isimli hekimler ise bu hastalığı "yaşama gü­cündeki bir çöküntü, ruhsal alanda bir gerileme ve bütün bedende bir hareket yavaşlaması" olarak düşünmüşlerdir.

Nacht ve Racamier adlı araştırıcılar ise depresyonu "kişinin suçluluk duy­guları hissettiği, fiziki ıstırap çektiği bir ruhsal durumdur" şeklinde tarif etmiş­lerdir. Böyle bir durumda kişinin sosyal değerlerinde, zekâ işlevlerinde, duy­gularında ve heyecanlarında, içgüdülerinde, psikomotor adını verdiğimiz ruhi ve bedelli görevlerinde, yaşama felsefesinde bir durgunluk olmakta ve yaşa­ma hazzı ve hırsı ortadan kalkmaktadır.
Rasim Adasal hocamız depresyonu "Affektif tonüsün - duygusal enerjinin özellikle elem yönünden artması" olarak tarif etmiştir. Keder ve küskünlüğün artması sonucu kişinin hareketlilik vasfının bozulduğuna inanırdı.
Gringer ve arkadaşları depresyonu bir taraftan kişilik yapıları ve diğer ta­raftan ortaya koydukları belirtiler
arasındaki ilişkiler açısından gruplara ayıra­rak tanımlamak istemişlerdir. Bunlar:

1— Kompulsif adını verdiğimiz, kişiyi amaçsız ve istemsiz davranışlara iten bir kişilik yapısında hastalık ve yaşlanma ile ortaya çıkan, ümitsizlik, kendine güven duygusunun azalması, şiddetli kendini suçlama belirtileri veren kişile­rin oluşturduğu grup.
2— Gelişmiş, olgunlaşmış ve sorumluluk hissi çoğalmış kişilerde görülen ve çevre ile olan dış dengenin bozulması sonucu ortaya çıkmış hastalık hali.
3_ Kişinin dikkatinin kendi beden organları üzerinde yoğunlaşması ve sü­rekli kendini kontrol etmesi şeklinde görülen hipokondriak şekil.
4— Bir taraftan "narsistik" olarak adlandırılan ve kişinin sadece kendisini sevmesi ve beğenmesi ve çevresine otoriter davranması şeklinde görülen tür­den bir depresyon, diğer taraftan da "agresif" adını verdiğimiz ve kişinin daha çok kendisine yönelik saldırgan duyumlarla yüklü olduğu şekil.

Depresyon belirtileri bazen sayılamayacak kadar çok ve karmaşık bir görü­nüm ortaya koyabilir. Klerman adlı araştırıcı, depresyon belirtilerini bir liste ha­linde vermiştir. Bunlar:

1— Depresif ruh hali olarak tanımlanan ve keder, değersizlik duyguları, ka­ramsarlık halidir. Bu belirtiler depresyonlu hastaların yüzde 90'ında görülür. An­cak bir kısım hastalarda bu değişiklikler çok yüzeyseldir ve dikkati çekmez. Bu durumda depresyonun kendini gizlediği ifade edilir ve "Maskeli Depresyon veya Gülen Depresyon" adı verilir.
2— Zevk alamama, haz duyumunun çok azalması veya kaybı, iştah azalma­sı, kilo kaybı, cinsel hazzın ve isteğin ileri derecede azalması, empotans cin­sel iktidarsızlık, her çeşit heves ve hobinin kaybolması, sosyal olaylara,aile bireylerine ve eşyalara karşı ilginin ve sevginin azalması ve sönmesi.
3— Özellikle uykunun azalması ve uyku düzeninin bozulması, sabaha kar­şı çok erken saatlerde uyanmalar, gündüz saatlerinde uyuklama.
4— Enerji kaybı, enerji yokluğu, sabahtan başlayan yorgunluk ve bitkinlik halleri.
5— Sinirlerin gergin olması, huzursuzluk, sürekli bir tedirginlik, her an kö­tü bir şey olacakmış hissi.
6— Sıkıntının eşdeğerleri veya ekivalentleri olarak adlandırılan hareketler; tırnak yeme, ellerin devamlı bir şeyle meşgul olması, sık sık sigara içme, elbi­se kenarları ile oynama, oturduğu yerde sürekli kıpırdanma ve yer değiştirme, gece yatakta sürekli kıpırdanma.
7— Konuşmada, düşüncede ve harekette ileri derecede yavaşlama ve ba­zen durma, "Stiipör" adı verilen bir depresyon şeklinde hastalar günlerce hiç hareket etmeden, hiçbir şey yemeden ve içmeden, konuşmadan kalırlar ve ya­pılan bütün zorlamalara direnirler,
8— Cinsel aktivitede azalma ve isteksizlik, erkeklerde iktidarsızlık ve ka­dında cinsel soğukluk ve ilgisizlik.
9— Alışılmış ilişkilerin gevşemesi, çalışmaya karşı isteksizlik ve tembel­lik.
10— Değersizlik fikirleri, otoaküzasyon dediğimiz kendi kendini suçlama hali, ayıp, suç ve günahkarlık fikirlerinin hastayı sürekli rahatsız etmesi. İnsan­ların içine çıkamayacak ve yüzlerine bakamayacak kadar kendisini hakir ve aşa­ğıda görmek.
11— Konsantrasyon zorluğu denilen şekilde düşüncenin bir noktaya top­lanamaması, dikkatin dağılması, düşüncede konu fakirliği ve yeni düşüncele­rin üretilmesindeki zorluk,daha. çok dini konularla, cennet ve cehennem fikir­leri ile dolu olma, ilahi güç tarafından cezalandırılacağı fikri.
12— Kendini, beceriksiz, başarısız, sevimsiz, çirkin ve sevimsiz görme. Hiç kimse tarafından sevilmediğine inanma, hiç kimseye bir haz veremediği ve çev­renin yaşantısına bir katkıda bulunamadığı inancı.
13— Çaresizlik fikirleri, hiç kimsenin onun derdine bir çare bulamadığı, has­talığının onmaz ve tedavi edilmez olduğu saplantısı. Özellikle depresyonlular-da görülen bu umutsuzluk hezeyanları onların ilk fırsatta bundan kurtulmak; için hayatlarına son vermeleri gerektiği düşüncesini doğurur.
14— Sürekli olarak ölümü düşünme, kendisinin artık bu dünyanın insanı-olmadığına inanma, sürekli intihar fikirleri ile sarılmış olma. Özellikle uykusuz geçmiş gecelerin sabahında bu fikirlerin çok yoğunluk kazandığı ve hastanın hayatına bir son verme teşebbüsünün bulunduğu dikkati çeker. Depresyonun iyileşmeye yüz tuttuğu ve kendisini biraz güçlü hissettiği devreler, intihar ba­kımından en çok tehlikenin bulunduğu devrelerdir. Depresyonluların nöbetin bitiminden 5-6 ay sonra intihara teşebbüs etmeleri sıklıkla görülür.
15— Sıkıntı, depresyonlu hastanın en önde gelen şikâyeti ve belirtisidir. Sıkıntı kolay tarif edilmeyen nahoş ve istenmeyen bir duyumdur. Sıkıntılı kişi kaygılı ve tedirgindir. Sürekli bir gerilim ve tehdit altında olduğu duyumu alı­nır. Bu kaygı ve tedirginliğin "otonom sistem" adını verdiğimiz bitkisel sinir sistemi üzerindeki olumsuz etkileri gerek sempatik ve parasempatik sistem­lerde ve gerek Kalp, damar sisteminde ve mide,bağırsak kanalında görev akşamalarına ve şikâyetlere yol açar. Çarpıntı, bulantı, terleme, adale kasılmala­rı ve çekilmeleri, baş ağrısı, ağız kuruluğu, görmede bulanıklık, sık sık idrara çıkma isteği, kabızlık en sık raslanan belirtileri oluşturur.

Beck adlı araştırıcı depresyon belirtilerini biraz daha değişik bir görüşle aşa­ğıdaki gibi sıralamıştır:

1— Emosyonel heyecan belirtileri:

a_ Kederli bir ruh hali, kişinin sürekli olarak kendisini kederli, suskun ve elem içinde imiş gibi hissetmesi.
b— Kendine yönelik olufrısuz ve eleştirici duyumlar.
c— Özellikle kendisinden, içinde bulunduğu durumdan, zamandan ve me­kândan hoşnut olamama hali.
d— Bütün duygusal bağların zayıflamış olması, sevginin,nefretin hissedi-lememesi.
e— Sık sık ağlama krizlerinin gelmesi, kişinin hayatında şaka ve esprinin kaybolması. Her şeyin sadece şekilden ibaret kalması duyumu.

2— Bir kimsede bir depresyonun başlamakta olduğunu imâ eder ve düşün­dürür türden belirtilerin başlaması:

a— Kişinin kendisine olan saygısının azalması, kendisini hor görmesi, gi­derek artan değersizlik fikirlerinin oluşması.
b— Umutsuzluk, karamsarlık hezeyanları.
c— Özeleştirinin artması, suçlama, itham etme ve yersiz bir şekilde sorumlu tutma.
d— Kararsızlık, ne yapması gerektiğini kestirmede zorluk, uyuşukluk. Kişi­nin kendisini yönlendiren itici bir gücün olmaması, motivasyon yetersizliği, iç ruhsal uyarının azalması, çevre uyarılarının hasta tarafından fark edilmemesi.
e— Beden imajı bozukluğu. Beden imajı, kişinin kendisini mekânda nasıl algıladığını belirten bir kavramdır. Normalde kişi kendisini mekânda işgal etti­ği yer kadar algılar. Depresyon hallerinde bu imaj bozulur ve hasta kişi, kendi­sini boşlukta olduğundan daha küçük bir yer işgal ediyormuş gibi algılar. Bu­nun sonucu da küçüklük ve yetersizlik fikirleri oluşur. Kendine güven hissi azalır. Beden imajının bozulması ile beraber kişi vücudundaki organlarının da olması gereken hacimde ve büyüklükte olmadığına inanır ve bunun sonucunda özel­likle cinsel organların erkeklerde yeterli büyüklükte olmadığı ve görev yapa­mayacağı varsayımı ortaya çıkar.

3— Motivasyon - uyarı eksikliği belirtileri:

a— iradenin azalması ve çökmesi. Kişinin dayanma, direnme, sebat gücü­nün olumsuz etkilenmesi sonucu bir işe başlama, başlanmış olan bir işin biti­rilmesi, ufak tefek zorluk ve engellemelere karşı tedbirlerin alınması bozulur. Ürkeklik ve çekingenlik ortaya çıkar.
b— Her şeyden kaçınma ve tedirginlik başlar. Düşünce, duygu ve sosyal ilişkilerde şiddetli bir gerileme görülür. Bu gerilemenin başlaması kişinin ya­şama gücünü kırar ve onu her geçen gün intihara biraz daha yaklaştırır.
c— Depresyonun şiddetlenmesi ile beraber intihar arzusu da güçlenir ve hasta kişi giderek daha sıklıkla intiharı düşünür ve dana ciddi intihar teşeb­büslerinde bulunur.
d— Bağımlılık fikirleri. Depresyonlu kişiler artan bir şekilde etraflarına ba­ğımlı olurlar. Hiçbir işi kendiliklerinden başlatmaz ve bitirmezler. En ufak bir ihtiyaçları için bile çevrelerinden yardım isterler ve ilgi beklerler.

4— Bitkisel sinir sistemi belirtileri:

a— iştah kaybı, kilo kaybı, uyku bozukluğu, hazım sistemi bozuklukları, kan basıncı, kan şekeri değişiklikleri, yorgunluk, adale gücünün azalması gibi be­lirtiler hastayı çok rahatsız eder ve onun zaten azalmış olan yaşama isteğini daha da bozar.

Stres Onleme Tedavisi Anti Stres

Strese Karşı Alınacak Tedbirler, Stres Tedavisi, Stres Önleme

Stresten Kurtulmanın Yolları, Stresi Yenmek,Stres ve Başa Çıkma Yolları
Kişi, hayatı boyunca karşılaşacağı "günlük stresler, gelişim stresleri ve ha­yat krizlerine bağlı olarak ortaya çıkan stresler" karşısında birtakım tedbirler alabilir ve bu streslerin olumsuz tesirlerini ortadan kaldırabilir veya en azın­dan bu olumsuz değişiklikleri en alt bir düzeye indirebilir. Bu tedbirlerin bir kısmı, bireyin kendi başına halledebileceği ve üstesinden gelebileceği türden olmasına rağmen, bir kısmı, toplum düzeyinde ve idari planda yapılabilecek olanlardır.

1— Bireysel olarak yapılabilecek olanlar: Strese Karşı

a— Kişisel uyum. Stres sonuçlarının giderilmesinde ve azaltılmasında ki­şinin kendisi ve çevresi ile yapacağı uyum son derecede önem taşır. Kişisel uyumun yeterli yapılabilmesi için ferdin yeterli bir zekâ kapasitesinde olması, bu zekânın uygun ve pozitif bilgilerle donatılmış bulunması, çevrenin iyi bir uyu­ma elverişli bulunması gerekir. Bu belirlemelerden anlaşıldığı gibi iyi bir kişisel uyumun çocuğun dünyaya geldiği ilk yaşlardan başlaması ve gelişim süreçle­ri içinde uygun atılımların yapılması lazımdır. Çocuk her yaş kademesinde çev­resine duygu ve düşüncelerini açıkça anlatabilmeli ve bunun için de kendisi­ne söz hakkı, savunma hakkı ve kendi davranış biçimini seçme hakkı verilmeli­dir. Kişi, çevresi ile belirli bir "davranış kalıbı" geliştirmeli ve bu kalıp çocu­ğun "karakteri" olarak benimsenmelidir. Stres Atmak İçin, Stresten Korunma

b— Başa çıkma girişimleri ve süreçleri. Gelişim devreleri sırasında çocu­ğun veya gencin ideallerine uygun başarı göstermesi halinde bir stresin oluş­ması mümkün değildir. Tersinin olması halinde çocukta veya gençte başarı­sızlık, değersizlik ve umutsuzluk fikirleri oluşur ve stres faktörleri ya bir orga­nik hastalığı veya bir depresyonu başlatır. Çocuğun veya gencin akla yakın ge­lecek veya uygulanması bir yük getirmeyecek girişimlerinin aile ve çevre tara­fından desteklenmesi ve tasvip görmesi stres faktörünü azaltır. Ancak bu dev­rede görülen başa çıkma süreçlerinin hayalî, gerçek dışı ve kabul edilemez türden olması halinde ailenin bir hekime müracaatı yerinde olur ve bu hal artık bir hastalığın başlamış olduğunun belirtisi kabul edilir.

c— Pozitif düşünme biçimi. Pozitif düşünme biçimi çocuğun "soyut' dü­şüncesinin gelişmesi ile kabil olur. Soyut düşünce ile beraber gelecek zaman, istikbal kavramları da oluşur. Pozitif düşünme, çocuğu stresten kurtaran ve olumlu çözümler bulmaya sevkeden bir olgu olmasına rağmen erken başlama­sı halinde "sorumluluk" hissini de başlatması sebebiyle kendisi de bir stres faktörü olabilir.

Çocuk, pozitif düşünceyi genellikle okulda öğrenir. Pozitif bilimler, dene­me ve ölçmenin anlamını anlatmak suretiyle çocukta "soyut" düşünceyi ge­liştirirler. Zekâ geriliği, sinir sistemi hastalıkları, sara hastalığı gibi sebepler­le bu soyut düşüncenin gelişememesi çocuğun en ufak bir problem veya zor­lanma karşısında bir stres cevabı vermesine neden olur. (Stresten Kurtulmak)

d— Güvenli bir tavrın benimsenmesi. İnsanlar arası ilişkilerin kaidelere bağ­lanmış olması, toplum içinde yaşayan her bireyden belirli görevlerin beklen­mesi ve bunun yerine getirilmesi halinde "kişi, toplum içinde bir saygınlık ve güven kazanır." Bu saygınlık ve güvenin kişide duyulmaması halinde stres fak­törü oluşur. Bu sebeple ailenin ve çevrenin kişiye güvendiğini belli edecek şe­kilde davranması, itimat etmesi ve bunu belli edecek şekilde bireye duyurma­sı gerekir. Aksi halde kişide stres reaksiyonu başlar. Kendine olan güveni sar­sılır. Girişkenliği ve üreticiliği azalır. Toplum içinde sinme, utanma ve çekin­genlik ortaya çıkar.

d— Zaman ayarlanması. Zamanın iyi kullanılması, kişinin hayatındaki kısa ve uzun dönemde yapacağı işleri programlaması ve bunlar için bir sıra tertip etmesi, her biri için yeterli zamanı ayarlaması şeklinde olur. Zaman ayarlama­sı kişinin kendi öz yeteneği ile kazanılmış bir özellik olmasının yanı sıra çevre­den gördüğü ve kazandığı bir beceridir. Dağınık ve zaman ayarlaması yapamayan ana-babanın yanında büyüyen bir çocuk, çoğunlukla kendisi de zamanını iyi kullanamaz.
Zaman ayarlama ve başa çıkma süreçleri genelde beraber işleyen ve bireyi başarıya götüren olumlu fonksiyonlardır. Çocuk bu programlanmış işlerle iyi bir okul hayatı, iyi bir arkadaşlık ilişkisi, başarılı bir spor çalışması yapabilir veya cinsel dürtüleri için yeterli zaman ve gayreti bulabilir.

2— Gelişimsel streslerle başa çıkmada görevlerin bireyden çok topluma düşen bir yük ve görev olduğu belirtilmiştir.

Özellikle nüfusunun yarıya yakını­nı gençlerin oluşturduğu bizim toplumumuzda gençlerimizi "stres canavarı­ndan korumak için çok önemli ve geniş kapsamlı tedbirlerin alınmasına gerek duyulmaktadır. Gelişim süreci içinde bulunan gençlerin en önemli problemle­ri ürettikleri sınırsız enerjinin olumlu yollarla ve olumlu alanlarda kullanılabil­mesi olacaktır.


Bu bakımdan bu kitle enerjisini olumlu bir yoldan boşaltmanın en iyi yolu gençlerin kitle sporuna yönlendirilmeleri ve bunun için yeterli ve gerekli tesis ve malzemenin gençlere uygun bir şekilde ulaştırılması olmalıdır.

Gençleri pozitif düşünceye alıştırmak için çok sayıda kütüphane kolay ula­şılabilir bir şekilde hizmete açılmalıdır. Eğitimde erken kazanç getiren, mesle­ki bilgi kazandıran, modası geçmiş bilgilerden arındırılmış ve pratik fayda sağ­layan modern bir eğitim sistemine geçilmelidir, imtihan ederek dışlamayı de­ğil, imtihan ederek beceri ve eğilim belirleyen bir anlayışla hareket etmelidir. Öğrenim araçlarından ve öğrenim yapan gençlerden kazanç ve kâr sağlamak düşünülmemeli ve bu malzeme her ekonomik seviyedeki gencin ulaşabilece­ği bir düzeyde tutulmalıdır. Alt kültür ileticileri olarak kabul edilen radyo, tele­vizyon gibi araçlardan kitle kültürünü oluşturacak şekilde istifade imkânları aran­malı ve bu yollarla gençlik kesimi ile sürekli bir iletişim içinde bulunulmalıdır.

Gençlik için sürekli eğitici, eğlendirici ve öğretici programlar hizmet vermeli­dir. Gençlerin sigara, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarına yakalanma­maları için devamlı uyarıcı ve aydınlatıcı bilgiler bu yayın araçlarınca tekrar­lanmalıdır.

Kişisel düzeyde stresle başa çıkma usulleri

Fizik ve biyolojik streslerle başa çıkma, genel bir sağlık problemi olup kişi­nin kendi başına üstesinden geleceği bir şey değildir. Bir sağlık tedbiri olarak kişinin kendi yaşı, cinsiyeti, işi, yaşadığı ekolojik çevre ile ilgili olarak ortaya çıkabilecek stres faktörlerini tanıması, kendi bedenine uygun bir yaşamı seç­mesi ve sık sık fizyolojik görevlerini bir sağlık kuruluşunda kontrol ettirmesi stres riskini azaltıcı bir rol oynar.
Gelişimsel ve psikososyal streslerin azaltılmasında veya tesirlerinin hafif­letilmesinde üç temel prensip olduğu bildirilmiştir:

1— Zihinsel düzeyde strese karşı yapılan savunmalar. Bunlar; kişinin ger­çekçi beklentiler içinde olması, ulaşamayacağı hedeflerin seçilmemesi, hayal­cilikten uzaklaşma, kişiler arası ilişkilerin heyecanlardan çok akılcı yaklaşım­lara dayanması, hiçbir zaman sürekli bir başarının olamayacağı, zaman zaman başarısızlığın da normal kabul edilmesi gerektiği, iyi bir inanç sisteminin ge­liştirilmesi, iyi ve kötünün, az veya çokun, güzel ve çirkinin bir arada bulunabi­leceğinin bilincine varılması ve benzeri zihinsel düşünce teknikleridir. Zaman-la,'yaşlanmayla ve tecrübeyle kazanılan verilerdir.

2— Davranış düzeyinde stresi azaltmak. Kişinin kendisine çeşitli uğraşlar, hobiler, eğlenceler bulması, zorlanma ve stres karşısında önceden belirli bir tavır ortaya koyması, stres karşısında bir mizaç değişikliği göstermemeyi öğ­renmesi gibi kendisini geliştirme çabaları sayılabilir.

3— Günlük yaşam stresleri. Çoğu kere bizim dışımızda ve bütün toplum düzeyini ilgilendiren tedbirlerle en alt düzeye indirilebilir. Karşılıklı saygı, hak eşitliğine hürmet, çevreyi rahatsız etmekten çekinme, günlük konuşma dilinin ince ve zarif olması, evin içinde ve dışında tebessüm etmeyi öğrenmemiz, günlük yaşam streslerini önemli ölçüde azaltabilir. Fizik üstünlüklerimizi, mal varlığı­mızı, toplumdaki konumumuzu beraber yaşadığımız insanlarla bir yarışma içi­ne sokmadığımız, bir övünme ve üstünlük taslamadığımız zaman stresin bizle­ri fazla rahatsız etmediğini öğrenmiş oluruz.

Aile İci Stres Nedenleri Sinir Akut Mide

Ailede stres faktörünün oluşması, Aşırı Stres Stres, Bozukluğu

Modern aile tipine geçişte özellikle kadına ait rollerin değişmesi ve kadın - erkek arasındaki güç dengesinin kadının lehine çevrilmesi olarak da görüle­bilir. Erkeğin aile içindeki otoritesinin zayıflaması ve erkek üreticiliği yanı sıra kadın üreticiliğinin de başlaması, özellikle babaya duyulan hayranlığı ve üs­tünlük duygusunu azaltmış ve alışılmış olan otorite kavramı değişmiştir. Baba otoritesinin ailede azalması ile beraber ana ve evlatlardan oluşan yeni "alt -otoriteler" meydana çıkmış ve kişisel davranış serbestisi ve kişisel sorumlu­luk duyumlarının da gelişmesi ile beraber "sıkıntı" ailenin içine girmiştir. Sı­kıntı ise, belli başlı bir stres faktörüdür.

Evlilik nasıl bir "biyolojik kader" ise "çocuk" da bu biyolojik kaderin biyo­lojik bir "zaruretidir". Bu sebeple çocuk, aile için önce bir mutluluk.bunun ya­nı sıra bir stres faktörüdür. Çocuk, eşlerin geleceğe yönelik kaygı ve endişeli-rini artırır, ebeveynde sürekli bir "sorumluluk hissi" başlatır. Zamanın çocukla paylaşılması, aileye gelen gelirin çocuk için de bölünmeye uğraması, çocuğun bedeni sağlığında, gelişim süreçlerindeki aksamalar, okutma, iş bulma, evlen­dirme, üçüncü nesil torunlarla ilgilenme mecburiyeti pek çok insan için başlı başına bir stres kaynağıdır. Özellikle müesseseleri iyi kurulmamış ve yeterli olmayan toplumlarda bütün bu işler için aile bireylerinin sürekli bir "yarışma içinde tutulması" bireysel stres reaksiyonlarının yanı sıra "kitle stresi" oluş­turan birer olay olarak karşımıza çıkarlar.

Ailede stres, bizim toplumumuzda önemli bir "iskân stresi" olarak da dik­kati çekmektedir. Kira harcamalarının akıl almaz boyutlara ulaşması ve ailenin sosyal seviyesine uygun bir yaşam alanı kapması için gösterdiği çaba ve feda­kârlıklar ve bunun için çoğu kere beslenme, giyim, eğlence gibi ihtiyaçların­dan bir kısmı, kaçınılmaz stresler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Stres karşısında kişide ortaya çıkan psikolojik ön belirtiler

insanda biyolojik, psikolojik ve sosyal stresler karşısında ortaya çıkan bir­takım psikolojik belirtiler bize bir stresin varlığını belli edebilir. Bu belirtiler, stres İçin kesin bir bilgi vermemesine karşılık birden fazlasının bir arada bulunması halinde stresin varlığından şüphe edilmemelidir, bunlar:

a— Telaş, heyecan hali ve karar verme güçlükleri, verilen bir kararı uygula­mada tereddüt etme,
b— Panik ve korku halleri,
c— Huy, mizaç ve karakter yapısında değişiklikler,
d— Alışılmış davranış biçimlerinin değiştirilmesi,
e— Değersizlik, güçsüzlük, başarısızlık fikirlerinin oluşması,
f— Desteklenilmediği, kendine güvenilmediği inancının yerleşmesi,
g— Zamansız ve gereksiz öfke halleri, kızgınlık halleri, taşkınlık hali,
h— Sürekli hayal kurma, dalgınlık ve düşünce hali,
i— Tembellik veya aşırı bir çalışma hali,
j— Konuşma hızlanması, konuşma yavaşlaması, konuşma tutukluğu veya kopukluğu,
k— Hipokondriler, kişinin sağlığı ile aşırı ve gereksiz ilgilenmesi, I— Uyku ritminin bozulması, uykusuzluk, aşırı uyuma, erken uykudan uyan­ma,
m— Ölüm ve intihar fikirlerinin yoğunlaşması.
Bütün bu değişiklikler kişinin kendisini bir "tehdit" ve "tehlike" durumun­da olduğunu düşünmesi ve hissetmesi halinde olduğunu ve öncelikle ruhsal alanda bir karışıklığın başladığını göstermektedir. Bu ruhi karışıklığın, stresin artan zorlaması karşısında daha da artacağı ve bu defa biyolojik çalışma bo­zukluklarının da eklenmesi ile stres hastalığının bilinen şeklini alacağı kabul edilir.

Stres Nedenleri Belirtileri Azaltma

Ruhsal hayatta ve sosyal ilişkilerimize etki eden stresler nelerdir?

Stres Çeşitleri, Akut Stres, Sıkıntı Stres
insan hayatında etkili psikososyal stresler üç bölümde toplanır:

1— Günlük yaşamımız sırasında karşılaşılan stresler,
2— İnsanın biyolojik ve psikolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan stres faktörleri,
3— Hayatın kriz devreleri veya hastalık halleri sırasında beliren stresler.

1— Günlük yaşam stresleri: Bunlar her gün karşılaştığımız ve bize ters ge­len olaylar, arzu edilmeyen karşılaşmalar,
aksiklikler, ev, işyeri ve sokak sür­tüşmeleri, ihtiyaçlarımızdan doğan aksaklıklar, günlük öfkeler, kavgalar, tartış­malar ve geçimsizliklerdir. Çok yüklü, çok şiddetli ve sürekli olmasalar bile art arda gelişleri, bizi bir stres bombardımanına tutmaları, birikici olmaları sebe­biyle fizik yapımızı, duygusallığımızı ve heyecanlarımızı etkilerler. Kafamızın içini lüzumsuz teferruatla doldurmaları, sinir sistemini sürekli bir uyarı altın­da tutmaları sebebiyle de bir "düşünce otomatizmi"ne sebep olurlar ve konsantrasyon azalmasına, iş veriminin düşmesine, günlük yaşam hazzının azal­masına, cinsel içgüdünün zayıflamasına, gergin ve sinirli bir mizacın ortaya çık­masına neden olurlar. Büyük şehir yaşamında bu "mini-stres"lere ilave olarak , baca ve egzos gazları, şehrin gürültüsü, hava kirliliği, insanların günün her anında saate ve zamana bağlı olmaları mecburiyeti de günlük yaşam stresleri ara­sında sayılırlar.

2— Gelişim stresleri: İnsan gelişiminde ilk çocukluk, çocukluk, ergenlik, erken ve orta gençlik dönemleri, geç gençlik dönemi, yetişkinlik ve yaşlanma dönemleri olduğu bilinmektedir. Bu dönemlerden ilk çocukluk, ergenlik, âdet kesimi ve erkekte andropoz olarak bilinen erkeklik gücünün bittiği dönemler biyolojik olarak stresin en yoğun olduğu dönemlerdir.

Çocuğun ilk birinci yaşı içinde anneyi kaybetmesi, ilk üç yaş içinde anne­den ayrı yaşaması, bu devreler içinde sevgi, şefkat ve korumadan mahrum kal­ması, beslenme yetersizliği gibi sebepler ilk çocukluk yaşının önemli stresleri arasında sayılırlar.


Kız çocuklarının 11-13 yaşları arasında bedenlerinde başlayan yapı değişik­likleri, âdetlerin başlaması veya âdetlerin başlamasındaki aksamalar, erkek ço­cukta 11-14 yaşları arasında ikincil cinsel organlarda ve görevlerindeki hazırlık değişimleri ve seminal boşalımların başlaması da korku, endişe, tedirginlik gi­bi stres cevaplarını oluşturur. 15-18 yaş arası orta gençlik döneminde kişilik geliştirme çabaları ve "separasyon" olarak tanımlanan ana-baba figüründen kopma çabaları, bunun yanı sıra kişilik geliştirme görevlerinde "identite krizi" olarak bilinen kişilik değişiklikleri ve bozuklukları da ciddi stres faktörleri ola­rak karşımıza çıkar. 15-18 yaş grubu gençlerinde soyut düşüncenin gelişmeye başlaması ile beraber çocuğun ilgi alanlarının değişmesi ve yeni bir "benlik" görüşü ve "dünya" görüşünün ortaya çıkması ile beraber bir "kavram karmaşası" kaçınılmaz olur ve bu devrede çocukta veya gençte çok aşırı bir duygusallık artması ile beraber yeni yeni sevgi objeleri arama arzusu belirir. Bu sevgi obje­si arama ya platonik ve büyük aşkların ortaya çıkması veya sapık obje arama­larına sebep olur ve homoseksüel eğilimler ve bunların verdiği şiddetli stres duyumu belirgin hale gelir.

20-25 yaş dönemleri, gencin erkek ise toplumda saygın bir yer ve iş kapma savaşının verildiği, kişinin kendisini çevreye kabul ettirme gayretinin çok yo­ğunlaştığı devrelere raslar. Gencin şanssız ve başarısız olduğu hallerde stres faktörü ya dokusal veya psikolojik gerilimlere veya hastalıklara sebep olacak ölçüde şiddetli olur. Kız çocuklarında ise evliliğe ve anneliğe psikolojik hazır­lanma ve özlem sürecini kapsar. Özellikle evde kalma korkusu genç kızın bü­tün yaşam hazzını, üreticiliğini ve neşesini kaçırır. Bu devrede şanssız dene­melerin ve hayal kırıklıklarının olması genç kızı içinden çıkılmaz psikolojik yı­kımların içine atar.

Bundan sonraki devre bireylerin kendilerini, analık-babalık, işadamı, ev ka­dını, idareci gibi rollerde görmek istediği süreçtir. Kişinin sosyal streslerinin çok yoğun ve kendisinden beklentilerin en üst düzeyde olduğu yaşam yılları­dır. Bu rollerin iyi yapılmaması, kişinin toplum içindeki yerinin, itibarının, mal varlığının kaybedilmesi çok önemli sosyal stresleri oluşturur.

Adet kesimi ve erkeklerde andropoz olayı, biyolojik stres kaynakları arasında çok önemli bir yer alır. Her iki cinste de bu devrelerde üretkenliklerinin bittiği, artık gerçek bir kadın veya erkek olmadıkları, tabiatın kendilerine verdiği çok önemli bir haz ve görevin artık ellerinden alındığı, biyolojik olarak eksik olduk­ları fikirleri kişiyi şiddetli bir stres altına sokar. Bu devrede kadınlarda kilo kaybı, sıkıntı, durgunluk, depresyon, şüphecilik, mizaç bozuklukları, zıtlık, terslik, ça­lışma isteksizliği görülür. Sıklıkla intihar fikirleri ve değersizlik fikirleri açığa çıkar. Erkeklerde andropoz olayı, kadınlara oranla belirsiz ve silik geçer. Bir kı­sım erkeklerde ise bu biyolojik süreç hiç ortaya çıkmayabilir ve erkek cinsel görevlerini hayatının sonuna kadar sürdürebilir.

Andropoz olayı erkeklerde durgunluk, isteksizlik, ilgi kaybı, depresyon, kişinin kendisini toplumdan ayırması gibi belirtiler gösterir. Bir kısım erkeklerde ise zihinsel durgunluk, kavrama ve anlama zorlukları şeklinde ortaya çıkar. Bu olayı kabullenemeyen ve zihinsel kusurlar gösterenlerinde ise stres faktö­rü asosyal denilen türden sapık, suç niteliğinde, bazen çocuksu davranış bo­zuklukları şeklinde karşımıza çıkar. (Adet dönemi Stres, Stres Hastalığı)

3— Hayat krizleri şeklinde görülen stresler Her kişinin yaşamında farklı olayların yarattığı değişik türde streslerdir. Kişinin hayatı boyunca karşılaştığı hastalıklar, iş kayıpları, itibar kayıpları, mahkûmiyet veya mahcubiyet halleri, sevilen kimselerin, yaşıtların, arkadaşların kaybı, kazalar sonucu ortaya çıkan organ yetersizlikleri ve organ kayıpları, aile içindeki otoritenin kaybı, mal ve para kayıpları, iflas halleri, eşlerden birinin kaybı, evlat kaybı, ailenin parça­lanması, evlatların evden uzaklaşması, olumsuz ve istenmeyen evlilikler, evli­lik dışı yaşam, evlilik dışı evlat sahibi olma, alkol ve uyuşturucu madde alış­kanlıklarının ortaya çıkması gibi olayların her biri başlı başına birer stres fak­törü olarak tesir eder ve kişinin hem biyolojik, hem de psikolojik yapısını etki­lerler.

Evlilik ve stres: Evliliğin bir stres olup olmadığı tartışılabilir. Bir kısım evli­liklerin taraflara mutluluk ve yaşam hazzı vermesine karşılık bir kısım evliliğin de bir stres faktörü olarak tesir ettiği bir gerçektir. Ancak evlilik olayının ken­disinin bir stres olmadığı kesindir. Evlilik insan yaşamında "biyolojik bir sü­reçtir". İnsanlar, evlenmek ve cinsler bir evlilik çatısı altında bir arada yaşa­mak üzere yaratılmışlardır. Evlilik, insanın sonradan keşfettiği bir müessese değildir. Hem biyolojik yapıları hem de psikolojileri buna göre planlanmıştır. Evlilik ne kadar tabii ise belirgin bir organik veya psikolojik sebep olmaksızın evlenmemek de o kadar tabiata aykırıdır.

Ancak, bir evlilikte bireylerin akılcı bir tutum izlemeleri, beklentilerin nor­malin üstünde olması "zıtlık içinde beraber yaşanılabileceğinin bilinmemesi" evliliği her iki taraf için de bir stres haline sokabilir. Evlilikte stres faktörleri:

a— Farklı ekonomik düzeyler,
b— Farklı kültür ve farklı kültür düzeyinde olma,
c— Farklı gelenek ve göreneklere sahip olma,
d— Ayrı dinlerden olma, aynı dinin farklı mezheplerinden olma,
e— Ayrı milletten olma,
f— Ayrı dilin kullanılması,
g— Ayrı beslenme modeline sahip olma, ayrı ve değişik bir mutfak düzeni,
h— Eğitim biçimi farklılığı,
i— Siyasi görüş farklılığı,
j— Beğeni farkları, moda anlayışında değişiklik, giyim zevki farkı,
k— Cinsel dürtü ve uyarı değişikliği,
I— Ayrı zekâ düzeylerinde olma,
m— Tahsil seviyesi farkları,
n— Şehir, kasaba ve farklı yörelerden gelmiş olma,
o— Görgü farkı, terbiye farkı,
ö— Taraflardan birinde veya ikisinde mevcut ruhi hastalıklar, fiziki hasta­lıklar,
p— Kötü huy ve alışkanlıklar. Taraflardan birinin sigara ve alkol alışkanlı­ğı, uyuşturucu alışkanlığı, kumar alışkanlığı, homoseksüel eğilimler, homosek­süel veya sapık cinsel yaklaşım istek ve eğilimleri,cinsellikte süre uyuşmazlığı.
r— İsraf, savurganlık, tamahkârlık halleri,
s— Taraflardan birinin içe kapanık, diğerinin dışa dönük bir kişilik yapısın­da olması,
ş— Uyku ritmi değişiklikleri,
t— Taraflardan birinin pis, pasaklı, kirli veya tembel olması,
u— Konuşma farkları, küfürlü konuşma, açık saçık konuşma, patavatsız ko­nuşma,
ü— ilgisizlik, horlama, beğenmeme, aşağılama, eziyet etme, dövme, v— Aldatma, başkaları ile ilgilenme, evden kaçma, boş zamanlarını evin dı­şında geçirme,
y— Tarafların ana-baba ve yakınlarına karşı horlayıcı, saygısız davranışları, z— Eşlerin kendilerini daha iyi bir eşe layık oldukları inancını taşıması. Görüldüğü gibi evliliği bir stres haline sokan çok sayıda faktörü sıralamak mümkündür. Bizim burada saymayı unuttuğumuz pek çok sebebin daha evlili­ği çekilmez hale getirdiği ve eşler üzerinde bir stres olarak tesir ettikleri bilin­mektedir. Bütün bu sayılanların gerçek birer stres olarak kabul edilebilmesi için kişinin biyolojik veya psikolojik görevlerini aksatması şartı aranmalıdır. Bu­nun dışında yukarıda sayılan farklılıklar veya davranış bozuklukları diğer taraf için bir "suçlama - ayıplama - horlama ve cezalandırma" şeklinde kullanılma­dıkça bir stres olarak kişi tarafından algılanmadıkları anlaşılmaktadır. "Hata ettin, ayıp ettin, kötü yaptın, kasıtlı yaptın, isteyerek yaptın" gibi önyargıların stresi oluşturmada asıl mekanizmayı teşkil ettiği ve kişinin suç ve kusurunun yüzüne vurulması halinde psiko-biyolojik bir değişikliğin başladığı anlaşılmış­tır.

Stres Hastaliklari Faktorleri Stres Nedenleri

Stresin kaynakları nelerdir, Stres Nedenleri, Stres Faktörleri

Çok sayıda stres kaynağı bilinmektedir. Bun­lar:

a— Fizik stresler: Soğuk, sıcak, elektrik, sarsı ve darbeler,
b— Kimyasal stres vericiler: Madenlerin bir kısmı, gazlar, egzos ve baca gazları, sanayide kullanılan kimyevi maddeler,
c— Kişinin sosyal çevresinden gelen stresler,
d— Kişinin iş çevresinden gelen stresler,
f— Kişinin aile çevresinden gelen stresler,
g— Kişinin alışkanlıklarından gelen stresler. Alkol, sigara, diğer madde alış­kanlıkları,
h— Kişinin kendi bünyesindeki bozukluklardan gelen stresler. Bedenin bü­tün hastalıkları,
g— Kişinin kendi iç dünyasından ve psikolojisinden gelen stresler.

Örnekte görüldüğü gibi insan canlısı sürekli bir stres bombardımanı altın­da bulunmaktadır. Kişiler, bu yoğun streslere bütün bir hayat boyu cevap ver­mek ve uyum sağlamak zorunda kalırlar. Özellikle insan hayatının dönüm dev­releri olarak bilinen ilk çocukluk, ergenlik, ilk, orta ve geç gençlik dönemleri, evlenme ve yetişkinlik dönemi, orta yaş, kadınlarda âdet kesimi dönemi ve yaş­lanma süreci bu çok sayıda stresin etkisinin en yoğun olduğu devrelere rastlar.
Stres, insan bedeninde nerelere tesir eder: Stresler, yapısal özelliklerine göre vücudumuzun değişik organlarını veya psikolojik yapımızı seçerler veya beynimizde zihinsel değişikliklere sebep olurlar. Bu ayırıma göre:

a— Fizyolojik değişiklikler ortaya çıkarırlar, bunlar:

— Kalp damar sisteminde; tansiyon yükselmesi, çarpıntı, çalışma düzen sizliği,
— Adale sisteminde; gerginlik, adale kasılması, kramplar ve ağrılar, yorgun luk halleri,
— Mide bağırsak sisteminde; bulantı, kusma, hazımsızlık, gaz ve ekşime ülser açılması gibi değişiklikler,
— Cildimizde, kaşıntı, yanma, egzama, diğer cilt hastalıkları,
— Bitkisel sinir sisteminde; terleme, teneffüs değişikliği, kan şekeri deği­şikliği.

b— Duygusal hayatımızı etkilerler:

— Sıkıntı, huzursuzluk, çabur uyarılma, gerginlik, karamsarlık, umutsuzluk, ve benzeri şikâyetlere neden olurlar.

c— Zihinsel kusurlara sebebiyet verirler:

— Şuur bulanıklıkları,
— Hafıza kusurları,
— Dikkat ve anlama kusurları,
— Konsantrasyon kusurları gibi...

Yukarıdaki listeden kolayca görülebildiği gibi stres sadece bedeni değişiklikler yapmakla kalmıyor, canlının zihinsel ve psikolojik görevlerinde de önemli değişiklikler ve hastalıklar halleri ortaya çıkarabiliyor. Canlının bir stres karşı­sında kısa sürede ortaya çıkardığı bu bozukluklar, stresin devam etmesi ve art arda çok sayıda stresin insanı etkilemesi halinde geri döndürülemeyen kayıp­lara ve kalıcı hastalık belirtilerine dönüşürler. Bedeni değişiklikler ya dokusal bozukluklar veya organların görev yetersizlikleri şekline çevrilir. Duygusal dal­galanmalar ise, kronik sıkıntı hallerine ve kronik depresyonlara yerlerini bıra­kırlar. Bunların yanı sıra çeşitli huri hastalık halleri ortaya çıkar ve bunlar uzun süreler halinde devam ederler. Zihni sahadaki değişiklikler ise, stresin sürekli olması halinde kalıcı hafıza kusurlarına, düşünce bozukluklarına ve bunamaya sebep olurlar.
Stres sonucu, insanın beden yapısında, zihin yapısında ve psikolojisinde kalıcı değişikliklerin ve hastalık hallerinin ortaya çıkması ile beraber şu dört önemli sonuç karşımıza çıkar:

1— Kişinin üretkenliği azalır, kaybolur. Toplum içinde kendisini bir parazit ve herkese bir yük gibi hisseden kişi hayata küser, kendisini toplumdan uzak­laştırır, durgunlaşır ve içine kapanır.

2— Hayatından zevk alamaz hale gelir. Bu duyum kendisinde hayata karşı değersizlik fikirlerinin oluşmasına, bu dünyanın zahmetini çekmeye değmeye­ceği inancına götürür, intihar fikirleri oluşturur ve intihar girişimleri yapar.*

3— Çevreden uzaklaşır. Aile çevresinden, iş çevresinden, yakın çevreden, toplumdan uzaklaşır. İçine iyice kapanır. Bu devre kronik bir depresyonun oluş­tuğu süredir.

4— Organik yıkım belirtileri ve bunama görülür. Kişi, artık gerek kendisi ve gerek toplum için kaybedilmiştir. Kişinin kendisi ve çevresi ile ilişkileri or­ganik olarak kopmuş ve haber alma imkânı kalmamıştır.(Sinir Stres, Stres İnkontinans)


Yazımızın bundan önceki bölümlerinde canlının bir stres karşısında gös­terdiği biyolojik cevapları gözden geçirdik. Şimdi de bir insanın bir stres karşı­sında vereceği psikolojik cevapları inceleyelim. Bunlar:

a— Stresi olduğu gibi kabullenme, durumuna rıza gösterme,
b— Stres karşısında gerileme, geri çekilme, kabuğuma çekilme, haklarını ve görevlerini terketme, sinme gibi reaksiyonlar gösterme,
c— Direnme, karşı koyma, stresin getirdiği değişikliklerle mücadele etme,
d— Stres karşısında hastalık belirtileri ortaya çıkarma. Korku, yeis, sıkıntı, endişe, şüphecilik gibi değişik heyecan ve duygulanım cevapları verme.
e— Davranış değişiklikleri gösterme. Hareket artması, hareket azalması, kaçak ve anlamsız hareketler yapma,
f— Huy-değişiklikleri gösterme. Alkol, madde alışkanlığı geliştirme,
g— Seksüel sapıklıklar, değişiklikler. Cinsel istek artması, cinsel istek azal­ması, sapık cinsel ilişkilere girişmek,
h— Suç niteliğindeki sosyal girişimler, hırsızlık, saldırganlık halleri, öldür­me içgüdüsünün uyanması.

Buraya kadar verdiğimiz bilgilerde stresin insan organizması için bir tehdit ve tehlike durumu oluşturduğunu, canlının fizik ve ruhi sınırlarını zorladığını, hem biyolojik hem de psikolojik dengenin stres karşısında geçici veya kalıcı olarak bozulduğunu, geçici değişikliklerde görev bozukluklarının, kalıcı deği­şikliklerde ise hastalıkların ve fizik yıkım belirtileri ile depresyon ve bunama­nın meydana geldiğini görmüş bulunuyoruz. Şimdi bu bilgilerimizi biraz daha genişletelim.

Stres Nedir Stres Belirtileri Kronik Stres

Stres Nedir, Stres Yönetimi, Stres Bozukluğu, Stres Belirtileri

Stresin tarihçesini incelediğimiz zaman, bu kavramın fizyoloji ilmi ile ilgili araştırıcılar tarafından getirildiğini görürüz. Bu kavramın ortaya atılmasında Fran­sız Fizyolog Claude Bernard "milieu interieur" iç ortamın dengesinin korun­ması zorunluluğu görüşü ile önayak olmuştur.

Canon, bu iç ortam dengesinin korunması kavramını daha da geliştirmiş ve "homoeostasis" organizmanın biyolojik bir denge durumunda olduğundan söz etmiştir.

Frank Hartman, "general tissue hormone" deyimi ile "cortical hormone" ların bütün dokuların ve hücrelerinin işlerliğinde gerekli bir madde olduğu te­zini ileri sürtnüştür.

Bir süre sonra Fransız Cerrahı Rene Leriche "maladie post operatoire" adını verdiği bir hastalıktan bahsetmiş ve hayati bakımdan önemli bütün cerrahi gi­rişimlerin benzer bir hastalık tablosu husule getirdiğini iddia etmiştir.

Birçok araştırıcı, organizmanın insan bedeninin çeşitli bioşimik maddele­rin tesiri altında bırakılmasıyla fonksiyonel veya yapısal değişiklikler gösterdi­ğine işaret etmişlerdir. Organizmada değişiklik yapabilecek güçte olan bu mad­delerin alkol, ilaçlar, enfeksiyonlar, sinir sistemimi uyaran ses, ışık, ısı gibi se­bepler, sarsılar, yaralanmalar, yanıklar olduğu anlaşılmıştır.

Buna benzer şekilde çok eskiden beri yapılan gözlemlerde ağrı duyumu­nun, açlığın ve ateş yükselmesinin insanda tedavi edici tesirlerinin olduğu bil­dirilmiştir. Nitekim Wagner-Jauregg adlı bir Avusturyalı hekim, frengiden ol­ma bir akıl hastalığını ateş tedavisi ile iyi etme başarısını göstermiştir.
Japon Patologu M. Masugi "nephrotoxic sera" adını verdiği bir böbrek ekstresi yardımı ile hayvanlarda böbrek hastalıkları ortaya çıkarmayı başarmış­tır.

Amerikalı Harry Goldblattim böbrek atardamarının kısmen bağlanmasının hayvanda hipertansiyona neden olduğunu göstermesi ile devam eden bu de­nemeler zincirinin sonuçları, canlılarda iç ve dış tesirlerle yapısal ve görevsel değişiklikler yapılabileceğini ortaya çıkarmış oldu.

Bunun anlaşılması ile insanlarda meydana gelen birçok değişiklik ve has­talıkların sebebinin çevreden ve kendi iç yapısından gelen tesirlerle olabilece­ği öğrenildi. Ve bu görüş "stres kavramını" doğurdu.

Aradan kısa birzaman geçmesiyle de ACTH adlı maddenin canlıya dışardan verilmesi veya stres sırasında kendiliğinden yükselmesi ile hastalık halinin mey­dana çıktığı tespit edildi. Bu hastalıkların hipertansiyon, damar sertliği, şeker hastalığı, gut hastalığı, miyokardid denilen kalp adalesi hastalığı ve romatiz­manın çeşitli şekillerini oluşturduğu öğrenildi.

Bütün bu gözlemler sonunda organizmanın bir dış veya iç etken karşısında anormal bir uyum mekanizması gösterdiğini belirledi. Bu görüşün bir teori içinde formüle edilmesi sonunda da "Genel Adaptasyon Sendromu" ve "Adaptasyon Hastalıkları" gibi iki ana görüş ayrıldı. Bu bilgiler ışığında stresin:

1— Herhangi bir sistemik stresin "sistemik stresten amaç organizmada bir­den fazla doku ve sistemleri etkileyen uyarıcı sebeplerdir." Genel Adaptasyon Sendromu olarak adlandırılan şekilde geniş doku ve organ sistemlerini etkile­yerek her canlıda benzer belirtilere sebep olduğu,

2— Bu genel etkilenmenin canlı organizmada bir karşı müdafaaya yol açtı­ğı ve canlının bu sistemik uyarana ve onun tesirlerine karşı yeni bir uyum sağ­ladığı,

3— Adaptasyon adı verilen bu yeni uyumun da hastalığa sebep olabilece­ği görüşleri kesinlik kazandı.

Sistemik stresin genel patolojisi (Stres Hakkında, Sinir Stres)

Bir canlının birden fazla dokusuna etki eden bir stres karşısında vereceği cevaplar aşağıda sıralanmıştır:

a— Çeşitli stresler "soğuk, yorgunluk, enfeksiyonlar ve zehirlenmeler" geniş bir organ kitlesini etkilerler. Bunlar: Timolenfatik sistem, mide, bağırsak sis­temi ve böbrek üstü dokularıdır.

b— Stres sonucu böbrek üstü bezinde organizmanın direncini artıracak bir seri değişiklik olur. Bu durumda stres, zararlı değil faydalı bir etken olarak gö­rülür.

c— Organizmanın soğuğa veya protein zehirlenmesine maruz kalması ha­linde kalp damarlarında bozukluk olduğu tansiyon yükselmesinin başladığı ve böbreklerde dokusal bozukluklar olabileceği ortaya çıktı.

d—Genel adaptasyon sendromu, kişinin yeni bir uyaran karşısında çok kı­sa bir zamanda bir uyum sağlamasına yönelik olması yanı sıra, bundan sonra meydana gelecek yeni uyaranlar karşısında hazırlıklı ve bilgili olmasını da sağ­lıyordu. Böylece canlının
beden hücrelerinin ve dokularının da sürekli bir "öğrenme" içinde olduğu görülüyordu.

e— Organizmada meydana gelen her yeni uyum - adaptasyon durumu, ba­zen bir hastalık olarak da görülebiliyordu. Yeni bur uyum halinde organ sis­temleri, şu üç durumdan birisine uyar bir halde görevini sürdürmekteydi:

1— Hiperfonksiyon - organın gereğinden fazla çalışması hali,
2— Hipofonksiyon - organın gereği kadar çalışamaması hali,
3— Disfonksiyon - organın hastalıklı çalışması hali.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı gibi insan organizması, bir stres kar­şısında yeni bir uyum durumuna girmekte, bütün organ ve dokular bu yeni uyum durumunda görevlerinde ve bazen de yapılarında değişiklikler yaparak bu uya­rana karşı organizmayı korumayı amaçlamaktadırlar.

Bu uyaranla alarm haline geçen bütün organlarda sistemik adını verdiği­miz toplu bir cevap meydana çıkmakta ve buna "genel uyum reaksiyonu" adı verilmektedir.
Genel uyum reaksiyonunun faydalı tesirleri yanı sıra çeşitli organlarda yap­tığı görev hızlanmaları, görev yavaşlamaları ve görev farklılaşmaları sebebiyle hastalık halleri de ortaya çıkmaktadır.

Organizmanın bazı organlarında bu görev değişikliği çok fazla olmakta ve o organın uzun bir süre eski normal haline dönmesini engellemektedir. Böyle­ce bir organın, bedenin diğer organlarından daha fazla bir şekilde değişikliğe uğramasına "hedef organ" adı verilmektedir.

Bir defa bir uyaran - stres karşısında kalan bir organizma, artık bu uyaranı tanımakta ve çok sayıda tekrarlanması halinde önceden hazırlıklı olmakta ve kendisinde bu uyarana karşı koruyucu maddeler geliştirmektedir. (Kronik Stres)

Migren İle İlgili Tıp Terimleri

Migren Hakkında Tıp Terimleri ve Açıklamaları

alerjen: Vücudun alerji duyduğu madde. amin: Vücutta bulunan bir tür kimyasal bileşke. Ba­zılarının beyin ve kan dolaşımı çalışmasında önemli etkisi vardır.
antikor: Kanda alerjenleri yok eden madde
antiemetik: Kusmayı engelleyici ilaç ya da madde.
antihistaminler: Bir tür ilaç grubu. Histaminin etki­sini azaltır, aynı zamanda sakinleştirici ve antialer­jik etki yapar.
arteriyol: Orta incelikteki atardamar.
otonom sinir sistemi: Bazı iç organlarımızın işlevle­rini isdiğimiz dışında düzenleyen ve denetleyen si­nir sistemi.
buclizine: Bir antihistamin türü.
kafein: Kahvede bulunan ve uyarıcı etkisi yapan bir madde.
kalibre: Kan damarlarının iç çapı.
servikal sondilosis: Boyun kemikleri arasındaki ek­lemlerde meydana gelen bozulma.
clonidine: Yüksek tansiyonu kontrol altına almak ve kan damarlarının iç çaplarını kontrol eden sinir vu­ruşlarını bloke etmek için kullanılan bir ilaç. Kullanımına ansızın son verildiği taktirde tansiyon çok ça­buk yükselir.
konstriksiyon: Kan damarlarının daralması.
korteks: Beynin dış yüzeyi.
elektroensefalogram (EEG): Beyin işlevleri sırasında görülen çok küçük elektriksel değişimlerin kayde­dilmesi.
enzim: Vücut içinde öteki başka kimyasal tepkime­lerin gerçekleşmesini sağlayan ve vücut tarafından salgılanan kimyasai madde.
ergotamine: Bir tür mantardan elde edilen ilaç. Kan damarlarının iç çapı ve serotonin üzerinde etkilidir.
hemikranial: Başın bir yarısında olan,
hemisfer (yarıküre): Beynin iki yarı parçasından biri. Sağ ya da sol parça.
histamin: Vücut tarafından üretilen bir amin. Öteki etkileriyle birlikte arteriyolleri genişletir. hormonlar: Kana karıştıkları zaman organların ve do­kuların işlevlerini etkileyen kimyasal maddeler.
methysergide: Pizotifene benzeyen güçlü bir ilaç.
metoclorparamide: Mide bulantısını ve kusmayı ön­lemek için kullanılan bir tür ilaç. Mide ve bağırsakla­rı sakinleştirerek, öteki ilaçların da özümlenebilmesinde yardımcı olur.
motor aktivite: Kaslarda oluşan işlev.
oftalmoskop: Gözün arka kısımlarını incelemek için kullanılan bir aygıt.
yumurtalıklar: Kadınlarda, yumurtaları üreten salgı bezleri. Östrojen ve progesteron hormonlarını da sal­gılarlar. Ürettikleri yumurta döllendiğinde bebek ha­line gelir.
paracetamol: Aspirin benzeri bir ağrı kesici. Aşırı mik­tarda kullanıldığında karaciğer zarar görür.
phenobarbitone: Orta etkili bir sakinleştirici.
ipofiz bezi: Beynin alt ucunda bulunan bir salgı be­zi. Salgıladığı hormonlar, öteki işlevlerinin yanı sıra yumurtalık hareketlerini de denetler.
pizotifen: Serotoninin etkilerini bloke eden bir ilaç.
plazma: Kanın sıvı bölümü.platelet: Kanda bulunan ve pıhtılaşmada önemli rol­ler oynayan küçük yuvarlak cisimcikler.

Migren Tedavisi Çocuklarda Migren

Migren Tedavisi, Migren ve Tedavi, Migren Teşhis

Migrene karşı alınabilecek genel önlemlerle ilgi­li olarak yukarıdaki bölümde yeterince durduktan sonra, şimdi de ayrıntılı olarak ilaçla tedavinin üze­rinde durmak istiyoruz.

Not: Aşağıda belirtilen ilaçlardan aspirin, paracetamol, migraleve ve onların muadili olan ağrı kesici­leri piyasada serbestçe temin edebilirsiniz. Öteki ilaç­lar için mutlaka doktor reçetesine gerek vardır. Aşa­ğıda önce ilaçların kimyasal adını, sonra da paran­tez içinde ticari adını bulacaksınız. Ticari adlar, bü­yük harfle başlayanlardır. İlaçların kimyasal adlan ge­nel olarak aynı kalmakla birlikte, ticari adları ülkeden ülkeye değişebilmekte ve zamanla yenileri yapılabil­mektedir

Nöbet sırasında

Migrenin karakteristik özelliklerinden biri, nöbe­tin ilk anlarında midenin işlevini durdurmasıdır. Rönt­gen muayeneleri, mide duvarının normal hareketle­rinin durduğunu göstermiştir. Bu durum, mide bulan­tısı ve besinlerle ilaçların yeterince emilmemesi ve özümlenmemesini de beraberinde getirir Üstelik bu besinlerin ve ilaçların büyük olasılıkla kusulması da söz konusudur. Bütün bu açıklamalar, migrende ağız yoluyla alınan ilaçların neden yeterince etkin olama­dığını gösterir. Kusmayı önleyici bir ilaç olan metoclopramide (Maxolon) tavsiye edilebilir. Çünkü bu ilaç bir yandan mide bulantısı ve kusmayı önlerken öte yandan da çok zayıf olan mide etkinliğini harekete geçirerek ilaçların daha iyi özümsenebilmelerini sağlar.
Tedavinin, nöbetin hemen başında, ağrıların da­ha şiddetlenip şiddetlenmeyeceğini beklemeden ya­pılması gerekir. İlkin hemen bir iki tablet aspirin (mümkünse eriyebilen)alınmalıdır. Eğer aspirin çeşitli nedenlerden dolayı alınamıyorsa yine iyi bir ağrı ke­sici olan paracetamot önerilir. Aspirin ve paracetamolun kodeinsiz türlerini reçetesiz olarak bulmak mümkündür. Kodeinli olanları ise ağrı kesici olarak daha etkindir.

Eğer bu önlem bir yarar sağlamamışsa ya da kus­ma sonucu ilaç dışarı atılmışsa, îlkin 10 miligramlık bir metoclopramide (Maxolon) tablet alın. Aradan ya­rım saat geçtikten sonra bir ya da iki tablet aspirin veya paracetamol yutun. Bu terkip sizin için çok da­ha etkili olabilir. Aradan bir saat geçtikten sonra ağ­rılarınız hâlâ hafiflememişse, bir doz aspirin daha ala bilirsiniz.

Birçok migren ağrısı, basit ağrıkesicilerden etkilenemeyebilir. O zaman ergotamine içeren ilaçların kullanılması gerekir. Bu kimyasal madde, özellikle baştaki damarların çapları üzerinde etkili olur ve mig­ren nöbetleriyle ilişkileri belirlenen serotonin üzerin­de bir denetim kurar. Ergotamine, nöbetin başlangıç anında alındığı taktirde çok etkili olur. Eğer hasta, başağrısı başlamadan önce, görme bozukluğu, uyuşukluk, konuşma güçlüğü gibi bazı ön belirtileri ken­dinde hissetmişse, hemen ergotamine almalı sonra da başağrısını önlemeye çalışmalıdır.

Ağız yoluyla alınabilecek çeşitli haplar üretilmiş­tir. Bunların en yaygın biçimde kullanılanları, migrii, effergot, cafergot ve femerin'dir. Migrii ve effergo-tun her tabletinde 2 miligram ergotamine vardır. Ca­fergot ve femerinin her tabletinde ise 1 miligram er­gotamine bulunur. Migrin ayrıca kafeğin ve kusmayı önleyici bir etki yapan cyclizine de içerir. Cafergo-tun içeriğinde de kafein bulunur. Efergot suda eriye­bilen, efervesan bir haptır. Bazı hastalar, ergotami­ne içeren bir ilacı dil altında emerek daha kolay ya­rarlanabilmektedir. Lingraine (2 miligram) bu amaç­la piyasaya sürülmüştür.


Ergotamineli ilaçların başlangıç dozu, 2 miligram­dır. Eğer ağrı 45-60 dakika arasında belirli bir düşüş göstermezse, 1-2 miligram daha alınabilir. Günlük alınabilecek en fazla ergotamine miktarı 6 miligramdır. Ancak, ilaç en çok ağrının başlangıcında etkili oldu­ğundan 3-4 miligramdan fazla kullanmak pek yarar sağlamaz. İlacın görme ve duyumsama belirtileri üze­rinde çok az bir etkisi vardır ve bu etki herhangi bir tedaviye gerek kalmaksızın 30-60 dakika içinde kendiliğinden geçer.

Ergotamine içeren ilaçlar eğer çok sık kullanılır­sa, zehirli başağrılarına yol açabilir, kimi zaman da. kan damarlarındaki etkilerinden dolayı üşümeye, par­mak uçlarının beyazlaşmasına ve kas kramplarına ne­den olabilir. Ancak bu yan belirtilere oldukça az rast­lanır. Bu kitabın yazarı 25 yıllık meslek yaşamında bu tür yan etkilerden yakınan üç hasta ile karşılaşmış­tır. Ergotamine içeren ilaçları üreten kuruluşlar ila­cın kutusuna koydukları kullanma talimatnamesinde, haftada alınabilecek en fazla miktarı da belirtirler. Ki­şilerin bu kimyasal maddeye olan duyarlılığı değişe-bildiğinden, doktorunuz tarafından aksi önerilmedikçe bu kurala uymanızda yarar vardır.

Ergotamine içeren ilaçların hamilelik döneminde kullanılması sakıncalıdır.

İçeriğinde ergotamine bulunan ilaçların yarattığı en büyük sorun, mide bulantısı ve kusmayı tahrik et­meleridir. Hatta ilaç yutulduktan hemen sonra da kus­ma yoluyla vücuttan atılabilir. Bunu engellemek için beraberinde cyclizine içeren Migril almak, yüzde yüz garantili olmasa bile yarar sağlayabilir.
Bazı ilaçları anüs yoluyla almak gerekebilir. Ca-fergot bunlardan biridir. İçeriğinde 2 miligram ergo­tamine dışında bir miktar kafeğin ve sakinleştirici bu­lunur. Hap vücuda girer girmez erir ve anüsten dışa­rı akma tehlikesi yoktur. Yine de hastaya yatağa uzan­ması ve uyumaya çalışması önerilir. Çünkü, ilaç, baş-dönmesi yapabilir. Hasta uyandığında başağrısı ya tamamen ortadan kaybolmuş ya da büyük ölçüde ha­fiflemiş olur. Mide bulantısı, bu ilacın çok ender gö­rülen biryan etkisidir. İlaç günde en fazla iki kez kul­lanılabilir.

Daha kolay alınabilecek bir başka ergotamine içe­ren ilaç da solunum yoluyla alınan Medihaler ergotamine'dir. Aerosol halindeki ilacın içeriğinde 0.36 mi­ligram toz ergotamine vardır. İlacın püskürtücüsü ağıza alınır ve güçlü bir biçimde soluk alınarak ilacın ci­ğerlere ulaşması sağlanır. Birkaç dakika içerisinde akciğerlerden kan dolaşımına karışan ergotamine be­yine ve vücudun öteki kısımlarına ulaşarak gerekli et­kiyi sağlar. Bir ya da iki kez yeterli olmakla birlikte 24 saat içinde altı doz soluk yoluyla alınabilir. Son derece etkili olan bu ilacın güçlü bir yan etkisi vardır: Kusmaya neden olur.

Ergotamine, vücuda şırınga ile de verilebilir. Fa­kat ilacı enjeksiyonla almanın belirli zorlukları vardır. Migren belirtilerinin başladığı anda, yani ilacın der­hal vücuda girmesi gerektiği anda, hastanın yanın­da bir doktor ya da hemşire bulunması çok uzak bir olasılıktır. Bu nedenle ancak, hasta bizzat kendisi ya da bir yakını bu işi çok iyi biliyorsa ilacı şırınga yo­luyla alabilir. Damardan verilecek ergotamine miktarı, 0.25-05 miligramdır. Doğrudan kan dolaşımına karış­tığı ve damarlar üzerindeki işlevini hemen yerine ge­tirdiği için çok etkilidir. Küçük dozajlar, mide bulan­tısı ve kusma gibi yan etki olasılıklarını azaltırsa da yine de görülebilir. Ergotamine alınabilecek öteki yol­ları kullanabilmek mümkün değilse, hastanın kendi­sine şırınga yapması çok yararlı olur. Migren nöbet­lerini bu yolla engelleyen çök sayıda hasta vardır. Mide bulantısı ve kusma, migren nöbeti sırasın­da hastayı bazen en az baş ağrıları kadar rahatsız ede­bilir. O taktirde alınabilecek ilaçlar,stemetil, valoid ya da maxolon'dur. Bunlar, âğız yoluyla alınabilecek­leri gibi damardan ya da fitil şeklinde de alınabilir.

Önleyici tedavi

Migren nöbetlerinin engellenmesi amacıyla kul­lanılan ilaçların sayısı çok fazladır. Bunlardan her biri, migreni uyarıcı ve davet edici unsurlar üzerinde et­kilidir. Bu yüzdendir ki, eh uygun ilaç türü her hasta­nın kendi bünyesel gereksinimlerine göre değişiklik gösterir.

Duygusal bunalım ve gerilimlerin söz konusu ol­duğu durumlarda, hasta, sakinleştirici ilaçlar alabi­lir. Bunların günümüzde en yaygın kullanılanları librium, valium, equanil'dir. Bu ilaçlardan herhangi bi­ri, doktor tarafından hastanın içinde bulunduğu ruh halinden kurtulmasına yetecek süreler için, örneğin birkaç hafta ya da ay, kullanılmak üzere verilebilir. Sedativ olarak da bilinen sakinleştirici ilaçların çok çe­şitli türleri vardır. Bunlardan hangisinin en uygun ol­duğunu ve en az yan etki yaptığını saptayabilmek için değişik zamanlarda değişik ilaçlar kullanmak gere­kebilir.

Hasta gerilimle birlikte bir de depresyon geçiriyorsa, yahut yalnızca depresyon söz konusu ise ve bu durum da migreni tahrik ediyorsa, hastaya tryptizol, tofranil, prothiaden, surmontil gibi antidepresif diye bilinen ilaçlardan biri verilebilir. Aslında sayıla­rı çok değişen bu ilaçlardan bazıları, gece kullanılır. Yatağa yatmadan önce alındıkları taktirde, etkilerini ertesi gün de sürdürülen Antidepresif ilaçların belir­li süreler içinde (örneğin üç ay) kullanılması ve bün­ye için en uygun olanının doktor tarafından saptan­ması gerekir.

Migren hastalığının belirtilerine, baştaki dolaşım değişimlerinin yol açtığını görmüştük. Bu nedenle söz konusu değişimleri denetleyebilecek ilaçların kullanımı da önleyici tedavi açısından yararlı ola­caktır.

Günde üç kez bir ya da iki tabletlik dozlar halin­de alınacak bellergal, hastaya büyük yarar sağlar. Bellergalin içeriğinde ergotamine dışında belladonna ve enobarbitone vardır. Bunlardan belladonna, kan da­marlarının çapı üzerinde etkili olan otonom sinir sis­temine etki eder. Phenobarbitone ise orta derecede etkin bir sakinleştiricidir. Bu özellikleri bellergali yu­karıda sıralanan trankilizan ve sedatiflerden farklı kılar.

Kan damarlarının çapıyla ilgilenen sinirsel vuruş­ları bloke eden ilaçlar da vardır. Bunlar arasında clonidine içerenler (örneğin dixarit) ve propranolol (ın-deral) gibi "beta-bloker"ler sayılabilir.

Dixarit günde iki kez birer tablet (0.025 miligram) alınabilir. Sonradan, günde iki kez ikişer ya da üçer tabletlik dozajlara çıkmak mümkündür. Aylarca iyi bir yarar sağlayarak rahatlıkla kullanılabilir. Ancak, en yüksek dozaja ulaşıldığında zaten yararını gösterme­ye başlayacaktır. Eğer dört haftalık tedaviden bir fay­da görülmemişse, ilacın kullanımına son verilmelidir. Yan etkileri; ara sıra görülen zihinsel uyuşukluk ve yatarken ayağa kalkmak ya da otururken ansızın doğ­rulmak gibi değişiklikler sırasında ortaya çıkan baş dönmesidir.

Beta-bloker türü ilaçların da çok çeşidi vardır. Bu ilaçlara beta-bloker adının verilmesinin nedeni, sempatik sinir uçlarındaki kimyasal işlemler üzerin­de yaptıkları etkilerdir. Söz konusu sinir uçları, çok sayıdaki görevlerinin yanı sıra, kan damarlarının çap­ları üzerinde de etkindirler. Beta-bloker türü ilaçlar, "amlfa" sinir uçlarının karşıtları olan "beta" sinir uç­ları üzerinde etkindirler. Tıpta çok geniş bir kullanım alanları vardır. Gerilim ve heyecanın giderilmesinde, nabız atışlarının düşürülmesinde ve uygun dozlarda alındığı zaman tansiyonun aşağı çekilmesinde büyük yarar gösterirler. Ayrıca migren nöbetlerinin seyrek­leşmesine de yardımcı olurlar. Migren tedavisinde en çok kullanılan beta-bloker, propranolol içeren inde-ral'dir. Dozajı, günde üç ya da dört kez 40 miligrama kadar yükseltilebilir. Inderal ve dixarit kullanımında dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İlacın kul­lanımını birden bire kesmek bazı sakıncalar doğura­bilir. Dozajı gittikçe azaltarak bir süre sonra bırakmak yararlı olur.

Migrene karşı bir başka önlem de, nöbetle birlik­te meydana gelen biyokimyasal değişimler üzerinde bir denetim kurmaktır. Bir önceki bölümde, migren sırasında serotonin adlı maddenin beyindeki dolaşım bozuklukları üzerinde önemli bir rol oynadığını belirt­miştik. Serotoninin etkisi, pzotifen (sanomigran) ya da methysergide (deseril) kullanılarak bloke edilebilir.

Sanomigranın günlük dozajı üç tablettir. Gerek­tiğinde altı tablete kadar çıkılabilir. Yan etkileri çok azdır. Çok hafif bir zihin bulanıklığına yol açabilir ki bu da bir sorun yaratmaz. Ancak ilacın büyük bir iş­tah açma özelliği vardır ve kullanan kişilerde sık sık kilo alma görülebilir. Şişmanlama sozkonusu oldu­ğunda ilacın dozajı azaltılabileceği gibi perhiz de ya­pılabilir.

Methysergide içeren ilaçlar (örneğin deseril), se­rotonin üzerinde büyük ölçüde etkili olan fakat uzun vadede ciddi yan etkiler gösteren ilaçlardır. Özellik­le doktorun ciddi gözetiminde ve reçeteye tam uya­rak kullanılmadığı taktirde yan etkiler büyük sorun yaratabilir. Mümkün olan en küçük dozaj kullanılmalı ve ilaç dört ya da altı ay kullanıldıktan sonra, birkaç ay ara verilmelidir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, methysergide içeren Maçlar, ancak çok şiddetli migren nö­betleri geçiren ve başka hiçbir tedaviden yarar gör­meyen hastalara verilir.

Antihistamin ilaçlar, bir zamanlar migren tedavi­sinde oldukça yaygın bir kullanım alanı buluyordu. Özellikle, güçlü alerjiler söz konusu olduğu zaman bu tür ilaçlar ilgi gördü. Antihistamin ilaçlar ayrıca sakinleştirici özellikleri ve mide bulantısı tedavisin­deki güçlü etkileri ile başarılı oldu. Terkibinde promethazine bulunan phenergan adlı ilaç, bu gruptan olup, doktorlar tarafından en çok önerilenlerin başın­da gelir. Günde iki ya da üç kez, 10-25 miligramlık doz­lar halinde alınabilir. Zihin bulanıklığı yapabileceğin­den, tedaviye küçük dozlarla başlanması, gerektiği taktirde dozajın yükseltilmesi uygun olur.

Bu türün bir başka örneği olan migraleve, paracetamol, buclizine (bir antihistamine) ve ağrı kesici olarak kodein terkibiyle yapılır, tablet şeklindedir.
Prochlorperazine içeren ilaçlar (örneğin stemetil), baş dönmesine, mide bulantısına ve kusmaya karşı etkili olması nedeniyle bu rahatsızlıkların fazlaca his­sedildiği durumlarda yararlıdır. Gündüz ya da gece olmak üzere günde iki veya üç kez beşer miligramlık dozlar halinde alındığı taktirde, sabah uyanmadan az önce başlayan migFen ağrılarına karşı koruyucu olarak da kullanılabilir.

Migrensel nevralji

Bu rahatsızlığın tedavisinde, ağız, solunum yada anüs yoluyla alınacak ergotamine içeren ilaçların bü­yük yararı görülür. Yatağa girmeden önce alınacak olanlar, özellikle gece gelebilecek migren nöbetleri­ne karşı etkindir. Ergotamine dozları gündüz kulla­nılacağı zaman, genellikle belirli saatlere rastlayan migren nöbetlerinden 30 ya da 45 dakika önce alın­malıdır. Bu yöntemin gerçekten büyük faydaları gö­rülmüştür.
Günde üç kez alınacak clonidine veya pizotifen içeren ilaçların da migrensel nevralji tedavisinde, özellikle hafif seyreden durumlarda yararlı olduğu biIinmektedir.

Migrenli çocuklar, Çocuklarda Migren

Çocuk Migreni, Çocukların ergotamine, pizotifen ya da methysergide türü güçlü ilaçlara gereksinimleri yoktur. Bu ilaç­ların çocuk hastalara verilmesi doğru değildir. Onlarda başağrıları genellikle az şiddetli geçtiğinden, eri­yebilir aspirin yeterli olacaktır. Mide bulantıları da promethazine veya prochlorperazine içeren bulantıkusma kesici antiemetik ilaçlarla önlenebilir. Bir ge­rilim sonucu migren ataklarının sıklaşması durumun­da, bir ya da iki ay süreyle orta derecede etkin bir sakinleştirici (sedatif) vermek yararlı olacaktır.

Migrene Alışmak Migren Tedavisi

Migrene alışmak, Migren Oluşumu, Migren Tanı

Yukarıdaki bölümlerden de anlamış olabileceği­miz gibi, migren, ana nedeni belli olmayan bir rahat­sızlıktır. Migren belirtilerinin bir bireyde görülebilme-sine yol açan çok sayıda etken sayılabilir ancak bu belirtilerin bir başka kişide neden ortaya çıkmadığı sorusu cevaplandırılamaz. Müzminleşen migren belirtileri ilerideki bölümlerde açıklanacak bazı ilaçlar­la büyük ölçüde denetim altına alınabilir. Ne var ki, bir migren hastasının, belirli bir noktaya kadar bu has­talıkla bir arada yaşamak zorunda olduğunu da öğ­renmesi gerekir. Migren, öldürücü bir hastalık değildir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte nöbetlerin sayısı ve ağrıların şiddeti azalır. Kadınlarda, özellikle menopo­za girilmesiyle birlikte üzerinde durulmasına değme­yecek kadar önemi ve etkinliğini yitirir.


İlk yaşlarda, diyelim ki, üç ya da altı ayda bir gö­rülen migren nöbetleri can sıkıcı olmakla birlikte has­tanın günlük işlerini ya da ev işlerini aksatmaz. Üstüste gelen klasik ya da basit migren nöbetleri ise, ev, iş ve sosyal yaşamını tümüyle altüst eder. İlk kez bir migren nöbeti geçiren bir hasta, olaya "sıradan bîr başağrısı" gözüyle bakabilir ve üzerinde durma­yabilir. Ancak ağrının şiddeti bir yana, mide bulantı­sı ve huzursuzluk bir nöbet esnasında hastanın da­yanamayacağı boyutlara varabilir.

Bu hoş olmayan rahatsızlığın hayatımız üzerinde­ki etkilerini azaltmak için ne yapabiliriz? Bir migren nöbetiyle başa çıkabilmek için başvuracağımız çare­ler neler olabilir? Uzun vadeli düşündüğümüzde, ne gibi koruyucu önlemler alabiliriz? Eğer genellikle ol­duğu gibi, ağrıyla birlikte uyanırsak, işimiz daha zor demektir. Çünkü uyandığımızda başımızın ağrıması, migren nöbetinin birkaç saat önce başlamış olması demektir. Genel olarak da ağrı süresi uzadıkça dindirebilmek de güçleşir. Yine de aspirin ya da paracetamoi türü bir ağrı kesici alınabilir. Eğer mide bu­lantısı varsa, bulantıyı engelleyici bir başka ilaç da­ha almak uygun olur. Sonra hasta, eğer mümkünse iyi havalandırılmış karanlık bir odada yeniden yata­ğa girmeli ve uyumaya çalışmalıdır. Çünkü uyku sı­rasında ağrılar da hissedilmeyecektir. (migrenin çaresi)

Eğer nöbet hastanın çok yakıhdan tanıdığı gör­me bozukluğu, uyuşukluk gibi bazı belirtilerle "geliyorum" derse, belirtiler fazla şiddetli olmasa bi­le, başağrıları 15-30 dakika sonra başlayacak demek­tir. O nedenle, derhal önleyici tedaviye başlanması gerekir. Daha önce de vurgulandığı gibi, ağrılar, baş­taki kan damarlarının genişleyip gerginleşmesinden sonra ortaya çıkar. Bu nedenle eğer bu damarların ge­nişlemesini ve gerginleşmesini engelleyebilirsek ağ­rıların tamamen önüne geçebileceğimiz gibi hiç de­ğilse ağrının şiddetlenmemesini ve dayanılabilir bo­yutlarda kalmasını sağlamış oluruz.

Migrenli hastalar tarafından kullanılan ve "vaso-aktif" olarak adlandırılan bazı ilaçlar vardır. Bu ilaç­lar, damarları daraltarak genişlemelerini önlerler. Bazı örnekleri Migril, Cafergot, Lingraine gibi ticari adlarla piyasada satılan ve vasoaktiflere ileride geniş olarak tekrar döneceğiz. Başağrısının önüne geçilebilmesi için, bu ilaçların ilk belirtilerin ortaya çıktığı anda alın­ması gerekir. Pek çok hasta, bu ilaçları yararlı bulmakta ve gerektiğinde hemen kullanabilmek için yan­larından eksik etmemektedir.

Başağrisını engelleyecek ilaçları almış olsak bi­le, migren belirtilerini hissettikten sonra yine de ya­tağa girmemizde yarar vardır. Çünkü vasoaktifler, (he­nüz migrensel bulantılar başlamasa da) mide bulan­tısına ve halsizliğe neden olabilirler, baş dönmesi ya­pabilirler. İşyerinde dinlenmek mümkün olmayabilir ama hasta nöbete yakalandığı anda evindeyse yata­ğa girmek büyük ölçüde yararlı olacaktır. Vasoaktif ilaçlar, migren ağrılarıyla uyanılan sabahlarda da alın­malıdır. Gerçi bu taktirde, koruyucu olarak alındıkla­rı zamanki kadar etkili olmazlar ama yine de yararla­rı görülür. Ağrının henüz fazla güçlü olmadığı başlan­gıç anlarında da vasoaktif ilacınızı almayı yeni hatırlamışsanız "nasıl olsa şimdilik hafif ağrı var" diye­rek almamazlık etmeyin. Çünkü hafif ağrı, önümüz­deki dayanılmaz ağrıların habercisi ve başlangıç nok­tasıdır.

Bir migren hastası, nöbet sırasındaki etkileri en aza indirgeyebilmek için kişisel olarak neler yapabi­lir? Migreni davet eden ve hızlandıran unsurları yu­karıdaki bölümlerde görmüştük. Bunların bir bölümü­nü denetleyebilmek, kişinin elinde değildir. Örneğin, hiçbirimiz, kalıtımsal özelliklerimiz üzerinde söz sa­hibi olamayız. Ama değiştirebileceğimiz ve üzerinde etkili olabileceğimiz çok sayıda migreni davet eden unsur bulunmaktadır.

Evde yaşanan gerginlik, işyerindeki kişisel ilişki­ler ve çalışma koşulları migrenin şiddetinde önemli ölçüde etkindir. Migrenli bir insan, tatillerde, iş ve çevre değiştirdiği dönemlerde, hatta hafta sonların­da dinlenirken yakalandığı migren nöbetlerinin çok daha hafif olduğunu fark edecektir. Bazı hastalar, hafta sonlarıyla ilgili görüşümüze katılmayabilirler ve bir ölçüye kadar da haklıdırlar. Çünkü çoğu kez kimi ki­şilerde migren nöbetleri Cumartesi ya da Pazar gün­leri çok geç saatlerde uyandıkları zaman ortaya çı­kar. Her ne kadar Avrupalı hastalar bunu kiliseye git­medikleri için Tanrı'nın bir cezası olarak kabul ederlerse de, uzmanlara göre asıl nedeni, alışılagelenden daha fazla yatakta kalmanın bir sonucu olarak başa giden kan akımının azalmasıdır. Ayrıca bir hafta bo­yunca yaşanan gerilimlerin etkisini göstermesi şek­linde de kabul edilebilir.

Eğer hasta, işinin, kişisel ilişkilerinin, yeterince dinlenme ve eğlenmeye olanak bulamamanın ya da sürekli aynı kalan koşulların kendisini ve hastalığını olumsuz yönde etkilediğini hissediyorsa, elinden gel­diği kadarıyla yaşama biçiminde ve alışkanlıklarında değişiklik yapmak yoluna gitmelidir. Böyle davranır­sa hastalığında belirli bir düzelme gözlemleyecektir. Ne var ki, pek çok hasta, ekonomik ya da duygusal yönden büyük kayıplara uğramadan yaşamlarında önemli değişiklikler yapamayacaklarını görürler. Böyleleri, yoga ya da hipnoz gibi özel sakinleşme teknik­lerinden yararlanabilecekleri gibi, doktorlarının öne­receği sakinleştirici ilaçları da alabilirler.

Migren hastasının günlük yaşamı da son derece düzenli olmalıdır. Migrenli, uyku saatlerine ve gerek­tiği gibi hazırlanmış besinlerden oluşan yemek öğün­lerine özen gösterdiğinde/bundan büyük yarar sağ­ladığını kolayca fark edecektir. Daha önce de vurgu­landığı gibi, bir öğünü kaçırmak, migrene davetiye çı­karmak olabilir. Normal öğünler sırasında, yemekle­rin olabildiğince acele etmeden yenmesi gerekir.

Belirli bazı gıdaların migreni uyardığı gözlemlen­mediği sürece, perhiz yapmaya gerek yoktur. Ancak çikolata, peynir, süt ürünleri, yağlı besinler ve alko­lün migreniniz üzerinde olumsuz etkilerini hissetti­ğiniz anda bunları doktorunuza da danışarak kısıtla­yabilirsiniz. Bu besinlerin tümünden, sürekli bir bi­çimde el çekmek doğru değildir. Böylesi bir uygula­ma, beraberinde başka sorunlar da getirir. En iyi yön­tem, migreni tahrik ettiği düşünülen bu besinlerden her birini sırayla altı ya da sekiz haftalık süreler için yemeyerek hangisinin sizin bünyenize zarar verdiği­ni saptamaktır.

Herhangi bir besine karşı alerjiniz olduğundan kuşkulandığınızda, (bu, besin içindeki tiraminin kim­yasal etkisinden daha başka bir olaydır) yukarıda uy­gulanan geçici perhizler yardımıyla hangi gıdaya karşı alerjiniz olduğunu anlayabilirsiniz. Kuşkulandığınız fazlaca bir miktar migren ağrılarımızı uyaracak ve sap­tamanızı doğrulayacaktır. Bu tür alerjilerde, deri de­neyleri, fazla yardımcı olmaz. Alerjik tepkimenin sü­resi birkaç dakika ile birkaç gün arasında değişebi­leceğinden deneyler sırasında bu özellik de gözönünde bulundurulmalıdır.

Çok yağlı besinlerin, alerjileri olmadığı halde, saf­ra kesesi rahatsızlıklarından yakınan bazı hastalarda migreni tahrik edici bir unsur olduğu da unutulma­malıdır.
Aşırı sıcak ve soğuk da migrenliler için zararlıdır. Özellikle çok sigara içilen kapalı yerlerde ve kirli ha­valarda sıcağın etkisi daha da fazlalaşır. Böylesi or­tamlardan kaçınmak gerekir. Alkol de kaçınmanız ge­reken bir başka unsur olabilir. Ancak, bazı davet ve partilerde size düşman olan sıcak ve kirli hava ile al­kolden, dostlarınızı ve arkadaşlarınızı kırmamak adı­na kaçınamayacak bir durumda kalabilirsiniz. Böyle durumlarda, size şarap ya da bira yerine cin ya da viski içmenizi öneririz.

Parlak ve güçlü ışıklar sizin için zararlı olabilir. Bu takdirde renkli ya da polaroid gözlük camları kulla­nabilirsiniz. Ancak bu camların niteliğini göz dokto­runuzun belirlemesinde yarar vardır. Özellikle orta yaştaki hastaların yakın gözlüklerinin çok doğru bir biçimde verilmiş olmaları gerekir. Eğer okumak ya da yakından bakmanızı gerektiren bir iş yapmak migre­niniz üzerinde uyarıcı etki yapıyorsa, bu tür işlevler­den kaçınmanız uygun olacaktır.

Gezilerin migreniniz üzerinde olumsuz etki yap­tığına inanıyorsanız, gezi boyunca tutmalara karşı çok yararlı olan bazı ilaçları almanızı öneririz. Eğer çok uzun sürecek bir geziye çıktıysanız, zaman zaman dinlenme molaları vermek de sizin için yararlı olacak­tır. Migren tedavisinde kullanılan ilaçların büyük bir bölümü zihinsel bulanıklıklara yol açar. Bu nedenle, özellikle direksiyon Kullanmanızı gerektiren uzun se­yahatler öncesinde, ilacını evde bir süre kullanarak etkisini gözlemlemeniz gerekir. Migren nöbetleri si­zi direksiyon başında da yakalayabilir. Eğer ağrı çok şiddetliyse ve görme bozukluğu başlamışsa yapıla­cak en iyi şey, arabayı bir kenara çekerek görme ye­teneğinizin yeniden normale dönmesini beklemektir. Bu öneri size ilk bakışta gereksiz gelebilir. "Bu ka­darını da herkes düşünebilir" diyebilirsiniz. Ancak ba­zı insanlar zigzaglı çizgiler arasından yine de göre­bildiklerini ve yollarına devam edecek kadar iyi olduk­larını düşünme yanılgısına kolayca düşebilmektedirler.

İnsanın baş ve boyun yaralanmalarına karşı aşı­lanması kuşkusuz mümkün değildir. Ancak yine de son derece tedbirli olmak gerekir. Eğer boyun kemik­lerinizde meydana gelen bozuklukların migreninizi, şiddetlendirdiği ortaya çıkmışsa, ev düzenlemesi, ta­van temizliği, aşırı eğilme, bahçe işleri gibi tehlikeli durumlardan kaçınmalısınız. Boynunuzdan şikâyeti­niz geçmediği sürece, yatakta da boynunuzu yastık­la desteklemeniz gerekir. Yastıklarınızı öyle yerleş­tirin ki, başınız, enseniz ve boynunuz doğru bir çizgi üzerinde olsun. Boynunuzun omuzlarınızla birleşti­ği noktada herhangi bir kıvrılmanın olmamasına dik­kat edin.

Tansiyonun yükseldiği zamanlarda migrenin da­vet edildiğini daha önce belirtmiştik. Tansiyon yük­sekliği, kuşkusuz başka baş ağrısı türlerine de yol açar. Ancak eğer bir migrenlinin başağrılarının şid­deti giderek artıyorsa ve ailesinde yüksek tansiyon hastası varsa; kadınlar hamilelik dönemlerinde yük­sek tansiyondan şikâyetçi olmuşlarsa; migrenli bir-kadın, sürekli olarak doğum kontrol hapı kullanıyor­sa, o zaman derhal doktora gidilmesi ve yüksek tan­siyon belirtilerinin ve migrenle olan ilişkisinin araş­tırılması gerekiyor demektir. Yüksek tansiyon teda­visinde kullanılan modern ilaçlar son derece etkili ve yararlıdır.

Migrenli hastaların büyük.bir bölümünün kadın ol­duğu da vurgulanmıştı. Normal aylık dönemlerdeki hormonal etkiler ve doğum kontrol hapları, migrenin şiddetini artırır. Hapların etkisini giderebilmek için türlerini ve kullanılış biçimlerini değiştirmek yararlı olacaktır. Vücuda giren su ve tuz miktarını kısıtlaya­rak ve böbreklerin daha çok su atmasını sağlayan ilaçlar alarak dokularda su toplanmasının önüne ge­çilebilir. Bu da migren üzerinde etkili olabilecek bir unsurun ortadan kaldırılması demektir.


Eğer nöbetler düzenli olarak âdet dönemleri ön­cesine rastlıyorsa, hasta, migril benzeri ilaçları dönem başlangıcından bir gece önce alarak migrenin şiddetini azaltmak için iyi bir önlem almış olur. An­cak bu yöntemin kesinlikle başarılı olduğu da ne ya­zık ki söylenemez. Bazı durumlarda, migren nöbeti­nin dönemin ilk gününün geç saatlerinde ya da erte­si gün başladığı görülür. Yine de migren nöbetleri­nin dönemle kesin ilişkili olduğunun saptandığı ki­şilerde böyle bir koruyucu önlemin mutlaka alınma­sını öneririz.