Depresyon Cesitleri Nelerdir Psikotik
Depresyon Çeşitleri
Somatojen depresyon
Bedeni hastalıklar sonucu ortaya çıkan depresyonlardır. Organik ve semptomatik şekil olarak iki ayrı tipi vardır.
1- Organik depresyon: Beyin dokusunun yaşlanması veya metabolik sebeplerle hastalanması sonucu meydana gelir. Belirtileri daha çok merkezi sinir sistemine ait düşünce bozuklukları, motor yavaşlama, fizik çöküntü, halsizlik, küçüklük hezeyanları, ruhi ve bedeni fonksiyonların iyi işlemediği, sürekli kötüye gittiği vehmi, öfke ve huzursuzluk olarak bilinir.
2- Semptomatik depresyon: Baş ve beden enfeksiyonları, kalp ve damar hastalıkları, akciğer ve böbrek hastalıklarında görülebildiği gibi endokrin sistem-iç salgı sistemi hastalıklarında da ortaya çıkan depresif epizodlardır. Bu tür depresyonlar, asıl hastalığın devam süresinde zaman zaman şiddetlenir veya yavaşlarlar.
1950 yıllarında trisiklik antidepresiflerin tedaviye girmesi ile depresyon üzerindeki görüşlerde önemli değişiklikler oldu. Özellikle bazı depresyon şekillerinin bu ilaçlara iyi cevap vermesi yanı sıra bazı depresyon türlerinin elektro şok tedavisine daha duyarlı olduğu anlaşıldı. Bu özellikler dikkate alınarak depresyonlarda şu dört özellik üzerinde duruldu:
1- Hareket yavaşlaması: Çok erken saatlerde uyanma hali, kilo kaybı, suç luluk duyguları, uyarılara cevap vermede yavaşlama. Bu sayılan belirtilerin hepsinin birden aynı hastada mevcut olması gerekmekteydi.
2- Kişinin hayatında karşılaştığı streslerle bir ilgisi olmaması ve depresyonun hazırlayıcı bir sebebinin bulunmaması öngörülüyordu. Depresyon sadece iç biyolojik bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkmalıydı.
3- Kişinin yaşı ile doğrudan orantılı olmalıydı. Gerçek bir endojen depresyonun ileri yaşta ortaya çıkması bekleniyordu. Genç yaşlarda görülen depresyonların daha çok reaktif sebebe bağlı olarak gelişmiş olmaları söz konusu idi.
4- Kişilik yapısı ile doğrudan bir ilişkisi bulunmalıydı. Endojen depresyon-lu kişilerin reaktif depresyonlu kişilere oranla daha durgun, daha kararlı bir kişilik yapıları mevcuttu ve nörotik kişilik yapılarında olduğu gibi sık sık heyecan dalgalanmaları görülmüyordu.
Bu sayılan özelliklerden başka endojen depresyonlu hastaların elektroşok ve antidepresiflere nörotik ve reaktif depresyonlulardan çok daha iyi cevap verdikleri ve düzelme gösterdikleri bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir stres faktörünün bulunması daha çok reaktif bir depresyonu düşündürmesine rağmen stresin endojen bir depresyonda bir tetik hadise gibi hastalığı başlatabileceği de
unutulmamalıdır.
Psikotik depresyon: 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında "psikotik depresyon" deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Psikotik kelimesi, yüksek ruhi fonksiyonlardaki bozukluğu ifade etmekteydi. Bu bozukluklar;
a- Hafıza
b- Lisan ve konuşma,
c- Orientasyon "kişinin kendisinden,çevresinden, zamandan ve mekândan
haberli olması hali",
d- Duyusal idrakler, e- Düşünce, olarak belirlenmişti.
Bir depresyona psikotik depresyon diyebilmek için duygusallık kusuru yeterli görülmemekte ve yukarıda sayılan bu zihni görevlerin en azından birkaçının da bozulmuş olması şartı aranmaktaydı. Bugün bu sayılan zihni görevlerin bütününe kognitif fonksiyonlar adı verilmektedir. Kognitif görevlerin bozulmaya yüz tutmuş olması, olayın ciddiyetini ortaya koymakta ve bir zihni yıkımın varlığından söz edilmekteydi.
Freud ve arkadaşları psikozlarda gerçeklik fikrinin kaybolduğu "loss of re-ality testing" düşüncesinde idiler. Bireyin gerçeklik duygusunu algılaması ego adını verdiği iç benlik sisteminin bir göreviydi.
Kişide gerçeklik duyumunun bozulması veya kaybolması ile beraber bir seri hastalık belirtisi ortaya çıkar. Yukarıda adları sayılan yüksek ruhi fonksiyonlar bozulur ve yerlerini hatayı idrakler alır. Bunun sonucu olarak da şuur bulanıklığı, şaşkınlık, halusinasyon ve hezeyanlar ortaya çıkar. Sosyal ve kişisel işlevler bozulur. Kişi günlük işlerini, mesleğini ve alışkanlıklarını sürdüremez olur. Psikotik kelimesi bu sayılanları bize anlattığı gibi psikoanalitik teoride "ego regression" ego gerilemesi karşılığı da kullanılır.
Psikotik depresyonlar oldukça nadir görülen hallerdir. Bütün depresyon hastalarından ancak yüzde 10 kadarı halusinasyon ve hezeyanlar gösterir. Çok az bir kısmında ise "gerçeklik" fikri bozukluğu görülür.
Nörotik depresyon, reaktif depresyon: Pek çok araştırıcı bu iki deyimi aynı hastalığı belirlemek için kullanılır. Her ikisinde de sebebin sosyal ve çevresel streslerden oluştuğu kabul edilir. Kişinin karakter yapısındaki olumsuzlukların kişinin çevresine uygun bir uyum yapmasına mani olduğu düşünülür. Bu sebeple nörotik veya reaktif depresyona "maladaptive personality pattem" uyum bozukluğu gösteren kişilik yapısına ait davranış biçimi de denilebilir. Diğer depresyonlar klasik sınıflamalarda psikozlar yanında yer alırken nörotik depresyon nörozlar arasına konur.
Somatojen depresyon
Bedeni hastalıklar sonucu ortaya çıkan depresyonlardır. Organik ve semptomatik şekil olarak iki ayrı tipi vardır.
1- Organik depresyon: Beyin dokusunun yaşlanması veya metabolik sebeplerle hastalanması sonucu meydana gelir. Belirtileri daha çok merkezi sinir sistemine ait düşünce bozuklukları, motor yavaşlama, fizik çöküntü, halsizlik, küçüklük hezeyanları, ruhi ve bedeni fonksiyonların iyi işlemediği, sürekli kötüye gittiği vehmi, öfke ve huzursuzluk olarak bilinir.
2- Semptomatik depresyon: Baş ve beden enfeksiyonları, kalp ve damar hastalıkları, akciğer ve böbrek hastalıklarında görülebildiği gibi endokrin sistem-iç salgı sistemi hastalıklarında da ortaya çıkan depresif epizodlardır. Bu tür depresyonlar, asıl hastalığın devam süresinde zaman zaman şiddetlenir veya yavaşlarlar.
1950 yıllarında trisiklik antidepresiflerin tedaviye girmesi ile depresyon üzerindeki görüşlerde önemli değişiklikler oldu. Özellikle bazı depresyon şekillerinin bu ilaçlara iyi cevap vermesi yanı sıra bazı depresyon türlerinin elektro şok tedavisine daha duyarlı olduğu anlaşıldı. Bu özellikler dikkate alınarak depresyonlarda şu dört özellik üzerinde duruldu:
1- Hareket yavaşlaması: Çok erken saatlerde uyanma hali, kilo kaybı, suç luluk duyguları, uyarılara cevap vermede yavaşlama. Bu sayılan belirtilerin hepsinin birden aynı hastada mevcut olması gerekmekteydi.
2- Kişinin hayatında karşılaştığı streslerle bir ilgisi olmaması ve depresyonun hazırlayıcı bir sebebinin bulunmaması öngörülüyordu. Depresyon sadece iç biyolojik bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkmalıydı.
3- Kişinin yaşı ile doğrudan orantılı olmalıydı. Gerçek bir endojen depresyonun ileri yaşta ortaya çıkması bekleniyordu. Genç yaşlarda görülen depresyonların daha çok reaktif sebebe bağlı olarak gelişmiş olmaları söz konusu idi.
4- Kişilik yapısı ile doğrudan bir ilişkisi bulunmalıydı. Endojen depresyon-lu kişilerin reaktif depresyonlu kişilere oranla daha durgun, daha kararlı bir kişilik yapıları mevcuttu ve nörotik kişilik yapılarında olduğu gibi sık sık heyecan dalgalanmaları görülmüyordu.
Bu sayılan özelliklerden başka endojen depresyonlu hastaların elektroşok ve antidepresiflere nörotik ve reaktif depresyonlulardan çok daha iyi cevap verdikleri ve düzelme gösterdikleri bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir stres faktörünün bulunması daha çok reaktif bir depresyonu düşündürmesine rağmen stresin endojen bir depresyonda bir tetik hadise gibi hastalığı başlatabileceği de
unutulmamalıdır.
Psikotik depresyon: 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında "psikotik depresyon" deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Psikotik kelimesi, yüksek ruhi fonksiyonlardaki bozukluğu ifade etmekteydi. Bu bozukluklar;
a- Hafıza
b- Lisan ve konuşma,
c- Orientasyon "kişinin kendisinden,çevresinden, zamandan ve mekândan
haberli olması hali",
d- Duyusal idrakler, e- Düşünce, olarak belirlenmişti.
Bir depresyona psikotik depresyon diyebilmek için duygusallık kusuru yeterli görülmemekte ve yukarıda sayılan bu zihni görevlerin en azından birkaçının da bozulmuş olması şartı aranmaktaydı. Bugün bu sayılan zihni görevlerin bütününe kognitif fonksiyonlar adı verilmektedir. Kognitif görevlerin bozulmaya yüz tutmuş olması, olayın ciddiyetini ortaya koymakta ve bir zihni yıkımın varlığından söz edilmekteydi.
Freud ve arkadaşları psikozlarda gerçeklik fikrinin kaybolduğu "loss of re-ality testing" düşüncesinde idiler. Bireyin gerçeklik duygusunu algılaması ego adını verdiği iç benlik sisteminin bir göreviydi.
Kişide gerçeklik duyumunun bozulması veya kaybolması ile beraber bir seri hastalık belirtisi ortaya çıkar. Yukarıda adları sayılan yüksek ruhi fonksiyonlar bozulur ve yerlerini hatayı idrakler alır. Bunun sonucu olarak da şuur bulanıklığı, şaşkınlık, halusinasyon ve hezeyanlar ortaya çıkar. Sosyal ve kişisel işlevler bozulur. Kişi günlük işlerini, mesleğini ve alışkanlıklarını sürdüremez olur. Psikotik kelimesi bu sayılanları bize anlattığı gibi psikoanalitik teoride "ego regression" ego gerilemesi karşılığı da kullanılır.
Psikotik depresyonlar oldukça nadir görülen hallerdir. Bütün depresyon hastalarından ancak yüzde 10 kadarı halusinasyon ve hezeyanlar gösterir. Çok az bir kısmında ise "gerçeklik" fikri bozukluğu görülür.
Nörotik depresyon, reaktif depresyon: Pek çok araştırıcı bu iki deyimi aynı hastalığı belirlemek için kullanılır. Her ikisinde de sebebin sosyal ve çevresel streslerden oluştuğu kabul edilir. Kişinin karakter yapısındaki olumsuzlukların kişinin çevresine uygun bir uyum yapmasına mani olduğu düşünülür. Bu sebeple nörotik veya reaktif depresyona "maladaptive personality pattem" uyum bozukluğu gösteren kişilik yapısına ait davranış biçimi de denilebilir. Diğer depresyonlar klasik sınıflamalarda psikozlar yanında yer alırken nörotik depresyon nörozlar arasına konur.
Stres Depresyon Depresif Hastalik Cesitleri
Depresif Hastalık, Depresyon Çeşitleri, Depresyon Hastalığı
Primer depresyonlar
Bu depresyonlar oluş sebepleri, ortaya koydukları belirtilerin birbirinden farklı olması, tedaviye verdikleri cevapların farklı olması ve tarihçeleri açısından birçok alt sınıflara ayrılmışlardır. Bu depresyon tipleri arasında en belirgin ve önemli olanı "endojen depresyon"dur. Bu şekil, bünyesel-biyolojık sebeplere bağlıdır. Endojen depresyon da kendi arasında dört alt gruba ayrılmıştır. Bunlar:
1- Ürkeklik, çekingenlik, toplum hayatından uzaklaşma, girişkenliğin kaybı, uyku bozukluğu ve çok erken uyanma, beslenme bozukluğuna ve iştah kaybına bağlı olarak ortaya çıkan kilo kayıpları ve şiddetli suçluluk duygulan gösteren şekil.
2-Depresyonun bu şeklinde kişinin çevresinden ve olaylardan gelen stres faktörü ile negatif bir ilişkisi olduğu ifade edilmektedir.
3- Özellikle yaşlılıkta ortaya çıkan şekildir. Yaşlılıkla beraber gelen bir seri metabolik değişikliğe bağlı olması muhtemeldir.
4- Kişilik yapısı ile ilgilidir. Doğuştan gelen bir kişilik yapısı bozukluğu veya sapmasının kişide çevresi ile uyum bozukluğu yapması sonucu ortaya çıkmış bir küskünlük ve davranış bozukluğu olarak kabul edilir.
Sekonder depresyonlar
Bu durumlarda esas hastalık başkadır. Depresyon bu esas hastalığın yanında görülen bir belirti olarak dikkati çeker. Şizofrenlerde görülen depresif haller, bir beyin sarsıntısında ortaya çıkan depresif- görünümler, bir zehirlenme halinde raslanan durgunluk halleri bu türdendir.
Sekonder depresyonlar, primer olanın aksine, beraberinde bulunduğu asıl hastalığın gidişi ile yakından ilgilidir. Birinci sebebin ortadan kalkması halinde sekonder depresyonun kendiliğinden çözüldüğü görülebildiği gibi, birinci hastalığın gösterdiği değişiklikle ilgisi olmaksızın kendiliğinden varolabilir veya ortadan kalkabilir.
Unipolar ve bipolar deyimleri ilk defa 1962 yılında Leonhard, Korff ve Schulz adlı üç araştırıcı tarafından teklif edilmiştir. Bir kısım hastaların zaman zaman depresif nöbetler ve zaman zaman aşırılık nöbetleri gösterdiği dikkati çekmiş ve bazı hastaların ise ya sadece depresyon veya sadece aşırılık halleri içine girdiği görülmüştü. Bir kısım araştırıcı sadece aynı türden hastalık geçirme halinin ayrı bir hastalık olduğuna ve ard arda aşırılık ve depresyon geçirme halinin ise ayrı bir hastalık olduğuna inanmaktaydı. Unipolar deyimi hernöbetli depresyon veya aşırılık olan haller için kullanılmış ve bipolar deyimi ise aynı hastada değişik sürelerde hem depresyon hem de manik nöbetlerin ortaya çıkması için kullanılmıştır.
Unipolar depresyonlar genellikle 40 yaş civarında görülür. Hısım-akraba arasında rastlanmaları ihtimali azdır. Nöbet aralıkları oldukça uzundur ve bir insanın hayatında birkaç nöbeti geçmez.
Bipolar depresyonda hem depresif hem de manik devre ortaya çıkar. Bazen çok kısa aralıklarla hasta birinden diğerine geçebilir. Başlama yaşı ortalama 25 yaş civarındadır. Bir kişi hayatında çok sayıda manik-depresif nöbet geçirebilir.
Depresyonların sınıflandırılmasında en son aşama, Amerikan Psikiyatrı Cemiyeti "APA"nın 1952 yılında başlattığı ve bugüne kadar dört kitapta topladığı bir sınıflamadır. DSM kısaltılmış ismi ile tanınan bu kitapların her biri DSM-I, DSM-II, DSM-III, DSM-IV olarak isimlendirilmiştir. DSM adı, Diagnostıc Statıs-tical Manual kelimelerinin baş harfleri alınarak yapılmıştır. IstatistikTeşhisKİ-tabı anlamındadır. Bu kitapta hastalıklar belirli gruplarda toplanırlar. Bir hastalıkta mutlaka bulunması gereken belirtiler, bulunmaması gereken belirtiler ve eşlik edecek belirtiler açık ve kesin bir şekilde ayrılmıştır. Bu sınıflamanın yapılmasında Adolf Meyer'in psikobilojik görüşlerinden önemli ölçüde istifade edilmiş, bunun yanı sıra psikiyatrik hastalıkların milletlerarası sınıflandırılması da dikkate alınmıştır. DSM sınıflamasının yapılmasında.amaçlanan faydalar, aşağıya birkaç madde halinde çıkarılmıştır:
a- Hastalığın kolay tanımlanması ve tedaviye girmede vakit kazanma.
b- Psikiyatrik hastalıkların sınıflamadaki gerçek yerlerini almaları.
c- Uygulamacı ve araştırmacı hekimler arasında ortak kavramların getirilmesi ve ortak bir dilin konuşulması.
d- Öğrencilere ve sağlıkla ilgili personele öğretim kolaylığı getirmesi.
e- Daha önce kullanılmakta olan ve ICD-9 olarak tanınan sınıflama ile bir uyum ve uygunluk sağlama arzusu.
f- Psikiyatriye her gün anlaşılmayan yeni kelime ve kavramların sokulmasını engellemek.
g- Daha yüksek anlatım gücünde kelime ve kavramların kullanılmasını yaygınlaştırmak.
h- Özellikle adli psikiyatrik olaylarda teşhislere açıklık ve kesinlik getirmek.
Bu kısa tanımlamadan sonra DSM-IM'e göre yapılmış olan bir depresyon sınıflaması görüyoruz.
DSMIII Affektif Duygusallık hastalığını üç grupta toplamaktadır.
1- Majör affektif bozukluklar.
2- Spesifik-kendine göre özellikleri olan affektif bozukluklar.
3- Atipik-başka hastalıkların beraberliğinde görülen ve belirtileri değişik olabilen depresyonlar.
1- Majör affektif bozukluklar: İki gruba ayrılmıştır, her grup da kendi arasında alt gruplara bölünmüştür.
A. Bipolar bozukluk.
a- Karışık "mixed" şekiller.
b- Manik "manic". Aşırılıkla beraber olan şekil.
c- Depresif-depresyonlu
B. Majör depresyon.
a- Bütün hayat boyu görülmüş tek depresyon nöbeti. b- Çok sayıda tekrarlayan depresyon nöbetleri.
2- Diğer spesifik affektif bozukluklar.
a- Siklotimik bozukluk. Belirli devrelerde ortaya çıkan şekil, b- Distimik şekil. Bu şekil depresif nöroz olarak da bilinmektedir.
3- Atipik affektif bozukluk. a- Atipik bipolar bozukluk, b- Atipik depresyon.
Kitabımızda gerek klasik görüşleri yansıtan, gerek modern görüşlere yer veren depresyon sınıflamalarına ait örnekler verilmiştir. Şimdi de depresyonların bir hastalık tablosu içindeki görünümlerinden bahsedelim. Bu bölümde depresyonların değişik şekilleri teferruatlı olarak anlatılacaktır. Psikotik Depresyon Kronik
Saf bir sıkıntı nörozunda aşağıya çıkarılmış olan belirtiler bulunmalıdır.
a- Motor gerginlik hali. Gerginlik, adale ağrıları, adalelerde kasılmalar, gev şeyememek, yorgunluk, göz kapaklarında oynama ve seyirmeler, huzursuzluk, kolayca uyarılabilme, gergin bir yüz ve ifade, hızlı ve sesli bir solunum.
b- Anlamsız beklentiler. Her an kötü bir şey olacağı hissi ve beklentisi, endişe, tedirginlik, sıkıntı, ağızda anlaşılmaz mırıldanmalar, bayılma ve ölme korkusu, her an kötü bir şey olacağı korkusu, aile bireylerinden herhangi birine gelecek bir kötülük veya zarar endişesi.
3- Bitkisel sinir sistemi bulguları. Terleme, kalpte hızlanma ve vuruntu, soğuk ve ıslak eller, ağız kuruluğu, baş dönmesi, boğaz kuruluğu, ses kısılması, sık sık idrara çıkma hali, midede yanma, acılık ve karışılık hissi, sıcak basması, solukluk, nabız sayısının yükselmesi.
4- Bir çeşit uyanıklık ve alarm hali. Dikkatin aşırı artması ve beden görevleri üzerinde yoğunlaşması. Buna rağmen hastanın görüş ve kavrama keskinliğinin kaybolması, uykuya geçişte ve uyumada güçlük, yorgunluk.
Bu hastalık da tıpkı panik halinde olduğu gibi fizik hastalıklar, özellikle kahveye aşırı düşkünlük ve organik zihin hastalıklarının seyrinde ortaya çıkan belirtilerle karıştırılabilir. Ancak bugün için hastalığın hazırlayıcı sebepleri iyi bilinmemektedir.
Primer depresyonlar
Bu depresyonlar oluş sebepleri, ortaya koydukları belirtilerin birbirinden farklı olması, tedaviye verdikleri cevapların farklı olması ve tarihçeleri açısından birçok alt sınıflara ayrılmışlardır. Bu depresyon tipleri arasında en belirgin ve önemli olanı "endojen depresyon"dur. Bu şekil, bünyesel-biyolojık sebeplere bağlıdır. Endojen depresyon da kendi arasında dört alt gruba ayrılmıştır. Bunlar:
1- Ürkeklik, çekingenlik, toplum hayatından uzaklaşma, girişkenliğin kaybı, uyku bozukluğu ve çok erken uyanma, beslenme bozukluğuna ve iştah kaybına bağlı olarak ortaya çıkan kilo kayıpları ve şiddetli suçluluk duygulan gösteren şekil.
2-Depresyonun bu şeklinde kişinin çevresinden ve olaylardan gelen stres faktörü ile negatif bir ilişkisi olduğu ifade edilmektedir.
3- Özellikle yaşlılıkta ortaya çıkan şekildir. Yaşlılıkla beraber gelen bir seri metabolik değişikliğe bağlı olması muhtemeldir.
4- Kişilik yapısı ile ilgilidir. Doğuştan gelen bir kişilik yapısı bozukluğu veya sapmasının kişide çevresi ile uyum bozukluğu yapması sonucu ortaya çıkmış bir küskünlük ve davranış bozukluğu olarak kabul edilir.
Sekonder depresyonlar
Bu durumlarda esas hastalık başkadır. Depresyon bu esas hastalığın yanında görülen bir belirti olarak dikkati çeker. Şizofrenlerde görülen depresif haller, bir beyin sarsıntısında ortaya çıkan depresif- görünümler, bir zehirlenme halinde raslanan durgunluk halleri bu türdendir.
Sekonder depresyonlar, primer olanın aksine, beraberinde bulunduğu asıl hastalığın gidişi ile yakından ilgilidir. Birinci sebebin ortadan kalkması halinde sekonder depresyonun kendiliğinden çözüldüğü görülebildiği gibi, birinci hastalığın gösterdiği değişiklikle ilgisi olmaksızın kendiliğinden varolabilir veya ortadan kalkabilir.
Unipolar ve bipolar deyimleri ilk defa 1962 yılında Leonhard, Korff ve Schulz adlı üç araştırıcı tarafından teklif edilmiştir. Bir kısım hastaların zaman zaman depresif nöbetler ve zaman zaman aşırılık nöbetleri gösterdiği dikkati çekmiş ve bazı hastaların ise ya sadece depresyon veya sadece aşırılık halleri içine girdiği görülmüştü. Bir kısım araştırıcı sadece aynı türden hastalık geçirme halinin ayrı bir hastalık olduğuna ve ard arda aşırılık ve depresyon geçirme halinin ise ayrı bir hastalık olduğuna inanmaktaydı. Unipolar deyimi hernöbetli depresyon veya aşırılık olan haller için kullanılmış ve bipolar deyimi ise aynı hastada değişik sürelerde hem depresyon hem de manik nöbetlerin ortaya çıkması için kullanılmıştır.
Unipolar depresyonlar genellikle 40 yaş civarında görülür. Hısım-akraba arasında rastlanmaları ihtimali azdır. Nöbet aralıkları oldukça uzundur ve bir insanın hayatında birkaç nöbeti geçmez.
Bipolar depresyonda hem depresif hem de manik devre ortaya çıkar. Bazen çok kısa aralıklarla hasta birinden diğerine geçebilir. Başlama yaşı ortalama 25 yaş civarındadır. Bir kişi hayatında çok sayıda manik-depresif nöbet geçirebilir.
Depresyonların sınıflandırılmasında en son aşama, Amerikan Psikiyatrı Cemiyeti "APA"nın 1952 yılında başlattığı ve bugüne kadar dört kitapta topladığı bir sınıflamadır. DSM kısaltılmış ismi ile tanınan bu kitapların her biri DSM-I, DSM-II, DSM-III, DSM-IV olarak isimlendirilmiştir. DSM adı, Diagnostıc Statıs-tical Manual kelimelerinin baş harfleri alınarak yapılmıştır. IstatistikTeşhisKİ-tabı anlamındadır. Bu kitapta hastalıklar belirli gruplarda toplanırlar. Bir hastalıkta mutlaka bulunması gereken belirtiler, bulunmaması gereken belirtiler ve eşlik edecek belirtiler açık ve kesin bir şekilde ayrılmıştır. Bu sınıflamanın yapılmasında Adolf Meyer'in psikobilojik görüşlerinden önemli ölçüde istifade edilmiş, bunun yanı sıra psikiyatrik hastalıkların milletlerarası sınıflandırılması da dikkate alınmıştır. DSM sınıflamasının yapılmasında.amaçlanan faydalar, aşağıya birkaç madde halinde çıkarılmıştır:
a- Hastalığın kolay tanımlanması ve tedaviye girmede vakit kazanma.
b- Psikiyatrik hastalıkların sınıflamadaki gerçek yerlerini almaları.
c- Uygulamacı ve araştırmacı hekimler arasında ortak kavramların getirilmesi ve ortak bir dilin konuşulması.
d- Öğrencilere ve sağlıkla ilgili personele öğretim kolaylığı getirmesi.
e- Daha önce kullanılmakta olan ve ICD-9 olarak tanınan sınıflama ile bir uyum ve uygunluk sağlama arzusu.
f- Psikiyatriye her gün anlaşılmayan yeni kelime ve kavramların sokulmasını engellemek.
g- Daha yüksek anlatım gücünde kelime ve kavramların kullanılmasını yaygınlaştırmak.
h- Özellikle adli psikiyatrik olaylarda teşhislere açıklık ve kesinlik getirmek.
Bu kısa tanımlamadan sonra DSM-IM'e göre yapılmış olan bir depresyon sınıflaması görüyoruz.
DSMIII Affektif Duygusallık hastalığını üç grupta toplamaktadır.
1- Majör affektif bozukluklar.
2- Spesifik-kendine göre özellikleri olan affektif bozukluklar.
3- Atipik-başka hastalıkların beraberliğinde görülen ve belirtileri değişik olabilen depresyonlar.
1- Majör affektif bozukluklar: İki gruba ayrılmıştır, her grup da kendi arasında alt gruplara bölünmüştür.
A. Bipolar bozukluk.
a- Karışık "mixed" şekiller.
b- Manik "manic". Aşırılıkla beraber olan şekil.
c- Depresif-depresyonlu
B. Majör depresyon.
a- Bütün hayat boyu görülmüş tek depresyon nöbeti. b- Çok sayıda tekrarlayan depresyon nöbetleri.
2- Diğer spesifik affektif bozukluklar.
a- Siklotimik bozukluk. Belirli devrelerde ortaya çıkan şekil, b- Distimik şekil. Bu şekil depresif nöroz olarak da bilinmektedir.
3- Atipik affektif bozukluk. a- Atipik bipolar bozukluk, b- Atipik depresyon.
Kitabımızda gerek klasik görüşleri yansıtan, gerek modern görüşlere yer veren depresyon sınıflamalarına ait örnekler verilmiştir. Şimdi de depresyonların bir hastalık tablosu içindeki görünümlerinden bahsedelim. Bu bölümde depresyonların değişik şekilleri teferruatlı olarak anlatılacaktır. Psikotik Depresyon Kronik
Saf bir sıkıntı nörozunda aşağıya çıkarılmış olan belirtiler bulunmalıdır.
a- Motor gerginlik hali. Gerginlik, adale ağrıları, adalelerde kasılmalar, gev şeyememek, yorgunluk, göz kapaklarında oynama ve seyirmeler, huzursuzluk, kolayca uyarılabilme, gergin bir yüz ve ifade, hızlı ve sesli bir solunum.
b- Anlamsız beklentiler. Her an kötü bir şey olacağı hissi ve beklentisi, endişe, tedirginlik, sıkıntı, ağızda anlaşılmaz mırıldanmalar, bayılma ve ölme korkusu, her an kötü bir şey olacağı korkusu, aile bireylerinden herhangi birine gelecek bir kötülük veya zarar endişesi.
3- Bitkisel sinir sistemi bulguları. Terleme, kalpte hızlanma ve vuruntu, soğuk ve ıslak eller, ağız kuruluğu, baş dönmesi, boğaz kuruluğu, ses kısılması, sık sık idrara çıkma hali, midede yanma, acılık ve karışılık hissi, sıcak basması, solukluk, nabız sayısının yükselmesi.
4- Bir çeşit uyanıklık ve alarm hali. Dikkatin aşırı artması ve beden görevleri üzerinde yoğunlaşması. Buna rağmen hastanın görüş ve kavrama keskinliğinin kaybolması, uykuya geçişte ve uyumada güçlük, yorgunluk.
Bu hastalık da tıpkı panik halinde olduğu gibi fizik hastalıklar, özellikle kahveye aşırı düşkünlük ve organik zihin hastalıklarının seyrinde ortaya çıkan belirtilerle karıştırılabilir. Ancak bugün için hastalığın hazırlayıcı sebepleri iyi bilinmemektedir.
Depresyon Nedir Belirtileri Nedenleri
Depresyon Nedir, Depresyon Belirtileri
İnsanlar hayatları boyunca çok değişik duygusallık devrelerinden geçerler.
Bu duygusallık devreleri kişiye canlılık, neşe, hareket ve coşku getirdiği gibi sıkıntı, durgunluk, isteksizlik, karamsarlık duyumlarını da getirebilir. Bazen bu uyumlar bizim günlük hayatımızı ve içgüdülerimizi de etkileyecek ölçüde olur ve biz düşünce ve davranışlarımızla olduğu kadar heyecanlarımızla da gerek kendimizi ve gerek çevremizi değişik ve hastalıklı bir gözle görmeye başlarız.
Mizaç, duygularımızın bazen sevinç ve mutluluk bazen de elem ve mutsuzluk şeklinde belirlenmesidir. Çoğu kere de bu duyumlar hepsi birarada bulunurlar ve biz aynı anda sevinç ve mutluluğu, elem ve mutsuzluğu hissederiz. Mizaçta sadece bu duyumları hissetmekle kalmaz aynı zamanda bu duyumlarımız yönünde bir tavır ve yönelme de gösteririz. Duyumlarımızın yönettiği gibi davranır ve heyecanlarımız doğrultusunda gideriz. Böylece hepimizde "duygu durum dalgalanması" adını verdiğimiz ve gün boyu değişen heyecan halleri ortaya çıkar. Normal kişilerde bu heyecan dalgalanmaları farkedilemeyecek kadar belirsiz ve yüzeysel olmasına rağmen hastalık halinde kişinin kendisini olduğu kadar çevresini de etkileyecek ölçülere varır.
Depresyon, bütün bu duygu - durum dalgalanmalarının "zihni görevleri, beden hareketliliğini, içgüdüleri, biyolojik beden görevlerini, kişisel sorumluluğu, sosyal ilişkileri kısmen veya tamamen bozacak veya yavaşlatacak nitelikte bir hal veya hastalıktır."
Depresyonun belirtileri, Depresyon Belirtiler Nelerdir
Depresyon terimi, daha önceki hekimler tarafından "melankoli" olarak kullanılıyordu. Bu terim, günümüzde de bazı depresyon çeşitleri için kullanılmaktadır. Hipfocrates M.0.4. yüzyılda bu hastalığı tanımlamış ve aynı hastalarda görülen aşırılık ve durgunluk devrelerinin birbirini takip ettiğine işaret etmiştir.
18. yüzyılda Pinel adlı bir Fransız hekim depresyonu; düşüncede gerginlik, karamsarlık, şüphecilik ve birinin kendisini yalnız hissetmesi olarak tarif etmiştir.
.
E. Bleular depresyon için "insanın her türlü yaşantıyı kendisine ıstırap verici olarak hissettiği ve sıkıntının beraberliğinde kişinin hiçbir şeyden zevk alamaması, hayatı boş ve anlamsız bulması, hayatı gerçek dışı ve bir şey gibi kabul etmesi şeklinde kendisini gösteren bir hastalık olarak tanımlamıştı.
Kurt Schneider ve Kretschmer isimli hekimler ise bu hastalığı "yaşama gücündeki bir çöküntü, ruhsal alanda bir gerileme ve bütün bedende bir hareket yavaşlaması" olarak düşünmüşlerdir.
Nacht ve Racamier adlı araştırıcılar ise depresyonu "kişinin suçluluk duyguları hissettiği, fiziki ıstırap çektiği bir ruhsal durumdur" şeklinde tarif etmişlerdir. Böyle bir durumda kişinin sosyal değerlerinde, zekâ işlevlerinde, duygularında ve heyecanlarında, içgüdülerinde, psikomotor adını verdiğimiz ruhi ve bedelli görevlerinde, yaşama felsefesinde bir durgunluk olmakta ve yaşama hazzı ve hırsı ortadan kalkmaktadır.
Rasim Adasal hocamız depresyonu "Affektif tonüsün - duygusal enerjinin özellikle elem yönünden artması" olarak tarif etmiştir. Keder ve küskünlüğün artması sonucu kişinin hareketlilik vasfının bozulduğuna inanırdı.
Gringer ve arkadaşları depresyonu bir taraftan kişilik yapıları ve diğer taraftan ortaya koydukları belirtiler
arasındaki ilişkiler açısından gruplara ayırarak tanımlamak istemişlerdir. Bunlar:
1— Kompulsif adını verdiğimiz, kişiyi amaçsız ve istemsiz davranışlara iten bir kişilik yapısında hastalık ve yaşlanma ile ortaya çıkan, ümitsizlik, kendine güven duygusunun azalması, şiddetli kendini suçlama belirtileri veren kişilerin oluşturduğu grup.
2— Gelişmiş, olgunlaşmış ve sorumluluk hissi çoğalmış kişilerde görülen ve çevre ile olan dış dengenin bozulması sonucu ortaya çıkmış hastalık hali.
3_ Kişinin dikkatinin kendi beden organları üzerinde yoğunlaşması ve sürekli kendini kontrol etmesi şeklinde görülen hipokondriak şekil.
4— Bir taraftan "narsistik" olarak adlandırılan ve kişinin sadece kendisini sevmesi ve beğenmesi ve çevresine otoriter davranması şeklinde görülen türden bir depresyon, diğer taraftan da "agresif" adını verdiğimiz ve kişinin daha çok kendisine yönelik saldırgan duyumlarla yüklü olduğu şekil.
Depresyon belirtileri bazen sayılamayacak kadar çok ve karmaşık bir görünüm ortaya koyabilir. Klerman adlı araştırıcı, depresyon belirtilerini bir liste halinde vermiştir. Bunlar:
1— Depresif ruh hali olarak tanımlanan ve keder, değersizlik duyguları, karamsarlık halidir. Bu belirtiler depresyonlu hastaların yüzde 90'ında görülür. Ancak bir kısım hastalarda bu değişiklikler çok yüzeyseldir ve dikkati çekmez. Bu durumda depresyonun kendini gizlediği ifade edilir ve "Maskeli Depresyon veya Gülen Depresyon" adı verilir.
2— Zevk alamama, haz duyumunun çok azalması veya kaybı, iştah azalması, kilo kaybı, cinsel hazzın ve isteğin ileri derecede azalması, empotans cinsel iktidarsızlık, her çeşit heves ve hobinin kaybolması, sosyal olaylara,aile bireylerine ve eşyalara karşı ilginin ve sevginin azalması ve sönmesi.
3— Özellikle uykunun azalması ve uyku düzeninin bozulması, sabaha karşı çok erken saatlerde uyanmalar, gündüz saatlerinde uyuklama.
4— Enerji kaybı, enerji yokluğu, sabahtan başlayan yorgunluk ve bitkinlik halleri.
5— Sinirlerin gergin olması, huzursuzluk, sürekli bir tedirginlik, her an kötü bir şey olacakmış hissi.
6— Sıkıntının eşdeğerleri veya ekivalentleri olarak adlandırılan hareketler; tırnak yeme, ellerin devamlı bir şeyle meşgul olması, sık sık sigara içme, elbise kenarları ile oynama, oturduğu yerde sürekli kıpırdanma ve yer değiştirme, gece yatakta sürekli kıpırdanma.
7— Konuşmada, düşüncede ve harekette ileri derecede yavaşlama ve bazen durma, "Stiipör" adı verilen bir depresyon şeklinde hastalar günlerce hiç hareket etmeden, hiçbir şey yemeden ve içmeden, konuşmadan kalırlar ve yapılan bütün zorlamalara direnirler,
8— Cinsel aktivitede azalma ve isteksizlik, erkeklerde iktidarsızlık ve kadında cinsel soğukluk ve ilgisizlik.
9— Alışılmış ilişkilerin gevşemesi, çalışmaya karşı isteksizlik ve tembellik.
10— Değersizlik fikirleri, otoaküzasyon dediğimiz kendi kendini suçlama hali, ayıp, suç ve günahkarlık fikirlerinin hastayı sürekli rahatsız etmesi. İnsanların içine çıkamayacak ve yüzlerine bakamayacak kadar kendisini hakir ve aşağıda görmek.
11— Konsantrasyon zorluğu denilen şekilde düşüncenin bir noktaya toplanamaması, dikkatin dağılması, düşüncede konu fakirliği ve yeni düşüncelerin üretilmesindeki zorluk,daha. çok dini konularla, cennet ve cehennem fikirleri ile dolu olma, ilahi güç tarafından cezalandırılacağı fikri.
12— Kendini, beceriksiz, başarısız, sevimsiz, çirkin ve sevimsiz görme. Hiç kimse tarafından sevilmediğine inanma, hiç kimseye bir haz veremediği ve çevrenin yaşantısına bir katkıda bulunamadığı inancı.
13— Çaresizlik fikirleri, hiç kimsenin onun derdine bir çare bulamadığı, hastalığının onmaz ve tedavi edilmez olduğu saplantısı. Özellikle depresyonlular-da görülen bu umutsuzluk hezeyanları onların ilk fırsatta bundan kurtulmak; için hayatlarına son vermeleri gerektiği düşüncesini doğurur.
14— Sürekli olarak ölümü düşünme, kendisinin artık bu dünyanın insanı-olmadığına inanma, sürekli intihar fikirleri ile sarılmış olma. Özellikle uykusuz geçmiş gecelerin sabahında bu fikirlerin çok yoğunluk kazandığı ve hastanın hayatına bir son verme teşebbüsünün bulunduğu dikkati çeker. Depresyonun iyileşmeye yüz tuttuğu ve kendisini biraz güçlü hissettiği devreler, intihar bakımından en çok tehlikenin bulunduğu devrelerdir. Depresyonluların nöbetin bitiminden 5-6 ay sonra intihara teşebbüs etmeleri sıklıkla görülür.
15— Sıkıntı, depresyonlu hastanın en önde gelen şikâyeti ve belirtisidir. Sıkıntı kolay tarif edilmeyen nahoş ve istenmeyen bir duyumdur. Sıkıntılı kişi kaygılı ve tedirgindir. Sürekli bir gerilim ve tehdit altında olduğu duyumu alınır. Bu kaygı ve tedirginliğin "otonom sistem" adını verdiğimiz bitkisel sinir sistemi üzerindeki olumsuz etkileri gerek sempatik ve parasempatik sistemlerde ve gerek Kalp, damar sisteminde ve mide,bağırsak kanalında görev akşamalarına ve şikâyetlere yol açar. Çarpıntı, bulantı, terleme, adale kasılmaları ve çekilmeleri, baş ağrısı, ağız kuruluğu, görmede bulanıklık, sık sık idrara çıkma isteği, kabızlık en sık raslanan belirtileri oluşturur.
Beck adlı araştırıcı depresyon belirtilerini biraz daha değişik bir görüşle aşağıdaki gibi sıralamıştır:
1— Emosyonel heyecan belirtileri:
a_ Kederli bir ruh hali, kişinin sürekli olarak kendisini kederli, suskun ve elem içinde imiş gibi hissetmesi.
b— Kendine yönelik olufrısuz ve eleştirici duyumlar.
c— Özellikle kendisinden, içinde bulunduğu durumdan, zamandan ve mekândan hoşnut olamama hali.
d— Bütün duygusal bağların zayıflamış olması, sevginin,nefretin hissedi-lememesi.
e— Sık sık ağlama krizlerinin gelmesi, kişinin hayatında şaka ve esprinin kaybolması. Her şeyin sadece şekilden ibaret kalması duyumu.
2— Bir kimsede bir depresyonun başlamakta olduğunu imâ eder ve düşündürür türden belirtilerin başlaması:
a— Kişinin kendisine olan saygısının azalması, kendisini hor görmesi, giderek artan değersizlik fikirlerinin oluşması.
b— Umutsuzluk, karamsarlık hezeyanları.
c— Özeleştirinin artması, suçlama, itham etme ve yersiz bir şekilde sorumlu tutma.
d— Kararsızlık, ne yapması gerektiğini kestirmede zorluk, uyuşukluk. Kişinin kendisini yönlendiren itici bir gücün olmaması, motivasyon yetersizliği, iç ruhsal uyarının azalması, çevre uyarılarının hasta tarafından fark edilmemesi.
e— Beden imajı bozukluğu. Beden imajı, kişinin kendisini mekânda nasıl algıladığını belirten bir kavramdır. Normalde kişi kendisini mekânda işgal ettiği yer kadar algılar. Depresyon hallerinde bu imaj bozulur ve hasta kişi, kendisini boşlukta olduğundan daha küçük bir yer işgal ediyormuş gibi algılar. Bunun sonucu da küçüklük ve yetersizlik fikirleri oluşur. Kendine güven hissi azalır. Beden imajının bozulması ile beraber kişi vücudundaki organlarının da olması gereken hacimde ve büyüklükte olmadığına inanır ve bunun sonucunda özellikle cinsel organların erkeklerde yeterli büyüklükte olmadığı ve görev yapamayacağı varsayımı ortaya çıkar.
3— Motivasyon - uyarı eksikliği belirtileri:
a— iradenin azalması ve çökmesi. Kişinin dayanma, direnme, sebat gücünün olumsuz etkilenmesi sonucu bir işe başlama, başlanmış olan bir işin bitirilmesi, ufak tefek zorluk ve engellemelere karşı tedbirlerin alınması bozulur. Ürkeklik ve çekingenlik ortaya çıkar.
b— Her şeyden kaçınma ve tedirginlik başlar. Düşünce, duygu ve sosyal ilişkilerde şiddetli bir gerileme görülür. Bu gerilemenin başlaması kişinin yaşama gücünü kırar ve onu her geçen gün intihara biraz daha yaklaştırır.
c— Depresyonun şiddetlenmesi ile beraber intihar arzusu da güçlenir ve hasta kişi giderek daha sıklıkla intiharı düşünür ve dana ciddi intihar teşebbüslerinde bulunur.
d— Bağımlılık fikirleri. Depresyonlu kişiler artan bir şekilde etraflarına bağımlı olurlar. Hiçbir işi kendiliklerinden başlatmaz ve bitirmezler. En ufak bir ihtiyaçları için bile çevrelerinden yardım isterler ve ilgi beklerler.
4— Bitkisel sinir sistemi belirtileri:
a— iştah kaybı, kilo kaybı, uyku bozukluğu, hazım sistemi bozuklukları, kan basıncı, kan şekeri değişiklikleri, yorgunluk, adale gücünün azalması gibi belirtiler hastayı çok rahatsız eder ve onun zaten azalmış olan yaşama isteğini daha da bozar.
İnsanlar hayatları boyunca çok değişik duygusallık devrelerinden geçerler.
Bu duygusallık devreleri kişiye canlılık, neşe, hareket ve coşku getirdiği gibi sıkıntı, durgunluk, isteksizlik, karamsarlık duyumlarını da getirebilir. Bazen bu uyumlar bizim günlük hayatımızı ve içgüdülerimizi de etkileyecek ölçüde olur ve biz düşünce ve davranışlarımızla olduğu kadar heyecanlarımızla da gerek kendimizi ve gerek çevremizi değişik ve hastalıklı bir gözle görmeye başlarız.
Mizaç, duygularımızın bazen sevinç ve mutluluk bazen de elem ve mutsuzluk şeklinde belirlenmesidir. Çoğu kere de bu duyumlar hepsi birarada bulunurlar ve biz aynı anda sevinç ve mutluluğu, elem ve mutsuzluğu hissederiz. Mizaçta sadece bu duyumları hissetmekle kalmaz aynı zamanda bu duyumlarımız yönünde bir tavır ve yönelme de gösteririz. Duyumlarımızın yönettiği gibi davranır ve heyecanlarımız doğrultusunda gideriz. Böylece hepimizde "duygu durum dalgalanması" adını verdiğimiz ve gün boyu değişen heyecan halleri ortaya çıkar. Normal kişilerde bu heyecan dalgalanmaları farkedilemeyecek kadar belirsiz ve yüzeysel olmasına rağmen hastalık halinde kişinin kendisini olduğu kadar çevresini de etkileyecek ölçülere varır.
Depresyon, bütün bu duygu - durum dalgalanmalarının "zihni görevleri, beden hareketliliğini, içgüdüleri, biyolojik beden görevlerini, kişisel sorumluluğu, sosyal ilişkileri kısmen veya tamamen bozacak veya yavaşlatacak nitelikte bir hal veya hastalıktır."
Depresyonun belirtileri, Depresyon Belirtiler Nelerdir
Depresyon terimi, daha önceki hekimler tarafından "melankoli" olarak kullanılıyordu. Bu terim, günümüzde de bazı depresyon çeşitleri için kullanılmaktadır. Hipfocrates M.0.4. yüzyılda bu hastalığı tanımlamış ve aynı hastalarda görülen aşırılık ve durgunluk devrelerinin birbirini takip ettiğine işaret etmiştir.
18. yüzyılda Pinel adlı bir Fransız hekim depresyonu; düşüncede gerginlik, karamsarlık, şüphecilik ve birinin kendisini yalnız hissetmesi olarak tarif etmiştir.
.
E. Bleular depresyon için "insanın her türlü yaşantıyı kendisine ıstırap verici olarak hissettiği ve sıkıntının beraberliğinde kişinin hiçbir şeyden zevk alamaması, hayatı boş ve anlamsız bulması, hayatı gerçek dışı ve bir şey gibi kabul etmesi şeklinde kendisini gösteren bir hastalık olarak tanımlamıştı.
Kurt Schneider ve Kretschmer isimli hekimler ise bu hastalığı "yaşama gücündeki bir çöküntü, ruhsal alanda bir gerileme ve bütün bedende bir hareket yavaşlaması" olarak düşünmüşlerdir.
Nacht ve Racamier adlı araştırıcılar ise depresyonu "kişinin suçluluk duyguları hissettiği, fiziki ıstırap çektiği bir ruhsal durumdur" şeklinde tarif etmişlerdir. Böyle bir durumda kişinin sosyal değerlerinde, zekâ işlevlerinde, duygularında ve heyecanlarında, içgüdülerinde, psikomotor adını verdiğimiz ruhi ve bedelli görevlerinde, yaşama felsefesinde bir durgunluk olmakta ve yaşama hazzı ve hırsı ortadan kalkmaktadır.
Rasim Adasal hocamız depresyonu "Affektif tonüsün - duygusal enerjinin özellikle elem yönünden artması" olarak tarif etmiştir. Keder ve küskünlüğün artması sonucu kişinin hareketlilik vasfının bozulduğuna inanırdı.
Gringer ve arkadaşları depresyonu bir taraftan kişilik yapıları ve diğer taraftan ortaya koydukları belirtiler
arasındaki ilişkiler açısından gruplara ayırarak tanımlamak istemişlerdir. Bunlar:
1— Kompulsif adını verdiğimiz, kişiyi amaçsız ve istemsiz davranışlara iten bir kişilik yapısında hastalık ve yaşlanma ile ortaya çıkan, ümitsizlik, kendine güven duygusunun azalması, şiddetli kendini suçlama belirtileri veren kişilerin oluşturduğu grup.
2— Gelişmiş, olgunlaşmış ve sorumluluk hissi çoğalmış kişilerde görülen ve çevre ile olan dış dengenin bozulması sonucu ortaya çıkmış hastalık hali.
3_ Kişinin dikkatinin kendi beden organları üzerinde yoğunlaşması ve sürekli kendini kontrol etmesi şeklinde görülen hipokondriak şekil.
4— Bir taraftan "narsistik" olarak adlandırılan ve kişinin sadece kendisini sevmesi ve beğenmesi ve çevresine otoriter davranması şeklinde görülen türden bir depresyon, diğer taraftan da "agresif" adını verdiğimiz ve kişinin daha çok kendisine yönelik saldırgan duyumlarla yüklü olduğu şekil.
Depresyon belirtileri bazen sayılamayacak kadar çok ve karmaşık bir görünüm ortaya koyabilir. Klerman adlı araştırıcı, depresyon belirtilerini bir liste halinde vermiştir. Bunlar:
1— Depresif ruh hali olarak tanımlanan ve keder, değersizlik duyguları, karamsarlık halidir. Bu belirtiler depresyonlu hastaların yüzde 90'ında görülür. Ancak bir kısım hastalarda bu değişiklikler çok yüzeyseldir ve dikkati çekmez. Bu durumda depresyonun kendini gizlediği ifade edilir ve "Maskeli Depresyon veya Gülen Depresyon" adı verilir.
2— Zevk alamama, haz duyumunun çok azalması veya kaybı, iştah azalması, kilo kaybı, cinsel hazzın ve isteğin ileri derecede azalması, empotans cinsel iktidarsızlık, her çeşit heves ve hobinin kaybolması, sosyal olaylara,aile bireylerine ve eşyalara karşı ilginin ve sevginin azalması ve sönmesi.
3— Özellikle uykunun azalması ve uyku düzeninin bozulması, sabaha karşı çok erken saatlerde uyanmalar, gündüz saatlerinde uyuklama.
4— Enerji kaybı, enerji yokluğu, sabahtan başlayan yorgunluk ve bitkinlik halleri.
5— Sinirlerin gergin olması, huzursuzluk, sürekli bir tedirginlik, her an kötü bir şey olacakmış hissi.
6— Sıkıntının eşdeğerleri veya ekivalentleri olarak adlandırılan hareketler; tırnak yeme, ellerin devamlı bir şeyle meşgul olması, sık sık sigara içme, elbise kenarları ile oynama, oturduğu yerde sürekli kıpırdanma ve yer değiştirme, gece yatakta sürekli kıpırdanma.
7— Konuşmada, düşüncede ve harekette ileri derecede yavaşlama ve bazen durma, "Stiipör" adı verilen bir depresyon şeklinde hastalar günlerce hiç hareket etmeden, hiçbir şey yemeden ve içmeden, konuşmadan kalırlar ve yapılan bütün zorlamalara direnirler,
8— Cinsel aktivitede azalma ve isteksizlik, erkeklerde iktidarsızlık ve kadında cinsel soğukluk ve ilgisizlik.
9— Alışılmış ilişkilerin gevşemesi, çalışmaya karşı isteksizlik ve tembellik.
10— Değersizlik fikirleri, otoaküzasyon dediğimiz kendi kendini suçlama hali, ayıp, suç ve günahkarlık fikirlerinin hastayı sürekli rahatsız etmesi. İnsanların içine çıkamayacak ve yüzlerine bakamayacak kadar kendisini hakir ve aşağıda görmek.
11— Konsantrasyon zorluğu denilen şekilde düşüncenin bir noktaya toplanamaması, dikkatin dağılması, düşüncede konu fakirliği ve yeni düşüncelerin üretilmesindeki zorluk,daha. çok dini konularla, cennet ve cehennem fikirleri ile dolu olma, ilahi güç tarafından cezalandırılacağı fikri.
12— Kendini, beceriksiz, başarısız, sevimsiz, çirkin ve sevimsiz görme. Hiç kimse tarafından sevilmediğine inanma, hiç kimseye bir haz veremediği ve çevrenin yaşantısına bir katkıda bulunamadığı inancı.
13— Çaresizlik fikirleri, hiç kimsenin onun derdine bir çare bulamadığı, hastalığının onmaz ve tedavi edilmez olduğu saplantısı. Özellikle depresyonlular-da görülen bu umutsuzluk hezeyanları onların ilk fırsatta bundan kurtulmak; için hayatlarına son vermeleri gerektiği düşüncesini doğurur.
14— Sürekli olarak ölümü düşünme, kendisinin artık bu dünyanın insanı-olmadığına inanma, sürekli intihar fikirleri ile sarılmış olma. Özellikle uykusuz geçmiş gecelerin sabahında bu fikirlerin çok yoğunluk kazandığı ve hastanın hayatına bir son verme teşebbüsünün bulunduğu dikkati çeker. Depresyonun iyileşmeye yüz tuttuğu ve kendisini biraz güçlü hissettiği devreler, intihar bakımından en çok tehlikenin bulunduğu devrelerdir. Depresyonluların nöbetin bitiminden 5-6 ay sonra intihara teşebbüs etmeleri sıklıkla görülür.
15— Sıkıntı, depresyonlu hastanın en önde gelen şikâyeti ve belirtisidir. Sıkıntı kolay tarif edilmeyen nahoş ve istenmeyen bir duyumdur. Sıkıntılı kişi kaygılı ve tedirgindir. Sürekli bir gerilim ve tehdit altında olduğu duyumu alınır. Bu kaygı ve tedirginliğin "otonom sistem" adını verdiğimiz bitkisel sinir sistemi üzerindeki olumsuz etkileri gerek sempatik ve parasempatik sistemlerde ve gerek Kalp, damar sisteminde ve mide,bağırsak kanalında görev akşamalarına ve şikâyetlere yol açar. Çarpıntı, bulantı, terleme, adale kasılmaları ve çekilmeleri, baş ağrısı, ağız kuruluğu, görmede bulanıklık, sık sık idrara çıkma isteği, kabızlık en sık raslanan belirtileri oluşturur.
Beck adlı araştırıcı depresyon belirtilerini biraz daha değişik bir görüşle aşağıdaki gibi sıralamıştır:
1— Emosyonel heyecan belirtileri:
a_ Kederli bir ruh hali, kişinin sürekli olarak kendisini kederli, suskun ve elem içinde imiş gibi hissetmesi.
b— Kendine yönelik olufrısuz ve eleştirici duyumlar.
c— Özellikle kendisinden, içinde bulunduğu durumdan, zamandan ve mekândan hoşnut olamama hali.
d— Bütün duygusal bağların zayıflamış olması, sevginin,nefretin hissedi-lememesi.
e— Sık sık ağlama krizlerinin gelmesi, kişinin hayatında şaka ve esprinin kaybolması. Her şeyin sadece şekilden ibaret kalması duyumu.
2— Bir kimsede bir depresyonun başlamakta olduğunu imâ eder ve düşündürür türden belirtilerin başlaması:
a— Kişinin kendisine olan saygısının azalması, kendisini hor görmesi, giderek artan değersizlik fikirlerinin oluşması.
b— Umutsuzluk, karamsarlık hezeyanları.
c— Özeleştirinin artması, suçlama, itham etme ve yersiz bir şekilde sorumlu tutma.
d— Kararsızlık, ne yapması gerektiğini kestirmede zorluk, uyuşukluk. Kişinin kendisini yönlendiren itici bir gücün olmaması, motivasyon yetersizliği, iç ruhsal uyarının azalması, çevre uyarılarının hasta tarafından fark edilmemesi.
e— Beden imajı bozukluğu. Beden imajı, kişinin kendisini mekânda nasıl algıladığını belirten bir kavramdır. Normalde kişi kendisini mekânda işgal ettiği yer kadar algılar. Depresyon hallerinde bu imaj bozulur ve hasta kişi, kendisini boşlukta olduğundan daha küçük bir yer işgal ediyormuş gibi algılar. Bunun sonucu da küçüklük ve yetersizlik fikirleri oluşur. Kendine güven hissi azalır. Beden imajının bozulması ile beraber kişi vücudundaki organlarının da olması gereken hacimde ve büyüklükte olmadığına inanır ve bunun sonucunda özellikle cinsel organların erkeklerde yeterli büyüklükte olmadığı ve görev yapamayacağı varsayımı ortaya çıkar.
3— Motivasyon - uyarı eksikliği belirtileri:
a— iradenin azalması ve çökmesi. Kişinin dayanma, direnme, sebat gücünün olumsuz etkilenmesi sonucu bir işe başlama, başlanmış olan bir işin bitirilmesi, ufak tefek zorluk ve engellemelere karşı tedbirlerin alınması bozulur. Ürkeklik ve çekingenlik ortaya çıkar.
b— Her şeyden kaçınma ve tedirginlik başlar. Düşünce, duygu ve sosyal ilişkilerde şiddetli bir gerileme görülür. Bu gerilemenin başlaması kişinin yaşama gücünü kırar ve onu her geçen gün intihara biraz daha yaklaştırır.
c— Depresyonun şiddetlenmesi ile beraber intihar arzusu da güçlenir ve hasta kişi giderek daha sıklıkla intiharı düşünür ve dana ciddi intihar teşebbüslerinde bulunur.
d— Bağımlılık fikirleri. Depresyonlu kişiler artan bir şekilde etraflarına bağımlı olurlar. Hiçbir işi kendiliklerinden başlatmaz ve bitirmezler. En ufak bir ihtiyaçları için bile çevrelerinden yardım isterler ve ilgi beklerler.
4— Bitkisel sinir sistemi belirtileri:
a— iştah kaybı, kilo kaybı, uyku bozukluğu, hazım sistemi bozuklukları, kan basıncı, kan şekeri değişiklikleri, yorgunluk, adale gücünün azalması gibi belirtiler hastayı çok rahatsız eder ve onun zaten azalmış olan yaşama isteğini daha da bozar.
Stres Onleme Tedavisi Anti Stres
Strese Karşı Alınacak Tedbirler, Stres Tedavisi, Stres Önleme
Stresten Kurtulmanın Yolları, Stresi Yenmek,Stres ve Başa Çıkma Yolları
Kişi, hayatı boyunca karşılaşacağı "günlük stresler, gelişim stresleri ve hayat krizlerine bağlı olarak ortaya çıkan stresler" karşısında birtakım tedbirler alabilir ve bu streslerin olumsuz tesirlerini ortadan kaldırabilir veya en azından bu olumsuz değişiklikleri en alt bir düzeye indirebilir. Bu tedbirlerin bir kısmı, bireyin kendi başına halledebileceği ve üstesinden gelebileceği türden olmasına rağmen, bir kısmı, toplum düzeyinde ve idari planda yapılabilecek olanlardır.
1— Bireysel olarak yapılabilecek olanlar: Strese Karşı
a— Kişisel uyum. Stres sonuçlarının giderilmesinde ve azaltılmasında kişinin kendisi ve çevresi ile yapacağı uyum son derecede önem taşır. Kişisel uyumun yeterli yapılabilmesi için ferdin yeterli bir zekâ kapasitesinde olması, bu zekânın uygun ve pozitif bilgilerle donatılmış bulunması, çevrenin iyi bir uyuma elverişli bulunması gerekir. Bu belirlemelerden anlaşıldığı gibi iyi bir kişisel uyumun çocuğun dünyaya geldiği ilk yaşlardan başlaması ve gelişim süreçleri içinde uygun atılımların yapılması lazımdır. Çocuk her yaş kademesinde çevresine duygu ve düşüncelerini açıkça anlatabilmeli ve bunun için de kendisine söz hakkı, savunma hakkı ve kendi davranış biçimini seçme hakkı verilmelidir. Kişi, çevresi ile belirli bir "davranış kalıbı" geliştirmeli ve bu kalıp çocuğun "karakteri" olarak benimsenmelidir. Stres Atmak İçin, Stresten Korunma
b— Başa çıkma girişimleri ve süreçleri. Gelişim devreleri sırasında çocuğun veya gencin ideallerine uygun başarı göstermesi halinde bir stresin oluşması mümkün değildir. Tersinin olması halinde çocukta veya gençte başarısızlık, değersizlik ve umutsuzluk fikirleri oluşur ve stres faktörleri ya bir organik hastalığı veya bir depresyonu başlatır. Çocuğun veya gencin akla yakın gelecek veya uygulanması bir yük getirmeyecek girişimlerinin aile ve çevre tarafından desteklenmesi ve tasvip görmesi stres faktörünü azaltır. Ancak bu devrede görülen başa çıkma süreçlerinin hayalî, gerçek dışı ve kabul edilemez türden olması halinde ailenin bir hekime müracaatı yerinde olur ve bu hal artık bir hastalığın başlamış olduğunun belirtisi kabul edilir.
c— Pozitif düşünme biçimi. Pozitif düşünme biçimi çocuğun "soyut' düşüncesinin gelişmesi ile kabil olur. Soyut düşünce ile beraber gelecek zaman, istikbal kavramları da oluşur. Pozitif düşünme, çocuğu stresten kurtaran ve olumlu çözümler bulmaya sevkeden bir olgu olmasına rağmen erken başlaması halinde "sorumluluk" hissini de başlatması sebebiyle kendisi de bir stres faktörü olabilir.
Çocuk, pozitif düşünceyi genellikle okulda öğrenir. Pozitif bilimler, deneme ve ölçmenin anlamını anlatmak suretiyle çocukta "soyut" düşünceyi geliştirirler. Zekâ geriliği, sinir sistemi hastalıkları, sara hastalığı gibi sebeplerle bu soyut düşüncenin gelişememesi çocuğun en ufak bir problem veya zorlanma karşısında bir stres cevabı vermesine neden olur. (Stresten Kurtulmak)
d— Güvenli bir tavrın benimsenmesi. İnsanlar arası ilişkilerin kaidelere bağlanmış olması, toplum içinde yaşayan her bireyden belirli görevlerin beklenmesi ve bunun yerine getirilmesi halinde "kişi, toplum içinde bir saygınlık ve güven kazanır." Bu saygınlık ve güvenin kişide duyulmaması halinde stres faktörü oluşur. Bu sebeple ailenin ve çevrenin kişiye güvendiğini belli edecek şekilde davranması, itimat etmesi ve bunu belli edecek şekilde bireye duyurması gerekir. Aksi halde kişide stres reaksiyonu başlar. Kendine olan güveni sarsılır. Girişkenliği ve üreticiliği azalır. Toplum içinde sinme, utanma ve çekingenlik ortaya çıkar.
d— Zaman ayarlanması. Zamanın iyi kullanılması, kişinin hayatındaki kısa ve uzun dönemde yapacağı işleri programlaması ve bunlar için bir sıra tertip etmesi, her biri için yeterli zamanı ayarlaması şeklinde olur. Zaman ayarlaması kişinin kendi öz yeteneği ile kazanılmış bir özellik olmasının yanı sıra çevreden gördüğü ve kazandığı bir beceridir. Dağınık ve zaman ayarlaması yapamayan ana-babanın yanında büyüyen bir çocuk, çoğunlukla kendisi de zamanını iyi kullanamaz.
Zaman ayarlama ve başa çıkma süreçleri genelde beraber işleyen ve bireyi başarıya götüren olumlu fonksiyonlardır. Çocuk bu programlanmış işlerle iyi bir okul hayatı, iyi bir arkadaşlık ilişkisi, başarılı bir spor çalışması yapabilir veya cinsel dürtüleri için yeterli zaman ve gayreti bulabilir.
2— Gelişimsel streslerle başa çıkmada görevlerin bireyden çok topluma düşen bir yük ve görev olduğu belirtilmiştir.
Özellikle nüfusunun yarıya yakınını gençlerin oluşturduğu bizim toplumumuzda gençlerimizi "stres canavarından korumak için çok önemli ve geniş kapsamlı tedbirlerin alınmasına gerek duyulmaktadır. Gelişim süreci içinde bulunan gençlerin en önemli problemleri ürettikleri sınırsız enerjinin olumlu yollarla ve olumlu alanlarda kullanılabilmesi olacaktır.
Bu bakımdan bu kitle enerjisini olumlu bir yoldan boşaltmanın en iyi yolu gençlerin kitle sporuna yönlendirilmeleri ve bunun için yeterli ve gerekli tesis ve malzemenin gençlere uygun bir şekilde ulaştırılması olmalıdır.
Gençleri pozitif düşünceye alıştırmak için çok sayıda kütüphane kolay ulaşılabilir bir şekilde hizmete açılmalıdır. Eğitimde erken kazanç getiren, mesleki bilgi kazandıran, modası geçmiş bilgilerden arındırılmış ve pratik fayda sağlayan modern bir eğitim sistemine geçilmelidir, imtihan ederek dışlamayı değil, imtihan ederek beceri ve eğilim belirleyen bir anlayışla hareket etmelidir. Öğrenim araçlarından ve öğrenim yapan gençlerden kazanç ve kâr sağlamak düşünülmemeli ve bu malzeme her ekonomik seviyedeki gencin ulaşabileceği bir düzeyde tutulmalıdır. Alt kültür ileticileri olarak kabul edilen radyo, televizyon gibi araçlardan kitle kültürünü oluşturacak şekilde istifade imkânları aranmalı ve bu yollarla gençlik kesimi ile sürekli bir iletişim içinde bulunulmalıdır.
Gençlik için sürekli eğitici, eğlendirici ve öğretici programlar hizmet vermelidir. Gençlerin sigara, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarına yakalanmamaları için devamlı uyarıcı ve aydınlatıcı bilgiler bu yayın araçlarınca tekrarlanmalıdır.
Kişisel düzeyde stresle başa çıkma usulleri
Fizik ve biyolojik streslerle başa çıkma, genel bir sağlık problemi olup kişinin kendi başına üstesinden geleceği bir şey değildir. Bir sağlık tedbiri olarak kişinin kendi yaşı, cinsiyeti, işi, yaşadığı ekolojik çevre ile ilgili olarak ortaya çıkabilecek stres faktörlerini tanıması, kendi bedenine uygun bir yaşamı seçmesi ve sık sık fizyolojik görevlerini bir sağlık kuruluşunda kontrol ettirmesi stres riskini azaltıcı bir rol oynar.
Gelişimsel ve psikososyal streslerin azaltılmasında veya tesirlerinin hafifletilmesinde üç temel prensip olduğu bildirilmiştir:
1— Zihinsel düzeyde strese karşı yapılan savunmalar. Bunlar; kişinin gerçekçi beklentiler içinde olması, ulaşamayacağı hedeflerin seçilmemesi, hayalcilikten uzaklaşma, kişiler arası ilişkilerin heyecanlardan çok akılcı yaklaşımlara dayanması, hiçbir zaman sürekli bir başarının olamayacağı, zaman zaman başarısızlığın da normal kabul edilmesi gerektiği, iyi bir inanç sisteminin geliştirilmesi, iyi ve kötünün, az veya çokun, güzel ve çirkinin bir arada bulunabileceğinin bilincine varılması ve benzeri zihinsel düşünce teknikleridir. Zaman-la,'yaşlanmayla ve tecrübeyle kazanılan verilerdir.
2— Davranış düzeyinde stresi azaltmak. Kişinin kendisine çeşitli uğraşlar, hobiler, eğlenceler bulması, zorlanma ve stres karşısında önceden belirli bir tavır ortaya koyması, stres karşısında bir mizaç değişikliği göstermemeyi öğrenmesi gibi kendisini geliştirme çabaları sayılabilir.
3— Günlük yaşam stresleri. Çoğu kere bizim dışımızda ve bütün toplum düzeyini ilgilendiren tedbirlerle en alt düzeye indirilebilir. Karşılıklı saygı, hak eşitliğine hürmet, çevreyi rahatsız etmekten çekinme, günlük konuşma dilinin ince ve zarif olması, evin içinde ve dışında tebessüm etmeyi öğrenmemiz, günlük yaşam streslerini önemli ölçüde azaltabilir. Fizik üstünlüklerimizi, mal varlığımızı, toplumdaki konumumuzu beraber yaşadığımız insanlarla bir yarışma içine sokmadığımız, bir övünme ve üstünlük taslamadığımız zaman stresin bizleri fazla rahatsız etmediğini öğrenmiş oluruz.
Stresten Kurtulmanın Yolları, Stresi Yenmek,Stres ve Başa Çıkma Yolları
Kişi, hayatı boyunca karşılaşacağı "günlük stresler, gelişim stresleri ve hayat krizlerine bağlı olarak ortaya çıkan stresler" karşısında birtakım tedbirler alabilir ve bu streslerin olumsuz tesirlerini ortadan kaldırabilir veya en azından bu olumsuz değişiklikleri en alt bir düzeye indirebilir. Bu tedbirlerin bir kısmı, bireyin kendi başına halledebileceği ve üstesinden gelebileceği türden olmasına rağmen, bir kısmı, toplum düzeyinde ve idari planda yapılabilecek olanlardır.
1— Bireysel olarak yapılabilecek olanlar: Strese Karşı
a— Kişisel uyum. Stres sonuçlarının giderilmesinde ve azaltılmasında kişinin kendisi ve çevresi ile yapacağı uyum son derecede önem taşır. Kişisel uyumun yeterli yapılabilmesi için ferdin yeterli bir zekâ kapasitesinde olması, bu zekânın uygun ve pozitif bilgilerle donatılmış bulunması, çevrenin iyi bir uyuma elverişli bulunması gerekir. Bu belirlemelerden anlaşıldığı gibi iyi bir kişisel uyumun çocuğun dünyaya geldiği ilk yaşlardan başlaması ve gelişim süreçleri içinde uygun atılımların yapılması lazımdır. Çocuk her yaş kademesinde çevresine duygu ve düşüncelerini açıkça anlatabilmeli ve bunun için de kendisine söz hakkı, savunma hakkı ve kendi davranış biçimini seçme hakkı verilmelidir. Kişi, çevresi ile belirli bir "davranış kalıbı" geliştirmeli ve bu kalıp çocuğun "karakteri" olarak benimsenmelidir. Stres Atmak İçin, Stresten Korunma
b— Başa çıkma girişimleri ve süreçleri. Gelişim devreleri sırasında çocuğun veya gencin ideallerine uygun başarı göstermesi halinde bir stresin oluşması mümkün değildir. Tersinin olması halinde çocukta veya gençte başarısızlık, değersizlik ve umutsuzluk fikirleri oluşur ve stres faktörleri ya bir organik hastalığı veya bir depresyonu başlatır. Çocuğun veya gencin akla yakın gelecek veya uygulanması bir yük getirmeyecek girişimlerinin aile ve çevre tarafından desteklenmesi ve tasvip görmesi stres faktörünü azaltır. Ancak bu devrede görülen başa çıkma süreçlerinin hayalî, gerçek dışı ve kabul edilemez türden olması halinde ailenin bir hekime müracaatı yerinde olur ve bu hal artık bir hastalığın başlamış olduğunun belirtisi kabul edilir.
c— Pozitif düşünme biçimi. Pozitif düşünme biçimi çocuğun "soyut' düşüncesinin gelişmesi ile kabil olur. Soyut düşünce ile beraber gelecek zaman, istikbal kavramları da oluşur. Pozitif düşünme, çocuğu stresten kurtaran ve olumlu çözümler bulmaya sevkeden bir olgu olmasına rağmen erken başlaması halinde "sorumluluk" hissini de başlatması sebebiyle kendisi de bir stres faktörü olabilir.
Çocuk, pozitif düşünceyi genellikle okulda öğrenir. Pozitif bilimler, deneme ve ölçmenin anlamını anlatmak suretiyle çocukta "soyut" düşünceyi geliştirirler. Zekâ geriliği, sinir sistemi hastalıkları, sara hastalığı gibi sebeplerle bu soyut düşüncenin gelişememesi çocuğun en ufak bir problem veya zorlanma karşısında bir stres cevabı vermesine neden olur. (Stresten Kurtulmak)
d— Güvenli bir tavrın benimsenmesi. İnsanlar arası ilişkilerin kaidelere bağlanmış olması, toplum içinde yaşayan her bireyden belirli görevlerin beklenmesi ve bunun yerine getirilmesi halinde "kişi, toplum içinde bir saygınlık ve güven kazanır." Bu saygınlık ve güvenin kişide duyulmaması halinde stres faktörü oluşur. Bu sebeple ailenin ve çevrenin kişiye güvendiğini belli edecek şekilde davranması, itimat etmesi ve bunu belli edecek şekilde bireye duyurması gerekir. Aksi halde kişide stres reaksiyonu başlar. Kendine olan güveni sarsılır. Girişkenliği ve üreticiliği azalır. Toplum içinde sinme, utanma ve çekingenlik ortaya çıkar.
d— Zaman ayarlanması. Zamanın iyi kullanılması, kişinin hayatındaki kısa ve uzun dönemde yapacağı işleri programlaması ve bunlar için bir sıra tertip etmesi, her biri için yeterli zamanı ayarlaması şeklinde olur. Zaman ayarlaması kişinin kendi öz yeteneği ile kazanılmış bir özellik olmasının yanı sıra çevreden gördüğü ve kazandığı bir beceridir. Dağınık ve zaman ayarlaması yapamayan ana-babanın yanında büyüyen bir çocuk, çoğunlukla kendisi de zamanını iyi kullanamaz.
Zaman ayarlama ve başa çıkma süreçleri genelde beraber işleyen ve bireyi başarıya götüren olumlu fonksiyonlardır. Çocuk bu programlanmış işlerle iyi bir okul hayatı, iyi bir arkadaşlık ilişkisi, başarılı bir spor çalışması yapabilir veya cinsel dürtüleri için yeterli zaman ve gayreti bulabilir.
2— Gelişimsel streslerle başa çıkmada görevlerin bireyden çok topluma düşen bir yük ve görev olduğu belirtilmiştir.
Özellikle nüfusunun yarıya yakınını gençlerin oluşturduğu bizim toplumumuzda gençlerimizi "stres canavarından korumak için çok önemli ve geniş kapsamlı tedbirlerin alınmasına gerek duyulmaktadır. Gelişim süreci içinde bulunan gençlerin en önemli problemleri ürettikleri sınırsız enerjinin olumlu yollarla ve olumlu alanlarda kullanılabilmesi olacaktır.
Bu bakımdan bu kitle enerjisini olumlu bir yoldan boşaltmanın en iyi yolu gençlerin kitle sporuna yönlendirilmeleri ve bunun için yeterli ve gerekli tesis ve malzemenin gençlere uygun bir şekilde ulaştırılması olmalıdır.
Gençleri pozitif düşünceye alıştırmak için çok sayıda kütüphane kolay ulaşılabilir bir şekilde hizmete açılmalıdır. Eğitimde erken kazanç getiren, mesleki bilgi kazandıran, modası geçmiş bilgilerden arındırılmış ve pratik fayda sağlayan modern bir eğitim sistemine geçilmelidir, imtihan ederek dışlamayı değil, imtihan ederek beceri ve eğilim belirleyen bir anlayışla hareket etmelidir. Öğrenim araçlarından ve öğrenim yapan gençlerden kazanç ve kâr sağlamak düşünülmemeli ve bu malzeme her ekonomik seviyedeki gencin ulaşabileceği bir düzeyde tutulmalıdır. Alt kültür ileticileri olarak kabul edilen radyo, televizyon gibi araçlardan kitle kültürünü oluşturacak şekilde istifade imkânları aranmalı ve bu yollarla gençlik kesimi ile sürekli bir iletişim içinde bulunulmalıdır.
Gençlik için sürekli eğitici, eğlendirici ve öğretici programlar hizmet vermelidir. Gençlerin sigara, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarına yakalanmamaları için devamlı uyarıcı ve aydınlatıcı bilgiler bu yayın araçlarınca tekrarlanmalıdır.
Kişisel düzeyde stresle başa çıkma usulleri
Fizik ve biyolojik streslerle başa çıkma, genel bir sağlık problemi olup kişinin kendi başına üstesinden geleceği bir şey değildir. Bir sağlık tedbiri olarak kişinin kendi yaşı, cinsiyeti, işi, yaşadığı ekolojik çevre ile ilgili olarak ortaya çıkabilecek stres faktörlerini tanıması, kendi bedenine uygun bir yaşamı seçmesi ve sık sık fizyolojik görevlerini bir sağlık kuruluşunda kontrol ettirmesi stres riskini azaltıcı bir rol oynar.
Gelişimsel ve psikososyal streslerin azaltılmasında veya tesirlerinin hafifletilmesinde üç temel prensip olduğu bildirilmiştir:
1— Zihinsel düzeyde strese karşı yapılan savunmalar. Bunlar; kişinin gerçekçi beklentiler içinde olması, ulaşamayacağı hedeflerin seçilmemesi, hayalcilikten uzaklaşma, kişiler arası ilişkilerin heyecanlardan çok akılcı yaklaşımlara dayanması, hiçbir zaman sürekli bir başarının olamayacağı, zaman zaman başarısızlığın da normal kabul edilmesi gerektiği, iyi bir inanç sisteminin geliştirilmesi, iyi ve kötünün, az veya çokun, güzel ve çirkinin bir arada bulunabileceğinin bilincine varılması ve benzeri zihinsel düşünce teknikleridir. Zaman-la,'yaşlanmayla ve tecrübeyle kazanılan verilerdir.
2— Davranış düzeyinde stresi azaltmak. Kişinin kendisine çeşitli uğraşlar, hobiler, eğlenceler bulması, zorlanma ve stres karşısında önceden belirli bir tavır ortaya koyması, stres karşısında bir mizaç değişikliği göstermemeyi öğrenmesi gibi kendisini geliştirme çabaları sayılabilir.
3— Günlük yaşam stresleri. Çoğu kere bizim dışımızda ve bütün toplum düzeyini ilgilendiren tedbirlerle en alt düzeye indirilebilir. Karşılıklı saygı, hak eşitliğine hürmet, çevreyi rahatsız etmekten çekinme, günlük konuşma dilinin ince ve zarif olması, evin içinde ve dışında tebessüm etmeyi öğrenmemiz, günlük yaşam streslerini önemli ölçüde azaltabilir. Fizik üstünlüklerimizi, mal varlığımızı, toplumdaki konumumuzu beraber yaşadığımız insanlarla bir yarışma içine sokmadığımız, bir övünme ve üstünlük taslamadığımız zaman stresin bizleri fazla rahatsız etmediğini öğrenmiş oluruz.
Aile İci Stres Nedenleri Sinir Akut Mide
Ailede stres faktörünün oluşması, Aşırı Stres Stres, Bozukluğu
Modern aile tipine geçişte özellikle kadına ait rollerin değişmesi ve kadın - erkek arasındaki güç dengesinin kadının lehine çevrilmesi olarak da görülebilir. Erkeğin aile içindeki otoritesinin zayıflaması ve erkek üreticiliği yanı sıra kadın üreticiliğinin de başlaması, özellikle babaya duyulan hayranlığı ve üstünlük duygusunu azaltmış ve alışılmış olan otorite kavramı değişmiştir. Baba otoritesinin ailede azalması ile beraber ana ve evlatlardan oluşan yeni "alt -otoriteler" meydana çıkmış ve kişisel davranış serbestisi ve kişisel sorumluluk duyumlarının da gelişmesi ile beraber "sıkıntı" ailenin içine girmiştir. Sıkıntı ise, belli başlı bir stres faktörüdür.
Evlilik nasıl bir "biyolojik kader" ise "çocuk" da bu biyolojik kaderin biyolojik bir "zaruretidir". Bu sebeple çocuk, aile için önce bir mutluluk.bunun yanı sıra bir stres faktörüdür. Çocuk, eşlerin geleceğe yönelik kaygı ve endişeli-rini artırır, ebeveynde sürekli bir "sorumluluk hissi" başlatır. Zamanın çocukla paylaşılması, aileye gelen gelirin çocuk için de bölünmeye uğraması, çocuğun bedeni sağlığında, gelişim süreçlerindeki aksamalar, okutma, iş bulma, evlendirme, üçüncü nesil torunlarla ilgilenme mecburiyeti pek çok insan için başlı başına bir stres kaynağıdır. Özellikle müesseseleri iyi kurulmamış ve yeterli olmayan toplumlarda bütün bu işler için aile bireylerinin sürekli bir "yarışma içinde tutulması" bireysel stres reaksiyonlarının yanı sıra "kitle stresi" oluşturan birer olay olarak karşımıza çıkarlar.
Ailede stres, bizim toplumumuzda önemli bir "iskân stresi" olarak da dikkati çekmektedir. Kira harcamalarının akıl almaz boyutlara ulaşması ve ailenin sosyal seviyesine uygun bir yaşam alanı kapması için gösterdiği çaba ve fedakârlıklar ve bunun için çoğu kere beslenme, giyim, eğlence gibi ihtiyaçlarından bir kısmı, kaçınılmaz stresler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Stres karşısında kişide ortaya çıkan psikolojik ön belirtiler
insanda biyolojik, psikolojik ve sosyal stresler karşısında ortaya çıkan birtakım psikolojik belirtiler bize bir stresin varlığını belli edebilir. Bu belirtiler, stres İçin kesin bir bilgi vermemesine karşılık birden fazlasının bir arada bulunması halinde stresin varlığından şüphe edilmemelidir, bunlar:
a— Telaş, heyecan hali ve karar verme güçlükleri, verilen bir kararı uygulamada tereddüt etme,
b— Panik ve korku halleri,
c— Huy, mizaç ve karakter yapısında değişiklikler,
d— Alışılmış davranış biçimlerinin değiştirilmesi,
e— Değersizlik, güçsüzlük, başarısızlık fikirlerinin oluşması,
f— Desteklenilmediği, kendine güvenilmediği inancının yerleşmesi,
g— Zamansız ve gereksiz öfke halleri, kızgınlık halleri, taşkınlık hali,
h— Sürekli hayal kurma, dalgınlık ve düşünce hali,
i— Tembellik veya aşırı bir çalışma hali,
j— Konuşma hızlanması, konuşma yavaşlaması, konuşma tutukluğu veya kopukluğu,
k— Hipokondriler, kişinin sağlığı ile aşırı ve gereksiz ilgilenmesi, I— Uyku ritminin bozulması, uykusuzluk, aşırı uyuma, erken uykudan uyanma,
m— Ölüm ve intihar fikirlerinin yoğunlaşması.
Bütün bu değişiklikler kişinin kendisini bir "tehdit" ve "tehlike" durumunda olduğunu düşünmesi ve hissetmesi halinde olduğunu ve öncelikle ruhsal alanda bir karışıklığın başladığını göstermektedir. Bu ruhi karışıklığın, stresin artan zorlaması karşısında daha da artacağı ve bu defa biyolojik çalışma bozukluklarının da eklenmesi ile stres hastalığının bilinen şeklini alacağı kabul edilir.
Modern aile tipine geçişte özellikle kadına ait rollerin değişmesi ve kadın - erkek arasındaki güç dengesinin kadının lehine çevrilmesi olarak da görülebilir. Erkeğin aile içindeki otoritesinin zayıflaması ve erkek üreticiliği yanı sıra kadın üreticiliğinin de başlaması, özellikle babaya duyulan hayranlığı ve üstünlük duygusunu azaltmış ve alışılmış olan otorite kavramı değişmiştir. Baba otoritesinin ailede azalması ile beraber ana ve evlatlardan oluşan yeni "alt -otoriteler" meydana çıkmış ve kişisel davranış serbestisi ve kişisel sorumluluk duyumlarının da gelişmesi ile beraber "sıkıntı" ailenin içine girmiştir. Sıkıntı ise, belli başlı bir stres faktörüdür.
Evlilik nasıl bir "biyolojik kader" ise "çocuk" da bu biyolojik kaderin biyolojik bir "zaruretidir". Bu sebeple çocuk, aile için önce bir mutluluk.bunun yanı sıra bir stres faktörüdür. Çocuk, eşlerin geleceğe yönelik kaygı ve endişeli-rini artırır, ebeveynde sürekli bir "sorumluluk hissi" başlatır. Zamanın çocukla paylaşılması, aileye gelen gelirin çocuk için de bölünmeye uğraması, çocuğun bedeni sağlığında, gelişim süreçlerindeki aksamalar, okutma, iş bulma, evlendirme, üçüncü nesil torunlarla ilgilenme mecburiyeti pek çok insan için başlı başına bir stres kaynağıdır. Özellikle müesseseleri iyi kurulmamış ve yeterli olmayan toplumlarda bütün bu işler için aile bireylerinin sürekli bir "yarışma içinde tutulması" bireysel stres reaksiyonlarının yanı sıra "kitle stresi" oluşturan birer olay olarak karşımıza çıkarlar.
Ailede stres, bizim toplumumuzda önemli bir "iskân stresi" olarak da dikkati çekmektedir. Kira harcamalarının akıl almaz boyutlara ulaşması ve ailenin sosyal seviyesine uygun bir yaşam alanı kapması için gösterdiği çaba ve fedakârlıklar ve bunun için çoğu kere beslenme, giyim, eğlence gibi ihtiyaçlarından bir kısmı, kaçınılmaz stresler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Stres karşısında kişide ortaya çıkan psikolojik ön belirtiler
insanda biyolojik, psikolojik ve sosyal stresler karşısında ortaya çıkan birtakım psikolojik belirtiler bize bir stresin varlığını belli edebilir. Bu belirtiler, stres İçin kesin bir bilgi vermemesine karşılık birden fazlasının bir arada bulunması halinde stresin varlığından şüphe edilmemelidir, bunlar:
a— Telaş, heyecan hali ve karar verme güçlükleri, verilen bir kararı uygulamada tereddüt etme,
b— Panik ve korku halleri,
c— Huy, mizaç ve karakter yapısında değişiklikler,
d— Alışılmış davranış biçimlerinin değiştirilmesi,
e— Değersizlik, güçsüzlük, başarısızlık fikirlerinin oluşması,
f— Desteklenilmediği, kendine güvenilmediği inancının yerleşmesi,
g— Zamansız ve gereksiz öfke halleri, kızgınlık halleri, taşkınlık hali,
h— Sürekli hayal kurma, dalgınlık ve düşünce hali,
i— Tembellik veya aşırı bir çalışma hali,
j— Konuşma hızlanması, konuşma yavaşlaması, konuşma tutukluğu veya kopukluğu,
k— Hipokondriler, kişinin sağlığı ile aşırı ve gereksiz ilgilenmesi, I— Uyku ritminin bozulması, uykusuzluk, aşırı uyuma, erken uykudan uyanma,
m— Ölüm ve intihar fikirlerinin yoğunlaşması.
Bütün bu değişiklikler kişinin kendisini bir "tehdit" ve "tehlike" durumunda olduğunu düşünmesi ve hissetmesi halinde olduğunu ve öncelikle ruhsal alanda bir karışıklığın başladığını göstermektedir. Bu ruhi karışıklığın, stresin artan zorlaması karşısında daha da artacağı ve bu defa biyolojik çalışma bozukluklarının da eklenmesi ile stres hastalığının bilinen şeklini alacağı kabul edilir.
Stres Nedenleri Belirtileri Azaltma
Ruhsal hayatta ve sosyal ilişkilerimize etki eden stresler nelerdir?
Stres Çeşitleri, Akut Stres, Sıkıntı Stres
insan hayatında etkili psikososyal stresler üç bölümde toplanır:
1— Günlük yaşamımız sırasında karşılaşılan stresler,
2— İnsanın biyolojik ve psikolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan stres faktörleri,
3— Hayatın kriz devreleri veya hastalık halleri sırasında beliren stresler.
1— Günlük yaşam stresleri: Bunlar her gün karşılaştığımız ve bize ters gelen olaylar, arzu edilmeyen karşılaşmalar,
aksiklikler, ev, işyeri ve sokak sürtüşmeleri, ihtiyaçlarımızdan doğan aksaklıklar, günlük öfkeler, kavgalar, tartışmalar ve geçimsizliklerdir. Çok yüklü, çok şiddetli ve sürekli olmasalar bile art arda gelişleri, bizi bir stres bombardımanına tutmaları, birikici olmaları sebebiyle fizik yapımızı, duygusallığımızı ve heyecanlarımızı etkilerler. Kafamızın içini lüzumsuz teferruatla doldurmaları, sinir sistemini sürekli bir uyarı altında tutmaları sebebiyle de bir "düşünce otomatizmi"ne sebep olurlar ve konsantrasyon azalmasına, iş veriminin düşmesine, günlük yaşam hazzının azalmasına, cinsel içgüdünün zayıflamasına, gergin ve sinirli bir mizacın ortaya çıkmasına neden olurlar. Büyük şehir yaşamında bu "mini-stres"lere ilave olarak , baca ve egzos gazları, şehrin gürültüsü, hava kirliliği, insanların günün her anında saate ve zamana bağlı olmaları mecburiyeti de günlük yaşam stresleri arasında sayılırlar.
2— Gelişim stresleri: İnsan gelişiminde ilk çocukluk, çocukluk, ergenlik, erken ve orta gençlik dönemleri, geç gençlik dönemi, yetişkinlik ve yaşlanma dönemleri olduğu bilinmektedir. Bu dönemlerden ilk çocukluk, ergenlik, âdet kesimi ve erkekte andropoz olarak bilinen erkeklik gücünün bittiği dönemler biyolojik olarak stresin en yoğun olduğu dönemlerdir.
Çocuğun ilk birinci yaşı içinde anneyi kaybetmesi, ilk üç yaş içinde anneden ayrı yaşaması, bu devreler içinde sevgi, şefkat ve korumadan mahrum kalması, beslenme yetersizliği gibi sebepler ilk çocukluk yaşının önemli stresleri arasında sayılırlar.
Kız çocuklarının 11-13 yaşları arasında bedenlerinde başlayan yapı değişiklikleri, âdetlerin başlaması veya âdetlerin başlamasındaki aksamalar, erkek çocukta 11-14 yaşları arasında ikincil cinsel organlarda ve görevlerindeki hazırlık değişimleri ve seminal boşalımların başlaması da korku, endişe, tedirginlik gibi stres cevaplarını oluşturur. 15-18 yaş arası orta gençlik döneminde kişilik geliştirme çabaları ve "separasyon" olarak tanımlanan ana-baba figüründen kopma çabaları, bunun yanı sıra kişilik geliştirme görevlerinde "identite krizi" olarak bilinen kişilik değişiklikleri ve bozuklukları da ciddi stres faktörleri olarak karşımıza çıkar. 15-18 yaş grubu gençlerinde soyut düşüncenin gelişmeye başlaması ile beraber çocuğun ilgi alanlarının değişmesi ve yeni bir "benlik" görüşü ve "dünya" görüşünün ortaya çıkması ile beraber bir "kavram karmaşası" kaçınılmaz olur ve bu devrede çocukta veya gençte çok aşırı bir duygusallık artması ile beraber yeni yeni sevgi objeleri arama arzusu belirir. Bu sevgi objesi arama ya platonik ve büyük aşkların ortaya çıkması veya sapık obje aramalarına sebep olur ve homoseksüel eğilimler ve bunların verdiği şiddetli stres duyumu belirgin hale gelir.
20-25 yaş dönemleri, gencin erkek ise toplumda saygın bir yer ve iş kapma savaşının verildiği, kişinin kendisini çevreye kabul ettirme gayretinin çok yoğunlaştığı devrelere raslar. Gencin şanssız ve başarısız olduğu hallerde stres faktörü ya dokusal veya psikolojik gerilimlere veya hastalıklara sebep olacak ölçüde şiddetli olur. Kız çocuklarında ise evliliğe ve anneliğe psikolojik hazırlanma ve özlem sürecini kapsar. Özellikle evde kalma korkusu genç kızın bütün yaşam hazzını, üreticiliğini ve neşesini kaçırır. Bu devrede şanssız denemelerin ve hayal kırıklıklarının olması genç kızı içinden çıkılmaz psikolojik yıkımların içine atar.
Bundan sonraki devre bireylerin kendilerini, analık-babalık, işadamı, ev kadını, idareci gibi rollerde görmek istediği süreçtir. Kişinin sosyal streslerinin çok yoğun ve kendisinden beklentilerin en üst düzeyde olduğu yaşam yıllarıdır. Bu rollerin iyi yapılmaması, kişinin toplum içindeki yerinin, itibarının, mal varlığının kaybedilmesi çok önemli sosyal stresleri oluşturur.
Adet kesimi ve erkeklerde andropoz olayı, biyolojik stres kaynakları arasında çok önemli bir yer alır. Her iki cinste de bu devrelerde üretkenliklerinin bittiği, artık gerçek bir kadın veya erkek olmadıkları, tabiatın kendilerine verdiği çok önemli bir haz ve görevin artık ellerinden alındığı, biyolojik olarak eksik oldukları fikirleri kişiyi şiddetli bir stres altına sokar. Bu devrede kadınlarda kilo kaybı, sıkıntı, durgunluk, depresyon, şüphecilik, mizaç bozuklukları, zıtlık, terslik, çalışma isteksizliği görülür. Sıklıkla intihar fikirleri ve değersizlik fikirleri açığa çıkar. Erkeklerde andropoz olayı, kadınlara oranla belirsiz ve silik geçer. Bir kısım erkeklerde ise bu biyolojik süreç hiç ortaya çıkmayabilir ve erkek cinsel görevlerini hayatının sonuna kadar sürdürebilir.
Andropoz olayı erkeklerde durgunluk, isteksizlik, ilgi kaybı, depresyon, kişinin kendisini toplumdan ayırması gibi belirtiler gösterir. Bir kısım erkeklerde ise zihinsel durgunluk, kavrama ve anlama zorlukları şeklinde ortaya çıkar. Bu olayı kabullenemeyen ve zihinsel kusurlar gösterenlerinde ise stres faktörü asosyal denilen türden sapık, suç niteliğinde, bazen çocuksu davranış bozuklukları şeklinde karşımıza çıkar. (Adet dönemi Stres, Stres Hastalığı)
3— Hayat krizleri şeklinde görülen stresler Her kişinin yaşamında farklı olayların yarattığı değişik türde streslerdir. Kişinin hayatı boyunca karşılaştığı hastalıklar, iş kayıpları, itibar kayıpları, mahkûmiyet veya mahcubiyet halleri, sevilen kimselerin, yaşıtların, arkadaşların kaybı, kazalar sonucu ortaya çıkan organ yetersizlikleri ve organ kayıpları, aile içindeki otoritenin kaybı, mal ve para kayıpları, iflas halleri, eşlerden birinin kaybı, evlat kaybı, ailenin parçalanması, evlatların evden uzaklaşması, olumsuz ve istenmeyen evlilikler, evlilik dışı yaşam, evlilik dışı evlat sahibi olma, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarının ortaya çıkması gibi olayların her biri başlı başına birer stres faktörü olarak tesir eder ve kişinin hem biyolojik, hem de psikolojik yapısını etkilerler.
Evlilik ve stres: Evliliğin bir stres olup olmadığı tartışılabilir. Bir kısım evliliklerin taraflara mutluluk ve yaşam hazzı vermesine karşılık bir kısım evliliğin de bir stres faktörü olarak tesir ettiği bir gerçektir. Ancak evlilik olayının kendisinin bir stres olmadığı kesindir. Evlilik insan yaşamında "biyolojik bir süreçtir". İnsanlar, evlenmek ve cinsler bir evlilik çatısı altında bir arada yaşamak üzere yaratılmışlardır. Evlilik, insanın sonradan keşfettiği bir müessese değildir. Hem biyolojik yapıları hem de psikolojileri buna göre planlanmıştır. Evlilik ne kadar tabii ise belirgin bir organik veya psikolojik sebep olmaksızın evlenmemek de o kadar tabiata aykırıdır.
Ancak, bir evlilikte bireylerin akılcı bir tutum izlemeleri, beklentilerin normalin üstünde olması "zıtlık içinde beraber yaşanılabileceğinin bilinmemesi" evliliği her iki taraf için de bir stres haline sokabilir. Evlilikte stres faktörleri:
a— Farklı ekonomik düzeyler,
b— Farklı kültür ve farklı kültür düzeyinde olma,
c— Farklı gelenek ve göreneklere sahip olma,
d— Ayrı dinlerden olma, aynı dinin farklı mezheplerinden olma,
e— Ayrı milletten olma,
f— Ayrı dilin kullanılması,
g— Ayrı beslenme modeline sahip olma, ayrı ve değişik bir mutfak düzeni,
h— Eğitim biçimi farklılığı,
i— Siyasi görüş farklılığı,
j— Beğeni farkları, moda anlayışında değişiklik, giyim zevki farkı,
k— Cinsel dürtü ve uyarı değişikliği,
I— Ayrı zekâ düzeylerinde olma,
m— Tahsil seviyesi farkları,
n— Şehir, kasaba ve farklı yörelerden gelmiş olma,
o— Görgü farkı, terbiye farkı,
ö— Taraflardan birinde veya ikisinde mevcut ruhi hastalıklar, fiziki hastalıklar,
p— Kötü huy ve alışkanlıklar. Taraflardan birinin sigara ve alkol alışkanlığı, uyuşturucu alışkanlığı, kumar alışkanlığı, homoseksüel eğilimler, homoseksüel veya sapık cinsel yaklaşım istek ve eğilimleri,cinsellikte süre uyuşmazlığı.
r— İsraf, savurganlık, tamahkârlık halleri,
s— Taraflardan birinin içe kapanık, diğerinin dışa dönük bir kişilik yapısında olması,
ş— Uyku ritmi değişiklikleri,
t— Taraflardan birinin pis, pasaklı, kirli veya tembel olması,
u— Konuşma farkları, küfürlü konuşma, açık saçık konuşma, patavatsız konuşma,
ü— ilgisizlik, horlama, beğenmeme, aşağılama, eziyet etme, dövme, v— Aldatma, başkaları ile ilgilenme, evden kaçma, boş zamanlarını evin dışında geçirme,
y— Tarafların ana-baba ve yakınlarına karşı horlayıcı, saygısız davranışları, z— Eşlerin kendilerini daha iyi bir eşe layık oldukları inancını taşıması. Görüldüğü gibi evliliği bir stres haline sokan çok sayıda faktörü sıralamak mümkündür. Bizim burada saymayı unuttuğumuz pek çok sebebin daha evliliği çekilmez hale getirdiği ve eşler üzerinde bir stres olarak tesir ettikleri bilinmektedir. Bütün bu sayılanların gerçek birer stres olarak kabul edilebilmesi için kişinin biyolojik veya psikolojik görevlerini aksatması şartı aranmalıdır. Bunun dışında yukarıda sayılan farklılıklar veya davranış bozuklukları diğer taraf için bir "suçlama - ayıplama - horlama ve cezalandırma" şeklinde kullanılmadıkça bir stres olarak kişi tarafından algılanmadıkları anlaşılmaktadır. "Hata ettin, ayıp ettin, kötü yaptın, kasıtlı yaptın, isteyerek yaptın" gibi önyargıların stresi oluşturmada asıl mekanizmayı teşkil ettiği ve kişinin suç ve kusurunun yüzüne vurulması halinde psiko-biyolojik bir değişikliğin başladığı anlaşılmıştır.
Stres Çeşitleri, Akut Stres, Sıkıntı Stres
insan hayatında etkili psikososyal stresler üç bölümde toplanır:
1— Günlük yaşamımız sırasında karşılaşılan stresler,
2— İnsanın biyolojik ve psikolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan stres faktörleri,
3— Hayatın kriz devreleri veya hastalık halleri sırasında beliren stresler.
1— Günlük yaşam stresleri: Bunlar her gün karşılaştığımız ve bize ters gelen olaylar, arzu edilmeyen karşılaşmalar,
aksiklikler, ev, işyeri ve sokak sürtüşmeleri, ihtiyaçlarımızdan doğan aksaklıklar, günlük öfkeler, kavgalar, tartışmalar ve geçimsizliklerdir. Çok yüklü, çok şiddetli ve sürekli olmasalar bile art arda gelişleri, bizi bir stres bombardımanına tutmaları, birikici olmaları sebebiyle fizik yapımızı, duygusallığımızı ve heyecanlarımızı etkilerler. Kafamızın içini lüzumsuz teferruatla doldurmaları, sinir sistemini sürekli bir uyarı altında tutmaları sebebiyle de bir "düşünce otomatizmi"ne sebep olurlar ve konsantrasyon azalmasına, iş veriminin düşmesine, günlük yaşam hazzının azalmasına, cinsel içgüdünün zayıflamasına, gergin ve sinirli bir mizacın ortaya çıkmasına neden olurlar. Büyük şehir yaşamında bu "mini-stres"lere ilave olarak , baca ve egzos gazları, şehrin gürültüsü, hava kirliliği, insanların günün her anında saate ve zamana bağlı olmaları mecburiyeti de günlük yaşam stresleri arasında sayılırlar.
2— Gelişim stresleri: İnsan gelişiminde ilk çocukluk, çocukluk, ergenlik, erken ve orta gençlik dönemleri, geç gençlik dönemi, yetişkinlik ve yaşlanma dönemleri olduğu bilinmektedir. Bu dönemlerden ilk çocukluk, ergenlik, âdet kesimi ve erkekte andropoz olarak bilinen erkeklik gücünün bittiği dönemler biyolojik olarak stresin en yoğun olduğu dönemlerdir.
Çocuğun ilk birinci yaşı içinde anneyi kaybetmesi, ilk üç yaş içinde anneden ayrı yaşaması, bu devreler içinde sevgi, şefkat ve korumadan mahrum kalması, beslenme yetersizliği gibi sebepler ilk çocukluk yaşının önemli stresleri arasında sayılırlar.
Kız çocuklarının 11-13 yaşları arasında bedenlerinde başlayan yapı değişiklikleri, âdetlerin başlaması veya âdetlerin başlamasındaki aksamalar, erkek çocukta 11-14 yaşları arasında ikincil cinsel organlarda ve görevlerindeki hazırlık değişimleri ve seminal boşalımların başlaması da korku, endişe, tedirginlik gibi stres cevaplarını oluşturur. 15-18 yaş arası orta gençlik döneminde kişilik geliştirme çabaları ve "separasyon" olarak tanımlanan ana-baba figüründen kopma çabaları, bunun yanı sıra kişilik geliştirme görevlerinde "identite krizi" olarak bilinen kişilik değişiklikleri ve bozuklukları da ciddi stres faktörleri olarak karşımıza çıkar. 15-18 yaş grubu gençlerinde soyut düşüncenin gelişmeye başlaması ile beraber çocuğun ilgi alanlarının değişmesi ve yeni bir "benlik" görüşü ve "dünya" görüşünün ortaya çıkması ile beraber bir "kavram karmaşası" kaçınılmaz olur ve bu devrede çocukta veya gençte çok aşırı bir duygusallık artması ile beraber yeni yeni sevgi objeleri arama arzusu belirir. Bu sevgi objesi arama ya platonik ve büyük aşkların ortaya çıkması veya sapık obje aramalarına sebep olur ve homoseksüel eğilimler ve bunların verdiği şiddetli stres duyumu belirgin hale gelir.
20-25 yaş dönemleri, gencin erkek ise toplumda saygın bir yer ve iş kapma savaşının verildiği, kişinin kendisini çevreye kabul ettirme gayretinin çok yoğunlaştığı devrelere raslar. Gencin şanssız ve başarısız olduğu hallerde stres faktörü ya dokusal veya psikolojik gerilimlere veya hastalıklara sebep olacak ölçüde şiddetli olur. Kız çocuklarında ise evliliğe ve anneliğe psikolojik hazırlanma ve özlem sürecini kapsar. Özellikle evde kalma korkusu genç kızın bütün yaşam hazzını, üreticiliğini ve neşesini kaçırır. Bu devrede şanssız denemelerin ve hayal kırıklıklarının olması genç kızı içinden çıkılmaz psikolojik yıkımların içine atar.
Bundan sonraki devre bireylerin kendilerini, analık-babalık, işadamı, ev kadını, idareci gibi rollerde görmek istediği süreçtir. Kişinin sosyal streslerinin çok yoğun ve kendisinden beklentilerin en üst düzeyde olduğu yaşam yıllarıdır. Bu rollerin iyi yapılmaması, kişinin toplum içindeki yerinin, itibarının, mal varlığının kaybedilmesi çok önemli sosyal stresleri oluşturur.
Adet kesimi ve erkeklerde andropoz olayı, biyolojik stres kaynakları arasında çok önemli bir yer alır. Her iki cinste de bu devrelerde üretkenliklerinin bittiği, artık gerçek bir kadın veya erkek olmadıkları, tabiatın kendilerine verdiği çok önemli bir haz ve görevin artık ellerinden alındığı, biyolojik olarak eksik oldukları fikirleri kişiyi şiddetli bir stres altına sokar. Bu devrede kadınlarda kilo kaybı, sıkıntı, durgunluk, depresyon, şüphecilik, mizaç bozuklukları, zıtlık, terslik, çalışma isteksizliği görülür. Sıklıkla intihar fikirleri ve değersizlik fikirleri açığa çıkar. Erkeklerde andropoz olayı, kadınlara oranla belirsiz ve silik geçer. Bir kısım erkeklerde ise bu biyolojik süreç hiç ortaya çıkmayabilir ve erkek cinsel görevlerini hayatının sonuna kadar sürdürebilir.
Andropoz olayı erkeklerde durgunluk, isteksizlik, ilgi kaybı, depresyon, kişinin kendisini toplumdan ayırması gibi belirtiler gösterir. Bir kısım erkeklerde ise zihinsel durgunluk, kavrama ve anlama zorlukları şeklinde ortaya çıkar. Bu olayı kabullenemeyen ve zihinsel kusurlar gösterenlerinde ise stres faktörü asosyal denilen türden sapık, suç niteliğinde, bazen çocuksu davranış bozuklukları şeklinde karşımıza çıkar. (Adet dönemi Stres, Stres Hastalığı)
3— Hayat krizleri şeklinde görülen stresler Her kişinin yaşamında farklı olayların yarattığı değişik türde streslerdir. Kişinin hayatı boyunca karşılaştığı hastalıklar, iş kayıpları, itibar kayıpları, mahkûmiyet veya mahcubiyet halleri, sevilen kimselerin, yaşıtların, arkadaşların kaybı, kazalar sonucu ortaya çıkan organ yetersizlikleri ve organ kayıpları, aile içindeki otoritenin kaybı, mal ve para kayıpları, iflas halleri, eşlerden birinin kaybı, evlat kaybı, ailenin parçalanması, evlatların evden uzaklaşması, olumsuz ve istenmeyen evlilikler, evlilik dışı yaşam, evlilik dışı evlat sahibi olma, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarının ortaya çıkması gibi olayların her biri başlı başına birer stres faktörü olarak tesir eder ve kişinin hem biyolojik, hem de psikolojik yapısını etkilerler.
Evlilik ve stres: Evliliğin bir stres olup olmadığı tartışılabilir. Bir kısım evliliklerin taraflara mutluluk ve yaşam hazzı vermesine karşılık bir kısım evliliğin de bir stres faktörü olarak tesir ettiği bir gerçektir. Ancak evlilik olayının kendisinin bir stres olmadığı kesindir. Evlilik insan yaşamında "biyolojik bir süreçtir". İnsanlar, evlenmek ve cinsler bir evlilik çatısı altında bir arada yaşamak üzere yaratılmışlardır. Evlilik, insanın sonradan keşfettiği bir müessese değildir. Hem biyolojik yapıları hem de psikolojileri buna göre planlanmıştır. Evlilik ne kadar tabii ise belirgin bir organik veya psikolojik sebep olmaksızın evlenmemek de o kadar tabiata aykırıdır.
Ancak, bir evlilikte bireylerin akılcı bir tutum izlemeleri, beklentilerin normalin üstünde olması "zıtlık içinde beraber yaşanılabileceğinin bilinmemesi" evliliği her iki taraf için de bir stres haline sokabilir. Evlilikte stres faktörleri:
a— Farklı ekonomik düzeyler,
b— Farklı kültür ve farklı kültür düzeyinde olma,
c— Farklı gelenek ve göreneklere sahip olma,
d— Ayrı dinlerden olma, aynı dinin farklı mezheplerinden olma,
e— Ayrı milletten olma,
f— Ayrı dilin kullanılması,
g— Ayrı beslenme modeline sahip olma, ayrı ve değişik bir mutfak düzeni,
h— Eğitim biçimi farklılığı,
i— Siyasi görüş farklılığı,
j— Beğeni farkları, moda anlayışında değişiklik, giyim zevki farkı,
k— Cinsel dürtü ve uyarı değişikliği,
I— Ayrı zekâ düzeylerinde olma,
m— Tahsil seviyesi farkları,
n— Şehir, kasaba ve farklı yörelerden gelmiş olma,
o— Görgü farkı, terbiye farkı,
ö— Taraflardan birinde veya ikisinde mevcut ruhi hastalıklar, fiziki hastalıklar,
p— Kötü huy ve alışkanlıklar. Taraflardan birinin sigara ve alkol alışkanlığı, uyuşturucu alışkanlığı, kumar alışkanlığı, homoseksüel eğilimler, homoseksüel veya sapık cinsel yaklaşım istek ve eğilimleri,cinsellikte süre uyuşmazlığı.
r— İsraf, savurganlık, tamahkârlık halleri,
s— Taraflardan birinin içe kapanık, diğerinin dışa dönük bir kişilik yapısında olması,
ş— Uyku ritmi değişiklikleri,
t— Taraflardan birinin pis, pasaklı, kirli veya tembel olması,
u— Konuşma farkları, küfürlü konuşma, açık saçık konuşma, patavatsız konuşma,
ü— ilgisizlik, horlama, beğenmeme, aşağılama, eziyet etme, dövme, v— Aldatma, başkaları ile ilgilenme, evden kaçma, boş zamanlarını evin dışında geçirme,
y— Tarafların ana-baba ve yakınlarına karşı horlayıcı, saygısız davranışları, z— Eşlerin kendilerini daha iyi bir eşe layık oldukları inancını taşıması. Görüldüğü gibi evliliği bir stres haline sokan çok sayıda faktörü sıralamak mümkündür. Bizim burada saymayı unuttuğumuz pek çok sebebin daha evliliği çekilmez hale getirdiği ve eşler üzerinde bir stres olarak tesir ettikleri bilinmektedir. Bütün bu sayılanların gerçek birer stres olarak kabul edilebilmesi için kişinin biyolojik veya psikolojik görevlerini aksatması şartı aranmalıdır. Bunun dışında yukarıda sayılan farklılıklar veya davranış bozuklukları diğer taraf için bir "suçlama - ayıplama - horlama ve cezalandırma" şeklinde kullanılmadıkça bir stres olarak kişi tarafından algılanmadıkları anlaşılmaktadır. "Hata ettin, ayıp ettin, kötü yaptın, kasıtlı yaptın, isteyerek yaptın" gibi önyargıların stresi oluşturmada asıl mekanizmayı teşkil ettiği ve kişinin suç ve kusurunun yüzüne vurulması halinde psiko-biyolojik bir değişikliğin başladığı anlaşılmıştır.
Stres Hastaliklari Faktorleri Stres Nedenleri
Stresin kaynakları nelerdir, Stres Nedenleri, Stres Faktörleri
Çok sayıda stres kaynağı bilinmektedir. Bunlar:
a— Fizik stresler: Soğuk, sıcak, elektrik, sarsı ve darbeler,
b— Kimyasal stres vericiler: Madenlerin bir kısmı, gazlar, egzos ve baca gazları, sanayide kullanılan kimyevi maddeler,
c— Kişinin sosyal çevresinden gelen stresler,
d— Kişinin iş çevresinden gelen stresler,
f— Kişinin aile çevresinden gelen stresler,
g— Kişinin alışkanlıklarından gelen stresler. Alkol, sigara, diğer madde alışkanlıkları,
h— Kişinin kendi bünyesindeki bozukluklardan gelen stresler. Bedenin bütün hastalıkları,
g— Kişinin kendi iç dünyasından ve psikolojisinden gelen stresler.
Örnekte görüldüğü gibi insan canlısı sürekli bir stres bombardımanı altında bulunmaktadır. Kişiler, bu yoğun streslere bütün bir hayat boyu cevap vermek ve uyum sağlamak zorunda kalırlar. Özellikle insan hayatının dönüm devreleri olarak bilinen ilk çocukluk, ergenlik, ilk, orta ve geç gençlik dönemleri, evlenme ve yetişkinlik dönemi, orta yaş, kadınlarda âdet kesimi dönemi ve yaşlanma süreci bu çok sayıda stresin etkisinin en yoğun olduğu devrelere rastlar.
Stres, insan bedeninde nerelere tesir eder: Stresler, yapısal özelliklerine göre vücudumuzun değişik organlarını veya psikolojik yapımızı seçerler veya beynimizde zihinsel değişikliklere sebep olurlar. Bu ayırıma göre:
a— Fizyolojik değişiklikler ortaya çıkarırlar, bunlar:
— Kalp damar sisteminde; tansiyon yükselmesi, çarpıntı, çalışma düzen sizliği,
— Adale sisteminde; gerginlik, adale kasılması, kramplar ve ağrılar, yorgun luk halleri,
— Mide bağırsak sisteminde; bulantı, kusma, hazımsızlık, gaz ve ekşime ülser açılması gibi değişiklikler,
— Cildimizde, kaşıntı, yanma, egzama, diğer cilt hastalıkları,
— Bitkisel sinir sisteminde; terleme, teneffüs değişikliği, kan şekeri değişikliği.
b— Duygusal hayatımızı etkilerler:
— Sıkıntı, huzursuzluk, çabur uyarılma, gerginlik, karamsarlık, umutsuzluk, ve benzeri şikâyetlere neden olurlar.
c— Zihinsel kusurlara sebebiyet verirler:
— Şuur bulanıklıkları,
— Hafıza kusurları,
— Dikkat ve anlama kusurları,
— Konsantrasyon kusurları gibi...
Yukarıdaki listeden kolayca görülebildiği gibi stres sadece bedeni değişiklikler yapmakla kalmıyor, canlının zihinsel ve psikolojik görevlerinde de önemli değişiklikler ve hastalıklar halleri ortaya çıkarabiliyor. Canlının bir stres karşısında kısa sürede ortaya çıkardığı bu bozukluklar, stresin devam etmesi ve art arda çok sayıda stresin insanı etkilemesi halinde geri döndürülemeyen kayıplara ve kalıcı hastalık belirtilerine dönüşürler. Bedeni değişiklikler ya dokusal bozukluklar veya organların görev yetersizlikleri şekline çevrilir. Duygusal dalgalanmalar ise, kronik sıkıntı hallerine ve kronik depresyonlara yerlerini bırakırlar. Bunların yanı sıra çeşitli huri hastalık halleri ortaya çıkar ve bunlar uzun süreler halinde devam ederler. Zihni sahadaki değişiklikler ise, stresin sürekli olması halinde kalıcı hafıza kusurlarına, düşünce bozukluklarına ve bunamaya sebep olurlar.
Stres sonucu, insanın beden yapısında, zihin yapısında ve psikolojisinde kalıcı değişikliklerin ve hastalık hallerinin ortaya çıkması ile beraber şu dört önemli sonuç karşımıza çıkar:
1— Kişinin üretkenliği azalır, kaybolur. Toplum içinde kendisini bir parazit ve herkese bir yük gibi hisseden kişi hayata küser, kendisini toplumdan uzaklaştırır, durgunlaşır ve içine kapanır.
2— Hayatından zevk alamaz hale gelir. Bu duyum kendisinde hayata karşı değersizlik fikirlerinin oluşmasına, bu dünyanın zahmetini çekmeye değmeyeceği inancına götürür, intihar fikirleri oluşturur ve intihar girişimleri yapar.*
3— Çevreden uzaklaşır. Aile çevresinden, iş çevresinden, yakın çevreden, toplumdan uzaklaşır. İçine iyice kapanır. Bu devre kronik bir depresyonun oluştuğu süredir.
4— Organik yıkım belirtileri ve bunama görülür. Kişi, artık gerek kendisi ve gerek toplum için kaybedilmiştir. Kişinin kendisi ve çevresi ile ilişkileri organik olarak kopmuş ve haber alma imkânı kalmamıştır.(Sinir Stres, Stres İnkontinans)
Yazımızın bundan önceki bölümlerinde canlının bir stres karşısında gösterdiği biyolojik cevapları gözden geçirdik. Şimdi de bir insanın bir stres karşısında vereceği psikolojik cevapları inceleyelim. Bunlar:
a— Stresi olduğu gibi kabullenme, durumuna rıza gösterme,
b— Stres karşısında gerileme, geri çekilme, kabuğuma çekilme, haklarını ve görevlerini terketme, sinme gibi reaksiyonlar gösterme,
c— Direnme, karşı koyma, stresin getirdiği değişikliklerle mücadele etme,
d— Stres karşısında hastalık belirtileri ortaya çıkarma. Korku, yeis, sıkıntı, endişe, şüphecilik gibi değişik heyecan ve duygulanım cevapları verme.
e— Davranış değişiklikleri gösterme. Hareket artması, hareket azalması, kaçak ve anlamsız hareketler yapma,
f— Huy-değişiklikleri gösterme. Alkol, madde alışkanlığı geliştirme,
g— Seksüel sapıklıklar, değişiklikler. Cinsel istek artması, cinsel istek azalması, sapık cinsel ilişkilere girişmek,
h— Suç niteliğindeki sosyal girişimler, hırsızlık, saldırganlık halleri, öldürme içgüdüsünün uyanması.
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerde stresin insan organizması için bir tehdit ve tehlike durumu oluşturduğunu, canlının fizik ve ruhi sınırlarını zorladığını, hem biyolojik hem de psikolojik dengenin stres karşısında geçici veya kalıcı olarak bozulduğunu, geçici değişikliklerde görev bozukluklarının, kalıcı değişikliklerde ise hastalıkların ve fizik yıkım belirtileri ile depresyon ve bunamanın meydana geldiğini görmüş bulunuyoruz. Şimdi bu bilgilerimizi biraz daha genişletelim.
Çok sayıda stres kaynağı bilinmektedir. Bunlar:
a— Fizik stresler: Soğuk, sıcak, elektrik, sarsı ve darbeler,
b— Kimyasal stres vericiler: Madenlerin bir kısmı, gazlar, egzos ve baca gazları, sanayide kullanılan kimyevi maddeler,
c— Kişinin sosyal çevresinden gelen stresler,
d— Kişinin iş çevresinden gelen stresler,
f— Kişinin aile çevresinden gelen stresler,
g— Kişinin alışkanlıklarından gelen stresler. Alkol, sigara, diğer madde alışkanlıkları,
h— Kişinin kendi bünyesindeki bozukluklardan gelen stresler. Bedenin bütün hastalıkları,
g— Kişinin kendi iç dünyasından ve psikolojisinden gelen stresler.
Örnekte görüldüğü gibi insan canlısı sürekli bir stres bombardımanı altında bulunmaktadır. Kişiler, bu yoğun streslere bütün bir hayat boyu cevap vermek ve uyum sağlamak zorunda kalırlar. Özellikle insan hayatının dönüm devreleri olarak bilinen ilk çocukluk, ergenlik, ilk, orta ve geç gençlik dönemleri, evlenme ve yetişkinlik dönemi, orta yaş, kadınlarda âdet kesimi dönemi ve yaşlanma süreci bu çok sayıda stresin etkisinin en yoğun olduğu devrelere rastlar.
Stres, insan bedeninde nerelere tesir eder: Stresler, yapısal özelliklerine göre vücudumuzun değişik organlarını veya psikolojik yapımızı seçerler veya beynimizde zihinsel değişikliklere sebep olurlar. Bu ayırıma göre:
a— Fizyolojik değişiklikler ortaya çıkarırlar, bunlar:
— Kalp damar sisteminde; tansiyon yükselmesi, çarpıntı, çalışma düzen sizliği,
— Adale sisteminde; gerginlik, adale kasılması, kramplar ve ağrılar, yorgun luk halleri,
— Mide bağırsak sisteminde; bulantı, kusma, hazımsızlık, gaz ve ekşime ülser açılması gibi değişiklikler,
— Cildimizde, kaşıntı, yanma, egzama, diğer cilt hastalıkları,
— Bitkisel sinir sisteminde; terleme, teneffüs değişikliği, kan şekeri değişikliği.
b— Duygusal hayatımızı etkilerler:
— Sıkıntı, huzursuzluk, çabur uyarılma, gerginlik, karamsarlık, umutsuzluk, ve benzeri şikâyetlere neden olurlar.
c— Zihinsel kusurlara sebebiyet verirler:
— Şuur bulanıklıkları,
— Hafıza kusurları,
— Dikkat ve anlama kusurları,
— Konsantrasyon kusurları gibi...
Yukarıdaki listeden kolayca görülebildiği gibi stres sadece bedeni değişiklikler yapmakla kalmıyor, canlının zihinsel ve psikolojik görevlerinde de önemli değişiklikler ve hastalıklar halleri ortaya çıkarabiliyor. Canlının bir stres karşısında kısa sürede ortaya çıkardığı bu bozukluklar, stresin devam etmesi ve art arda çok sayıda stresin insanı etkilemesi halinde geri döndürülemeyen kayıplara ve kalıcı hastalık belirtilerine dönüşürler. Bedeni değişiklikler ya dokusal bozukluklar veya organların görev yetersizlikleri şekline çevrilir. Duygusal dalgalanmalar ise, kronik sıkıntı hallerine ve kronik depresyonlara yerlerini bırakırlar. Bunların yanı sıra çeşitli huri hastalık halleri ortaya çıkar ve bunlar uzun süreler halinde devam ederler. Zihni sahadaki değişiklikler ise, stresin sürekli olması halinde kalıcı hafıza kusurlarına, düşünce bozukluklarına ve bunamaya sebep olurlar.
Stres sonucu, insanın beden yapısında, zihin yapısında ve psikolojisinde kalıcı değişikliklerin ve hastalık hallerinin ortaya çıkması ile beraber şu dört önemli sonuç karşımıza çıkar:
1— Kişinin üretkenliği azalır, kaybolur. Toplum içinde kendisini bir parazit ve herkese bir yük gibi hisseden kişi hayata küser, kendisini toplumdan uzaklaştırır, durgunlaşır ve içine kapanır.
2— Hayatından zevk alamaz hale gelir. Bu duyum kendisinde hayata karşı değersizlik fikirlerinin oluşmasına, bu dünyanın zahmetini çekmeye değmeyeceği inancına götürür, intihar fikirleri oluşturur ve intihar girişimleri yapar.*
3— Çevreden uzaklaşır. Aile çevresinden, iş çevresinden, yakın çevreden, toplumdan uzaklaşır. İçine iyice kapanır. Bu devre kronik bir depresyonun oluştuğu süredir.
4— Organik yıkım belirtileri ve bunama görülür. Kişi, artık gerek kendisi ve gerek toplum için kaybedilmiştir. Kişinin kendisi ve çevresi ile ilişkileri organik olarak kopmuş ve haber alma imkânı kalmamıştır.(Sinir Stres, Stres İnkontinans)
Yazımızın bundan önceki bölümlerinde canlının bir stres karşısında gösterdiği biyolojik cevapları gözden geçirdik. Şimdi de bir insanın bir stres karşısında vereceği psikolojik cevapları inceleyelim. Bunlar:
a— Stresi olduğu gibi kabullenme, durumuna rıza gösterme,
b— Stres karşısında gerileme, geri çekilme, kabuğuma çekilme, haklarını ve görevlerini terketme, sinme gibi reaksiyonlar gösterme,
c— Direnme, karşı koyma, stresin getirdiği değişikliklerle mücadele etme,
d— Stres karşısında hastalık belirtileri ortaya çıkarma. Korku, yeis, sıkıntı, endişe, şüphecilik gibi değişik heyecan ve duygulanım cevapları verme.
e— Davranış değişiklikleri gösterme. Hareket artması, hareket azalması, kaçak ve anlamsız hareketler yapma,
f— Huy-değişiklikleri gösterme. Alkol, madde alışkanlığı geliştirme,
g— Seksüel sapıklıklar, değişiklikler. Cinsel istek artması, cinsel istek azalması, sapık cinsel ilişkilere girişmek,
h— Suç niteliğindeki sosyal girişimler, hırsızlık, saldırganlık halleri, öldürme içgüdüsünün uyanması.
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerde stresin insan organizması için bir tehdit ve tehlike durumu oluşturduğunu, canlının fizik ve ruhi sınırlarını zorladığını, hem biyolojik hem de psikolojik dengenin stres karşısında geçici veya kalıcı olarak bozulduğunu, geçici değişikliklerde görev bozukluklarının, kalıcı değişikliklerde ise hastalıkların ve fizik yıkım belirtileri ile depresyon ve bunamanın meydana geldiğini görmüş bulunuyoruz. Şimdi bu bilgilerimizi biraz daha genişletelim.
Stres Depresyon Nedir Anasayfa
Stres Nedir, Stresin Genel Patolojisi
Stres Çeşitleri, Stres Faktörleri
Günlük Yaşam ve Evlilik Stresleri
Aile İçi Stres Faktörünün Oluşması
Stres Korunma ve Başa Çıkma Yolları Tedavisi
Depresyon Nedir, Depresyonun Belirtileri
Depresyon Depresif Hastalıklar
Depresyon Çeşitleri Hakkında Bilgiler
Ergenlikte, Yetişkinlerde, Yaşlılarda Depresyon Stres
Stres Çeşitleri, Stres Faktörleri
Günlük Yaşam ve Evlilik Stresleri
Aile İçi Stres Faktörünün Oluşması
Stres Korunma ve Başa Çıkma Yolları Tedavisi
Depresyon Nedir, Depresyonun Belirtileri
Depresyon Depresif Hastalıklar
Depresyon Çeşitleri Hakkında Bilgiler
Ergenlikte, Yetişkinlerde, Yaşlılarda Depresyon Stres
Bunama, Demans, Erken Bunama Hastalığı
Bunama Tedavisi, Demans Alzheimer Tedavi
Düşük Kan Şekeri Depresyon Yaratır Mı?
Depresyonun Kökenindeki Nedenler
Distimi Nedir, Distimi Belirtileri ve Depresyon
Bipolar 1 (Manik Depresif) Bozukluğu
Bipolar 2 (Manik Depresif)Bozukluğu
Çocuklarda Depresyon ve Belirtileri
Gençlerde ve Yetişkinlerde Depresyon
Çocuklarda ve Gençlerde Depresyon Tedavisi
Depresyon ve Diğer Psikiyatrik Bozukluklar
Anksiyete Bozukluğu ve Panik Bozukluğu
Depresyon ve Evlilik Sorunları
Antidepresanlarla İlgili Sorular
Depresyon Tedavisinde Alternatif Yöntemler
Depresyon Tedavisinde Doğal Bileşikler
Depresyonun Şifalı Bitkilerle Tedavisi
Stres Nedir Stres Belirtileri Kronik Stres
Stres Nedir, Stres Yönetimi, Stres Bozukluğu, Stres Belirtileri
Stresin tarihçesini incelediğimiz zaman, bu kavramın fizyoloji ilmi ile ilgili araştırıcılar tarafından getirildiğini görürüz. Bu kavramın ortaya atılmasında Fransız Fizyolog Claude Bernard "milieu interieur" iç ortamın dengesinin korunması zorunluluğu görüşü ile önayak olmuştur.
Canon, bu iç ortam dengesinin korunması kavramını daha da geliştirmiş ve "homoeostasis" organizmanın biyolojik bir denge durumunda olduğundan söz etmiştir.
Frank Hartman, "general tissue hormone" deyimi ile "cortical hormone" ların bütün dokuların ve hücrelerinin işlerliğinde gerekli bir madde olduğu tezini ileri sürtnüştür.
Bir süre sonra Fransız Cerrahı Rene Leriche "maladie post operatoire" adını verdiği bir hastalıktan bahsetmiş ve hayati bakımdan önemli bütün cerrahi girişimlerin benzer bir hastalık tablosu husule getirdiğini iddia etmiştir.
Birçok araştırıcı, organizmanın insan bedeninin çeşitli bioşimik maddelerin tesiri altında bırakılmasıyla fonksiyonel veya yapısal değişiklikler gösterdiğine işaret etmişlerdir. Organizmada değişiklik yapabilecek güçte olan bu maddelerin alkol, ilaçlar, enfeksiyonlar, sinir sistemimi uyaran ses, ışık, ısı gibi sebepler, sarsılar, yaralanmalar, yanıklar olduğu anlaşılmıştır.
Buna benzer şekilde çok eskiden beri yapılan gözlemlerde ağrı duyumunun, açlığın ve ateş yükselmesinin insanda tedavi edici tesirlerinin olduğu bildirilmiştir. Nitekim Wagner-Jauregg adlı bir Avusturyalı hekim, frengiden olma bir akıl hastalığını ateş tedavisi ile iyi etme başarısını göstermiştir.
Japon Patologu M. Masugi "nephrotoxic sera" adını verdiği bir böbrek ekstresi yardımı ile hayvanlarda böbrek hastalıkları ortaya çıkarmayı başarmıştır.
Amerikalı Harry Goldblattim böbrek atardamarının kısmen bağlanmasının hayvanda hipertansiyona neden olduğunu göstermesi ile devam eden bu denemeler zincirinin sonuçları, canlılarda iç ve dış tesirlerle yapısal ve görevsel değişiklikler yapılabileceğini ortaya çıkarmış oldu.
Bunun anlaşılması ile insanlarda meydana gelen birçok değişiklik ve hastalıkların sebebinin çevreden ve kendi iç yapısından gelen tesirlerle olabileceği öğrenildi. Ve bu görüş "stres kavramını" doğurdu.
Aradan kısa birzaman geçmesiyle de ACTH adlı maddenin canlıya dışardan verilmesi veya stres sırasında kendiliğinden yükselmesi ile hastalık halinin meydana çıktığı tespit edildi. Bu hastalıkların hipertansiyon, damar sertliği, şeker hastalığı, gut hastalığı, miyokardid denilen kalp adalesi hastalığı ve romatizmanın çeşitli şekillerini oluşturduğu öğrenildi.
Bütün bu gözlemler sonunda organizmanın bir dış veya iç etken karşısında anormal bir uyum mekanizması gösterdiğini belirledi. Bu görüşün bir teori içinde formüle edilmesi sonunda da "Genel Adaptasyon Sendromu" ve "Adaptasyon Hastalıkları" gibi iki ana görüş ayrıldı. Bu bilgiler ışığında stresin:
1— Herhangi bir sistemik stresin "sistemik stresten amaç organizmada birden fazla doku ve sistemleri etkileyen uyarıcı sebeplerdir." Genel Adaptasyon Sendromu olarak adlandırılan şekilde geniş doku ve organ sistemlerini etkileyerek her canlıda benzer belirtilere sebep olduğu,
2— Bu genel etkilenmenin canlı organizmada bir karşı müdafaaya yol açtığı ve canlının bu sistemik uyarana ve onun tesirlerine karşı yeni bir uyum sağladığı,
3— Adaptasyon adı verilen bu yeni uyumun da hastalığa sebep olabileceği görüşleri kesinlik kazandı.
Sistemik stresin genel patolojisi (Stres Hakkında, Sinir Stres)
Bir canlının birden fazla dokusuna etki eden bir stres karşısında vereceği cevaplar aşağıda sıralanmıştır:
a— Çeşitli stresler "soğuk, yorgunluk, enfeksiyonlar ve zehirlenmeler" geniş bir organ kitlesini etkilerler. Bunlar: Timolenfatik sistem, mide, bağırsak sistemi ve böbrek üstü dokularıdır.
b— Stres sonucu böbrek üstü bezinde organizmanın direncini artıracak bir seri değişiklik olur. Bu durumda stres, zararlı değil faydalı bir etken olarak görülür.
c— Organizmanın soğuğa veya protein zehirlenmesine maruz kalması halinde kalp damarlarında bozukluk olduğu tansiyon yükselmesinin başladığı ve böbreklerde dokusal bozukluklar olabileceği ortaya çıktı.
d—Genel adaptasyon sendromu, kişinin yeni bir uyaran karşısında çok kısa bir zamanda bir uyum sağlamasına yönelik olması yanı sıra, bundan sonra meydana gelecek yeni uyaranlar karşısında hazırlıklı ve bilgili olmasını da sağlıyordu. Böylece canlının
beden hücrelerinin ve dokularının da sürekli bir "öğrenme" içinde olduğu görülüyordu.
e— Organizmada meydana gelen her yeni uyum - adaptasyon durumu, bazen bir hastalık olarak da görülebiliyordu. Yeni bur uyum halinde organ sistemleri, şu üç durumdan birisine uyar bir halde görevini sürdürmekteydi:
1— Hiperfonksiyon - organın gereğinden fazla çalışması hali,
2— Hipofonksiyon - organın gereği kadar çalışamaması hali,
3— Disfonksiyon - organın hastalıklı çalışması hali.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı gibi insan organizması, bir stres karşısında yeni bir uyum durumuna girmekte, bütün organ ve dokular bu yeni uyum durumunda görevlerinde ve bazen de yapılarında değişiklikler yaparak bu uyarana karşı organizmayı korumayı amaçlamaktadırlar.
Bu uyaranla alarm haline geçen bütün organlarda sistemik adını verdiğimiz toplu bir cevap meydana çıkmakta ve buna "genel uyum reaksiyonu" adı verilmektedir.
Genel uyum reaksiyonunun faydalı tesirleri yanı sıra çeşitli organlarda yaptığı görev hızlanmaları, görev yavaşlamaları ve görev farklılaşmaları sebebiyle hastalık halleri de ortaya çıkmaktadır.
Organizmanın bazı organlarında bu görev değişikliği çok fazla olmakta ve o organın uzun bir süre eski normal haline dönmesini engellemektedir. Böylece bir organın, bedenin diğer organlarından daha fazla bir şekilde değişikliğe uğramasına "hedef organ" adı verilmektedir.
Bir defa bir uyaran - stres karşısında kalan bir organizma, artık bu uyaranı tanımakta ve çok sayıda tekrarlanması halinde önceden hazırlıklı olmakta ve kendisinde bu uyarana karşı koruyucu maddeler geliştirmektedir. (Kronik Stres)
Stresin tarihçesini incelediğimiz zaman, bu kavramın fizyoloji ilmi ile ilgili araştırıcılar tarafından getirildiğini görürüz. Bu kavramın ortaya atılmasında Fransız Fizyolog Claude Bernard "milieu interieur" iç ortamın dengesinin korunması zorunluluğu görüşü ile önayak olmuştur.
Canon, bu iç ortam dengesinin korunması kavramını daha da geliştirmiş ve "homoeostasis" organizmanın biyolojik bir denge durumunda olduğundan söz etmiştir.
Frank Hartman, "general tissue hormone" deyimi ile "cortical hormone" ların bütün dokuların ve hücrelerinin işlerliğinde gerekli bir madde olduğu tezini ileri sürtnüştür.
Bir süre sonra Fransız Cerrahı Rene Leriche "maladie post operatoire" adını verdiği bir hastalıktan bahsetmiş ve hayati bakımdan önemli bütün cerrahi girişimlerin benzer bir hastalık tablosu husule getirdiğini iddia etmiştir.
Birçok araştırıcı, organizmanın insan bedeninin çeşitli bioşimik maddelerin tesiri altında bırakılmasıyla fonksiyonel veya yapısal değişiklikler gösterdiğine işaret etmişlerdir. Organizmada değişiklik yapabilecek güçte olan bu maddelerin alkol, ilaçlar, enfeksiyonlar, sinir sistemimi uyaran ses, ışık, ısı gibi sebepler, sarsılar, yaralanmalar, yanıklar olduğu anlaşılmıştır.
Buna benzer şekilde çok eskiden beri yapılan gözlemlerde ağrı duyumunun, açlığın ve ateş yükselmesinin insanda tedavi edici tesirlerinin olduğu bildirilmiştir. Nitekim Wagner-Jauregg adlı bir Avusturyalı hekim, frengiden olma bir akıl hastalığını ateş tedavisi ile iyi etme başarısını göstermiştir.
Japon Patologu M. Masugi "nephrotoxic sera" adını verdiği bir böbrek ekstresi yardımı ile hayvanlarda böbrek hastalıkları ortaya çıkarmayı başarmıştır.
Amerikalı Harry Goldblattim böbrek atardamarının kısmen bağlanmasının hayvanda hipertansiyona neden olduğunu göstermesi ile devam eden bu denemeler zincirinin sonuçları, canlılarda iç ve dış tesirlerle yapısal ve görevsel değişiklikler yapılabileceğini ortaya çıkarmış oldu.
Bunun anlaşılması ile insanlarda meydana gelen birçok değişiklik ve hastalıkların sebebinin çevreden ve kendi iç yapısından gelen tesirlerle olabileceği öğrenildi. Ve bu görüş "stres kavramını" doğurdu.
Aradan kısa birzaman geçmesiyle de ACTH adlı maddenin canlıya dışardan verilmesi veya stres sırasında kendiliğinden yükselmesi ile hastalık halinin meydana çıktığı tespit edildi. Bu hastalıkların hipertansiyon, damar sertliği, şeker hastalığı, gut hastalığı, miyokardid denilen kalp adalesi hastalığı ve romatizmanın çeşitli şekillerini oluşturduğu öğrenildi.
Bütün bu gözlemler sonunda organizmanın bir dış veya iç etken karşısında anormal bir uyum mekanizması gösterdiğini belirledi. Bu görüşün bir teori içinde formüle edilmesi sonunda da "Genel Adaptasyon Sendromu" ve "Adaptasyon Hastalıkları" gibi iki ana görüş ayrıldı. Bu bilgiler ışığında stresin:
1— Herhangi bir sistemik stresin "sistemik stresten amaç organizmada birden fazla doku ve sistemleri etkileyen uyarıcı sebeplerdir." Genel Adaptasyon Sendromu olarak adlandırılan şekilde geniş doku ve organ sistemlerini etkileyerek her canlıda benzer belirtilere sebep olduğu,
2— Bu genel etkilenmenin canlı organizmada bir karşı müdafaaya yol açtığı ve canlının bu sistemik uyarana ve onun tesirlerine karşı yeni bir uyum sağladığı,
3— Adaptasyon adı verilen bu yeni uyumun da hastalığa sebep olabileceği görüşleri kesinlik kazandı.
Sistemik stresin genel patolojisi (Stres Hakkında, Sinir Stres)
Bir canlının birden fazla dokusuna etki eden bir stres karşısında vereceği cevaplar aşağıda sıralanmıştır:
a— Çeşitli stresler "soğuk, yorgunluk, enfeksiyonlar ve zehirlenmeler" geniş bir organ kitlesini etkilerler. Bunlar: Timolenfatik sistem, mide, bağırsak sistemi ve böbrek üstü dokularıdır.
b— Stres sonucu böbrek üstü bezinde organizmanın direncini artıracak bir seri değişiklik olur. Bu durumda stres, zararlı değil faydalı bir etken olarak görülür.
c— Organizmanın soğuğa veya protein zehirlenmesine maruz kalması halinde kalp damarlarında bozukluk olduğu tansiyon yükselmesinin başladığı ve böbreklerde dokusal bozukluklar olabileceği ortaya çıktı.
d—Genel adaptasyon sendromu, kişinin yeni bir uyaran karşısında çok kısa bir zamanda bir uyum sağlamasına yönelik olması yanı sıra, bundan sonra meydana gelecek yeni uyaranlar karşısında hazırlıklı ve bilgili olmasını da sağlıyordu. Böylece canlının
beden hücrelerinin ve dokularının da sürekli bir "öğrenme" içinde olduğu görülüyordu.
e— Organizmada meydana gelen her yeni uyum - adaptasyon durumu, bazen bir hastalık olarak da görülebiliyordu. Yeni bur uyum halinde organ sistemleri, şu üç durumdan birisine uyar bir halde görevini sürdürmekteydi:
1— Hiperfonksiyon - organın gereğinden fazla çalışması hali,
2— Hipofonksiyon - organın gereği kadar çalışamaması hali,
3— Disfonksiyon - organın hastalıklı çalışması hali.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı gibi insan organizması, bir stres karşısında yeni bir uyum durumuna girmekte, bütün organ ve dokular bu yeni uyum durumunda görevlerinde ve bazen de yapılarında değişiklikler yaparak bu uyarana karşı organizmayı korumayı amaçlamaktadırlar.
Bu uyaranla alarm haline geçen bütün organlarda sistemik adını verdiğimiz toplu bir cevap meydana çıkmakta ve buna "genel uyum reaksiyonu" adı verilmektedir.
Genel uyum reaksiyonunun faydalı tesirleri yanı sıra çeşitli organlarda yaptığı görev hızlanmaları, görev yavaşlamaları ve görev farklılaşmaları sebebiyle hastalık halleri de ortaya çıkmaktadır.
Organizmanın bazı organlarında bu görev değişikliği çok fazla olmakta ve o organın uzun bir süre eski normal haline dönmesini engellemektedir. Böylece bir organın, bedenin diğer organlarından daha fazla bir şekilde değişikliğe uğramasına "hedef organ" adı verilmektedir.
Bir defa bir uyaran - stres karşısında kalan bir organizma, artık bu uyaranı tanımakta ve çok sayıda tekrarlanması halinde önceden hazırlıklı olmakta ve kendisinde bu uyarana karşı koruyucu maddeler geliştirmektedir. (Kronik Stres)
Migren İle İlgili Tıp Terimleri
Migren Hakkında Tıp Terimleri ve Açıklamaları
alerjen: Vücudun alerji duyduğu madde. amin: Vücutta bulunan bir tür kimyasal bileşke. Bazılarının beyin ve kan dolaşımı çalışmasında önemli etkisi vardır.
antikor: Kanda alerjenleri yok eden madde
antiemetik: Kusmayı engelleyici ilaç ya da madde.
antihistaminler: Bir tür ilaç grubu. Histaminin etkisini azaltır, aynı zamanda sakinleştirici ve antialerjik etki yapar.
arteriyol: Orta incelikteki atardamar.
otonom sinir sistemi: Bazı iç organlarımızın işlevlerini isdiğimiz dışında düzenleyen ve denetleyen sinir sistemi.
buclizine: Bir antihistamin türü.
kafein: Kahvede bulunan ve uyarıcı etkisi yapan bir madde.
kalibre: Kan damarlarının iç çapı.
servikal sondilosis: Boyun kemikleri arasındaki eklemlerde meydana gelen bozulma.
clonidine: Yüksek tansiyonu kontrol altına almak ve kan damarlarının iç çaplarını kontrol eden sinir vuruşlarını bloke etmek için kullanılan bir ilaç. Kullanımına ansızın son verildiği taktirde tansiyon çok çabuk yükselir.
konstriksiyon: Kan damarlarının daralması.
korteks: Beynin dış yüzeyi.
elektroensefalogram (EEG): Beyin işlevleri sırasında görülen çok küçük elektriksel değişimlerin kaydedilmesi.
enzim: Vücut içinde öteki başka kimyasal tepkimelerin gerçekleşmesini sağlayan ve vücut tarafından salgılanan kimyasai madde.
ergotamine: Bir tür mantardan elde edilen ilaç. Kan damarlarının iç çapı ve serotonin üzerinde etkilidir.
hemikranial: Başın bir yarısında olan,
hemisfer (yarıküre): Beynin iki yarı parçasından biri. Sağ ya da sol parça.
histamin: Vücut tarafından üretilen bir amin. Öteki etkileriyle birlikte arteriyolleri genişletir. hormonlar: Kana karıştıkları zaman organların ve dokuların işlevlerini etkileyen kimyasal maddeler.
methysergide: Pizotifene benzeyen güçlü bir ilaç.
metoclorparamide: Mide bulantısını ve kusmayı önlemek için kullanılan bir tür ilaç. Mide ve bağırsakları sakinleştirerek, öteki ilaçların da özümlenebilmesinde yardımcı olur.
motor aktivite: Kaslarda oluşan işlev.
oftalmoskop: Gözün arka kısımlarını incelemek için kullanılan bir aygıt.
yumurtalıklar: Kadınlarda, yumurtaları üreten salgı bezleri. Östrojen ve progesteron hormonlarını da salgılarlar. Ürettikleri yumurta döllendiğinde bebek haline gelir.
paracetamol: Aspirin benzeri bir ağrı kesici. Aşırı miktarda kullanıldığında karaciğer zarar görür.
phenobarbitone: Orta etkili bir sakinleştirici.
ipofiz bezi: Beynin alt ucunda bulunan bir salgı bezi. Salgıladığı hormonlar, öteki işlevlerinin yanı sıra yumurtalık hareketlerini de denetler.
pizotifen: Serotoninin etkilerini bloke eden bir ilaç.
plazma: Kanın sıvı bölümü.platelet: Kanda bulunan ve pıhtılaşmada önemli roller oynayan küçük yuvarlak cisimcikler.
alerjen: Vücudun alerji duyduğu madde. amin: Vücutta bulunan bir tür kimyasal bileşke. Bazılarının beyin ve kan dolaşımı çalışmasında önemli etkisi vardır.
antikor: Kanda alerjenleri yok eden madde
antiemetik: Kusmayı engelleyici ilaç ya da madde.
antihistaminler: Bir tür ilaç grubu. Histaminin etkisini azaltır, aynı zamanda sakinleştirici ve antialerjik etki yapar.
arteriyol: Orta incelikteki atardamar.
otonom sinir sistemi: Bazı iç organlarımızın işlevlerini isdiğimiz dışında düzenleyen ve denetleyen sinir sistemi.
buclizine: Bir antihistamin türü.
kafein: Kahvede bulunan ve uyarıcı etkisi yapan bir madde.
kalibre: Kan damarlarının iç çapı.
servikal sondilosis: Boyun kemikleri arasındaki eklemlerde meydana gelen bozulma.
clonidine: Yüksek tansiyonu kontrol altına almak ve kan damarlarının iç çaplarını kontrol eden sinir vuruşlarını bloke etmek için kullanılan bir ilaç. Kullanımına ansızın son verildiği taktirde tansiyon çok çabuk yükselir.
konstriksiyon: Kan damarlarının daralması.
korteks: Beynin dış yüzeyi.
elektroensefalogram (EEG): Beyin işlevleri sırasında görülen çok küçük elektriksel değişimlerin kaydedilmesi.
enzim: Vücut içinde öteki başka kimyasal tepkimelerin gerçekleşmesini sağlayan ve vücut tarafından salgılanan kimyasai madde.
ergotamine: Bir tür mantardan elde edilen ilaç. Kan damarlarının iç çapı ve serotonin üzerinde etkilidir.
hemikranial: Başın bir yarısında olan,
hemisfer (yarıküre): Beynin iki yarı parçasından biri. Sağ ya da sol parça.
histamin: Vücut tarafından üretilen bir amin. Öteki etkileriyle birlikte arteriyolleri genişletir. hormonlar: Kana karıştıkları zaman organların ve dokuların işlevlerini etkileyen kimyasal maddeler.
methysergide: Pizotifene benzeyen güçlü bir ilaç.
metoclorparamide: Mide bulantısını ve kusmayı önlemek için kullanılan bir tür ilaç. Mide ve bağırsakları sakinleştirerek, öteki ilaçların da özümlenebilmesinde yardımcı olur.
motor aktivite: Kaslarda oluşan işlev.
oftalmoskop: Gözün arka kısımlarını incelemek için kullanılan bir aygıt.
yumurtalıklar: Kadınlarda, yumurtaları üreten salgı bezleri. Östrojen ve progesteron hormonlarını da salgılarlar. Ürettikleri yumurta döllendiğinde bebek haline gelir.
paracetamol: Aspirin benzeri bir ağrı kesici. Aşırı miktarda kullanıldığında karaciğer zarar görür.
phenobarbitone: Orta etkili bir sakinleştirici.
ipofiz bezi: Beynin alt ucunda bulunan bir salgı bezi. Salgıladığı hormonlar, öteki işlevlerinin yanı sıra yumurtalık hareketlerini de denetler.
pizotifen: Serotoninin etkilerini bloke eden bir ilaç.
plazma: Kanın sıvı bölümü.platelet: Kanda bulunan ve pıhtılaşmada önemli roller oynayan küçük yuvarlak cisimcikler.
Migren Tedavisi Çocuklarda Migren
Migren Tedavisi, Migren ve Tedavi, Migren Teşhis
Migrene karşı alınabilecek genel önlemlerle ilgili olarak yukarıdaki bölümde yeterince durduktan sonra, şimdi de ayrıntılı olarak ilaçla tedavinin üzerinde durmak istiyoruz.
Not: Aşağıda belirtilen ilaçlardan aspirin, paracetamol, migraleve ve onların muadili olan ağrı kesicileri piyasada serbestçe temin edebilirsiniz. Öteki ilaçlar için mutlaka doktor reçetesine gerek vardır. Aşağıda önce ilaçların kimyasal adını, sonra da parantez içinde ticari adını bulacaksınız. Ticari adlar, büyük harfle başlayanlardır. İlaçların kimyasal adlan genel olarak aynı kalmakla birlikte, ticari adları ülkeden ülkeye değişebilmekte ve zamanla yenileri yapılabilmektedir
Nöbet sırasında
Migrenin karakteristik özelliklerinden biri, nöbetin ilk anlarında midenin işlevini durdurmasıdır. Röntgen muayeneleri, mide duvarının normal hareketlerinin durduğunu göstermiştir. Bu durum, mide bulantısı ve besinlerle ilaçların yeterince emilmemesi ve özümlenmemesini de beraberinde getirir Üstelik bu besinlerin ve ilaçların büyük olasılıkla kusulması da söz konusudur. Bütün bu açıklamalar, migrende ağız yoluyla alınan ilaçların neden yeterince etkin olamadığını gösterir. Kusmayı önleyici bir ilaç olan metoclopramide (Maxolon) tavsiye edilebilir. Çünkü bu ilaç bir yandan mide bulantısı ve kusmayı önlerken öte yandan da çok zayıf olan mide etkinliğini harekete geçirerek ilaçların daha iyi özümsenebilmelerini sağlar.
Tedavinin, nöbetin hemen başında, ağrıların daha şiddetlenip şiddetlenmeyeceğini beklemeden yapılması gerekir. İlkin hemen bir iki tablet aspirin (mümkünse eriyebilen)alınmalıdır. Eğer aspirin çeşitli nedenlerden dolayı alınamıyorsa yine iyi bir ağrı kesici olan paracetamot önerilir. Aspirin ve paracetamolun kodeinsiz türlerini reçetesiz olarak bulmak mümkündür. Kodeinli olanları ise ağrı kesici olarak daha etkindir.
Eğer bu önlem bir yarar sağlamamışsa ya da kusma sonucu ilaç dışarı atılmışsa, îlkin 10 miligramlık bir metoclopramide (Maxolon) tablet alın. Aradan yarım saat geçtikten sonra bir ya da iki tablet aspirin veya paracetamol yutun. Bu terkip sizin için çok daha etkili olabilir. Aradan bir saat geçtikten sonra ağrılarınız hâlâ hafiflememişse, bir doz aspirin daha ala bilirsiniz.
Birçok migren ağrısı, basit ağrıkesicilerden etkilenemeyebilir. O zaman ergotamine içeren ilaçların kullanılması gerekir. Bu kimyasal madde, özellikle baştaki damarların çapları üzerinde etkili olur ve migren nöbetleriyle ilişkileri belirlenen serotonin üzerinde bir denetim kurar. Ergotamine, nöbetin başlangıç anında alındığı taktirde çok etkili olur. Eğer hasta, başağrısı başlamadan önce, görme bozukluğu, uyuşukluk, konuşma güçlüğü gibi bazı ön belirtileri kendinde hissetmişse, hemen ergotamine almalı sonra da başağrısını önlemeye çalışmalıdır.
Ağız yoluyla alınabilecek çeşitli haplar üretilmiştir. Bunların en yaygın biçimde kullanılanları, migrii, effergot, cafergot ve femerin'dir. Migrii ve effergo-tun her tabletinde 2 miligram ergotamine vardır. Cafergot ve femerinin her tabletinde ise 1 miligram ergotamine bulunur. Migrin ayrıca kafeğin ve kusmayı önleyici bir etki yapan cyclizine de içerir. Cafergo-tun içeriğinde de kafein bulunur. Efergot suda eriyebilen, efervesan bir haptır. Bazı hastalar, ergotamine içeren bir ilacı dil altında emerek daha kolay yararlanabilmektedir. Lingraine (2 miligram) bu amaçla piyasaya sürülmüştür.
Ergotamineli ilaçların başlangıç dozu, 2 miligramdır. Eğer ağrı 45-60 dakika arasında belirli bir düşüş göstermezse, 1-2 miligram daha alınabilir. Günlük alınabilecek en fazla ergotamine miktarı 6 miligramdır. Ancak, ilaç en çok ağrının başlangıcında etkili olduğundan 3-4 miligramdan fazla kullanmak pek yarar sağlamaz. İlacın görme ve duyumsama belirtileri üzerinde çok az bir etkisi vardır ve bu etki herhangi bir tedaviye gerek kalmaksızın 30-60 dakika içinde kendiliğinden geçer.
Ergotamine içeren ilaçlar eğer çok sık kullanılırsa, zehirli başağrılarına yol açabilir, kimi zaman da. kan damarlarındaki etkilerinden dolayı üşümeye, parmak uçlarının beyazlaşmasına ve kas kramplarına neden olabilir. Ancak bu yan belirtilere oldukça az rastlanır. Bu kitabın yazarı 25 yıllık meslek yaşamında bu tür yan etkilerden yakınan üç hasta ile karşılaşmıştır. Ergotamine içeren ilaçları üreten kuruluşlar ilacın kutusuna koydukları kullanma talimatnamesinde, haftada alınabilecek en fazla miktarı da belirtirler. Kişilerin bu kimyasal maddeye olan duyarlılığı değişe-bildiğinden, doktorunuz tarafından aksi önerilmedikçe bu kurala uymanızda yarar vardır.
Ergotamine içeren ilaçların hamilelik döneminde kullanılması sakıncalıdır.
İçeriğinde ergotamine bulunan ilaçların yarattığı en büyük sorun, mide bulantısı ve kusmayı tahrik etmeleridir. Hatta ilaç yutulduktan hemen sonra da kusma yoluyla vücuttan atılabilir. Bunu engellemek için beraberinde cyclizine içeren Migril almak, yüzde yüz garantili olmasa bile yarar sağlayabilir.
Bazı ilaçları anüs yoluyla almak gerekebilir. Ca-fergot bunlardan biridir. İçeriğinde 2 miligram ergotamine dışında bir miktar kafeğin ve sakinleştirici bulunur. Hap vücuda girer girmez erir ve anüsten dışarı akma tehlikesi yoktur. Yine de hastaya yatağa uzanması ve uyumaya çalışması önerilir. Çünkü, ilaç, baş-dönmesi yapabilir. Hasta uyandığında başağrısı ya tamamen ortadan kaybolmuş ya da büyük ölçüde hafiflemiş olur. Mide bulantısı, bu ilacın çok ender görülen biryan etkisidir. İlaç günde en fazla iki kez kullanılabilir.
Daha kolay alınabilecek bir başka ergotamine içeren ilaç da solunum yoluyla alınan Medihaler ergotamine'dir. Aerosol halindeki ilacın içeriğinde 0.36 miligram toz ergotamine vardır. İlacın püskürtücüsü ağıza alınır ve güçlü bir biçimde soluk alınarak ilacın ciğerlere ulaşması sağlanır. Birkaç dakika içerisinde akciğerlerden kan dolaşımına karışan ergotamine beyine ve vücudun öteki kısımlarına ulaşarak gerekli etkiyi sağlar. Bir ya da iki kez yeterli olmakla birlikte 24 saat içinde altı doz soluk yoluyla alınabilir. Son derece etkili olan bu ilacın güçlü bir yan etkisi vardır: Kusmaya neden olur.
Ergotamine, vücuda şırınga ile de verilebilir. Fakat ilacı enjeksiyonla almanın belirli zorlukları vardır. Migren belirtilerinin başladığı anda, yani ilacın derhal vücuda girmesi gerektiği anda, hastanın yanında bir doktor ya da hemşire bulunması çok uzak bir olasılıktır. Bu nedenle ancak, hasta bizzat kendisi ya da bir yakını bu işi çok iyi biliyorsa ilacı şırınga yoluyla alabilir. Damardan verilecek ergotamine miktarı, 0.25-05 miligramdır. Doğrudan kan dolaşımına karıştığı ve damarlar üzerindeki işlevini hemen yerine getirdiği için çok etkilidir. Küçük dozajlar, mide bulantısı ve kusma gibi yan etki olasılıklarını azaltırsa da yine de görülebilir. Ergotamine alınabilecek öteki yolları kullanabilmek mümkün değilse, hastanın kendisine şırınga yapması çok yararlı olur. Migren nöbetlerini bu yolla engelleyen çök sayıda hasta vardır. Mide bulantısı ve kusma, migren nöbeti sırasında hastayı bazen en az baş ağrıları kadar rahatsız edebilir. O taktirde alınabilecek ilaçlar,stemetil, valoid ya da maxolon'dur. Bunlar, âğız yoluyla alınabilecekleri gibi damardan ya da fitil şeklinde de alınabilir.
Önleyici tedavi
Migren nöbetlerinin engellenmesi amacıyla kullanılan ilaçların sayısı çok fazladır. Bunlardan her biri, migreni uyarıcı ve davet edici unsurlar üzerinde etkilidir. Bu yüzdendir ki, eh uygun ilaç türü her hastanın kendi bünyesel gereksinimlerine göre değişiklik gösterir.
Duygusal bunalım ve gerilimlerin söz konusu olduğu durumlarda, hasta, sakinleştirici ilaçlar alabilir. Bunların günümüzde en yaygın kullanılanları librium, valium, equanil'dir. Bu ilaçlardan herhangi biri, doktor tarafından hastanın içinde bulunduğu ruh halinden kurtulmasına yetecek süreler için, örneğin birkaç hafta ya da ay, kullanılmak üzere verilebilir. Sedativ olarak da bilinen sakinleştirici ilaçların çok çeşitli türleri vardır. Bunlardan hangisinin en uygun olduğunu ve en az yan etki yaptığını saptayabilmek için değişik zamanlarda değişik ilaçlar kullanmak gerekebilir.
Hasta gerilimle birlikte bir de depresyon geçiriyorsa, yahut yalnızca depresyon söz konusu ise ve bu durum da migreni tahrik ediyorsa, hastaya tryptizol, tofranil, prothiaden, surmontil gibi antidepresif diye bilinen ilaçlardan biri verilebilir. Aslında sayıları çok değişen bu ilaçlardan bazıları, gece kullanılır. Yatağa yatmadan önce alındıkları taktirde, etkilerini ertesi gün de sürdürülen Antidepresif ilaçların belirli süreler içinde (örneğin üç ay) kullanılması ve bünye için en uygun olanının doktor tarafından saptanması gerekir.
Migren hastalığının belirtilerine, baştaki dolaşım değişimlerinin yol açtığını görmüştük. Bu nedenle söz konusu değişimleri denetleyebilecek ilaçların kullanımı da önleyici tedavi açısından yararlı olacaktır.
Günde üç kez bir ya da iki tabletlik dozlar halinde alınacak bellergal, hastaya büyük yarar sağlar. Bellergalin içeriğinde ergotamine dışında belladonna ve enobarbitone vardır. Bunlardan belladonna, kan damarlarının çapı üzerinde etkili olan otonom sinir sistemine etki eder. Phenobarbitone ise orta derecede etkin bir sakinleştiricidir. Bu özellikleri bellergali yukarıda sıralanan trankilizan ve sedatiflerden farklı kılar.
Kan damarlarının çapıyla ilgilenen sinirsel vuruşları bloke eden ilaçlar da vardır. Bunlar arasında clonidine içerenler (örneğin dixarit) ve propranolol (ın-deral) gibi "beta-bloker"ler sayılabilir.
Dixarit günde iki kez birer tablet (0.025 miligram) alınabilir. Sonradan, günde iki kez ikişer ya da üçer tabletlik dozajlara çıkmak mümkündür. Aylarca iyi bir yarar sağlayarak rahatlıkla kullanılabilir. Ancak, en yüksek dozaja ulaşıldığında zaten yararını göstermeye başlayacaktır. Eğer dört haftalık tedaviden bir fayda görülmemişse, ilacın kullanımına son verilmelidir. Yan etkileri; ara sıra görülen zihinsel uyuşukluk ve yatarken ayağa kalkmak ya da otururken ansızın doğrulmak gibi değişiklikler sırasında ortaya çıkan baş dönmesidir.
Beta-bloker türü ilaçların da çok çeşidi vardır. Bu ilaçlara beta-bloker adının verilmesinin nedeni, sempatik sinir uçlarındaki kimyasal işlemler üzerinde yaptıkları etkilerdir. Söz konusu sinir uçları, çok sayıdaki görevlerinin yanı sıra, kan damarlarının çapları üzerinde de etkindirler. Beta-bloker türü ilaçlar, "amlfa" sinir uçlarının karşıtları olan "beta" sinir uçları üzerinde etkindirler. Tıpta çok geniş bir kullanım alanları vardır. Gerilim ve heyecanın giderilmesinde, nabız atışlarının düşürülmesinde ve uygun dozlarda alındığı zaman tansiyonun aşağı çekilmesinde büyük yarar gösterirler. Ayrıca migren nöbetlerinin seyrekleşmesine de yardımcı olurlar. Migren tedavisinde en çok kullanılan beta-bloker, propranolol içeren inde-ral'dir. Dozajı, günde üç ya da dört kez 40 miligrama kadar yükseltilebilir. Inderal ve dixarit kullanımında dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İlacın kullanımını birden bire kesmek bazı sakıncalar doğurabilir. Dozajı gittikçe azaltarak bir süre sonra bırakmak yararlı olur.
Migrene karşı bir başka önlem de, nöbetle birlikte meydana gelen biyokimyasal değişimler üzerinde bir denetim kurmaktır. Bir önceki bölümde, migren sırasında serotonin adlı maddenin beyindeki dolaşım bozuklukları üzerinde önemli bir rol oynadığını belirtmiştik. Serotoninin etkisi, pzotifen (sanomigran) ya da methysergide (deseril) kullanılarak bloke edilebilir.
Sanomigranın günlük dozajı üç tablettir. Gerektiğinde altı tablete kadar çıkılabilir. Yan etkileri çok azdır. Çok hafif bir zihin bulanıklığına yol açabilir ki bu da bir sorun yaratmaz. Ancak ilacın büyük bir iştah açma özelliği vardır ve kullanan kişilerde sık sık kilo alma görülebilir. Şişmanlama sozkonusu olduğunda ilacın dozajı azaltılabileceği gibi perhiz de yapılabilir.
Methysergide içeren ilaçlar (örneğin deseril), serotonin üzerinde büyük ölçüde etkili olan fakat uzun vadede ciddi yan etkiler gösteren ilaçlardır. Özellikle doktorun ciddi gözetiminde ve reçeteye tam uyarak kullanılmadığı taktirde yan etkiler büyük sorun yaratabilir. Mümkün olan en küçük dozaj kullanılmalı ve ilaç dört ya da altı ay kullanıldıktan sonra, birkaç ay ara verilmelidir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, methysergide içeren Maçlar, ancak çok şiddetli migren nöbetleri geçiren ve başka hiçbir tedaviden yarar görmeyen hastalara verilir.
Antihistamin ilaçlar, bir zamanlar migren tedavisinde oldukça yaygın bir kullanım alanı buluyordu. Özellikle, güçlü alerjiler söz konusu olduğu zaman bu tür ilaçlar ilgi gördü. Antihistamin ilaçlar ayrıca sakinleştirici özellikleri ve mide bulantısı tedavisindeki güçlü etkileri ile başarılı oldu. Terkibinde promethazine bulunan phenergan adlı ilaç, bu gruptan olup, doktorlar tarafından en çok önerilenlerin başında gelir. Günde iki ya da üç kez, 10-25 miligramlık dozlar halinde alınabilir. Zihin bulanıklığı yapabileceğinden, tedaviye küçük dozlarla başlanması, gerektiği taktirde dozajın yükseltilmesi uygun olur.
Bu türün bir başka örneği olan migraleve, paracetamol, buclizine (bir antihistamine) ve ağrı kesici olarak kodein terkibiyle yapılır, tablet şeklindedir.
Prochlorperazine içeren ilaçlar (örneğin stemetil), baş dönmesine, mide bulantısına ve kusmaya karşı etkili olması nedeniyle bu rahatsızlıkların fazlaca hissedildiği durumlarda yararlıdır. Gündüz ya da gece olmak üzere günde iki veya üç kez beşer miligramlık dozlar halinde alındığı taktirde, sabah uyanmadan az önce başlayan migFen ağrılarına karşı koruyucu olarak da kullanılabilir.
Migrensel nevralji
Bu rahatsızlığın tedavisinde, ağız, solunum yada anüs yoluyla alınacak ergotamine içeren ilaçların büyük yararı görülür. Yatağa girmeden önce alınacak olanlar, özellikle gece gelebilecek migren nöbetlerine karşı etkindir. Ergotamine dozları gündüz kullanılacağı zaman, genellikle belirli saatlere rastlayan migren nöbetlerinden 30 ya da 45 dakika önce alınmalıdır. Bu yöntemin gerçekten büyük faydaları görülmüştür.
Günde üç kez alınacak clonidine veya pizotifen içeren ilaçların da migrensel nevralji tedavisinde, özellikle hafif seyreden durumlarda yararlı olduğu biIinmektedir.
Migrenli çocuklar, Çocuklarda Migren
Çocuk Migreni, Çocukların ergotamine, pizotifen ya da methysergide türü güçlü ilaçlara gereksinimleri yoktur. Bu ilaçların çocuk hastalara verilmesi doğru değildir. Onlarda başağrıları genellikle az şiddetli geçtiğinden, eriyebilir aspirin yeterli olacaktır. Mide bulantıları da promethazine veya prochlorperazine içeren bulantıkusma kesici antiemetik ilaçlarla önlenebilir. Bir gerilim sonucu migren ataklarının sıklaşması durumunda, bir ya da iki ay süreyle orta derecede etkin bir sakinleştirici (sedatif) vermek yararlı olacaktır.
Migrene karşı alınabilecek genel önlemlerle ilgili olarak yukarıdaki bölümde yeterince durduktan sonra, şimdi de ayrıntılı olarak ilaçla tedavinin üzerinde durmak istiyoruz.
Not: Aşağıda belirtilen ilaçlardan aspirin, paracetamol, migraleve ve onların muadili olan ağrı kesicileri piyasada serbestçe temin edebilirsiniz. Öteki ilaçlar için mutlaka doktor reçetesine gerek vardır. Aşağıda önce ilaçların kimyasal adını, sonra da parantez içinde ticari adını bulacaksınız. Ticari adlar, büyük harfle başlayanlardır. İlaçların kimyasal adlan genel olarak aynı kalmakla birlikte, ticari adları ülkeden ülkeye değişebilmekte ve zamanla yenileri yapılabilmektedir
Nöbet sırasında
Migrenin karakteristik özelliklerinden biri, nöbetin ilk anlarında midenin işlevini durdurmasıdır. Röntgen muayeneleri, mide duvarının normal hareketlerinin durduğunu göstermiştir. Bu durum, mide bulantısı ve besinlerle ilaçların yeterince emilmemesi ve özümlenmemesini de beraberinde getirir Üstelik bu besinlerin ve ilaçların büyük olasılıkla kusulması da söz konusudur. Bütün bu açıklamalar, migrende ağız yoluyla alınan ilaçların neden yeterince etkin olamadığını gösterir. Kusmayı önleyici bir ilaç olan metoclopramide (Maxolon) tavsiye edilebilir. Çünkü bu ilaç bir yandan mide bulantısı ve kusmayı önlerken öte yandan da çok zayıf olan mide etkinliğini harekete geçirerek ilaçların daha iyi özümsenebilmelerini sağlar.
Tedavinin, nöbetin hemen başında, ağrıların daha şiddetlenip şiddetlenmeyeceğini beklemeden yapılması gerekir. İlkin hemen bir iki tablet aspirin (mümkünse eriyebilen)alınmalıdır. Eğer aspirin çeşitli nedenlerden dolayı alınamıyorsa yine iyi bir ağrı kesici olan paracetamot önerilir. Aspirin ve paracetamolun kodeinsiz türlerini reçetesiz olarak bulmak mümkündür. Kodeinli olanları ise ağrı kesici olarak daha etkindir.
Eğer bu önlem bir yarar sağlamamışsa ya da kusma sonucu ilaç dışarı atılmışsa, îlkin 10 miligramlık bir metoclopramide (Maxolon) tablet alın. Aradan yarım saat geçtikten sonra bir ya da iki tablet aspirin veya paracetamol yutun. Bu terkip sizin için çok daha etkili olabilir. Aradan bir saat geçtikten sonra ağrılarınız hâlâ hafiflememişse, bir doz aspirin daha ala bilirsiniz.
Birçok migren ağrısı, basit ağrıkesicilerden etkilenemeyebilir. O zaman ergotamine içeren ilaçların kullanılması gerekir. Bu kimyasal madde, özellikle baştaki damarların çapları üzerinde etkili olur ve migren nöbetleriyle ilişkileri belirlenen serotonin üzerinde bir denetim kurar. Ergotamine, nöbetin başlangıç anında alındığı taktirde çok etkili olur. Eğer hasta, başağrısı başlamadan önce, görme bozukluğu, uyuşukluk, konuşma güçlüğü gibi bazı ön belirtileri kendinde hissetmişse, hemen ergotamine almalı sonra da başağrısını önlemeye çalışmalıdır.
Ağız yoluyla alınabilecek çeşitli haplar üretilmiştir. Bunların en yaygın biçimde kullanılanları, migrii, effergot, cafergot ve femerin'dir. Migrii ve effergo-tun her tabletinde 2 miligram ergotamine vardır. Cafergot ve femerinin her tabletinde ise 1 miligram ergotamine bulunur. Migrin ayrıca kafeğin ve kusmayı önleyici bir etki yapan cyclizine de içerir. Cafergo-tun içeriğinde de kafein bulunur. Efergot suda eriyebilen, efervesan bir haptır. Bazı hastalar, ergotamine içeren bir ilacı dil altında emerek daha kolay yararlanabilmektedir. Lingraine (2 miligram) bu amaçla piyasaya sürülmüştür.
Ergotamineli ilaçların başlangıç dozu, 2 miligramdır. Eğer ağrı 45-60 dakika arasında belirli bir düşüş göstermezse, 1-2 miligram daha alınabilir. Günlük alınabilecek en fazla ergotamine miktarı 6 miligramdır. Ancak, ilaç en çok ağrının başlangıcında etkili olduğundan 3-4 miligramdan fazla kullanmak pek yarar sağlamaz. İlacın görme ve duyumsama belirtileri üzerinde çok az bir etkisi vardır ve bu etki herhangi bir tedaviye gerek kalmaksızın 30-60 dakika içinde kendiliğinden geçer.
Ergotamine içeren ilaçlar eğer çok sık kullanılırsa, zehirli başağrılarına yol açabilir, kimi zaman da. kan damarlarındaki etkilerinden dolayı üşümeye, parmak uçlarının beyazlaşmasına ve kas kramplarına neden olabilir. Ancak bu yan belirtilere oldukça az rastlanır. Bu kitabın yazarı 25 yıllık meslek yaşamında bu tür yan etkilerden yakınan üç hasta ile karşılaşmıştır. Ergotamine içeren ilaçları üreten kuruluşlar ilacın kutusuna koydukları kullanma talimatnamesinde, haftada alınabilecek en fazla miktarı da belirtirler. Kişilerin bu kimyasal maddeye olan duyarlılığı değişe-bildiğinden, doktorunuz tarafından aksi önerilmedikçe bu kurala uymanızda yarar vardır.
Ergotamine içeren ilaçların hamilelik döneminde kullanılması sakıncalıdır.
İçeriğinde ergotamine bulunan ilaçların yarattığı en büyük sorun, mide bulantısı ve kusmayı tahrik etmeleridir. Hatta ilaç yutulduktan hemen sonra da kusma yoluyla vücuttan atılabilir. Bunu engellemek için beraberinde cyclizine içeren Migril almak, yüzde yüz garantili olmasa bile yarar sağlayabilir.
Bazı ilaçları anüs yoluyla almak gerekebilir. Ca-fergot bunlardan biridir. İçeriğinde 2 miligram ergotamine dışında bir miktar kafeğin ve sakinleştirici bulunur. Hap vücuda girer girmez erir ve anüsten dışarı akma tehlikesi yoktur. Yine de hastaya yatağa uzanması ve uyumaya çalışması önerilir. Çünkü, ilaç, baş-dönmesi yapabilir. Hasta uyandığında başağrısı ya tamamen ortadan kaybolmuş ya da büyük ölçüde hafiflemiş olur. Mide bulantısı, bu ilacın çok ender görülen biryan etkisidir. İlaç günde en fazla iki kez kullanılabilir.
Daha kolay alınabilecek bir başka ergotamine içeren ilaç da solunum yoluyla alınan Medihaler ergotamine'dir. Aerosol halindeki ilacın içeriğinde 0.36 miligram toz ergotamine vardır. İlacın püskürtücüsü ağıza alınır ve güçlü bir biçimde soluk alınarak ilacın ciğerlere ulaşması sağlanır. Birkaç dakika içerisinde akciğerlerden kan dolaşımına karışan ergotamine beyine ve vücudun öteki kısımlarına ulaşarak gerekli etkiyi sağlar. Bir ya da iki kez yeterli olmakla birlikte 24 saat içinde altı doz soluk yoluyla alınabilir. Son derece etkili olan bu ilacın güçlü bir yan etkisi vardır: Kusmaya neden olur.
Ergotamine, vücuda şırınga ile de verilebilir. Fakat ilacı enjeksiyonla almanın belirli zorlukları vardır. Migren belirtilerinin başladığı anda, yani ilacın derhal vücuda girmesi gerektiği anda, hastanın yanında bir doktor ya da hemşire bulunması çok uzak bir olasılıktır. Bu nedenle ancak, hasta bizzat kendisi ya da bir yakını bu işi çok iyi biliyorsa ilacı şırınga yoluyla alabilir. Damardan verilecek ergotamine miktarı, 0.25-05 miligramdır. Doğrudan kan dolaşımına karıştığı ve damarlar üzerindeki işlevini hemen yerine getirdiği için çok etkilidir. Küçük dozajlar, mide bulantısı ve kusma gibi yan etki olasılıklarını azaltırsa da yine de görülebilir. Ergotamine alınabilecek öteki yolları kullanabilmek mümkün değilse, hastanın kendisine şırınga yapması çok yararlı olur. Migren nöbetlerini bu yolla engelleyen çök sayıda hasta vardır. Mide bulantısı ve kusma, migren nöbeti sırasında hastayı bazen en az baş ağrıları kadar rahatsız edebilir. O taktirde alınabilecek ilaçlar,stemetil, valoid ya da maxolon'dur. Bunlar, âğız yoluyla alınabilecekleri gibi damardan ya da fitil şeklinde de alınabilir.
Önleyici tedavi
Migren nöbetlerinin engellenmesi amacıyla kullanılan ilaçların sayısı çok fazladır. Bunlardan her biri, migreni uyarıcı ve davet edici unsurlar üzerinde etkilidir. Bu yüzdendir ki, eh uygun ilaç türü her hastanın kendi bünyesel gereksinimlerine göre değişiklik gösterir.
Duygusal bunalım ve gerilimlerin söz konusu olduğu durumlarda, hasta, sakinleştirici ilaçlar alabilir. Bunların günümüzde en yaygın kullanılanları librium, valium, equanil'dir. Bu ilaçlardan herhangi biri, doktor tarafından hastanın içinde bulunduğu ruh halinden kurtulmasına yetecek süreler için, örneğin birkaç hafta ya da ay, kullanılmak üzere verilebilir. Sedativ olarak da bilinen sakinleştirici ilaçların çok çeşitli türleri vardır. Bunlardan hangisinin en uygun olduğunu ve en az yan etki yaptığını saptayabilmek için değişik zamanlarda değişik ilaçlar kullanmak gerekebilir.
Hasta gerilimle birlikte bir de depresyon geçiriyorsa, yahut yalnızca depresyon söz konusu ise ve bu durum da migreni tahrik ediyorsa, hastaya tryptizol, tofranil, prothiaden, surmontil gibi antidepresif diye bilinen ilaçlardan biri verilebilir. Aslında sayıları çok değişen bu ilaçlardan bazıları, gece kullanılır. Yatağa yatmadan önce alındıkları taktirde, etkilerini ertesi gün de sürdürülen Antidepresif ilaçların belirli süreler içinde (örneğin üç ay) kullanılması ve bünye için en uygun olanının doktor tarafından saptanması gerekir.
Migren hastalığının belirtilerine, baştaki dolaşım değişimlerinin yol açtığını görmüştük. Bu nedenle söz konusu değişimleri denetleyebilecek ilaçların kullanımı da önleyici tedavi açısından yararlı olacaktır.
Günde üç kez bir ya da iki tabletlik dozlar halinde alınacak bellergal, hastaya büyük yarar sağlar. Bellergalin içeriğinde ergotamine dışında belladonna ve enobarbitone vardır. Bunlardan belladonna, kan damarlarının çapı üzerinde etkili olan otonom sinir sistemine etki eder. Phenobarbitone ise orta derecede etkin bir sakinleştiricidir. Bu özellikleri bellergali yukarıda sıralanan trankilizan ve sedatiflerden farklı kılar.
Kan damarlarının çapıyla ilgilenen sinirsel vuruşları bloke eden ilaçlar da vardır. Bunlar arasında clonidine içerenler (örneğin dixarit) ve propranolol (ın-deral) gibi "beta-bloker"ler sayılabilir.
Dixarit günde iki kez birer tablet (0.025 miligram) alınabilir. Sonradan, günde iki kez ikişer ya da üçer tabletlik dozajlara çıkmak mümkündür. Aylarca iyi bir yarar sağlayarak rahatlıkla kullanılabilir. Ancak, en yüksek dozaja ulaşıldığında zaten yararını göstermeye başlayacaktır. Eğer dört haftalık tedaviden bir fayda görülmemişse, ilacın kullanımına son verilmelidir. Yan etkileri; ara sıra görülen zihinsel uyuşukluk ve yatarken ayağa kalkmak ya da otururken ansızın doğrulmak gibi değişiklikler sırasında ortaya çıkan baş dönmesidir.
Beta-bloker türü ilaçların da çok çeşidi vardır. Bu ilaçlara beta-bloker adının verilmesinin nedeni, sempatik sinir uçlarındaki kimyasal işlemler üzerinde yaptıkları etkilerdir. Söz konusu sinir uçları, çok sayıdaki görevlerinin yanı sıra, kan damarlarının çapları üzerinde de etkindirler. Beta-bloker türü ilaçlar, "amlfa" sinir uçlarının karşıtları olan "beta" sinir uçları üzerinde etkindirler. Tıpta çok geniş bir kullanım alanları vardır. Gerilim ve heyecanın giderilmesinde, nabız atışlarının düşürülmesinde ve uygun dozlarda alındığı zaman tansiyonun aşağı çekilmesinde büyük yarar gösterirler. Ayrıca migren nöbetlerinin seyrekleşmesine de yardımcı olurlar. Migren tedavisinde en çok kullanılan beta-bloker, propranolol içeren inde-ral'dir. Dozajı, günde üç ya da dört kez 40 miligrama kadar yükseltilebilir. Inderal ve dixarit kullanımında dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İlacın kullanımını birden bire kesmek bazı sakıncalar doğurabilir. Dozajı gittikçe azaltarak bir süre sonra bırakmak yararlı olur.
Migrene karşı bir başka önlem de, nöbetle birlikte meydana gelen biyokimyasal değişimler üzerinde bir denetim kurmaktır. Bir önceki bölümde, migren sırasında serotonin adlı maddenin beyindeki dolaşım bozuklukları üzerinde önemli bir rol oynadığını belirtmiştik. Serotoninin etkisi, pzotifen (sanomigran) ya da methysergide (deseril) kullanılarak bloke edilebilir.
Sanomigranın günlük dozajı üç tablettir. Gerektiğinde altı tablete kadar çıkılabilir. Yan etkileri çok azdır. Çok hafif bir zihin bulanıklığına yol açabilir ki bu da bir sorun yaratmaz. Ancak ilacın büyük bir iştah açma özelliği vardır ve kullanan kişilerde sık sık kilo alma görülebilir. Şişmanlama sozkonusu olduğunda ilacın dozajı azaltılabileceği gibi perhiz de yapılabilir.
Methysergide içeren ilaçlar (örneğin deseril), serotonin üzerinde büyük ölçüde etkili olan fakat uzun vadede ciddi yan etkiler gösteren ilaçlardır. Özellikle doktorun ciddi gözetiminde ve reçeteye tam uyarak kullanılmadığı taktirde yan etkiler büyük sorun yaratabilir. Mümkün olan en küçük dozaj kullanılmalı ve ilaç dört ya da altı ay kullanıldıktan sonra, birkaç ay ara verilmelidir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, methysergide içeren Maçlar, ancak çok şiddetli migren nöbetleri geçiren ve başka hiçbir tedaviden yarar görmeyen hastalara verilir.
Antihistamin ilaçlar, bir zamanlar migren tedavisinde oldukça yaygın bir kullanım alanı buluyordu. Özellikle, güçlü alerjiler söz konusu olduğu zaman bu tür ilaçlar ilgi gördü. Antihistamin ilaçlar ayrıca sakinleştirici özellikleri ve mide bulantısı tedavisindeki güçlü etkileri ile başarılı oldu. Terkibinde promethazine bulunan phenergan adlı ilaç, bu gruptan olup, doktorlar tarafından en çok önerilenlerin başında gelir. Günde iki ya da üç kez, 10-25 miligramlık dozlar halinde alınabilir. Zihin bulanıklığı yapabileceğinden, tedaviye küçük dozlarla başlanması, gerektiği taktirde dozajın yükseltilmesi uygun olur.
Bu türün bir başka örneği olan migraleve, paracetamol, buclizine (bir antihistamine) ve ağrı kesici olarak kodein terkibiyle yapılır, tablet şeklindedir.
Prochlorperazine içeren ilaçlar (örneğin stemetil), baş dönmesine, mide bulantısına ve kusmaya karşı etkili olması nedeniyle bu rahatsızlıkların fazlaca hissedildiği durumlarda yararlıdır. Gündüz ya da gece olmak üzere günde iki veya üç kez beşer miligramlık dozlar halinde alındığı taktirde, sabah uyanmadan az önce başlayan migFen ağrılarına karşı koruyucu olarak da kullanılabilir.
Migrensel nevralji
Bu rahatsızlığın tedavisinde, ağız, solunum yada anüs yoluyla alınacak ergotamine içeren ilaçların büyük yararı görülür. Yatağa girmeden önce alınacak olanlar, özellikle gece gelebilecek migren nöbetlerine karşı etkindir. Ergotamine dozları gündüz kullanılacağı zaman, genellikle belirli saatlere rastlayan migren nöbetlerinden 30 ya da 45 dakika önce alınmalıdır. Bu yöntemin gerçekten büyük faydaları görülmüştür.
Günde üç kez alınacak clonidine veya pizotifen içeren ilaçların da migrensel nevralji tedavisinde, özellikle hafif seyreden durumlarda yararlı olduğu biIinmektedir.
Migrenli çocuklar, Çocuklarda Migren
Çocuk Migreni, Çocukların ergotamine, pizotifen ya da methysergide türü güçlü ilaçlara gereksinimleri yoktur. Bu ilaçların çocuk hastalara verilmesi doğru değildir. Onlarda başağrıları genellikle az şiddetli geçtiğinden, eriyebilir aspirin yeterli olacaktır. Mide bulantıları da promethazine veya prochlorperazine içeren bulantıkusma kesici antiemetik ilaçlarla önlenebilir. Bir gerilim sonucu migren ataklarının sıklaşması durumunda, bir ya da iki ay süreyle orta derecede etkin bir sakinleştirici (sedatif) vermek yararlı olacaktır.
Migrene Alışmak Migren Tedavisi
Migrene alışmak, Migren Oluşumu, Migren Tanı
Yukarıdaki bölümlerden de anlamış olabileceğimiz gibi, migren, ana nedeni belli olmayan bir rahatsızlıktır. Migren belirtilerinin bir bireyde görülebilme-sine yol açan çok sayıda etken sayılabilir ancak bu belirtilerin bir başka kişide neden ortaya çıkmadığı sorusu cevaplandırılamaz. Müzminleşen migren belirtileri ilerideki bölümlerde açıklanacak bazı ilaçlarla büyük ölçüde denetim altına alınabilir. Ne var ki, bir migren hastasının, belirli bir noktaya kadar bu hastalıkla bir arada yaşamak zorunda olduğunu da öğrenmesi gerekir. Migren, öldürücü bir hastalık değildir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte nöbetlerin sayısı ve ağrıların şiddeti azalır. Kadınlarda, özellikle menopoza girilmesiyle birlikte üzerinde durulmasına değmeyecek kadar önemi ve etkinliğini yitirir.
İlk yaşlarda, diyelim ki, üç ya da altı ayda bir görülen migren nöbetleri can sıkıcı olmakla birlikte hastanın günlük işlerini ya da ev işlerini aksatmaz. Üstüste gelen klasik ya da basit migren nöbetleri ise, ev, iş ve sosyal yaşamını tümüyle altüst eder. İlk kez bir migren nöbeti geçiren bir hasta, olaya "sıradan bîr başağrısı" gözüyle bakabilir ve üzerinde durmayabilir. Ancak ağrının şiddeti bir yana, mide bulantısı ve huzursuzluk bir nöbet esnasında hastanın dayanamayacağı boyutlara varabilir.
Bu hoş olmayan rahatsızlığın hayatımız üzerindeki etkilerini azaltmak için ne yapabiliriz? Bir migren nöbetiyle başa çıkabilmek için başvuracağımız çareler neler olabilir? Uzun vadeli düşündüğümüzde, ne gibi koruyucu önlemler alabiliriz? Eğer genellikle olduğu gibi, ağrıyla birlikte uyanırsak, işimiz daha zor demektir. Çünkü uyandığımızda başımızın ağrıması, migren nöbetinin birkaç saat önce başlamış olması demektir. Genel olarak da ağrı süresi uzadıkça dindirebilmek de güçleşir. Yine de aspirin ya da paracetamoi türü bir ağrı kesici alınabilir. Eğer mide bulantısı varsa, bulantıyı engelleyici bir başka ilaç daha almak uygun olur. Sonra hasta, eğer mümkünse iyi havalandırılmış karanlık bir odada yeniden yatağa girmeli ve uyumaya çalışmalıdır. Çünkü uyku sırasında ağrılar da hissedilmeyecektir. (migrenin çaresi)
Eğer nöbet hastanın çok yakıhdan tanıdığı görme bozukluğu, uyuşukluk gibi bazı belirtilerle "geliyorum" derse, belirtiler fazla şiddetli olmasa bile, başağrıları 15-30 dakika sonra başlayacak demektir. O nedenle, derhal önleyici tedaviye başlanması gerekir. Daha önce de vurgulandığı gibi, ağrılar, baştaki kan damarlarının genişleyip gerginleşmesinden sonra ortaya çıkar. Bu nedenle eğer bu damarların genişlemesini ve gerginleşmesini engelleyebilirsek ağrıların tamamen önüne geçebileceğimiz gibi hiç değilse ağrının şiddetlenmemesini ve dayanılabilir boyutlarda kalmasını sağlamış oluruz.
Migrenli hastalar tarafından kullanılan ve "vaso-aktif" olarak adlandırılan bazı ilaçlar vardır. Bu ilaçlar, damarları daraltarak genişlemelerini önlerler. Bazı örnekleri Migril, Cafergot, Lingraine gibi ticari adlarla piyasada satılan ve vasoaktiflere ileride geniş olarak tekrar döneceğiz. Başağrısının önüne geçilebilmesi için, bu ilaçların ilk belirtilerin ortaya çıktığı anda alınması gerekir. Pek çok hasta, bu ilaçları yararlı bulmakta ve gerektiğinde hemen kullanabilmek için yanlarından eksik etmemektedir.
Başağrisını engelleyecek ilaçları almış olsak bile, migren belirtilerini hissettikten sonra yine de yatağa girmemizde yarar vardır. Çünkü vasoaktifler, (henüz migrensel bulantılar başlamasa da) mide bulantısına ve halsizliğe neden olabilirler, baş dönmesi yapabilirler. İşyerinde dinlenmek mümkün olmayabilir ama hasta nöbete yakalandığı anda evindeyse yatağa girmek büyük ölçüde yararlı olacaktır. Vasoaktif ilaçlar, migren ağrılarıyla uyanılan sabahlarda da alınmalıdır. Gerçi bu taktirde, koruyucu olarak alındıkları zamanki kadar etkili olmazlar ama yine de yararları görülür. Ağrının henüz fazla güçlü olmadığı başlangıç anlarında da vasoaktif ilacınızı almayı yeni hatırlamışsanız "nasıl olsa şimdilik hafif ağrı var" diyerek almamazlık etmeyin. Çünkü hafif ağrı, önümüzdeki dayanılmaz ağrıların habercisi ve başlangıç noktasıdır.
Bir migren hastası, nöbet sırasındaki etkileri en aza indirgeyebilmek için kişisel olarak neler yapabilir? Migreni davet eden ve hızlandıran unsurları yukarıdaki bölümlerde görmüştük. Bunların bir bölümünü denetleyebilmek, kişinin elinde değildir. Örneğin, hiçbirimiz, kalıtımsal özelliklerimiz üzerinde söz sahibi olamayız. Ama değiştirebileceğimiz ve üzerinde etkili olabileceğimiz çok sayıda migreni davet eden unsur bulunmaktadır.
Evde yaşanan gerginlik, işyerindeki kişisel ilişkiler ve çalışma koşulları migrenin şiddetinde önemli ölçüde etkindir. Migrenli bir insan, tatillerde, iş ve çevre değiştirdiği dönemlerde, hatta hafta sonlarında dinlenirken yakalandığı migren nöbetlerinin çok daha hafif olduğunu fark edecektir. Bazı hastalar, hafta sonlarıyla ilgili görüşümüze katılmayabilirler ve bir ölçüye kadar da haklıdırlar. Çünkü çoğu kez kimi kişilerde migren nöbetleri Cumartesi ya da Pazar günleri çok geç saatlerde uyandıkları zaman ortaya çıkar. Her ne kadar Avrupalı hastalar bunu kiliseye gitmedikleri için Tanrı'nın bir cezası olarak kabul ederlerse de, uzmanlara göre asıl nedeni, alışılagelenden daha fazla yatakta kalmanın bir sonucu olarak başa giden kan akımının azalmasıdır. Ayrıca bir hafta boyunca yaşanan gerilimlerin etkisini göstermesi şeklinde de kabul edilebilir.
Eğer hasta, işinin, kişisel ilişkilerinin, yeterince dinlenme ve eğlenmeye olanak bulamamanın ya da sürekli aynı kalan koşulların kendisini ve hastalığını olumsuz yönde etkilediğini hissediyorsa, elinden geldiği kadarıyla yaşama biçiminde ve alışkanlıklarında değişiklik yapmak yoluna gitmelidir. Böyle davranırsa hastalığında belirli bir düzelme gözlemleyecektir. Ne var ki, pek çok hasta, ekonomik ya da duygusal yönden büyük kayıplara uğramadan yaşamlarında önemli değişiklikler yapamayacaklarını görürler. Böyleleri, yoga ya da hipnoz gibi özel sakinleşme tekniklerinden yararlanabilecekleri gibi, doktorlarının önereceği sakinleştirici ilaçları da alabilirler.
Migren hastasının günlük yaşamı da son derece düzenli olmalıdır. Migrenli, uyku saatlerine ve gerektiği gibi hazırlanmış besinlerden oluşan yemek öğünlerine özen gösterdiğinde/bundan büyük yarar sağladığını kolayca fark edecektir. Daha önce de vurgulandığı gibi, bir öğünü kaçırmak, migrene davetiye çıkarmak olabilir. Normal öğünler sırasında, yemeklerin olabildiğince acele etmeden yenmesi gerekir.
Belirli bazı gıdaların migreni uyardığı gözlemlenmediği sürece, perhiz yapmaya gerek yoktur. Ancak çikolata, peynir, süt ürünleri, yağlı besinler ve alkolün migreniniz üzerinde olumsuz etkilerini hissettiğiniz anda bunları doktorunuza da danışarak kısıtlayabilirsiniz. Bu besinlerin tümünden, sürekli bir biçimde el çekmek doğru değildir. Böylesi bir uygulama, beraberinde başka sorunlar da getirir. En iyi yöntem, migreni tahrik ettiği düşünülen bu besinlerden her birini sırayla altı ya da sekiz haftalık süreler için yemeyerek hangisinin sizin bünyenize zarar verdiğini saptamaktır.
Herhangi bir besine karşı alerjiniz olduğundan kuşkulandığınızda, (bu, besin içindeki tiraminin kimyasal etkisinden daha başka bir olaydır) yukarıda uygulanan geçici perhizler yardımıyla hangi gıdaya karşı alerjiniz olduğunu anlayabilirsiniz. Kuşkulandığınız fazlaca bir miktar migren ağrılarımızı uyaracak ve saptamanızı doğrulayacaktır. Bu tür alerjilerde, deri deneyleri, fazla yardımcı olmaz. Alerjik tepkimenin süresi birkaç dakika ile birkaç gün arasında değişebileceğinden deneyler sırasında bu özellik de gözönünde bulundurulmalıdır.
Çok yağlı besinlerin, alerjileri olmadığı halde, safra kesesi rahatsızlıklarından yakınan bazı hastalarda migreni tahrik edici bir unsur olduğu da unutulmamalıdır.
Aşırı sıcak ve soğuk da migrenliler için zararlıdır. Özellikle çok sigara içilen kapalı yerlerde ve kirli havalarda sıcağın etkisi daha da fazlalaşır. Böylesi ortamlardan kaçınmak gerekir. Alkol de kaçınmanız gereken bir başka unsur olabilir. Ancak, bazı davet ve partilerde size düşman olan sıcak ve kirli hava ile alkolden, dostlarınızı ve arkadaşlarınızı kırmamak adına kaçınamayacak bir durumda kalabilirsiniz. Böyle durumlarda, size şarap ya da bira yerine cin ya da viski içmenizi öneririz.
Parlak ve güçlü ışıklar sizin için zararlı olabilir. Bu takdirde renkli ya da polaroid gözlük camları kullanabilirsiniz. Ancak bu camların niteliğini göz doktorunuzun belirlemesinde yarar vardır. Özellikle orta yaştaki hastaların yakın gözlüklerinin çok doğru bir biçimde verilmiş olmaları gerekir. Eğer okumak ya da yakından bakmanızı gerektiren bir iş yapmak migreniniz üzerinde uyarıcı etki yapıyorsa, bu tür işlevlerden kaçınmanız uygun olacaktır.
Gezilerin migreniniz üzerinde olumsuz etki yaptığına inanıyorsanız, gezi boyunca tutmalara karşı çok yararlı olan bazı ilaçları almanızı öneririz. Eğer çok uzun sürecek bir geziye çıktıysanız, zaman zaman dinlenme molaları vermek de sizin için yararlı olacaktır. Migren tedavisinde kullanılan ilaçların büyük bir bölümü zihinsel bulanıklıklara yol açar. Bu nedenle, özellikle direksiyon Kullanmanızı gerektiren uzun seyahatler öncesinde, ilacını evde bir süre kullanarak etkisini gözlemlemeniz gerekir. Migren nöbetleri sizi direksiyon başında da yakalayabilir. Eğer ağrı çok şiddetliyse ve görme bozukluğu başlamışsa yapılacak en iyi şey, arabayı bir kenara çekerek görme yeteneğinizin yeniden normale dönmesini beklemektir. Bu öneri size ilk bakışta gereksiz gelebilir. "Bu kadarını da herkes düşünebilir" diyebilirsiniz. Ancak bazı insanlar zigzaglı çizgiler arasından yine de görebildiklerini ve yollarına devam edecek kadar iyi olduklarını düşünme yanılgısına kolayca düşebilmektedirler.
İnsanın baş ve boyun yaralanmalarına karşı aşılanması kuşkusuz mümkün değildir. Ancak yine de son derece tedbirli olmak gerekir. Eğer boyun kemiklerinizde meydana gelen bozuklukların migreninizi, şiddetlendirdiği ortaya çıkmışsa, ev düzenlemesi, tavan temizliği, aşırı eğilme, bahçe işleri gibi tehlikeli durumlardan kaçınmalısınız. Boynunuzdan şikâyetiniz geçmediği sürece, yatakta da boynunuzu yastıkla desteklemeniz gerekir. Yastıklarınızı öyle yerleştirin ki, başınız, enseniz ve boynunuz doğru bir çizgi üzerinde olsun. Boynunuzun omuzlarınızla birleştiği noktada herhangi bir kıvrılmanın olmamasına dikkat edin.
Tansiyonun yükseldiği zamanlarda migrenin davet edildiğini daha önce belirtmiştik. Tansiyon yüksekliği, kuşkusuz başka baş ağrısı türlerine de yol açar. Ancak eğer bir migrenlinin başağrılarının şiddeti giderek artıyorsa ve ailesinde yüksek tansiyon hastası varsa; kadınlar hamilelik dönemlerinde yüksek tansiyondan şikâyetçi olmuşlarsa; migrenli bir-kadın, sürekli olarak doğum kontrol hapı kullanıyorsa, o zaman derhal doktora gidilmesi ve yüksek tansiyon belirtilerinin ve migrenle olan ilişkisinin araştırılması gerekiyor demektir. Yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan modern ilaçlar son derece etkili ve yararlıdır.
Migrenli hastaların büyük.bir bölümünün kadın olduğu da vurgulanmıştı. Normal aylık dönemlerdeki hormonal etkiler ve doğum kontrol hapları, migrenin şiddetini artırır. Hapların etkisini giderebilmek için türlerini ve kullanılış biçimlerini değiştirmek yararlı olacaktır. Vücuda giren su ve tuz miktarını kısıtlayarak ve böbreklerin daha çok su atmasını sağlayan ilaçlar alarak dokularda su toplanmasının önüne geçilebilir. Bu da migren üzerinde etkili olabilecek bir unsurun ortadan kaldırılması demektir.
Eğer nöbetler düzenli olarak âdet dönemleri öncesine rastlıyorsa, hasta, migril benzeri ilaçları dönem başlangıcından bir gece önce alarak migrenin şiddetini azaltmak için iyi bir önlem almış olur. Ancak bu yöntemin kesinlikle başarılı olduğu da ne yazık ki söylenemez. Bazı durumlarda, migren nöbetinin dönemin ilk gününün geç saatlerinde ya da ertesi gün başladığı görülür. Yine de migren nöbetlerinin dönemle kesin ilişkili olduğunun saptandığı kişilerde böyle bir koruyucu önlemin mutlaka alınmasını öneririz.
Yukarıdaki bölümlerden de anlamış olabileceğimiz gibi, migren, ana nedeni belli olmayan bir rahatsızlıktır. Migren belirtilerinin bir bireyde görülebilme-sine yol açan çok sayıda etken sayılabilir ancak bu belirtilerin bir başka kişide neden ortaya çıkmadığı sorusu cevaplandırılamaz. Müzminleşen migren belirtileri ilerideki bölümlerde açıklanacak bazı ilaçlarla büyük ölçüde denetim altına alınabilir. Ne var ki, bir migren hastasının, belirli bir noktaya kadar bu hastalıkla bir arada yaşamak zorunda olduğunu da öğrenmesi gerekir. Migren, öldürücü bir hastalık değildir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte nöbetlerin sayısı ve ağrıların şiddeti azalır. Kadınlarda, özellikle menopoza girilmesiyle birlikte üzerinde durulmasına değmeyecek kadar önemi ve etkinliğini yitirir.
İlk yaşlarda, diyelim ki, üç ya da altı ayda bir görülen migren nöbetleri can sıkıcı olmakla birlikte hastanın günlük işlerini ya da ev işlerini aksatmaz. Üstüste gelen klasik ya da basit migren nöbetleri ise, ev, iş ve sosyal yaşamını tümüyle altüst eder. İlk kez bir migren nöbeti geçiren bir hasta, olaya "sıradan bîr başağrısı" gözüyle bakabilir ve üzerinde durmayabilir. Ancak ağrının şiddeti bir yana, mide bulantısı ve huzursuzluk bir nöbet esnasında hastanın dayanamayacağı boyutlara varabilir.
Bu hoş olmayan rahatsızlığın hayatımız üzerindeki etkilerini azaltmak için ne yapabiliriz? Bir migren nöbetiyle başa çıkabilmek için başvuracağımız çareler neler olabilir? Uzun vadeli düşündüğümüzde, ne gibi koruyucu önlemler alabiliriz? Eğer genellikle olduğu gibi, ağrıyla birlikte uyanırsak, işimiz daha zor demektir. Çünkü uyandığımızda başımızın ağrıması, migren nöbetinin birkaç saat önce başlamış olması demektir. Genel olarak da ağrı süresi uzadıkça dindirebilmek de güçleşir. Yine de aspirin ya da paracetamoi türü bir ağrı kesici alınabilir. Eğer mide bulantısı varsa, bulantıyı engelleyici bir başka ilaç daha almak uygun olur. Sonra hasta, eğer mümkünse iyi havalandırılmış karanlık bir odada yeniden yatağa girmeli ve uyumaya çalışmalıdır. Çünkü uyku sırasında ağrılar da hissedilmeyecektir. (migrenin çaresi)
Eğer nöbet hastanın çok yakıhdan tanıdığı görme bozukluğu, uyuşukluk gibi bazı belirtilerle "geliyorum" derse, belirtiler fazla şiddetli olmasa bile, başağrıları 15-30 dakika sonra başlayacak demektir. O nedenle, derhal önleyici tedaviye başlanması gerekir. Daha önce de vurgulandığı gibi, ağrılar, baştaki kan damarlarının genişleyip gerginleşmesinden sonra ortaya çıkar. Bu nedenle eğer bu damarların genişlemesini ve gerginleşmesini engelleyebilirsek ağrıların tamamen önüne geçebileceğimiz gibi hiç değilse ağrının şiddetlenmemesini ve dayanılabilir boyutlarda kalmasını sağlamış oluruz.
Migrenli hastalar tarafından kullanılan ve "vaso-aktif" olarak adlandırılan bazı ilaçlar vardır. Bu ilaçlar, damarları daraltarak genişlemelerini önlerler. Bazı örnekleri Migril, Cafergot, Lingraine gibi ticari adlarla piyasada satılan ve vasoaktiflere ileride geniş olarak tekrar döneceğiz. Başağrısının önüne geçilebilmesi için, bu ilaçların ilk belirtilerin ortaya çıktığı anda alınması gerekir. Pek çok hasta, bu ilaçları yararlı bulmakta ve gerektiğinde hemen kullanabilmek için yanlarından eksik etmemektedir.
Başağrisını engelleyecek ilaçları almış olsak bile, migren belirtilerini hissettikten sonra yine de yatağa girmemizde yarar vardır. Çünkü vasoaktifler, (henüz migrensel bulantılar başlamasa da) mide bulantısına ve halsizliğe neden olabilirler, baş dönmesi yapabilirler. İşyerinde dinlenmek mümkün olmayabilir ama hasta nöbete yakalandığı anda evindeyse yatağa girmek büyük ölçüde yararlı olacaktır. Vasoaktif ilaçlar, migren ağrılarıyla uyanılan sabahlarda da alınmalıdır. Gerçi bu taktirde, koruyucu olarak alındıkları zamanki kadar etkili olmazlar ama yine de yararları görülür. Ağrının henüz fazla güçlü olmadığı başlangıç anlarında da vasoaktif ilacınızı almayı yeni hatırlamışsanız "nasıl olsa şimdilik hafif ağrı var" diyerek almamazlık etmeyin. Çünkü hafif ağrı, önümüzdeki dayanılmaz ağrıların habercisi ve başlangıç noktasıdır.
Bir migren hastası, nöbet sırasındaki etkileri en aza indirgeyebilmek için kişisel olarak neler yapabilir? Migreni davet eden ve hızlandıran unsurları yukarıdaki bölümlerde görmüştük. Bunların bir bölümünü denetleyebilmek, kişinin elinde değildir. Örneğin, hiçbirimiz, kalıtımsal özelliklerimiz üzerinde söz sahibi olamayız. Ama değiştirebileceğimiz ve üzerinde etkili olabileceğimiz çok sayıda migreni davet eden unsur bulunmaktadır.
Evde yaşanan gerginlik, işyerindeki kişisel ilişkiler ve çalışma koşulları migrenin şiddetinde önemli ölçüde etkindir. Migrenli bir insan, tatillerde, iş ve çevre değiştirdiği dönemlerde, hatta hafta sonlarında dinlenirken yakalandığı migren nöbetlerinin çok daha hafif olduğunu fark edecektir. Bazı hastalar, hafta sonlarıyla ilgili görüşümüze katılmayabilirler ve bir ölçüye kadar da haklıdırlar. Çünkü çoğu kez kimi kişilerde migren nöbetleri Cumartesi ya da Pazar günleri çok geç saatlerde uyandıkları zaman ortaya çıkar. Her ne kadar Avrupalı hastalar bunu kiliseye gitmedikleri için Tanrı'nın bir cezası olarak kabul ederlerse de, uzmanlara göre asıl nedeni, alışılagelenden daha fazla yatakta kalmanın bir sonucu olarak başa giden kan akımının azalmasıdır. Ayrıca bir hafta boyunca yaşanan gerilimlerin etkisini göstermesi şeklinde de kabul edilebilir.
Eğer hasta, işinin, kişisel ilişkilerinin, yeterince dinlenme ve eğlenmeye olanak bulamamanın ya da sürekli aynı kalan koşulların kendisini ve hastalığını olumsuz yönde etkilediğini hissediyorsa, elinden geldiği kadarıyla yaşama biçiminde ve alışkanlıklarında değişiklik yapmak yoluna gitmelidir. Böyle davranırsa hastalığında belirli bir düzelme gözlemleyecektir. Ne var ki, pek çok hasta, ekonomik ya da duygusal yönden büyük kayıplara uğramadan yaşamlarında önemli değişiklikler yapamayacaklarını görürler. Böyleleri, yoga ya da hipnoz gibi özel sakinleşme tekniklerinden yararlanabilecekleri gibi, doktorlarının önereceği sakinleştirici ilaçları da alabilirler.
Migren hastasının günlük yaşamı da son derece düzenli olmalıdır. Migrenli, uyku saatlerine ve gerektiği gibi hazırlanmış besinlerden oluşan yemek öğünlerine özen gösterdiğinde/bundan büyük yarar sağladığını kolayca fark edecektir. Daha önce de vurgulandığı gibi, bir öğünü kaçırmak, migrene davetiye çıkarmak olabilir. Normal öğünler sırasında, yemeklerin olabildiğince acele etmeden yenmesi gerekir.
Belirli bazı gıdaların migreni uyardığı gözlemlenmediği sürece, perhiz yapmaya gerek yoktur. Ancak çikolata, peynir, süt ürünleri, yağlı besinler ve alkolün migreniniz üzerinde olumsuz etkilerini hissettiğiniz anda bunları doktorunuza da danışarak kısıtlayabilirsiniz. Bu besinlerin tümünden, sürekli bir biçimde el çekmek doğru değildir. Böylesi bir uygulama, beraberinde başka sorunlar da getirir. En iyi yöntem, migreni tahrik ettiği düşünülen bu besinlerden her birini sırayla altı ya da sekiz haftalık süreler için yemeyerek hangisinin sizin bünyenize zarar verdiğini saptamaktır.
Herhangi bir besine karşı alerjiniz olduğundan kuşkulandığınızda, (bu, besin içindeki tiraminin kimyasal etkisinden daha başka bir olaydır) yukarıda uygulanan geçici perhizler yardımıyla hangi gıdaya karşı alerjiniz olduğunu anlayabilirsiniz. Kuşkulandığınız fazlaca bir miktar migren ağrılarımızı uyaracak ve saptamanızı doğrulayacaktır. Bu tür alerjilerde, deri deneyleri, fazla yardımcı olmaz. Alerjik tepkimenin süresi birkaç dakika ile birkaç gün arasında değişebileceğinden deneyler sırasında bu özellik de gözönünde bulundurulmalıdır.
Çok yağlı besinlerin, alerjileri olmadığı halde, safra kesesi rahatsızlıklarından yakınan bazı hastalarda migreni tahrik edici bir unsur olduğu da unutulmamalıdır.
Aşırı sıcak ve soğuk da migrenliler için zararlıdır. Özellikle çok sigara içilen kapalı yerlerde ve kirli havalarda sıcağın etkisi daha da fazlalaşır. Böylesi ortamlardan kaçınmak gerekir. Alkol de kaçınmanız gereken bir başka unsur olabilir. Ancak, bazı davet ve partilerde size düşman olan sıcak ve kirli hava ile alkolden, dostlarınızı ve arkadaşlarınızı kırmamak adına kaçınamayacak bir durumda kalabilirsiniz. Böyle durumlarda, size şarap ya da bira yerine cin ya da viski içmenizi öneririz.
Parlak ve güçlü ışıklar sizin için zararlı olabilir. Bu takdirde renkli ya da polaroid gözlük camları kullanabilirsiniz. Ancak bu camların niteliğini göz doktorunuzun belirlemesinde yarar vardır. Özellikle orta yaştaki hastaların yakın gözlüklerinin çok doğru bir biçimde verilmiş olmaları gerekir. Eğer okumak ya da yakından bakmanızı gerektiren bir iş yapmak migreniniz üzerinde uyarıcı etki yapıyorsa, bu tür işlevlerden kaçınmanız uygun olacaktır.
Gezilerin migreniniz üzerinde olumsuz etki yaptığına inanıyorsanız, gezi boyunca tutmalara karşı çok yararlı olan bazı ilaçları almanızı öneririz. Eğer çok uzun sürecek bir geziye çıktıysanız, zaman zaman dinlenme molaları vermek de sizin için yararlı olacaktır. Migren tedavisinde kullanılan ilaçların büyük bir bölümü zihinsel bulanıklıklara yol açar. Bu nedenle, özellikle direksiyon Kullanmanızı gerektiren uzun seyahatler öncesinde, ilacını evde bir süre kullanarak etkisini gözlemlemeniz gerekir. Migren nöbetleri sizi direksiyon başında da yakalayabilir. Eğer ağrı çok şiddetliyse ve görme bozukluğu başlamışsa yapılacak en iyi şey, arabayı bir kenara çekerek görme yeteneğinizin yeniden normale dönmesini beklemektir. Bu öneri size ilk bakışta gereksiz gelebilir. "Bu kadarını da herkes düşünebilir" diyebilirsiniz. Ancak bazı insanlar zigzaglı çizgiler arasından yine de görebildiklerini ve yollarına devam edecek kadar iyi olduklarını düşünme yanılgısına kolayca düşebilmektedirler.
İnsanın baş ve boyun yaralanmalarına karşı aşılanması kuşkusuz mümkün değildir. Ancak yine de son derece tedbirli olmak gerekir. Eğer boyun kemiklerinizde meydana gelen bozuklukların migreninizi, şiddetlendirdiği ortaya çıkmışsa, ev düzenlemesi, tavan temizliği, aşırı eğilme, bahçe işleri gibi tehlikeli durumlardan kaçınmalısınız. Boynunuzdan şikâyetiniz geçmediği sürece, yatakta da boynunuzu yastıkla desteklemeniz gerekir. Yastıklarınızı öyle yerleştirin ki, başınız, enseniz ve boynunuz doğru bir çizgi üzerinde olsun. Boynunuzun omuzlarınızla birleştiği noktada herhangi bir kıvrılmanın olmamasına dikkat edin.
Tansiyonun yükseldiği zamanlarda migrenin davet edildiğini daha önce belirtmiştik. Tansiyon yüksekliği, kuşkusuz başka baş ağrısı türlerine de yol açar. Ancak eğer bir migrenlinin başağrılarının şiddeti giderek artıyorsa ve ailesinde yüksek tansiyon hastası varsa; kadınlar hamilelik dönemlerinde yüksek tansiyondan şikâyetçi olmuşlarsa; migrenli bir-kadın, sürekli olarak doğum kontrol hapı kullanıyorsa, o zaman derhal doktora gidilmesi ve yüksek tansiyon belirtilerinin ve migrenle olan ilişkisinin araştırılması gerekiyor demektir. Yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan modern ilaçlar son derece etkili ve yararlıdır.
Migrenli hastaların büyük.bir bölümünün kadın olduğu da vurgulanmıştı. Normal aylık dönemlerdeki hormonal etkiler ve doğum kontrol hapları, migrenin şiddetini artırır. Hapların etkisini giderebilmek için türlerini ve kullanılış biçimlerini değiştirmek yararlı olacaktır. Vücuda giren su ve tuz miktarını kısıtlayarak ve böbreklerin daha çok su atmasını sağlayan ilaçlar alarak dokularda su toplanmasının önüne geçilebilir. Bu da migren üzerinde etkili olabilecek bir unsurun ortadan kaldırılması demektir.
Eğer nöbetler düzenli olarak âdet dönemleri öncesine rastlıyorsa, hasta, migril benzeri ilaçları dönem başlangıcından bir gece önce alarak migrenin şiddetini azaltmak için iyi bir önlem almış olur. Ancak bu yöntemin kesinlikle başarılı olduğu da ne yazık ki söylenemez. Bazı durumlarda, migren nöbetinin dönemin ilk gününün geç saatlerinde ya da ertesi gün başladığı görülür. Yine de migren nöbetlerinin dönemle kesin ilişkili olduğunun saptandığı kişilerde böyle bir koruyucu önlemin mutlaka alınmasını öneririz.