Yuksek Tansiyon Tedavisi

Yüksek Tansiyon Tedavisi

Yüksek tansiyon hastalığının tedavisinde, en önemli gelişmeyi yakın zamanda mı yaşadık? Bundan 20 yıl önce ya da sizin asistanlığa başladığınız dönemlerde, hastalar nasıl bir yaklaşımla ele alınıyordu, şimdi nasıl ele alınıyor?

Benim asistanlığım döneminde, yani 1975'te, eldeki kan basıncı düşüren ilaçlar kısıtlıydı. Birkaç cins ilaç vardı ve bunları kullanmak zorunda kalıyorduk. Ama son 30 yılda çok önemli tansiyon ilaçları kullanıma girdi. Bu ilaç­lar, kan basıncının hem daha iyi kontrol edilmesine hem de yan etkilerinin daha az ortaya çıkmasına yaradı. Özel­likle son 10 yıl içerisinde, "anjiyotensin reseptör bloker" dediğimiz, kısaca ARB olarak vasıflandırdığımız ilaçlar ortaya çıktı. Bu ilaçlarla, hem daha etkin hem daha az yan etkili ilaçlar kullanılmaya başlanmış oldu. Tabii ondan ön­ce "ACE inhibitörü" dediğimiz ilaçlar vardı. Ondan önce de "kalsiyum antagonistleri" (kalsiyum düşmanı), "beta bloker'lar", "diüretikler" vardı. Bu beş grup ilaç, şu anda kan basıncı tedavisinde ilk sırada kullanılıyor. Eğer bu ilaçlarla yeterli tedavi elde edilemezse, bu ilaçların kombi­nasyonları devreye giriyor. Ya da daha önceleri de kullanılan, kendi içinde birtakım gelişmeler gösteren, merkezi si­nir sisteminde etkili bazı ilaçlar veya gene "periferik" de­diğimiz, damar sisteminde etkili bazı ilaçlar ilave edilebili­yor. Ama bunları artık çok nadir kullanıyoruz. Daha önce saydığım 5 grup ilacın birleşimiyle aşağı yukarı, bütün tansiyon hastaları kontrol altına alınabiliyor.

Hipertansiyon Tedavisi

Son 30 yılda, özellikle son 10 yılda, ilerleme kaydedilse bile, diüretikler'den başlayarak, bu 5 grup ilacın hâlâ sah­nede olması ilginç. En büyük rol bu ilaçlara düşmüş ge­ne...
Evet! Tabii buradaki en önemli şey, hipertansiyon teda­visindeki en önemli durumla ilgili. Hem etkin, hem yan et­kisi az, hem ideal, hem ucuz, hem de 24 saat kan basıncını kontrol altına alan böyle bir hipertansiyon ilacı henüz bu­lunabilmiş değil.

Tansiyonun Tedavisi; İlaçlar hastaya zarar verir mi?

Hasta için ilaca başlama kararı nasıl veriliyor ve nasıl tedavi ediliyor?
Elimizde hem Avrupa'nın hem Amerika'nın kılavuzları var. Bu kılavuzlardaki kan basıncının değerine göre olan derecelenmeyle hastada bulunan hedef-organ tutulumuna, yani kalbinin, beyninin veya böbreklerinin etkilenip etki­lenmediğine bakıyoruz. Diğer başka hastalıklarının olup olmadığı, böbrek, karaciğer fonksiyonlarının durumu ve gene hastada bazı risk faktörlerinin bulunup bulunmadığı hepsi birden göz önüne alınarak, hastaya hangi ilacın da­ha etkin olacağına karar veriyoruz. Genellikle bugünkü uygulamaya, ya bir "kalsiyum antagonisti" grubu ilaçlarla ya da "ACE inhibitörü" veya "ARB" dediğimiz ilaç gru­buyla başlıyoruz. Bazen hastanın kan basıncı seviyesine, düşük, orta ve yüksek risk grubunda oluşuna göre ya he­men ya da sonra ikinci bir kombinasyona geçiyoruz ve bu ikinci ilaç, genellikle diüretik oluyor. Eğer bu ikili ilaç kombinasyonuyla da arzu ettiğimiz seviyede yeterli kont­rolü sağlayamazsak, o zaman üçüncü ilacı ilave ediyoruz. Üçüncü ilaç da genellikle ilk başladığımız ilaç hangi grup-taysa, bu ilaç grubunu, başladığımız ilaç grubuna ilave ediyoruz. Böylece üçlü, yani "ACE inhibitörü, ARB + di­üretik + kalsiyum antagonisti" veya "kalsiyum antagonis­ti, ACE inhibitörü, ARB + diüretik" gibi bir birleşim şekli­ne getiriyoruz ve genellikle de bu üçlü birleşimle kan ba­sıncı yüksekliklerinin çoğu kontrol altına alınıyor.

Yüksek tansiyon ilaçlarının hep yan etkileri konuşulur. Bu ilaçların kişiye zarar vermesi söz konusu mu? Kan basıncının kontrol altına alınması, yani ideal de­ğerlere indirilmesi ile ilaçların yan etkilerinin ortaya çıkışı, birbirinden farklı durumlar. Tabii her ilaç grubunun kendi­ne has bazı yan etkileri var. Bu yan etkiler genellikle kişi­den kişiye değişiyor. Çünkü bir ilaç grubu bir hastada her­hangi bir yan etki yapmazken, diğer bir hastada yapabilir. Bu biraz da kişinin o ilacın metabolizmasındaki özelliklere karşı hassasiyeti ve genetik yapısıyla ilgili. Bu nedenle han­gi hastada o ilacın yan etkisinin çıkıp çıkmayacağını tah­min etmek çok zor. Bunu ancak deneme-yanılma yönte­miyle görüyorsunuz ve ilaç yan etkileri genel kaide olarak doz arttıkça daha çok ortaya çıkar, ama her zaman doza da bağımlı değildir. Bazen en düşük dozunda bile yan etki ortaya çıkabilir. Onun için ilaca başlanırken, hastanın yan etkiler konusunda da bilgilendirilmesi gerekir. Bu durum, doktorun da hastanın da menfaatinedir. Hasta doktoruna güvenir, doktor da kendini istenmeyen bir durumdan ko­rumuş olur. Yan etki meselesi sadece antihipertansif, yani kan basıncını kontrol altına alan ilaçlar için değil, bütün ilaçlar için geçerli. Hastaya göre ilaç seçiminde de biraz dikkatli olmak gerekir. Kaldı ki antihipertansif ilaçların yan etkileri, öyle hayati önemde yan etkiler değildir. Ancak hastayı çok rahatsız edecek olursa, o zaman ilaç kesilebilir ve tabii bu yan etkiler de derhal düzelir. Herhangi bir problem olmaz. Biz rahatlıkla antihipertansif ilaçları kulla­nıyoruz ve kullanırken de dediğim gibi hastaya kullanacağı ilacın ne gibi yan etkilerinin olabileceğini anlatıyoruz. Za­ten belirli aralıklarla da kontrole çağırdığımız için bu yan etkilerinin ortaya çıkıp çıkmadığına bakmış oluyoruz.

Yüksek Tansiyonun Tedavisi

Genel bir değerlendirme yapmak istersek, en sık görü­len yan etkiler neler?

Özellikle, "diüretik" dediğimiz, halk arasında "idrar söktürücü" olarak bilinen ilaçlarda, potasyum (K), mag­nezyum (Mg) ve sodyum (Na) gibi bazı elektrolitlerin dü­şüklüğü sorunu olabiliyor. "Hiperürisemi", yani "ürik asitte yükselme" veya bazen "hiperglisemi", yani "kan şe­kerinin yükselmesi" ortaya çıkabiliyor. Bazen de deri dö­küntüleri olabiliyor. Beta bloker dediğimiz ilaçlardaki en önemli yan etki ise, hastanın biraz halsizlik, yorgunluk, el ve ayaklarında soğukluk hissetmesi ve gene bazı beta blo-ker'larda özellikle cinsel güçte azalma, isteksizlik olabili­yor. Kalp atış hızını düşürüyor bu ilaçlar. Aslında bu kalp atış hızının düşürülmesi hadisesi o ilacın zaten tabii etkisi, ancak çok düşürür de hastanın buna bağlı, örneğin baş dönmesi, halsizlik gibi bir şikayeti olursa, o zaman ya ila­cın dozunu azaltmak veya ilacı kesmek gerekebilir. "Kalsi­yum antagonisti" veya "kalsiyum kanal blokerı dediği­miz ilaçlar var. Bu ilaçlar da aslında birkaç grup. Bazıları daha çok damar üzerinden etkili, bazıları kalp üzerinden etkili. Özellikle damar üzerinden etkili olan "dihidropridin" grubu dediğimiz ilaçlar da kan basıncı düşüşüyle bir­likte kalp atım hızında artma, elde, ayakta, yüzde sıcak basması hissi yaratabilir, baş ağrısı hissi ve ödem (ayak şiş­liği) yapabilir. Bunları belirtiyoruz. "Kalsiyum kanal blo-ker'ı" dediğimiz ilaçların, diğer bir grubunun da yine kalp hızını düşürücü etkileri var. Bu nedenle, mesela "beta blo­ker" dediğimiz ilaçlar ile bu grup ilaçların beraber kulla­nılması tavsiye edilmez. ACE inhibitörü dediğimiz ilaçlara gelince, bunlarda en çok görülen yan etki, kuru, balgamı olmayan, gıcık veren bir öksürüktür. Bu yüzden hastaların çoğu KBB kliniklerine müracaat eder. Aslında bu tama­men ilacın yan etkisidir, eğer KBB ile ilgili bir durum yok­sa tabii. İlacı kestiğimiz zaman, 1 hafta içerisinde bu yan etki tamamen kalkar. ARB'lerde de yine bir öksürük ola­bilir, ama ACE inhibitörleri kadar değil, genellikle plasebo kadar, ama ARB'lerin çok belirgin bir yan etkisi yoktur. Fakat gerek ACE inhibitörleri, gerek ARB'ler eğer "potas­yum tutucu" dediğimiz bir grup diüretik'li birlikte kulla­nılıyorsa, gene potasyumun kan değerlerini takip etmek gerekir. Artı bu iki ilaç grubu, özellikle böbrek fonksiyon­larında bozukluk olan hastalarda kullanılıyorsa, üre, kre-atinin takibinin yapılması gerekir.

İlaçlar ömür boyu
Yani burada hem doktorlara hem de hastalara büyük sorumluluk düşüyor...

Evet, kesinlikle. Bu nedenle bir hastaya ilaç vermeden önce hastanın bütün kan, idrar değerleri, elektrosu, akci­ğer filmi, gerekiyorsa eko-kardiyografik tetkik gibi bazı te­mel tetkiklerin yapılması lazım ki sonradan gelişecek du­rumların ilaca mı, yoksa başka bir nedene mi bağlı olduğu anlaşılabilsin.

Hastanıza, "Artık bu ilaçları kullanacaksınız" diyorsu­nuz. Sonuçta hasta da bir insan. Yan etkileri anlattınız. Zaten bu hastalığa karşı herkesin bir direnci gelişiyor ister istemez. Hastanın tedaviye uyumu konusunda ne düşünüyorsunuz? Hastalar kafalarına göre ilaç alıyor mu hâlâ? "Ona iyi geldi, bana da iyi gelir" diye düşünüyorlar mı?

Çok nadir de olsa rastlıyoruz ve tabii bunun doğru ol­madığını özellikle belirtiyoruz. Çünkü her hasta özeldir. İlaç ayarlamasının her hastaya göre özel olarak yapılması gerekiyor. Çünkü eğer hastanın bir hastalığı varsa, belki vereceğimiz ilaç o kişide zararlı olabilir, o hastalığa göre vermek lazım veya bazı hedef-organ hasarları olmuşsa, bunları düzeltecek ilaçları vermemiz gerekir. Risk faktörle­ri varsa, bu risk faktörlerini artırmayacak ilaç gruplarını vermemiz önemli. O nedenle, başkalarına önerilen ilaçlan asla kullanmamaları gerektiğini hastalara özellikle anlatı­yoruz. Bir diğer konu, "antihipertansif" dediğimiz, kan basıncını düşürücü ilaçların, bir kere teşhis konduktan ve doğrulandıktan sonra hayat boyu kullanılacak ilaçlar ol­masıdır.

Ömür boyu kullanmaları gerekiyor, öyle mi?
Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, kan basıncını nor­mal seviyeye, arzu edilen seviyeye kadar indirebilmek için en az, 1-2 veya 3 ilaç gerekmektedir. Birçok çalışmada da bu böyledir. Kişi, mezara kadar bu ilaçları kullanmak zo­rundadır.

Hastaların yüzde 60'ında tek ilaç yetersiz

Tek ilaç yetmiyor mu?
Tek ilaç, maalesef hastaların yüzde 40'ında bunu sağla­yabiliyor. Geri kalanı için mutlaka 2 veya 3 ilaç kullanılıyor, yani hiçbir ilaç tek başına arzu edilen etkiyi yapmıyor. O yüzden, arzu edilen seviyeye getirebilmek için mutlaka 2'li, 3'lü ilaç kullanmak zorunda kalıyoruz. Hayat boyu 2-3 ilacı almak, hele bir de tansiyona eşlik eden şeker has­talığı varsa veya kalp damarları hastaysa, ağrıları sızıları varsa hasta günde en az, 7-8 ilaç almak zorunda kalıyor ki bu gerçekten hiç kolay değil. Bu nedenle bütün ilaç grup­larında olduğu gibi özellikle hipertansiyon ilaçlarında da günde bir kere alınan ve gün boyu etkili olan ilaçları tercih ediyoruz. Böylece ilaç sayısını azaltmış oluyoruz. Artı, bir­leşim halindeki ilaçları tercih ediyoruz, yani 2 ilaç kullan­ması gerekiyorsa, o 2 ilacın tek bir tablet içinde bulunabil­diği kombinasyonları tercih ediyoruz ki, bu kadar çok ilaç alan hastalar için en azından tablet sayısı düşsün diye. Çünkü bütün dünyada gösterilmiştir ki, hastalar ne kadar az ilaç alıyorlarsa, günde ne kadar az tablet kullanıyorlar­sa, ilaçlarına o kadar'dikkat ediyorlar. Ama aldıkları ilaç sayısı ne kadar fazlaysa birkaç gün sonra dayanamıyorlar. Bir kısmını kendi başına ya kesiyor ya da unutuyorlar. Böylece arzu edilen tedavi elde edilememiş oluyor. Hasta­nın tedaviye uyum göstermesi çok önemli. Bir diğer şey ise, hastanın bu ilaçlan alması için ikna edilmesi. İlaçların neye yarayacağının, niye hayat boyu alması gerektiğinin çok iyi anlatılması gerekir ki hasta da buna uysun. Eğer hekim buna vakit ayırmaz, bunu anlatmazsa, hasta ilaçla­rını bir süre kullandıktan sonra genellikle kesiyor.

İlaçların her gün aynı saatte mi alınması gerekiyor? Genellikle evet, ilaçların söylendiği saatte alınması gere­kiyor. Ama sabah 10.00'da alınıyorsa o saatte illa alarm verir gibi, "Saat 10.00" deyip alınması diye bir şey yok. Bu 09.00 olur, 11.00 olur, 10.30 olur, o saatler içerisinde bir iki saat oynayabilir, önemli değil, ama o saatler içerisinde alınmasında fayda var. Genellikle sabah saatlerinde veriyo­ruz, ama bazen 24 saatlik kontrollere göre diyelim ki 2-3 ilaç alıyorsa, bazılarını öğleden sonraya, bazılarını akşama kaydırarak, 24 saati kontrol etme ihtiyacı duyuyoruz.

ideal tansiyonun 120-80 olarak verilmesinin bilimsel­likten uzak bir sorumsuzluk olduğu yolunda görüşler var. Buna göre tansiyonu yüksek seyreden ve bu bilginin etki­sinde kalan hastalar tansiyonlarını düşürmek için kullan­dıkları ilaçların dozunu artırarak felç riskiyle karşı karşıya kalabilir. Özellikle diyabetli hastalar. Ne diyeceksiniz bu konuda?

12'ye 8 kampanyasını Türk Kardiyoloji Derneği yürüt­tü. 120-80 ideal kan basıncı olarak gösterilen bir değerdir. 140-90'a kadar, biliyorsunuz daha önce de söyledik, "prehipertansiyon" dediğimiz, bir aralık vardır. Aslında düşür­meye çalıştığımız şey, 140-90'ın altıdır, ama 120-80'e düşürebiliyorsak, bu erişilmesi gereken ideal kan basıncıdır. Tabii bilindiği gibi bu şekildeki itirazlar, bize de zaman za­man ulaştı, ama bizim burada kastettiğimiz, insanlara çar­pıcı bir rakam vermek, işin idealinin ne olduğunu göster­mek ve bu yüzden, gerçekten birçok hastamız bunun aslı­nı veya ne olduğunu öğrenmek için de doktorlarına baş­vurmuşlardır ki aslında bu arzu edilen bir şeydi. Böylece bilinçlenip doktorların onları yeniden bilgilendirmesi bir nevi sağlanmış oluyordu. Bugün normal kan basıncı, ideal kan basıncı 120-80'in altındadır. Bunu daha önce belirt­miştik; 115'e 75 olarak. Onun için burada bir yanlışlık yok, ama bazı hastaların, "Benim 130'a 80, yanlış mı, ye­tersiz mi" demeleri bir endişeye neden olabilir, ama dokto­ruyla konuştuktan sonra bu endişesinde haklı olmadığını görecek ve kendisinin normal kan basıncına sahip olduğu­nu anlayacaktır. Bizim burada vurgulamaya çalıştığımız, tabii reklamlarda her zaman bu var, çarpıcı olanı öne çı­karmak, insanları şöyle bir irkiltmektir. Nitekim bu da amacına ulaşmıştır. 120-80 ideal, erişilmesi gereken kan basıncı değeridir. Herkes bu değere erişebilir mi, erişmesi mutlaka gerekiyor mu? Hayır! Aslında önemli olan 140-90'ın altına indirebilmektir ama kişi şeker veya böbrek hastasıysa o zaman bu değerlere yaklaştırmak için de el­den gelenin yapılması lazım. Mesela protein üri'si olan bir hastanın tansiyonunun 125-85'e indirilmesi gerekir. Şeker hastalarında 130-80'in altına indirilmesi gerekir. O neden­le, bu çarpıcı bir slogandır ve bu şekliyle de başarıya ulaş­mıştır. Felç geçirme işi, tamamen yanlış. Felç geçirenlerde, tam tersine kan basıncı yüksektir, yüksek olanlarda, "felç geçirme" veya "inme" dediğimiz risk yüksekliği vardır. Kan basıncını düşürerek felç geçirilmez, ancak kan basın­cı, çok yaşlı kişilerde, kalp hastası olanlarda, tabii hızla düşürülmemelidir; gözetim altındayken yavaş yavaş düşü­rülmelidir. Bu hastalarda da düştüğü zaman, felç değil, kalp krizine eğilimli olup olmadığı araştırılmalı. Kampan­yamızın böyle değerlendirilmesi doğru değil. Hastaların bu şekilde yönlendirilmesi de faydadan ziyade zararlı olu­yor. Aslında bu kampanyayla kişilerde kan basıncına yö­nelik bir farkındalık yaratmak, sonrasında doktoruna baş­vurmasını, ondan sonra da tedavisini ve kontrol altına alınmasını sağlamak istedik.

Ama 12-8, bazı kişileri rahatsız da ediyor olamaz mı, yani bir türlü 12-8'e ya da 12-8'in altına düşmüyorsa, hep 13'lerde seyrediyorsa ne olacak?

Tansiyonu 13'lerde seyreden bir insanınkini mutlaka 12-8'e düşüreceğiz diye bir gayret göstermiyoruz ki zaten. Kan basıncı 14-9'un altındaysa biz bunu yeterli sayıyoruz. Ama yapabiliyorsak, ilaç dozunu artırarak veya yaşam tarzını değiştirerek, 12-8'e düşürmeyi istiyoruz. Mutlaka 12-8 yapacağız diye bir çabamız yok.


Aspirini, ancak gerekiyorsa alın

O zaman bu itirazın çıkış noktası ne?

Bu görüş sahibinin hipertansiyon konusundaki son ge­lişmeleri biraz daha iyi değerlendirmesi gerekirdi. Son kı­lavuzlar, son uygulamalar, hatta normal değerde olan "prehipertansiyon" dediğimiz, 120-80 ile 140-90 arasın­daki kan basıncı değerleri hakkında daha bilgili olmalıydı. Tansiyonunu böylesi normal kabul ettiğimiz insanların 5-10 yıllık bir takip sonrasında kan basıncı daha alt seviye­de olanlara göre daha yüksek oranda komplikasyonları­nın ortaya çıktığına dair yapılan yeni çalışmaları görseydi, bu şekilde konuşmayacaktı.

"ilaçlar" demişken, şu meşhur aspirinden konuşalım isterseniz. Hem inmede hem kalp hastalıklarında kullanılı­yor. Siz aspirini yardıma güç olarak tedavilerinize ekliyor musunuz?
Hiçbir şikayeti olmayan bir kişinin durup dururken, "Ben biraz aspirin alayım" demesi, çok yanlış. Böyle bir şey yok. Aspirin, en azından 2 veya 3 risk faktörü olan, 40 yaşının üzerindeki kişilerde uyguladığımız bir şey, yani sigara içecek, kan basıncı yüksek, kan yağlan yüksek ola­cak, şeker hastası olacak veya bir başka risk faktörü daha olacak. Bunun gibi, yani 2'li, 3'lü risk faktörü varsa ve ya­şı da 40'ın üzerindeyse tamam. Ama tabii aspirine karşı herhangi bir alerjisi bulunmuyorsa, midesinde ülseri yok­sa, almasını engelleyecek bir durumu söz konusu değilse o zaman 100 mg'lık düşük dozda aspirin veriyoruz. Tama­men koruyucu etkisinden dolayı.

Günde mi?
Günde. Ama dediğim gibi her aklına esenin, "Ben aspi­rin alayım" demesiyle olmaz. Bunun da mutlaka doktor tavsiyesiyle, gerekiyorsa alınması gerekir, yoksa aspirinin kanama yapıcı etkisi, getireceği faydadan daha fazla kötü neticelere sebep olabilir.

Günümüzde şişmanlık, hareketsiz yaşam ve kötü bes­lenme kilolara kilo katıyor ne yazık ki. Obezite sağlık so­runlarına da yol açıyor ve artık neredeyse herkes bir diyet listesine sığınır halde. Bir de ilaçlar devreye girmiş durum­da. Çok yaygın kullanılan zayıflatıcı etkiye sahip ilaçlar tansiyonumuzu etkiler mi?

Bugün piyasada farklı etki ve mekanizmaya sahip iki ilaç var. Bunlar mutlaka doktor kontrolünden sonra ve doktor tavsiyesiyle kullanılmalıdır. Bu iki ilaçtan biri si­nir sistemi üzerinden (beyinden) etkilidir. Diğeri ise ba­ğırsaklar üzerinden. İşte bu sinir sistemi üzerinden etkili olan zayıflatıcı ilaçta kan basıncını yükseltici etki görüle­bilmektedir.

İlaçlar bağımlılık yapar mı?

Hayır. Kan basıncını düşüren hiçbir ilaç bağımlılık yap­maz. Bu yüzden hayat boyu, düzenli kullanmak gerekir.

Hamilelikte Hipertansiyon

Hamilelikte Yüksek Tansiyon

"Gebelik tansiyonu" diye önemli bir rahatsızlık


Bazen ölümcül olabiliyor. Allah'tan, artık eskisi kadar çok sık görülmüyor. Çünkü artık gebe­lerimiz daha iyi kontrolden geçiriliyor. Konuşmamızın ilk başında, her doktorun, kendisine başvuran her hasta­sının kan basıncını ölçmesi şart demiştim. Hamilelerde bu çok daha önemli. Her hamile kadının, mümkünse ha­mile kalmadan önce ya da kalır kalmaz, tam bir fizik muayeneden geçmesi gerekir. Bu muayene sırasında hem kan basıncının hem de kalbinin incelenmesi lazım. Çün­kü o yaşa kadar doğuştan gelen veya romatizmayla ilgili kapak hastalıkları gözden kaçabiliyor. Hamile kadınlar kalp hastası olduklarını, çoğunlukla hamile kaldıkları zaman öğreniyorlar. Hamilelik şikayetleri tetikliyor. Bu yüzden her kadın doğum uzmanının, hastalarının kan basınçlarını ölçmesinde, kalbini en azından bir dinleme­sinde, bir elektrosunu çektirmesinde fayda var. Bu, gizli kalmış kalp hastalıklarının ortaya çıkarılması veya hami­lelik öncesi tansiyon yüksekliğinin, kan basıncı yüksekli­ğinin olup olmadığının tespiti için gerekli. Çünkü doktor baştan önlemini alırsa, hamileliğin ilk 3 ayında veya do­ğumdan sonra ortaya çıkabilecek kan basıncı yükseklik­lerini daha iyi değerlendirebilecektir. Bu nedenle her ha­milenin kan basıncı takibi ve idrar tetkikinin yapılması lazım. Çünkü idrardaki "proteinüri" dediğimiz, yani id­rarda normalden fazla protein miktarının olması bir teh­like işaretidir. Özellikle tansiyon yüksekliğiyle buna "preeklampsi" diyoruz. Bir de hastada bu iki bulguya ilave olarak, yani "kan basıncı yüksekliği" ve "idrarda proteinüri" dışında kasılmalar da oluyorsa o zaman da "konvülziyon" dediğimiz çok daha tehlikeli bir durum meydana geliyor. Hele bir de göz dibi bulguları ortaya çı­karsa, bu daha da tehlikeli, ona da "eklampsi" diyoruz. Bu durumda, çocuğun hızla alınması, yani kürtaj yapıl­ması gibi bir durum ortaya çıkar ki annenin hayatı kur­tulsun. Onun için her hamilede kan basıncı takibi çok önemli ve ciddi bir durumdur. Yapılması şart!

Erkeklerde tansiyonu tetikleyen böyle dönemler var mı?

Erkekler için kadınlardaki gibi benzer süreçler yok. Kullanılan bazı ilaçlar, hem kadında hem erkekte, kan ba­sıncını yükseltebilir. Gene kadınlarda çok önemli bir ko­nu, doğum kontrol ilaçlarıdır. Doğum kontrol ilaçlarının da uzun süreli kullanımı kan basıncını yükseltebilir. Hele özellikle o kadın hem doğum kontrol hapı kullanıp hem de sigara içiyorsa çok daha ciddi bir şekilde kalp ve damar hastalıkları riski içine girmektedir. Bunun dışında kortizon veya "steroid" dediğimiz ilaçları bazı durumlarda kullan­mak zorunda kalabiliyoruz veya yaşlı hastalar çok yüksek dozlarda, uzun süreli ağrı kesici {nonsteroid antienflamatuar) ilaçlar kullanabiliyorlar. Bu ilaçlar, kan basınçlarının yükselmesine katkıda bulunuyor.

Adeta hemen herkesin peynir ekmek gibi yuttuğu anti­biyotikler?

Antibiyotiklerin böyle bir etkisi yok.
Hipertansiyonu olsun veya olmasın; mesela profesyo­nel sporcular, ağır ve bedenen çok çalışan insanlar ya da günde 16-18 saat yoğun çalışan kişilere ilişkin soracağım. Yani bazı mesleklerde bu risk biraz daha artıyor mu? Ağır çalışma şartları tetikleyici etkiye sahip mi?

Bizim yaptığımız çalışmada, "Şu meslekte daha çok görülüyor" gibi bir durum saptamadık. Çünkü hipertan­siyonun meslekten ziyade çevresel ve ailevi faktörlerle bağlantısı var. "Şu meslekte daha çok olacaktır" gibi bir durum yok. Tabii yaşam tarzının ağırlığı, stresin fazlalı­ğı, altta bir potansiyel varsa, daha çabuk ortaya çıkması­na sebep olur.

O zaman şöyle sorayım: Hipertansiyonu olduğu, tansi­yonu bir türlü kontrol altına alınamadığı için hakkıyla ya­pılamayan meslek var mıdır?
Günümüzde kontrol edilemeyen hipertansiyon, hemen hemen yok. Bu yüzden hiçbir meslekte, "Kan basıncı yük­sek, o işi yapamaz" diye bir yaklaşım olamaz. Yeter ki söylenenlere riayet etsin, tedbirlerini alsın, ilacını kullan­sın, kan basıncı mutlaka kontrol altına alınır.

50 yaşında yüzde 50
Beni ele alalım. 40 yaşındayım, aileme baktığımda kimsede tansiyon geçmişi yok. Sadece babaannem ve ba­bamda olduğu gibi yaşa bağlı olarak ortaya çıkıyor. Bu benim, yüksek tansiyon hastası olmayacağımı gösterir mi? Bunu söyleyemiyoruz. 50 yaşına geldiğinizde hâlâ hi­pertansiyonunuz olmasa bile, ileriki yaşlarda hipertansi­yon olma riskiniz çok yüksek.

50 yaşında yüzde 50 mi?
Evet, kesinlikle engelleyemiyorsunuz, çünkü dediğimiz gibi yaşla birlikte damar yüzeyindeki endotel tabakasında bozulmalar oluyor. Kalbin fonksiyonlarında yaşla birlikte görülen azalma, damar duvarındaki sertleşme gibi durum­lar nedeniyle, kan basıncımız gene ortaya çıkıyor. Eğer 60 yaşındaysanız ve çok şanslıysanız, riskin yüzde 60'lık bö­lümünde değil de yüzde 40'ın içinde olabilirsiniz ki bu az bir şey değil. 70 yaşında yüzde 70 olan riski bertaraf edip, yüzde 30'un içinde olabilirsiniz. 80 yaşında geri kalan yüzde 20'nin içinde olabilirsiniz, yani kan basıncı yükselmeyen grubun içinde. Buralarda olabilmek için elinizden geleni yaptığınız halde kan basıncınız yükseliyorsa, o za­man tedbirini alırsınız ve kan basıncını yükseltecek faktör­lerden uzak durmaya çalışırsınız.

Önlenebilir faktörlere dikkat! Hamilelikte Hipertansiyon

Bu tedbirleri yeniden sayalım mı?
Kilo almazsanız, ideal kilonuzda kalırsanız, kendinizi büyük oranda korumuş olursunuz. Kan basıncınızı yük­seltecek sigara faktörü de önemli. Sigara, kan basıncını içildiği anda birkaç saat süreyle yükseltiyor. Sigara içmez­seniz, damar yapınızı korumuş oluyorsunuz. Bunun dışın­da, mesela şeker hastası olabilme ihtimaliniz varsa, bunu geciktirebilirsiniz. Önlenebilir faktörlere dikkat ederek hi­pertansiyonunuzun ortaya çıkışını geciktirebilirsiniz, orta­ya çıktığı zaman da hemen tedbir alıp kontrol altına alırsı­nız.

Yaşlandıkça hemen herkes yakın gözlüğü kullanıyor ya, onun gibi bir şey mi bu? Bir nevi kader mi?
Evet, bir nevi öyle. Hipertansiyon ortaya çıkmayacak diye bir şey yok. Biz çıkan hipertansiyonu kontrol etme derdindeyiz ve çıkmaması veya geciktirilmesi için gereken­leri yapma durumundayız, daha geç çıksın diye.
Yine korunmak işin içinde, değil mi?
Gayet tabii!

Peki, bilinçlenme ya da bilinç düzeyimiz... Bunca yıl­dır bocasınız, ders anlatıyorsunuz, size onlarca, yüzlerce, binlerce hasta danıştı, tedavi ettiniz, hâlâ takip ediyorsu­nuz tabii. Bunların hepsi ömür boyu tedavide...
Elbette, elbette!

Bilinç düzeyimize 1980'lerden itibaren şöyle bir baktı­ğınızda, ne durumdayız. Dünya için de soruyorum bunu, çünkü yurtdışına da çıkıyorsunuz, gözlemliyorsunuz, mes­lektaşlarınızla bir araya geliyorsunuz. Türkiye için de so­ruyorum. Hakikaten karamsar bir yapımız da vardır, ama belki de siz o kadar karamsar değilsinizdir...

Hiç değilim, çünkü birçok kuruluş, medya; görsel med­ya, yazılı medya devamlı olarak bu konuyu zaten işliyor. Biz de elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Doktorlar hastalarını, çevrelerini ikaz ediyorlar. Belki çok arzu edilen seviyede etkisi olmasa bile yavaş da olsa, toplum giderek bunu kabul edip daha dikkatli oluyor Sağlık sistemine eri­şim kolaylaştıkça daha rahat check-up'a gidecek insanlar ve burada tabii özellikle doktorların, her gelen hastanın mutlaka kan basıncını ölçmesi şart. Eğer kan basıncını öl­çüp çok kısa da olsa hastaya bilgi verirse, bu da çok bü­yük bir katkı olacaktır. Sürekli gayret etmemiz gerekiyor.

Gebelikte Hipertansiyon

Türk Kardiyoloji Derneği'nin 2003 yılındaki, "Tansi­yonunuz Kontrol Altında mı?"
kampanyasının sonuçlarını anlattınız. Sizin farkındalığınızı merak ediyorum. Kam­panyanın satır arası sonuçlarına değinelim mi? Bu kampanyanın en önemli kısmı üçüncü basamağı olacak. İlk iki basamağından bahsetmiştik. Üçüncü basa­mağında hastaneler düzeyinde çok daha yaygın bir kam­panya yürütüp, hastaneye kan basıncı yüksekliğiyle gelsin veya gelmesin her gelen hastanın kan basıncım ölçüp, onlan o pilot olarak yaptığımız çalışmada elde ettiğimiz neti­ceye göre yönlendirmeye çalışacağız. Bunun hazırlıkları devam ediyor.

Türkiye'de 15 milyon tansiyon hastasının yarısı hasta­lığının farkında değil. Bu kişilere nasıl ulaşmayı planlıyor­sunuz?

Sağlık Bakanlığı, kampanyalarla bu kişilere ulaşmalı. Okullarda sürdürülmeli. Konuyla ilgili bilim dallarının uzmanları nefroloji, endokrinoloji, kardiyoloji, iç hasta­lıkları, pratisyen hekimler çalışmalara katılmalı. Türk Ta­bipler Birliği'nin, tabip odalarının, eczacı odalarının tem­silcilerinin katkılarıyla düzenlenecek toplantılar yardımıy­la erişmek gerekiyor. Türkiye'de yaşayan herkes, bir nu­maralı ölüm nedeni olan kardiyovasküler hastalıkların risk faktörlerini bilmeli ve derhal tedbir almalı. İnsanları uyarmalıyız. Hipertansiyon bu risk faktörleri içinde en önemli, ama en kolay kontrol edilebilenlerinden biri. Bu yüzden herkese görev düşüyor. Özellikle Sağlık Bakanlı­ğının Ulusal Kalp Sağlığı Politikası Dokümanı'yla artık bu işi bir politika haline getirip ciddi olarak ele alarak, mesela sıtmayla, tüberkülozla mücadelede olduğu gibi, kalp hastalıklarıyla da mücadele etmesi lazım. Zaten tü­müyle kontrol altına alamıyorsunuz, ama en azından ilk kademede yarı yarıya indirecek kampanyaları yürütmesi gerekiyor. Ki bunlardan bir tanesi yapıldı, hâlâ da yapılı­yor: Sigarayla mücadele. Bütün açık alanlarda, kapalı alanlarda sigaranın yasaklanması, özellikle gençlerin ve çocukların korunması için her türlü tedbirin alınması çok faydalı oluyor.

Hipertansiyon ve İnme Hastaligi

Hipertansiyon ve İnme

Yüksek tansiyon söz konusu olunca, kol kola giren hastalıkları da böylece anlatmış oldunuz. Ama şimdi ister­deniz "inme", "beyin krizi" dediğimiz hadiseyi konuşa­lım...
Beynin damarlarının pıhtıyla tıkanması veya kanamay­la beyin dokusunun harabiyetine "inme" diyoruz. "İn­me "nin altında yatan en önemli neden ise hipertansiyon.

Çok dramatik ve ölümcül sonuçları var, değil mi?
Türkiye'de yapılan Türk Kardiyoloji Derneği'nin de desteklediği THINK (Türkiye'de Hipertansif Hastalarda İnme Riski Araştırması) çalışmasına göre hipertansif has­taların yaklaşık yüzde 17'si inme geçiriyor, yani bu çok ciddi bir durum. Özellikle ileri yaşlarda hipertansiyonun en önemli komplikasyonu, inme. Tabii inme, kalp krizi gi­bi çok rahat müdahale edilebilen, geri döndürülebilen ve­ya bir şeyler yapılabilen bir durum değil. Onun için de hi­pertansif hastaların, özellikle inme geçirmemesi için kan basınçlarının kontrol altında tutulması şart.

Hep duyuyorum tek taraflı, çift taraflı felç diye. Yatağa bağlı olan genç insanların sayısı da bir hayli fazla. Demek ki belirli bir yaştan sonra ortaya çıkmıyor. İnme gerçekleş­meden hemen önce hiçbir şey yapamıyor muyuz? İnsanlar "tak" diye gidiyor mu? Belirtileri var mı? Mesela burun kanaması geldi ilk anda aklıma...

Burun kanamalarının altında hipertansiyon var mıdır diye her zaman bakarız. Ama her burun kanaması mutla­ka hipertansiyonla bağlantılı değil. Eğer hastanın hiper­tansiyonu var ve burnu kanıyorsa ve bu genellikle de kan basıncının yükseldiği ana denk geliyorsa, bunu hipertansiyona bağlayabiliriz belki. Ama kan basıncı normalken ki­şinin burnu kanıyorsa, hipertansiyonu varsa bile gene de kanıyorsa, mutlaka bir KBB (kulak-burun-boğaz) muaye­nesinden geçmesi gerekir. Bundan kaynaklanmadığının tespit edilmesi lazım. O tespit edildikten sonra gene kan basıncının kontrol altına alınması gerekir. Genellikle yap­tığımız şey budur. Bu gibi durumlarda bir KBB uzmanı meslektaşımızla işbirliği yapıyoruz.
-
Kardiyovasküler hastalık birinci ölüm nedeni

Tansiyonun böbrekte yaptığı harabiyet ile kalpte yaptığı barabiyet oranına baktığımızda, kişiye en çok zarar vereni, en ölümcül sonuçlara sahip olanı, beyne verdiği zarar mı?
Hayır! Kardiyovasküler hastalıklar (kalbin ve beynin damarlarıyla ilgili hastalıklar) dediğimiz zaman, hem kalp hem beyin hadiselerini kastediyoruz. Bu yüzden Türki­ye'de ve tüm dünyada en önemli ve bir numaralı ölüm ne­deni kalbin ve beynin damarlarıyla ilgili hastalıklar. Böb­rek hastalıklarının sonucunda gelişen şey, yine kardiyovas­küler hastalıklar. Böbrek yetersizliğinin ilerlemesi de öldü­rücü, ama böbrek hastalarında da ölümlerin çoğu gene, kardiyovasküler dediğimiz hastalıklardan oluyor. O yüz­den, o veya bu, sonuçta hepsi kalp ve beyinle ilgili damar hastalıklarına bağlanıyor.

Aslında her cümlenizin sonunda biraz da şuna vurgu yapmak istiyorsunuz anladığım kadarıyla: Farkındalığı ar­tırmak ve hepimizi uyanık olmaya davet etmek...
Kesinlikle! Yani her şeyin başı, kişinin kendisinde bulu­nan, önlenebilir risk faktörlerinin kontrol altına alınması. Bunları önlemek, ileriye yönelik çok iyi bir yatırım yap­mak demek.

Gerçekten sağlımızın kıymetini bilebiliyor muyuz?
Gençken mi bilmeliyiz, yoksa birçoğumuzun yaptığı gibi ille de yaşlanmayı mı beklemeliyiz?

Yaşlanmayı beklemek son derece yanlış. Her zaman sağlığın kıymetini bilmek gerekir. Gerçekten Kanuni Sul­tan Süleyman'ın deyişini hep hatırlamak lazım. Dünyada bence, sağlığın ötesinde değerli hiçbir şey yok, çünkü sağ­lığınız yoksa hiçbir şeyin değeri yok. Ancak sağlıklıysanız her şeyden zevk alabiliyorsunuz, hayatın tadını çıkarabili­yorsunuz. Hem kendinizi hem çevrenizi hem ailenizi de­ğerlendirerek, olabilecek her türlü hastalığa karşı elinizden gelen her şeyi yapacaksınız, yapmalısınız. Son pişmanlık fayda etmiyor, mesela kalp dokusu zarar gördükten sonra kendini yenileyemiyor. Yenilenmek için biliyorsunuz son zamanlarda çok moda olan kök hücre tedavileri gündeme geliyor, ama bunlar işin daha çok başında. Bu yüzden her dokumuzu, her organımızı zarar görmeden koruyabilme­miz lazım. Ha, her şeyi yaparsınız da gene olur. Tabii bu ayrı bir şey, ama j) zaman en azından teselliniz olur, "Ben elimden geleni yaptım, bu gene oldu" diye. Ama yapmaz­sanız, o zaman kendinizi suçlarsınız, "Niye yapmadım" dersiniz. Bu pişmanlığı yaşamamak için önceden tedbir al­mak şart. Aslında bütün hastalıklar için önemli olan koru­yucu hekimlik, yani ta işin başından, gerek çevreyle, gerek kendi sağlığımızla ilgili kurallara uyarak; yediğimiz, içtiği­miz her şeye dikkat ederek, önceden koruyucu tedbirleri alabilmek önemli. Bu bir devlet politikası da olmalı. İyi beslenme, iyi hava, iyi su ve aşılanma gibi birçok tedbiri önceden almak lazım ki daha sağlıklı yaşayabilelim.

Otomobile bakım yaptırıyoruz ama kendimize...
Bütün bunları yıllarca anlatmanıza rağmen, insanlar neden hâlâ böylesine umursamazlar?

Çünkü insanların başka birçok derdi var. Yaşam kav­gası var, bu kavganın içinde çoğu zaman sağlık arka plana atılıyor, yani bir, "Bana bir şey olmaz" rahatlığı hakim oluyor sanırım. Ta ki sağlık elden gidinceye kadar. Ger­çekten hiçbirimiz normal yaşam kavgamız içerisinde, sağ­lığımızı aklımıza pek getirmiyoruz. Bir yerde okumuştum, "Her yıl belli kilometrede otomobilimizin bakımını yaptı­rıyoruz, ama kendimize baktırmıyoruz" diye, çok doğru. Yani otomobilimize verdiğimiz değeri kendi vücudumuza vermiyoruz.
En son ne zaman bakım yaptırdınız diye sorayım he­men size?
Birkaç ay önce bütün tetkiklerimi yaptırdım.

Her yıl yaptırıyor musunuz?


Evet, her yıl yaptırıyorum. 40 yaşından sonra her yıl yaptırmakta fayda var, ama tüm değerleriniz normalse 2 yılda bir de olabilir.
Gelmeden önce araştırdığımda gördüm ki, uykuda so­lunum durmaları ya da "uyku apnesi" dediğimiz bir has­talık var. Önemli bir uyku bozukluğu. Bu hastalık, tansi­yon yükselmesine yol açar mı ya da tansiyonu yüksek olanlarda bu hastalık ortaya çıkar mı?

Uyku bozukluğuna neden olan sleep apne dediğimiz hastalık, gerçekten tansiyon yüksekliğiyle beraber giden bir hastalık. Çünkü mekanizmasında kan basıncını yük­seltecek faktörler rol oynuyor. Ayrıca bu hastaların çoğu zaten kilolu hastalar. Kilo da zaten kan basıncını yükselten faktörlerden biri.

Bu nedenle, her "uyku apne sendromu"nda hipertan­siyonun araştırılması gerekiyor. Hakikaten bu sendrom, hem hipertansiyonla hem de diğer kalple ilgili bozuk­luklarla beraber seyrediyor. Bunun için zaten özel mer­kezler var. Çünkü bu, çok ayrı bir durum. Sadece kiloy­la ilgili değil, kulak-burun-boğaz hastalıkları, göğüs hastalıkları ve nörolojiyle de ilgili bir durum. Onun için çok yönlü araştırmak şart. Bu konularda uzmanlaşmış uyku merkezlerinde incelenerek, gereken tedbirlerin alınması lazım.

Göğüs hastalıkları deyince aklıma hemen babam geldi. Kendisi KOAH hastası. Zaman zaman sıkışıyor. Yaşa bağ­lı ortaya çıkan tansiyon sorunu da var. KOAH yüzünden her gün "fıs fıs" dediğimiz ilaçlardan kullanıyor. Çok kilo­lu ve tansiyonu da olunca, nefes darlığı olduğunda akciğer kapasitesi de yetersiz kalınca tansiyonu çok yükseliyor. Bağlantı kurmak doğru mu?

"Kronik obstrükfıf akciğer hastalığı" ya da baş harf­leriyle KOAH diye tabir ettiğimiz hastalık, daha çok kronik bronşit ve amfizem (akciğer dokularının elastiki­yetini kaybederek fazla genişlemesinden ileri gelen bir durum) sonucunda ortaya çıkıyor. Bu hastalık, doğrudan tansiyon yapar diyemeyiz. Ama söz konusu kişi zaten yaşlı ve diğer risk faktörlerine sahip biri olunca berabe­rinde tansiyon sorunu da gündeme gelebilir. Tabii ki o kriz anında, yani soluk alamadığı durumlarda, vücutta meydana gelen reaksiyonların neticesinde, kan basıncı da yükselebilir. Orada çok önemli bir diğer faktör var: Genellikle hastaların kullandığı nefes açıcı ilaçlar, içlerin­de barındırdıkları sempatik aktiviteyi artıran etken mad­deleriyle aynı zamanda kan basıncını artırabiliyorlar. Bu yüzden dikkatli kullanmak gerekir. Fakat ilaçların alter­natifi yok. Kişinin önce soluk alması lazım. Kan basıncı da o arada düzeltilir tabii.

Tansiyon ve Kolesterol İliskisi

Tansiyon ve Kolesterol

Peki, kolesterol yüksekliği de etkili mi?


Kolesterol yüksekliği, kardiyovasküler Hastalıklar için çok önemli. Özellikle, halkımızın "iyi kolesterol" dediği HDL kolesterolün düşük olması ki bu bizim toplumu­muzda diğer toplumlara göre biraz daha düşük, "LDL" dediğimiz, kötü kolesterol de daha yüksek. Bu bir risk. Kolesterol yüksekliği, kardiyovasküler hastalıkların, özellikle ateroskleroz'un (damar sertliği) en önemli ne­denlerinden biri. Bu nedenle çok dikkat etmek lazım. As­lında yaşam tarzımızdaki genel değişiklikler kolesterol için de geçerli. Yanı tansiyonda olduğu gibi uygun bir beslenme biçimi, kolesterolümüzün düşmesine yaraya­cak. Ancak bu kolesterol düzeyini iyi beslendiğiniz ve fazla kilonuz olmadığı halde yeterli seviyelere getiremi-yorsanız, mutlaka ilaç kullanmak zorundasınız. Bunun için diyoruz ki; 40 yaşından sonra tüm risk faktörlerini kapsayan genel bir kontrolden geçmek ve buna göre de­ğerlendirildikten sonra karar vermek önem kazanıyor. Bazı skorlama tabelaları var. Bunlardan en meşhuru "Framingham Risk Skorlaması". Buna göre yaşınız, cin­siyetiniz, sistolik kan basıncınız, kolesterolünüz, sigara içip içmediğiniz göz önüne alınarak, 10 yıl içinde kalp hastalığına, kardiyovasküler hastalığa yakalanma riski­niz değerlendirilir; hafif, orta, ağır gibi sınıflamalara so­kulursunuz ve ona göre de daha ciddi tedbirler alırsınız. Burada skorlamanın yüksek riskli, orta derece ve üstün­de riskli çıkması gerekiyor. Tabii kolesterol yüksekliği de son derece önemli bir kıstas. Ayrıca hipertansiyon ile ko­lesterol yüksekliği genellikle birlikte görülüyor. Tıpkı bir kardeş gibi yan yana gelme olasılıkları çok yüksek. Bu yüzden dediğim gibi hipertansiyon hastasının sadece kan basıncının yüksekliğine bakarak hemen, "Tamam, bu­nun kan basıncı yüksek. Bir ilaç verelim olsun bitsin" de­mek doğru değil. Hastayı global olarak, tüm risk faktörleriyle ve hipertansiyonun yarattığı, yaratabileceği hedef-organ hasarlarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Çünkü tedavi, zaten bu değerlendirmenin sonucuna göre bir bütün olarak yapılıyor. Tedavinin amacı sadece kan basıncını düşürmek değil, eğer o hastanın kolesterolü de yüksekse, kolesterolünü de düşüreceksiniz, şekeri varsa şekerini de kontrol altına alacaksınız. Sigara içiyorsa mutlaka vazgeçmesini söyleyeceksiniz, kilosu varsa mut­laka kilo vermesi gerektiğini vurgulayacaksınız, tuzunu kısıtlayacaksınız, alkolünü azaltacaksınız, yani hastayı bir bütün olarak değerlendirip, bir bütün olarak tedavi edeceksiniz.

Kardiyovasküler riske dikkat!

Doktorun sorumluluğu işte burada, değil mi?
Kesinlikle. Buna "kardiyovasküler risk" deniliyor. Doktorun hastaya bu konunun önemini hastanın anlaya­cağı şekilde, özellikle tıbbi deyimler kullanmadan anlat­ması lazım.
Şu anda tam da sizin yaptığınız gibi...

Aynen öyle. Bu faktörler niye önemli? İleride nelere mal oluyor? Bunlar önlenebilir mi, önlenemez mi? Hasta­nın neler yapması gerekiyor? Doktorun tüm bunları has­tayı sıkmadan, çok çaresiz bırakmadan, özendirici bir tarzda anlatılması lazım. Eğer hasta size inanır ve güve­nirse bunları uyguluyor.

Hastalarınızın ya da size danışanların sizi çok sorgula­nmadıklarını gözlemliyorum. Lütfen yanılıyorsam düzel­tin. Hekimin yanında ya heyecanlanıyorlar ya da çekini­yorlar. Biraz teslimiyetçi bir tavır görüyorum. Katılıyor musunuz?
Evet, maalesef haklısınız!

Neden soramıyorlar? Sanırım sizi sorgulamalarını is­tersiniz...
Elbette! Sanıyorum bütün bunlar, ta küçüklükten, ço­cukluktan başlayarak, "Sen sus" gibi ihtarlara maruz kalınmasından dolayı oluyor. Çünkü hayatının her dev­resinde soru soranlar pek hoş karşılanmıyor. Bu hiç gü­zel bir şey değil. Ayrıca doktorların tavırlarında acaba yanlışlık var mı diye düşünmüyor da değilim. Sanırım kendilerini kontrol etmelerinde fayda var. Eğer hastaya onu soru sormaya ikna edecek veya heveslendirecek bir tutumla yaklaşırsanız bunu sağlarsanız veya bir iki ufak tefek açılım yaratırsanız, o zaman hasta aklına gelen her şeyi sorabilir. Yani bu noktada biraz bizim de gayret et­memiz gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü eğer hasta sormuyorsa, sizin o hastayı açmanız, ona güzelce bunları izah etmeniz şart. Çünkü hipertansiyon tedavisinde de, diğer bütün hastalıkların tedavisinde de en önemli nok­ta, hastanın işin ciddiyetini anlaması, size inanması ve yanınızdan berrak bir zihinle ayrılmasıdır. Bunu sağlaya­madığınız takdirde, kesinlikle başarısız olursunuz. Zaten bugün hâlâ bütün dünyada ve Türkiye'de, hastaların kontrol altına alınamamasının nedenlerinden bir tanesi, hastaya yeterince vakit ayrılmaması ve bu işin ciddiyeti­nin anlatılamaması.

Yani insanlarımızın zaten tansiyonları yüksek. Size bu problemle geliyorlar ama bir de hekim korkuları var...

Kesinlikle! Bizden korkmalarına gerek yok, ama sanı­rım yanlış bir şey sorma endişesiyle bizden çekiniyorlar. Bence çekinme faktörü çok önemli, ama buna hiç gerek yok. Artık hasta hakları diye bir şey var. Hasta, her za­man haklı. Doktorundan her şeyi sorup öğrenmek de onun hakkı. Bence artık insanlarımızın bu çekingenliği üzerinden atıp her türlü konuyu, her türlü şekilde sorup öğrenerek tartışabilmesi lazım. Bunun örneklerini de gö­rüyoruz. Çünkü internet kullanımı yaygınlaştıkça hasta­lar daha bilinçli bir şekilde bize geliyorlar. "Bu böyle mi efendim?" "Araştırdım, şöyle bir gelişme mi varmış, yeni bir ilaç mı çıkmış" diye de soruyorlar. Bu konudaki çe­kingenliğin, birkaç 10 yıl içinde düzeleceğini umuyorum.
Umarım...
Hastalarımız daha bilinçli olacak.

Ben de çok isterim aslında akıllarına gelen her şeyi
sorabilmelerini. Ben kendimden örnek vereyim. Kesinlik­le soruyorum...
Sormaları lazım. Hatta biliyorsunuz yurtdışında, özel­likle Batı ülkelerinde hasta yapacağınız tedaviyi bile sorgulayabiliyor. Başarılı olup olmadığınızı izleyebiliyor. Kurum olarak veya kişisel olarak başarılı olup olmadığı­nızı belgelemenizi isteyebiliyor. Ancak ondan sonra size teslim oluyor veya olmuyor.

Hipertansif hastalarda en sık rastlanan yanlışlar şöy­le:

"Şikayetlerim geçince ilacımı almayı bırakıyorum."
"İlaç kullanmaya başladım, demek ki tansiyonum kontrol altında."
"Nasıl olsa ömür boyu ilaç kullanacağım diye ilaçla­ra geç başlamak istiyorum."
"ilaçlar yan etki yapıyor bu yüzden kullanmıyo­rum."
"Doktorum tansiyonum için 2 ilaç verdi. Hiçbir şi­kayetim yok, birini kullanmıyorum."
"Yemeklerde tuz kullanmaya devam ediyorum."
"Nasıl olsa ilaç kullandığım için sigara kullanmaya devam ediyorum."
"Tansiyonumu yükselteceği için egzersiz yapmıyo­rum."

Sık yapılan yanlışlar

Toplumumuzda bu alanda mitler söz konusu mu? Yan­lış bilinen doğrular, doğru bilinen yanlışlar var mı? Biz bununla ilgili olarak, 12-8 kampanyası sırasında yanlışlar-doğrular diye bir broşür bastırmıştık. Her hiper­tansif hastaya bunu veriyoruz.

Doğruları da aşağıda belirtelim:
İlacı sürekli kullanmak gerekiyor.
Hasta ilacı kullandıktan sonra tansiyonunun kontrol altında olup olmadığını, ancak bir doktorun kontro­lünde ölçtürerek ve devamlı olarak takip ederek bile­bilir.
İlaç kullanmaya geç başlamak, tam tersine her bakım­dan geç kalmış olmak demektir.
Ne kadar erken başlanırsa ve ne kadar iyi kontrol edi­lirse hipertansiyonun ortaya çıkaracağı hasarlar da o kadar azaltılmış, geriletilmiş olur.

Doğru bilinen yanlışlar
Doğru bilinen yanlışlar neler?
Doğru bilinen yanlışlara en güzel örnekler şunlar:

"Yan etki yapıyor, bu yüzden kullanmıyorum": Bu yanlış, tabii ki her ilacın yan etkileri olabilir, ama o zaman, yan etkisinin ciddiyetine göre ilaç değiştirile­bilir, dozu azaltılabilir, bunun tabii doktor kontrolün­de olması lazım.

"Doktorum tansiyonum için iki ilaç verdi. Hiçbir şi­kayetim yok, birini kullanmıyorum": Bu çok yanlış! Eğer iki ilaçla o tansiyon kontrol altına alınıyorsa, hasta mutlaka iki ilacı da kullanmak zorunda, birini kestiğinde tekrar yetersiz kontrol haline gelecektir.

"Yemeklerde tuz kullanmaya devam ediyorum": Bu yanlış. Doktorun tavsiyesi üzerine yemeklerde tuz kullanmayı bıraktım, doğru olan şey. Tuz kısıtlama­sını hayat boyu, aynı ilaçlar gibi devam ettirmek ge­rekiyor.
Önemli bir başka konu da sigara. Sigaranın mutlaka bırakılması gerekiyor. Çünkü her içilen sigarayla 1-2 saat bir kere kan basıncı yükseliyor. Aynı zamanda sigara, kardiyovasküler hastalıklar için çok ciddi bir risk faktö­rü. Her gün düzenli olarak yürüyüş yapılması da çok önemli. Eğer her gün düzenli egzersiz yapılırsa, kan ba­sıncı yükseleceğine tam tersine düşer.

Neden tuz yükseltiyor tansiyonu? Şeker değil de tuz olması ilginç değil mi?
Hayır, şeker de yükseltiyor. Şeker hastalarının yüzde 70'inde hipertansiyon olduğunu daha önce söylemiştik.

Ama şekeri kestirmiyorsunuz...
Çünkü hipertansiyonun altında yatan mekanizmalar­dan bir tanesi ve en önemlisi, renin anjiyotensin aldoste-ron dediğimiz, "RAAS" diye geçen sistemdir. Bu sistem birçok hastalığın altında yatar. Vücudumuzdaki hormo-nal sistemlerden biri ve işin içine sempatik sistem (sinir sistemimizin bir kısmı) de giriyor. Bu sistem, böbrekte de çok etkin olduğu için tuzun önemi ortaya çıkıyor. Biliyor­sunuz tuz böbreklerde emiliyor ve atılıyor. Bütün hücrelerimizin içinde ve dışında belli bir oranda tuz var. İşte bu yüzden tuzun hipertansiyonda çok önemli katkısı var.
Şahsi bir soru soracağım size. Kardiyoloji ihtisasına ne zaman başladınız?
Bundan 26 yıl önce, 1981'de kardiyolog oldum.

Sebzeyi de, meyveyi de bol tüketin

Yani tam 26 yılı geride bıraktınız. Bunca yıl boyunca hep başkalarının sağlığı için çalıştınız. Ama bence siz aynı zamanda kendi sağlığınızdan da sorumlusunuz. Çünkü ancak sağlıklı olursanız insanlara faydalı olabilirsiniz. Kendi sağlığınız için neler yapıyorsunuz?
Beslenmeme dikkat ediyorum. Kesinlikle! Sebzeyi de, meyveyi de çok seviyorum. Ete çok fazla düşkün değilim, özellikle kırmızı ete. Ama yemiyorum demek değil bu, haftada 1-2 kez yiyorum. Yumurtaya dikkat ediyorum. Haftada en fazla î tane, haydi bilemediniz 2 tane yumur­ta yiyorum, ama daha çok sebze ve meyve tüketiyorum. Katıyağ, tereyağı gibi yağları kullanmıyorum. Yürüyüş yapıyorum.

Ne kadar, mesela?
Fırsat bulabildiğim her an yürüyüş yapıyorum. Zaten hareketli bir tipimdir. Öyle çok oturan biri değilim. De­vamlı hareket halindeyim. Kiloma dikkat ediyorum, yağlı ve çok tatlı şeylerden kendimi mahrum etmiyorum ama çok fazla da yemiyorum. Kendimi tutuyorum.

Kilolu değilsiniz. Peki ya sigara?
Sigara içmiyorum. Arada bir pipo tüttürüyorum. Ben hayatta bazı şeylerin eğer istek ve zevkle yapılırsa çok zararlı olmadığına da inanıyorum. Bir de eğer hayatta bazı şeyleri elde edemediyseniz ya da başaramadıysanız bunun üstünde çok fazla durmamak gerekiyor. Tabii bunu insa­nın kendine itiraf etmesi pek kolay değil, ama mutlaka başka bir yan yola sapıp hayata devam etmek gerekiyor. Yani bir problem varsa çözebiliyorsam ne âlâ! Çözemiyor-sam o problemi orada bırakıp, yoluma başka bir güzer­gahtan devam etmeye çalışıyorum. Bir de birazcık şanslı olduğumu düşünüyorum, yani ailemde, anne, babam ve kardeşlerimde şeker hastalığı yok, kan basıncı yüksekliği tek tük görülüyor. Yağlarımı ölçtürdüm, kolesterolüm de normal sınırlarda. Demek ki şansın veya genetiğin de yar­dımıyla kendimize dikkat ediyoruz. Şans faktörü önemli. Çünkü annenizi, babanızı seçemiyorsunuz. Eğer genetik açıdan şanslı bir anneden, babadan doğmuşsanız, bu sizin için ömür boyu bir armağana dönüşebiliyor.

Sigara kullanmadığınızı söylediniz, peki daha önce de­nemiş miydiniz?
Hiçbir zaman sigara alışkanlığım olmadı. Dedim ya, hani çok nadir durumlarda, arkadaşlarla çok güzel bir yemekte veya gençken, belki 1-2 tane tüttürmüş olabili­rim, ama bunun dışında hayır. Bir bağımlılığım olmadı.

Alkol kullanıyor musunuz?
Alkolde sadece daha önce söylediğim sınırlar içerisin­de kalıyorum. Sadece şarap içiyorum. Alkole de bir ba­ğımlılığım yok.

Bir kardiyoloji uzmanı, yıllarını bu işe adamış bir he­kim olarak iyi bir örneksiniz. Keşke herkes sizin gibi, bü­tün bunları biraz olsun hayatına geçirebilse, değil mi?
Evet, evet!
Bunu başarabilirsek, riskleri biraz bertaraf etmiş olabiliriz...
Bir de tabii karşınızdaki hastaya etkili olabilmeniz için onun yapmamasını söylediğiniz her şeyin, sizin ta­rafınızdan da yapılmamış olması gerekiyor, yoksa hasta size şöyle bir tebessümle bakabiliyor. Bu da çok önemli. Aşırı kilolu bir hekimin, "Kilo ver" uyarısı karşısında hastalar, "Peki hocam siz" diye cevap veriyorlar genel­likle.

Hasta hekimine güvenmeli

İnsanlar sizin dikkat ettiklerinize dikkat ederlerse ben­ce birçok şey değişebilir...
Bütün bunların uygulanabileceğini söylediğiniz ve ken­di yaşamınızdan örnekler verdiğiniz zaman hasta size bi­raz daha inanıyor.
Ve güveniyor...
Evet!
Peki ya tansiyonunuz? 12-8 gibi ideal bir ölçüye mi
sahip?
Kan basıncım genellikle 12-8, yani 120-80 (mmHg)
seyrediyor.
Her gün ölçtürüyor musunuz?
Yok, yok! Arada bir, 2 ya da 3 ayda bir.
Niye böyle?
Çünkü normal olduğunu bildiğim için o aralıklarla
ölçtürmek yeterli geliyor.

Dilimize yerleşmiş deyimler var, "Ortamın tansiyonu yükseldi" gibisinden. Bu tür ifadeleri sıklıkla ana haber bültenlerinde duyuyoruz. "Stres tansiyonu doğrudan yük­seltmez" dediniz. Peki, tansiyon yükselmesi gerilim ya da sinir yapıyor mu? Mesela şeker hastalarında olduğu gibi yüksek tansiyonu olanlar gergindir, huzursuzdur diyebili­yor musunuz?

Hayır! Hipertansiyonun çok, çok yüksek seviyelerde olmamak şartıyla sinirlilik, gerginlik yaptığına dair her­hangi bir bilimsel gerçek yok. Ama sinirlilik ve gerginliğin kan basıncını yükselttiği malum, bu biliniyor. Ama bu yükselme, hipertansiyonu olan hastalarda gerçekleşirse önemli. Bulunan seviyeyi daha yükseğe çıkarıyor. Eğer tansiyonu normal değerlerde olan bir insan aşırı yorulduysa veya sinirlendiyse büyük kan basıncı değeri biraz yükselebiliyor. Sinirli ruh hali ortadan kalktıktan sonra tekrar normale dönüyor. Bu süreklilik gösteren bir durum değildir elbette.

Tansiyonun çok tipik belirtileri yok dediniz. Fakat kişi yine de tansiyonunun yükseldiğini hissedebiliyor. Sizin bunca yıllık tecrübeniz, tansiyonu yüksek seyreden bir in­sanı ayırt etmenize yarıyor mu?

Ne yazık ki böyle bir yetenek yok hiçbirimizde. Ger­çekten belli bir süre sonra hasta, tecrübeyle sabit bir şe­kilde kan basıncının yükseldiğini hissedebiliyor; ya yü­zünde renk değişikliği, kafasının belli bir noktasındaki bir ağrı ya da bir sersemlik hissi gibi şikayetleri yorumlayabiliyor. Tabii bu, kişiden kişiye değişiyor, hipertansiyon has­tası olan herkes, kan basıncının yükseldiğini mutlaka his­sediyor ama bir doktorun dışarıdan bakarak, "Ha, bu hastanın tansiyonu yükselmiş, kan basıncı yükselmiş" di­yebilmesi mümkün değil. Keşke olsaydı.

O zaman, "Ortamda tansiyon yükseldi" gibi bir şey, tamamen mecazi bir deyim...
Basınç yükselmesinin ortama yansıtılması gibi bir şey sanırım. Etraftaki insanların kan basıncı yükseldi anla­mında kullanılmıyor elbette. Ortamdaki gergin havayı iyi ifade ediyor.

Sinsi ve Ölümcül Bir Hastalık

Yüksek kan basıncı en çok hangi organla­rımıza zarar veriyor?

Daha önce de belirttiğimiz gibi "kan basıncı yüksekli­ği", yani hipertansiyon, öncelikle 3 hayati organı; beyni­mizi, kalbimizi ve böbreklerimizin damarlarını etkileye­rek, bu organların fonksiyonlarını bozuyor. Ayrıca "peri-ferik damar sistemi" dediğimiz, bacak damarlarımızı ve iç organlarımızın damarlarını da etkileyebilir. Beynimizde "inme" dediğimiz hadiseye yol açar ve genellikle inmelerin çoğunun altında yüksek tansiyon vardır. Halkımız tarafın­dan "kalp krizi" diye bilinen "miyokart enfarktüsü"nün ve onun altında yatan asıl aterosklerotik (damar sertliğine bağlı) kalp hastalığının en önemli risk faktörüdür.

Metabolik sendrom

Bu hastalığın hormon sistemimizle bir ilgisi var mı?
Hormonal hastalıkların bazıları; örneğin tiroit bezinin fazla çalışması, yani "hipertiroidi" dediğimiz durum veya "Cusbing hastalığı" dediğimiz, vücudumuzdaki glukokor-tikoit hormonların fazlalığı gibi durumlarda veya "feo kromastoma" dediğimiz, vücuttaki sempatik aktivitenin daha fazla olmasına neden olan hastalıklarda hipertansi­yon görülür. Biz bunu zaten sebebi bilinen olarak değer­lendirdiğimiz yüzde 10'luk hipertansiyon hastasında görü­yoruz. Hastayı ilk kez görüyorsak Ve bu hastalıklara ait bazı işaretler bulunuyorsa, şüpheleniliyofsa, bu sebepler de araştırılmalı.

Şimdilerde "metabolik sendrom " diye anılan ama eski­den "sendrom X" denilen bir hastalık grubu var. Aslında birçok hastalık bir araya geliyor ve bu metabolik sen-dromlu hastalar grubunu oluşturuyor, değil mi?
Metabolik sendrom, 5 tane bulgudan 3'ünün bulundu­ğu durumdur. Bu 5 bulguyu şöyle sıralayabiliriz:

1. "Göbeklilik" dediğimiz, bel çevresi ölçümü,
2. Hipertansiyon, yani kan basıncının üst sınırda veya biraz üstünde olması,
3. Şekerin 100'ün üzerinde olması,
4. Hipertrigliserilemi (bir kan yağı cinsi),
5. HDL kolesterolün, yani iyi kolesterolün düşüklüğü.

Eğer kişide bu 5 faktörden 3'ü varsa, "Bu kişide meta­bolik sendrom vardır" diyoruz.
Metabolik sendrom bulunan bir kişide, kardiyovas-küler hastalık geçirme ihtimali, olmayan kişilere göre 2-3 kat daha yüksek. Zaten bunlar, bizim "aterosklerotik kalp hastalığı" dediğimiz hastalığa yol açan faktörler­den her biri. Bu faktörlerin bir araya gelmesi bir birlik oluşturuyor ve tabii riski artırıyor. Metabolik sendroma, bu bulguları taşıyan insanların uyarılması için önemli bir gözlem veya bu konuda yapılmış bilimsel bir bulgu diyebiliriz. Bazıları buna, "Gerekli değil böyle bir şey. Zaten bunlar kalp hastalığı için veya damar hastalığı için risk faktörü. Ne lüzumu var hepsini bir hastalık tablosu altında birleştirmeye" diyorlar. Ama farkındalık yaratma bakımından, 3 önemli faktör yan yana geliyor­sa, o kişiye daha dikkatli olmasını ve bunların mutlaka kontrol altına alınması gerektiğini anlatmak bakımın­dan önemli.

Şeker hastalığı eşittir kalp hastalığı

Siz bunu destekliyorsunuz, değil mi?
Gayet tabii! Zaten kabul edilmiş bir durum.
Peki, hastalıkların böyle bir araya gelip, insanoğluna savaş açmaları konusunda ne düşünüyorsunuz? Bunlar son yıllarda ortaya çıktı. Yakın zamana kadar metabolik sendromu bilmiyorduk, değil mi?

Metabolik sendrom, nispeten yeni bir tanım. Hepsi hastalık değil. Burada hastalık olarak belki şeker hasta­lığını kabul edebiliriz. Ama orada da tam ortaya çıkmış bir şekerden bahsetmiyoruz. Gerçi bir hastada, hem şeker hastalığı hem de metabolik sendrom olabilir, çünkü şeker hastahğmdaki kan şekeri yüksekliğine ilaveten, bu saydığımız faktörlerden 2 tanesi daha olursa, o hasta ay­nı zamanda hem şeker hastası hem de metabolik send-romdur.
Oysa şeker hastası olduktan sonra metabolik sendromun olup olmaması artık önemli değil, çünkü şeker hasta­lığı zaten kalp krizi geçirmiş bir hastanın riskine eşittir. Şe­ker- hastası bir kişi daha önce kalp krizi geçirmemiş olsa bile, riski kalp krizi geçirmiş bir hastanınkine eşit derece­dedir. O yüzden biz artık şeker hastalığını kalp hastalığı olarak kabul ediyoruz.
Eyvah, bu noktada bazı meslektaşlarınızla kavga çık­mıyor mu?
Endokrinologlarla çıkıyor.

Yani bir tür savaş mı?
Hayır, bir savaş halinde değil, ama tatlı bir çekişme ha­linde oluyoruz. Çünkü şeker hastalarının yüzde 70'ini kalp hastalığı yüzünden kaybediyoruz. Biz de bu yüzden endokrinolog (hormon bilimci) meslektaşlarımıza, "Bu işi bize bırakın" diyoruz. Onlar da tabii, bu işe pek memnun olmuyorlar.
Yüksek tansiyon konusu sadece kardiyolojinin ihtisas alanında mı, yoksa başka bilim dalları da işin içine giriyor mu?

Gayet tabii! Tansiyon yüksekliğine veya hipertansi­yona nefrologlar (böbrek bilimciler), endokrinologlar, tabii ki dahiliye uzmanları müdahale edebilir. Bizim bu konuda bir çekişmemiz yok, ama genelde hipertansiyon deyince, sonuçları bakımından kardiyoloji ön planda.

Tansiyon ve Tuz İliskisi

Tansiyon Tuz, Hipertansiyon ve Tuz İlişkisi

Peki, bu çevresel faktörler içinde sizin bir numaraya koyduğunuz hangisi? Sanırım beslenme, değil mi?


Evet, özellikle hipertansif bir hastam olduğu zaman, hastama ilk tavsiye ettiğim şey eğer kilosu varsa, kilosu ve tuzdur. Tuzu önceliğe alıyoruz tabii. Diyoruz ki önce hastaya, "Lütfen kullandığınız tuz miktarını azaltın". Bir­çok kitapta, tıp kitaplarında birtakım gramlar verilir, ama bunu uygulamak kolay değil. Bu yüzden ben genellikle şunu tavsiye ediyorum: Evde yapılan yemeklere konulan tuz miktarını yarı yarıya düşürün, en azından sofradaki tuzluğu ortadan kaldırılın.

Hocam hayatın bir tadı, bir de tuzu var ama...
Ama kullanılan ekmeğin tuzu normal devam edecek. Bu yeteri kadar fayda sağlıyor zaten. Bu çok büyük bir zevksizlik ya da lezzetsizlik yaratmıyor. Yemeklerin tuz­suz olması o kadar da kötü değil bence.
Ben tuzsuz bir yemek düşünemiyorum...
Bakın, dikkat edin ama! Yapılan yemeğin tuzunu sade­ce yarı yarıya azaltıyorsunuz, o kadar.
Acımasız değilsiniz bu konuda... „
Evet!
"Tuzsuz" demiyorsunuz...

Hayır, demiyorum! Sadece önüne gelenlere tuz katma­sın. Çünkü zaten her türlü besinde yeteri kadar tuz var. İnanın belli bir süre sonra buna alışılıyor. Yani hasta daha önceki tuz alışkanlığını bu sefer büyük bir şaşkınlıkla karşılıyor, "Ben nasıl böyle bir şey yapmışım" diyor. Bu yüzden sıfır tuz değil, çok azaltılmış, makul ölçülere geti­rilmiş bir tuz kısıtlaması yapıyoruz. Sadece tuz kısıtlama-sıyla sistolik kan basıncında 2 ila 8 (mmHg) arasında de­ğişen (kişiden kişiye değişiyor) bir kan basıncı düşüklüğü sağlayabiliyorsunuz. Bu, birinci şart ve gerçekten çok önemli. İkincisi, kilo tabii, eğer hasta ideal kilosunun üs­tünde bir kiloya sahipse, mutlaka kilo vermesini istiyoruz. İşin en zor taraflarından biri de bu. Çünkü kilo ver­mek geçekten çok zor.

1 kilo = 1,5 (mmHg) kan basıncı

Ne kadar kilo vermek gerekiyor mesela?, Tansiyon Baş Dönmesi

İlk istediğimiz şey, sahip olduğu kilonun yüzde 10'unu vermesi. Yani 70 kiloluk bir kişi için, 7 kilo. Bu 7 kiloyu da 1-2 ay içinde versin demiyoruz. Aşağı yuka­rı her ay 1 kilo, 2 kilo vermesi en ideali. Bunun için di­yetinin ayarlanması lazım. Aldığı kalorinin kısıtlanma-sıyla birlikte hastanın mutlaka egzersiz veya en azından bir yürüyüş programına girmesi gerekiyor. Kilo vermek­le elde edilen kan basıncı düşüklüğünü de söyleyeyim si­ze: 10 kilo verdiğinizde aşağı yukarı 5 ila 20 (mmHg) arasında değişen bir sistolik kan basıncı düşüklüğü sağ­layabiliyorsunuz.

İşte, bakın önlenebilir boyutu bu işte...
Evet! Hatta buna kabaca diyoruz ki 1 kilo = 1,5 (mmHg) kan basıncı.
Demek ki bir insan 4 kilo kaybettiğinde ki bu çok zor bir şey değil, tansiyonuna bir tür ince ayar yapmış olu­yor...
Hasta 4 kilo verdiğinde, 6 mmHg kadar kan basıncı düşüklüğü sağlayabilir.
İlaç kullanmadan mı?
İlaç kullanmadan tabii! Bunun dışında çevresel faktör­ler var hiç kuşkusuz.
Bu çevresel faktörler neler?
Mesela fiziksel aktivite, eğer hastanın hareketsiz bir yaşamı varsa en azından günde yarım saat tempolu yürü­yüş tavsiye ediyoruz. Bunu yaptığı zaman kan basıncında 4 ile 8 (mmHg) arasında bir düşüş sağlanabiliyor. Başka bir faktör de alkol tüketimi. Eğer kişi alkolü biraz fazla seviyorsa, bu alışkanlığını azaltmasını veya maksimum 2 kadehle sınırlamasını istiyoruz.

Günde mi? Hipertanisyon Tuz

Evet! Çünkü 2 kadehin üzerinde alınan alkol, kan ba­sıncını yükseltiyor.
Dengeli ve sağlıklı beslenin
Hele zaten tansiyonu varsa iyice çıkıyor...
O zaman daha da artıyor. Bu nedenle alkol kısıtlaması yapıyoruz. Başka ne yapıyoruz? Bir de daha çok sebzeye, meyveye, posalı yiyeceklere yönelik diyet tavsiye ediyo­ruz. O zaman da yine kan basıncında oldukça iyi bir dü­zenleme, ayarlama elde edilebiliyor. Bunlar aslında herke­sin uyması gereken kurallar. Sadece hipertansiyon hasta­larının değil, herkesin.
Peki, siz inanıyor musunuz bunların hepsinin yapıla­bileceğine hocam?
Evet, gerçekten inanıyorum tabii! Mesela ben hemen hemen hiç tuz kullanmıyorum. Önüme gelen hiçbir şeye tuz ilavesi yapmıyorum.

Yemeğin tadına bakmadan tuz koyuyor musunuz?
Hayır, asla! Bunu hiç yapmıyorum. Hakikaten insa­noğlu bir şeye alıştığı zaman problem haline gelmiyor ve alışkanlıklarını da değiştirebiliyor. Biraz zor olmakla be­raber değiştirebiliyor.

Kilo kaybetmek...
Kilo kaybetmek çok zor, bunu kabul ediyorum, ama o zaman benim tavsiyem şu oluyor hastalara: "Lütfen en azından kilo almayın!" Bu biraz rahatlatıyor hastayı, sonra da diyorum ki: "Elinizden geldiği kadar kilo ver­meye gayret edin. 1-2 kilo bile olsa, sizin için çok faydalı. Bakın kilo vermeniz sadece kan basıncınız için gerekli de­ğil. İleride diz eklemleriniz, sırt eklemleriniz, bel eklemle­riniz için de gerekli. Onun için biraz daha kendinize dik­kat edin. Verebileceğinizden eminim". Diyet programı uygulatıyorum hastalarıma, aslında diyet şu: "Bunu yiye­mezsiniz" demiyor, sadece kısıtlama, miktar kısıtlaması yapıyoruz. Aslında sadece porsiyonlarınızı küçültseniz, bu bile yeterli olabiliyor bazen.
Hatta çayı şekersiz içmek gibi... Gayet tabii.

Çok yakın bir arkadaşımdan bahsedeyim size. Gaze­teci o da. 44 yaşında ama 5-6 yıldır hipertansiyon tanısı konuldu. Tuz kısıtlaması yaparak, kilosuna dikkat ederek ve hemen her gün düzenli yüzerek tansiyonunu kontrol altında tutuyor... Çok güzel bir egzersiz tarzı.

Yaşam tarzı değişikliği şart

Evine de bir koşu bandı aldı, bisiklet aldı. Çok da du­yarlı, çok da dikkat ediyor. Sigarayı bıraktı, alkol zaten çok fazla kullanmıyor. Kendisini burada sevgiyle anıyo­rum. İlaç kullanmadan tansiyonunu kontrol altında tutu­yor. Bu mümkün, değil mi? Gayet tabii! Bu çok önemli. Zaten hem Avrupa'nın hem Amerika'nın kılavuzlarında hem de bizim benimsediğimiz kendi kılavuzlarımızda da bu var. İlk adım şu: Yüksek kan basıncı görüldüğü zaman eğer bu değerler çok yüksek değilse, beraberinde ciddi risk faktörleri veya kan basıncı yüksekliğinin ortaya çıkardığı hedef-organ hasarları yoksa bu tür durumlarda çok ciddi olarak, en az 3-6 ayda yapılabilecek yaşam tarzı değişikliği tavsiye­sinde bulunuyoruz. İlaca hemen başlamıyoruz. Bunlarla eğer başarısız olursak, o zaman ilaca geçiyoruz. Bütün kı­lavuzlarda bu şekilde geçer. Onun için kesinlikle buna dikkat edilmesi ve uygulanması lazım. Bakın, bütün teda­vi yaklaşımlarında ilk uygulama, ciddi olarak yaşam tarzı değişikliğidir. Bunu yaparak, tansiyonda ne kadar önemli düşüşler elde edilebildiğini belirtmiştim.
Kendimize ve hayata karşı çok katı olmadan herhal­de...

Elbette. Yani hayatı zehir etmeden birazcık kısıtlama­larla bu faydalı etkileri ve sonuçları elde edebiliyoruz.

Hocam, yaygın tabiriyle işlenmiş ya da diğer bir deyiş­le hormonlu gıdalar meselesi var. Artık pek doğal besle­nemiyoruz galiba...

Evet!
Sebzeler ve meyvelerin hepsi hormon içeriyor. Çocukluğumuzdaki meyveler yok artık. Bu besinler tansiyonu­muzu tetikliyor mu?

Gayet tabii! Özellikle "proses edilmiş" denilen yiye­ceklerin hepsinde (konserveler, koruyucu maddeler ilave edilmiş besinler gibi) aşırı miktarda tuz ve arzu edilmeyen yağlar bulunuyor çoğunlukla. Bunlar da bizim arzu etme­diğimiz, kaçınılması gerektiğini söylediğimiz şeyler.

Bu yüzden mümkün olduğunca her alınan yiyeceğin üstündeki etiketten, tabii bu Türkiye'de çok ciddi olarak uygulanmıyor, yağ miktarına, tuz miktarına, diğer katkı maddelerine tek tek bakmak lazım. Bu yiyecekleri bilinçli bir şekilde almamız ve tüketmemiz gerekiyor. Tabii devle­tin de halkın sağlığı açısından bunları çok ciddi kontrol etmesi şart.

Amerika'dan ithal ettiğimiz fast-food (hızlı beslenme) konusuna gelelim. Çocuklarımız hem hamburgerlere hem de hareketsiz yaşama teslim oldu. Bunda bilgisayarların etkisi de bir hayli fazla...
Evet, maalesef!

"Yeni nesil" dediğimiz kesimde çok yaygın bu durum. Bütün bu olumsuz gelişmeler, ileride daha hipertansif bir toplum olacağımızın sinyallerini vermiyor mu?

Gayet tabii! Sadece hipertansiyon değil de çok daha önemli ve yaygın bir sorun ve aynı zamanda dünyada bir numaralı ölüm nedeni olan kardiyovasküler hastalıkların artışının nedeni, bütün bunlar. Zaten bütün çabamız, bu­nu aşağılara çekebilmek. Birçok ülkenin yapmaya gayret ettiği gibi. Bunun için de çok güzel işaretler var, örneğin Türkiye'de sigara kullanımının birçok alanda kısıtlanmış olması ve yeni kanun maddeleriyle bu alanların genişletil­mesi çok önemli. Kan basıncına, hiperkolesterolemi'ye (kolesterol yüksekliği) yönelik kampanyalarla halkı bi­linçlendirerek bunların kontrol altına alınması yeterli ola­cak aslında. Çok büyük oranda yeterli olacak. Bütün ça­bamız bu yönde.

"Fast-food" konusunda anne-babalara mesajınız ola­cak mı buradan?

Aslında bir açıdan Türkiye'de fast-food çok yaygın sa­yılmaz. Ama gene de bizim kendi fast-food'larımız, ya­bancı fast-food'\an geçecek herhalde. Tavuğa, balığa, kendi pide tarzımıza yönelik beslenmemizi henüz yene­mediler, geçemediler. Geçemesinler de... Fakat asıl yap­mamız gereken hamur işlerinden, lahmacundan, mantı­dan ziyade sebze ve meyveden yana zengin beslenmeye ağırlık vermek. Daha çok "Akdeniz diyeti" dediğimiz, doymamış yağların, yani zeytinyağı ve onun benzeri bit­kisel yağların kullanıldığı bir beslenme tarzına dönme­miz, bunun sağlıklı olduğunu vurgulamamız gerekiyor.


Arada bir belki çok canımız çektiğinde hamur işi, bö­rek, çörek ya da abur cubur yiyebiliriz, ama hayatımızda veya günlük beslenmemizde bunlara çok yer vermemeli­yiz. Zorunluysak, belki o an için yiyebiliriz, ama genel beslenmemizde mutlaka sebzeye, meyveye yönelik daha sağlıklı olan beslenme tarzını benimsememiz gerekiyor.