İlaç
Katkı Maddeleri ve Alerji
Uzlaşı raporları ve
klasik kitaplarda, ilaçlardaki koruyucuların ve katkı maddelerinin nadiren
immunolojik ilaç reaksiyonlarına yol açtığı belirtilmektedir. Özellikle
yapısal olarak birbiriyle ilişkisiz ilaçların kullanımının ardından ortaya
çıkan aşırı duyarlılık reaksiyonlarında, söz konusu ilaçların ortak katkı
maddesi içerip içermedikleri prospektüslerinden yararlanılarak dikkatlice
incelenmelidir. Hastada daha evvel aşırı duyarlılık reaksiyonuna yol açan bir
ilaç, farklı bir ticari isimde ya da formulasyonda kullanılırken tolere
edilirse veya etken maddenin saf haliyle ya da farklı formuyla yapılan ilaç
deri ve provokasyon testleri negatif sonuçlanırsa aşırı duyarlılık
reaksiyonlarının ilaç içindeki katkı maddesi ya da koruyuculara bağlı gelişmiş
olabileceği akılda tutulmalıdır.
Çocuklarda beta
laktam alerjisi sıklığını araştıran bir çalışmada beta laktam grubu bir
antibiyotik kullanımı sonrası aşırı duyarlılık reaksiyonu şüphesiyle başvuran
olguların sadece %0.9’unda ilacın katkı maddesine karşı intolerans saptanmıştır. Öte yandan Avrupa’da çocuklarda en sık reçete edilen antibiyotik grubu
olan amoksisilin klavulonat ile ilgili olarak yürütülen bir başka çalışmada ise
amoksisilin klavulonatın süspansiyon formunun içinde koruyucu olarak bulunan
sodyum benzoatın non immun yolla ilaç alerjisi benzeri reaksiyonlara yol
açabildiği gösterilmiştir.
Multipl
İlaç Aşırı Duyarlılık Sendromu
Multipl ilaç aşırı
duyarlılık sendromu, çeşitli ilaçlara bağlı olarak ortaya çıkan farklı
formlardaki yan etkileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Bazen multipl ilaç
intoleransı olan hastalar için kullanılsa da çoğunlukla aralarında yapısal
ilişki olmayan ilaçlara karşı gelişen, tekrarlayıcı özellikteki immun aracılı
reaksiyonları tanımlamak için kullanılır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere çapraz
reaktivite bu durumların dışında tutulmaktadır.
Etkin bir şekilde
dökümente edilmiş ilaç alerjisi olan hastaların yaklaşık %10’unda multipl ilaç
alerjisi vardır. Farklı ilaçlarla ortaya çıkan reaksiyonlar arasında
yıllar olabilir ve yine klinik bulgular farklılık gösterebilir. Ayrıca
reaksiyonların immun mekanizmaları da farklı olabilir (Ig E aracılı ya da T
hücre aracılı). Multipl ilaç aşırı duyarlılık sendromu olan hastaların çoğunda
ilaçlardan en az birine karşı daha ağır reaksiyonlar gelişmektedir.
Bu sendromun altta
yatan patomekanizması bilinmese de bu hastalarda küçük moleküler bileşiklere
karşı tolerans mekanizmasının başarısız olduğu düşünülmektedir.
İlaç
Alerjisinde Çarpraz Reaktivite
Çapraz reaktivite,
bir ilaca karşı duyarlılığı olan kişinin benzer yapıdaki başka bir ilaca karşı
da reaksiyon gösterebilmesi olarak ifade edilir. Bu konu özellikle beta laktam
grubu antibiyotikler için önemlidir. Bu grup antibiyotikler, yan zincirlerinde
farklılıklar taşıyabilmelerine rağmen ortak bir beta laktam halkasına
sahiptirler ve bu nedenle aralarında değişik derecelerde çapraz reaktivite söz
konusudur.
Genelde
benzilpenisiline duyarlı olan kişiler ampisilin, amoksisilin ve kloksasiline
karşı da reaksiyon verirler. Bir grup kişide ise benzilpenisiline duyarlılık
olmadığı halde amoksisiline karşı duyarlılık saptanmış ve bu durum amoksisiline
karşı selektif yanıt olarak ifade edilmiştir. Bu durum amoksisilinin yan
zicirine karşı spesifik yanıtla açıklanmaktadır.
Beta laktam grubu
ilaçlar arasındaki çapraz reaktivite eş oranlarda değildir. Penisiline duyarlı
olan kişiler aynı oranda sefalosporinlere ya da sefalosporinlere duyarlı olan
kişiler aynı derecede penisilinlere duyarlı değillerdir. Yan zincir spesifik Ig
E antikorları gösterildiğinden beri sadece penisilin ya da sadece sefalosporin
grupları içinde, penisilin ile sefalosporin grupları arasında ve
sefalosporinlerle monobaktamlar gibi daha uzak gruplar arasında (aztreonam ve
seftazidim gibi) selektif yanıtlılık ve çapraz reaktivite durumları dikkate
alınmalıdır.
Sefalosporinler
değerlendirildiğinde, penisilinlere karşı daha benzer yapısal özellikler
taşıdıkları için 1. kuşak sefalosporinlerin tamamının çapraz reaktivite
potansiyelini taşıdıkları oysa 2. ve 3. kuşak sefalosporinlerin yapılarındaki
farklılıktan dolayı penisilinlere karşı çapraz reaktiviteyle büyük oranda
ilişkisiz oldukları görülmektedir.
Sefalosporinlerin
kendi aralarındaki çapraz reaktivite durumuna bakıldığında R1 pozisyonlarında
eş yan zinciri paylaşan seftriakson, sefotaksim ve sefepim arasında önemli
çapraz reaktivite saptanmıştır. Bu üç sefalosporinle, seftazidim ve sefuroksim
arasında da R1 yan zincirleri birbirlerine benzer olduğu için çapraz reaktvite
oranı yüksektir. Bunla beraber bazı hastalarda da farklı yan zincire sahip
sefalosporinler arasında çapraz reakivite görülmektedir. Bu durum bu
sefalosporinlerin ortak kimyasal yapılarına karşı antikorların yönlenmesiyle
açıklanır.
Diğer beta
laktamlarla penisilin arasındaki çapraz reaktiviteye bakıldığında penisilin
alerjisi olan çocuk ve erişkinlerde meropeneme karşı duyarlılık oranı %0.9
olarak bulunmuştur (88,89). Penisilin alerjisi olanlarda aztreonamın iyi tolere
edildiği ancak aztreonamla benzer yan zincir taşıyan seftazidim arasında çapraz
reaktivite görülebildiği gösterilmiştir.
İlaç Provokasyon
Testi (İlaç Alerji Testi) Nedir
İlaç provokasyon
testleri, ilaç aşırı duyarlılık reaksiyonu tanısının konulması amacıyla bir
ilacın kontrollü şekilde tıbbi gözetim altında uygulanmasıdır. Bu ilaç, şüpheli
ilacın kendisi, farklı içerikte bir alternatifi ya da farmakolojik veya yapısal
olarak benzeri olabilir (79). Bazı kaynaklarda İPT yerine ilaç challenge (sınama), kontrollü challenge, test dozu, kademeli
challenge gibi terimler de kullanılmaktadır.
İlaç provokasyon
testi, ilaç alerjisi tanısında altın standart olarak kabul edilmektedir. Her ne
kadar özellikle erken tip beta laktam alerjisi tanısında deri testleri bir
ölçüde tek başlarına tanı koymaya yardımcı olsalar da özellikle T hücre aracılı
reaksiyonlardaki düşük duyarlılıkları, İPT’lerin önemini arttırmaktadır.
Endikasyonları: Hikayesi
ilaç aşırı duyarlılık reaksiyonunu düşündürmeyen ya da tutarsız olan hastalarda
bu tanıyı elemek, hasta için alternatif ve güvenli bir ilacı bulabilmek, her
biri test edilmesi gereken çeşitli ilaçların varlığında reaksiyondan sorumlu
olma ihtimali en düşük olanla başlamak, ilişkili bir ilaçla çapraz reaktiviteyi
değerlendirmek, kesin bir tanı oluşturmak
Kontrendikasyonları:
a) İlaca bağlı kontrendikasyonlar: Kullanımda olmayan ya da zayıf etkinliği
olan ilaçlarda doğru bir testin garantisi olmadığı için İPT yapılmaz.
Hastaya bağlı kontrendikasyonlar:
Hastanın onam formunu imzalamaması, İPT nin potansiyel risklerinin ilacın yol
açtığı patolojiye göre daha ciddi sonuçlar doğurabilmesi, kontrol altında
olmayan diabetes mellitus
gibi özel durumların varlığı, hipertansiyon, hipertroidi, aritmi gibi adrenalin
kullanımının kontrendike olabileceği hastalıkların olması, çocuk ya da
ebeveynlerindeki psikolojik değişiklikler.
Önceki ilaç reaksiyonuna bağlı
kontrendikasyonlar: Generalize büllöz fiks ilaç erupsiyonları, Akut Generalize
Egzantematöz Püstülozis, Stevens Johnson Sendromu, Toksik Epidermal Nekrozis, Ağır
Anafilaksi, ‘Drug Rush
With Eosinophila
and Systemic Symptoms’,
sistemik vaskülit, spesifik organ tutulumları ( kanda sitopeni, hepatit, pnömoni, nefrit) ve
ilaca bağlı gelişen oto immun hastalıklar (Sistemik lupus eritematozus, büllöz
pemfigoid, pemfigus vulgaris) (İlaç ve gıdalarla provokasyon testi).
Hastada ateş, kusma,
kronik ürtiker ya da kontrol altında olmayan astım varlığında test
ertelenebilir.
İlaç provokasyon
testi öncesinde yapılması gerekenler: Test öncesi hastadan
ve/veya ebeveynlerinden mutlaka yazılı bilgilendirilmiş onam formu alınmalıdır.
Bu yasal bir sorumluluktur. Bu formda testin neden gerekli olduğu ve test
sırasında ortaya çıkabilecek reaksiyonlar hakkındaki bilgilerin eksiksiz
belirtilmiş olması gerekmektedir.
Îlacın ya da
alternatiflerinin hasta için gerekliliği, özellikle kronik hastalığı olanlarda
ilacın kesilmesi ya da alternatif ilaç uygulanmasıyla altta yatan hastalıkta
herhangi bir kötüleşme olup olmayacağı değerlendirilmelidir.
Test yapılacak kişi
sağlıklı bir gününde olmalı ve o gün için herhangi bir başka ilaç
kullanmamalıdır. Kesin ispatlanmış olmamakla beraber kısa etkili
antihistaminikler 3 gün, uzun etkili antihistaminikler 14 gün önceden
kesilmelidir. Üç haftadan uzun süre kortikosteroid kullanılmışsa testle
arasında en az bir haftalık zaman aralığı olmalıdır. Bunun dışındaki
kortikosteroidlerin ise 3 gün önceden kesilmesi yeterlidir. Test NSAÎÎ ile
astım arasında ilişkili ise montelukastın 3 gün önceden kesilmesi gerekir (82).
Özellikle pediatrik yaş grubunda sık kullanılan öksürük şurubu ya da ateş
düşürücülerinin de karışıklık yaratmamaları için testten 3 gün önce kesilmeleri
gerekir. Test deneyimli bir personel tarafından (doktor ya da hemşire) hastane
koşullarında yapılmalıdır.
İlaç Alerjisi Laboratuar
Testleri
Rutin laboratuar
testlerinin ilaç alerjisi tanısında katkısı çok sınırlı olup daha çok sistemik
ya da organ spesifik tutulum varlığında başvurulmalıdır. Îlaç alerjisi şüphesi
olan tüm hastalara uygulanmalarına gerek yoktur.
Erken tip aşırı
duyarlılık reaksiyonlardan anafilaksiye klinik olarak tanı konulsa da;
reaksiyonun 1-4. saatinde alınan kan örneğindeki total triptaz seviyesinin
yüksek oluşu ve reaksiyondan en az 2 gün sonra kontrol değerinin bazal
seviyelere düştüğünün gösterilmesi tanıda yardımcı olabilir.
Geç tip
reaksiyonlarda ise laboratuar testleri, reaksiyonun şiddeti ya da iç organ
tutulumu hakkında bilgi verebilir. Kan sayımında eozinofili olması immun
aracılı bir aşırı duyarlılık reaksiyonunu desteklerken, hipertransaminazemi
varlığı karaciğer tutulumuna işaret eder. Atipik cilt lezyonlarında biyopsi yol
göstericidir. Nadir olarak karşılaşılan Ig G aracılı Tip 2 ya da Tip 3
reaksiyonlarda coombs testi immun hemolitik anemi tanısında yardımcı olur.
Benzer şekilde Serum hastalığı sendromunda kompleman seviyeleri (C3,4,CH50) ve
immun komplekslerin değerlendirilmesinden tanıda yararlanılır. Ancak negatif
sonuçlar hastalığı ekarte ettirmez.
İlaç
Alerjisinin Tanısı
İlaç alerjisi
tanısında öykü, fizik muayene, non spesifik laboratuar testleri, deri testleri ve
ilaç provokasyon testlerinden (İPT) faydalanılmaktadır.
Öykü
Günlük pratikte ilaç
alerjisi tanısını koymak bazı zorluklar taşır. Klinik bulguların değişkenlik
göstermesi, bazı ilaç alerjisi reaksiyonlarının altta yatan immunopatolojik
mekanizmaların yeteri kadar aydınlatılamamaları, klasik Gell ve Coombs sınıflamasına
uymamaları ve daha sonra anlatılacak olan ilaç testlerinin belli kısıtlamaları
oluşu ve bazı ilaçlar için standardize olmamaları bu zorluklardan bazılarıdır.
Bu nedenle tanıda ayrıntılı bir öykü alma önem taşır.
Öyküde sorulması
gereken sorularla ilgili olarak ‘European Network of Drug Allergy’ tarafından bir rehber
yayınlanmıştır ve kullanımı konusunda yaygın kabul görmüştür (58). Bu sorular
öncelikle semptomatolojiye hitap eder. Şikayetlerin ilaç alerjisi ile uyumlu
olup olmadığı sorgulanır. Ardından daha önce sorumlu ilacın kullanılıp
kullanılmadığı, son dozla şikayetlerin başlangıcı arasında geçen süre,
tedavinin sonlandırılmasıyla semptomların gerileyip gerilemediği gibi
semptomların kronolojisi ile ilgili sorular yer alır. Bu sorularla reaksiyonun
gerçekten sorumlu tutulan ilaçla ilişkili olup olmadığı araştırılır ve altta
yatan olası immun mekanizma aydınltılmaya çalışılır. Daha sonra çapraz reaktif ya
da yapısal olarak farklı ilaçların kullanımıyla benzer şikayetlerin oluşup
oluşmadığını belirlemek için gerek reaksiyon anında kullanılan diğer ilaçlar
gerekse aynı gruptan herhangi bir ilacın hiç uygulanıp uygulanmadığı
sorulmalıdır. Hastada ya da ebeveynlerinde ilaçla ilişkili olsun ya da olmasın
alerjiyi düşündüren hastalıkların olup olmadığı da hastanın ilaç alerjisi için
riskini belirlemek adına sorulacak sorular arasında olmalıdır.
Fizik Muayene
Olası ilaç alerjisi
reaksiyonundan yakınarak klinisyene başvuran hastalar ya akut dönemde ya da
çoğunlukla bulguların tamamen gerilediği geç dönemde değerlendirilmektedir. Geç
dönemde başvuran hastaların fizik muayenesinde ilaç alerjisinde görülebilecek
fizik muayene bulgularından daha çok hastada olabilecek ek hastalıklara (astım,
atopik dermatit, kistik fibrozis, immun yetmezlik) yönelik bulgular gözlenir.
Geç dönemde başvuran hastalara reaksiyonun akut dönemi sırasında lezyonlarının
fotoğraflarını çekmeleri önerilmelidir.
Akut dönemde başvuran
olgularda ise deri ve mukozaları içine alacak şekilde sistemik ayrıntılı
muayene yapılmalı ve lezyonlar ayrıntılı bir şekilde not edilmelidir. Ateş,
lenfadenopati gibi sistemik bulguların varlığı değerlendirilmelidir. Ek organ
tutulumu açısından solunum sistemi ve batın muayenesi yapılarak pozitif
bulgular (stridor, akciğere ait ral ya da ronküs, hepatomegali)
kaydedilmelidir. Ancak saptanacak hiç bir bulgunun ilaç alerjisine özgü
olmadığı gözönünde tutulmalıdır.
İlaç
Alerjisi Risk Faktörleri
İlaç alerjisinin
klinik olarak ortaya çıkmasında çeşitli faktörler rol oynamaktadır. Bunlar,
ilacın kendisine ait faktörler, tedavi rejimine ait faktörler ve konağa ait
faktörler olarak sınflandırılırlar.
İlaca Ait Faktörler
Günümüzde çok sayıda
değişik ilaçlar kullanılsa da; alerjik reaksiyonlardan sorumlu olanlar daha
küçük bir gruptur (46). Antibiyotikler, antiepileptikler, anti HIV ilaçlar,
genel ve lokal anestetikler ilaç alerjisi reaksiyonlarının büyük kısmından
sorumludurlar. Non
steroid antiinflamatuar ilaçlar (NSAİİ) ve radyokontrast
maddeler de ilaç alerjisi benzeri reaksiyonlara yol açabilirler. Ancak her iki
ilaç da genelde non immunolojik
yolla etkilerini gösterdiği için onları daha genel bir tanım olan ilaç aşırı
duyarlılık reaksiyonları içinde sınıflamak daha doğru olacaktırİlacın yapısı gereği
reaktif olması (hapten hipotezini destekler şekilde) immun reaksiyonu
uyarmasını kolaylaştırır. Beta laktam grubu antibiyotikler bu konudaki en önemli
örneklerdir. İlacın sık kullanımı duyarlılaşmayı arttıran başka bir etkendir
(48). İlaç yapısında makromoleküler kontaminant kalıntıların ya da yardımcı
maddelerin olması eriyebilirliği arttırarak ilaç alerjisi oluşumuna katkıda
bulunur (49). Çapraz epitoplara maruziyet de ilaç alerjisi için risk
faktörlerindendir.
Tedavi Rejimine Ait
Faktörler
İlacın aralıklı ve
tekrarlayıcı şekilde kullanılması aralıksız tedaviye göre duyarılaştırmayı daha
çok arttırır gibi görünmektedir (50). Elde yeteri kadar kanıtlanmış veri olmasa
da parenteral yolun
oral yola
göre daha immunojenik olduğu düşünülmektedir. İlacın cilde topikal uygulanması
da önemli bir duyarlılaşma yoludur.
Konağa Ait Faktörler
Hastanın kistik
fibrozis ya da immun yetmezlik gibi uzun süre ya da sık ilaç kullanmasını
gerektirecek hastalığa sahip olması ya da enfeksiyoz mononükleoz ve AIDS gibi
hastalıklar sırasında sırasıyla aminopenisilin veya sulfonamid grubu ilaçlar
kullanması ilaç alerjisi reaksiyonuna maruz kalma riskini arttırır. Atopi ilaç
alerjisi riskini arttırmaz ancak atopisi olan bireyler ağır ve fatal penisilin
anafilaksisi için risk taşırlar (54). Hastanın önceden aynı ya da çapraz
reaktif bir ilaçla reaksiyon geçirmiş olması ya da antibiyotik duyarlı bir
ebeveyne sahip olması ilaç alerjisi riskini arttırır. Bunun yanısıra hastanın
multipl ilaç alerjisi olması ya da yapısal olarak ilişkisiz bir ilaçla dahi
reaksiyon geçirmiş olmasının da ilaç alerjisinde risk faktörü olabileceği
belirtilmiştir. Bazı ilaç alerjilerinde ise genetik yatkınlığın rol oynadığı
saptanmıştır (HLA-B*5701 Abacavir duyarlılığı).
İlaç
Alerjisinin Sınıflandırılması
Îlaç alerjileri, altta
yatan immun reaksiyonların tipine ve reaksiyonun ortaya çıkma süresine göre
sınıflandırılabilir.
İlaç Alerjilerinin
İmmun Reaksiyonun Tipine Göre Sınıflandırılması
Îmmun sistem
başlangıçta hangi mekanizma ile aktive olursa olsun, ilaç immun sistem
tarafından tanındıktan sonra farklı tipte bir çok alerjik reaksiyon
başlatılabilir. Gell ve Coombs’un gerek ilaç aşırı duyarlılık reaksiyonlarını,
gerekse diğer immun reaksiyonları sınıflandırdığı reaksiyonlar uzun süredir
bilinmektedir. Bu sınıflama Ig E antikorlarının oluşumuna, antikor-kompleman
fiksasyonuna ve inflamasyonun farklı formlarını yöneten T hücre reaksiyonlarına
dayanmaktadır. Bu sayılan farklı hücreler ve antikorlar arasında yakın
birliktelik olduğu unutulmamalıdır.
Bu sınıflamanın ilk
kez yapıldığı yıllarda T hücrelerin fonksiyonel heterojenitesi hakkında
bilinenler çok azdı. Günümüzde immun sistemin spesifitesi dışında bir çeşit
hafızasının olduğu ve karşılaştığı yabancı moleküllerin özelliklerine göre
farklı adaptasyonlar geliştirdiği görülmüştür. Bu fark gözetmenin değişik T
hücre grupları tarafından sağlandığı görülmektedir. Bu yeni bilgiler ışığında
klasik Gell-Coombs sınıflaması revize edilmiştir (35). Bu modifiye ve geniş
sınıflamanın hastalık ağırlığını derecelendirmede, tedavide, diğer yapısal
olarak ilişkili ilaçlarla çapraz reaktiviteyi belirlemede, doğal gidiş ve
prognozu anlamada katkıları vardır. Benzer şekilde altta yatan immun
mekanizmalar hakkında bilgi sağlamakta ve bu mekanizmaların hangi farklı
hastalıklara yol açtığını göstermektedir. Öte yandan bu sınıflandırmanın in
vivo ortamda gerçekleşen kompleks eylemlerin basitleştirilmiş bir gösterimi
olduğu unutulmamalıdır. Îmmun sistem genelde dış etmenlere karşı savunmada
farklı yaklaşımları kombine eder. Îmmun yanıt ne kadar kompleks olsa da çoğu
aşırı duyarlılık hastalığında belli bir immun yanıtın eylemi domine ettiği
görülmektedir.
Aşırı duyarlılık
reaksiyonları kabaca incelendiğinde Tip 1, 2 ve 3 reaksiyonların antikor
aracılı immun reaksiyonlar; Tip 4 alt gruplarının ise T hücre aracılı immun
reaksiyonlar olduğu görülecektir.
Tip 1 aşırı
duyarlılık reaksiyonlarının Ig E antikorları antijenik uyarı sonrası mast
hücreleri ve bazofillerde degranülasyona yolaçarlar. Penisiline bağlı gelişen
anafilaksi örnek olarak verilebilir.
Tip 2 reaksiyonlar
sitolitik reaksiyonlardır. Hücre yüzeyindeki antijenlere karşı Ig G ve nadiren
Ig M yanıtı vardır. Fagosit ve NK hücreleri gibi FcR+ hücreler efektör hücre
olarak yer alırlar. Kinidine bağlı hemolitik anemi bu tip reaksiyonla oluşur.
Tip 3 reaksiyonlarda
yine Ig G, immun reaktandır. Komplemanın katılımıyla ilaç spesifik immun
kompleksler meydana gelerek serum hastalığı (sefaleksine bağlı), vaskülit ve
ilaç ateşi gibi hastalıklara yol açarlar.
Tip 4a’da hücreler
tarafından antijenin sunulmasıyla ya da direkt uyarıyla Th1 hücreler Interferon
gama ve TNF alfa adlı sitokinleri üreterek makrofajları aktive ederler.
Tüberkülin reaksiyonu ve (Tip 4c ile beraber) kontak dermatit bu grupta yer
alırlar (35).
Tip 4b’de Th2
hücreler Tip 4a’dakine benzer antijen uyarsıyla IL-5, 4/13 salgılayarak
eozinofilleri uyarırlar. Eozinofili ile beraber seyreden makülopapüler
egzanteme bu tip reaksiyonlar yol açar (35).
İlaç
Alerjisi Nedir
İlaca bağlı aşırı
duyarlılık reaksiyonunun Immunglobulin (Ig) E ya da T hücre aracılı kesin,
gösterilmiş bir immunolojik mekanizmayla meydana gelmesi ilaç alerjisi olarak
tanımlanır (20). Çocukluk yaş grubunda ilaç alerjisi sıklığı ile ilgili kesin
bir rakam vermek zordur. Geniş popülasyonda yapılan çalışmalarda hastaların
kendi beyanları doğrultusunda bir rakama ulaşılsa da; bu hastalarda gerçek ilaç
alerjisi sıklığını belirlemek için gerekli testler yapılmadığından net bir
sonuç vermek mümkün değildir. Bunla beraber ilaç alerjisi reaksiyonlarının tüm
TIR’ların %10’undan daha azını oluşturduğu söylenebilir.
İlaçların
İmmun Sistem Tarafından Tanınması
Teröpatik ajanların
nasıl immun sistemi aktive edebildikleri hala cevaplanması gereken bir sorudur
(22). Antijenin immunopatolojik mekanizmaları aktive edebilmesi için stabil ve
tercihen multivalan bir formda sunulması gerektiği daha 1940’lı yıllarda öne
sürülmüştür (23). Büyük moleküler ağırlıklı ve çeşitli epitoplar içeren bazı
ilaçlar bunu sağlayabilir. Yine az sayıdaki ilaçlar, tek epitopun multipl
tekrarı sonucu efektör fazda IgE’nin çapraz bağlanmasını direkt
gerçekleştirebilir. Bu konuda en iyi çalışılmış örnekler süksinil kolin ve
nöromüsküler bloke edici ilaçların yapısına giren dört parçalı amonyum
epitoplarıdır (24-26). Çoğu ilaç ise görece küçük yapıları nedeniyle tek
başlarına bir immun yanıtı başlatamazlar. Bu ilaçların tam bir multivalan
antijen olarak davranabilmeleri için öncelikle serumda ya da dokuda yer alan
daha büyük yapıdaki taşıyıcı proteinlerine kovalant bağla bağlanmaları gerekir.
Bu işleme haptenizasyon denir ve ilaçlar da hapten olarak davranırlar.
Ağırlıkları 1000 Daltonun altında olan penisilinler haptenlere iyi bir
örnektir. Bu işlemin sonrasında ortaya çıkan immun yanıt hümoral (spesifik
antikorların üretimi ile), hücresel (spesifik T hücrelerin gelişimi ile) ya da
her ikisi şeklinde olabilir. Küçük moleküler ağırlıktaki bazı ilaçların doğal
hallerinde reaktif olmadıkları için enzimatik olarak ya da spontan
parçalanmayla reaktif ara ürünlerine dönüştürülmeleri gerektiği ve ancak bu
şekilde proteinlere bağlanabilecekleri gösterilmiştir. Bu konuda öne sürülen
hipoteze prohapten hipotezi denmiş ve klasik hapten hipoteziyle bir ortak yol
bulunması amaçlanmıştır (29-32). Bu hipoteze örnek olarak sulfametaksazol
verilebilir. Bu arada oluşan ara ürünlerin tam kimliklerinin sıklıkla
bilinmediği ve bunun da ilaç alerjisi tanısında doğru tanısal testlerin
gelişmesini zorlaştırdığı gözönünde tutulmalıdır.
Bu konuda bir diğer
mekanizma immun reseptörlerle farmakolojik etkileşmeyi ele alacak şekilde yakın
zamanda tanımlanmıştır ve kısaca p-i konsept olarak ifade edilmektedir. Îlaç
alerjisi gelişimi konusunda hapten hipotezinden faklılık taşımaktadır. Bu
yaklaşım, ara ürünlerin oluşmasını ya da haptenizasyonu gerektirmemektedir. Îlaç
T hücre reseptörüne non kovalan bağla bağlanır ve majör histokompatibilite
kompleksi reseptörü aracılığıyla bir immun yanıtın gelişimini sağlar. Hafıza ve
efektör T hücrelerinin direkt uyarılması söz konusu olduğundan daha önceden bir
duyarlılaşma gerektirmez. Bu yönüyle süperantijen konseptini andırmaktadır.
Îlaçlara karşı allerjik reaksiyonların ne oranda p-i; ne oranda hapten
mekanizması ile geliştiği ise net değildir.
Polen
Alerjisi Nedir
Alerjisi bulunan
hastalarda en önemli problem havada bulunan alerjenlerdir. Polenler, açık
havada çok yaygın olarak bulunan mikroskobik taneciklerdir. Geniş bir
coğrafyaya yayılabilme özellikleri vardır. Alerjiye neden olabilecek maddeler
arasında en yaygın olanlarından birisidir. Coğrafyanın bitki örtüsüne bağlı
olarak bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bu farklılık hastaların kliniğine
de yansır.
Dünya üzerinde
750.000-1.000.000 arasında bitki türünün olduğu tahmin edilmektedir.
Yeryüzünde, Türkiye gibi binlerce bitki çeşidini bir arada bulunduran ülkeler
çok enderdir. Bitki örtüsünün bu kadar çeşitli ve zengin olması ülkemize çoğu
yönden çok büyük katkılar sağlamakla birlikte bir takım alerjenik hastalıklarda
da negatif bir etki oluşturabilmektedir. Bunların başlıca arasında da polen
alerjisi sayılabilmektedir.
Polen Alerjisi Olanlar ve Polen Alerjisine Sebep Olan Bitkiler
Polenleri alerjik
hastalıklara sebep olan bitkiler, genel olarak o çevrenin iklim şartlarına göre
yetişen ve bir bölgenin doğal florası adı verilen bitki türleridir. Türkiye
Florasının %95 otsu türlerden, %5’i de odunsu bitkilerden (ağaç veya çalı)
oluşmaktadır. Türkiye Florasının en büyük familyaları olarak bilinen Asteraceae
(Papatyagiller), Fabaceae (Baklagiller), Lamiaceae
(Ballıbabagiller), Brassicaceae (Turpgiller ) ve Poaceae
(Buğdaygiller) familyalarına bakıldığında ilk 4 familyanın genellikle
böceklerle tozlaştığı, Poaceae familyasının ise anemogam olduğu ve
polenlerinin en önemli alerjenik polenler arasında yer aldığı gözlenmektedir.
Türkiye’nin zengin bitki örtüsü, farklı fitocoğrafik yapısına paralel olarak
ortaya çıkan filoristik kompozisyonu, aynı zamanda alerjenik polen
çeşitliliğini de bölgelere göre farklı olmak üzere beraberinde getirmekte,
dolayısıyla bu durum alerjik hastalıkların azlık veya çokluğunu belirlemektedir.
Halk arasında ‘Çiçek
tozları olarak bilinen’ polenlerin kaynağını, ağaç, Gramineae (çayır-hububat)
ve otsu bitkilerin çiçekleri oluşturmaktadır. Bitkilerin polenleri, solunum
yolu ile alınarak klinik olarak kişilerin alerjik duyarlılığına neden olan en
önemli antijenlerdir. Alerji tarihinde yaz nezlesi olarak tanımlanmış mevsimsel
alerjik rinitin polenlere bağlı olduğu ilk kez 1873’de Dr. Charles Blackley
tarafından bildirilmiştir. Polen alerjisi, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de
önemli bir sağlık sorunudur ve polenlerin neden olduğu alerjik hastalıklara
giderek daha fazla rastlanılmaktadır. Havada çok fazla sayıda ve yaygın olarak
bulunmaları ve bunlara karşı önlem alınmasının güçlüğü nedeniyle polenler diğer
alerjenlere göre daha fazla önem taşımaktadır.
Ülkemiz de son verilere göre 9.376 doğal bitki
türünün olduğu ve bunlardan %20’sinin alerjen özelliklere sahip bulunduğu da
göz önüne alındığında polenlerin önemi daha da artmaktadır.
Polen Alerjisi Hakkındaki Tüm Cevaplar
Polenler, tohumlu
bitkilerde (SPERMATOPHYTA) vejetatif ve generatif olmak üzere iki nükleusa
sahip ‘n’ kromozomlu mikrosporlardır. Tohumlu bitkiler, açık tohumlular
(GYMNOSPERMAE) ve kapalı tohumlular (ANGIOSPERMAE) olmak üzere iki büyük bitki
grubuna ayrılır. Polenler, açık ve kapalı tohumlu bitkilerin değişik morfolojik
yapılar gösteren çiçeklerinde bulunurlar.
Açık tohumlulara
(gymnospermae), polenleri çok alerjik olan Cupressus sp. (Servi), Juniperus
sp. (Ardıç), Taxus sp.
(Porsu ağacı), Thuja sp.
(Mazı), Chamaecyparis sp. (Yalancı servi), Pinus sp. (Çam) örnek
verilebilir. Rüzgar ile tozlaştıkları (Anemogami) ve dolayısıyla üremelerini
garanti altına almak için çok sayıda polen üretirler. Örneğin; Betula pubescens’in
(Tüylü huş) tek erkek çiçeğinden 6 milyon , bir ağacından 5.6 milyar polen, Alnus
glutinosa'nın (Adikızılağaç) bir erkek çiçeğinden 4.5 milyon, bir ağacından
7.2 milyar polen, Corylus avellana^^nm ( Fındık) bir erkek çiçeğinden
3.9 milyon, bir ağacından 4,9 milyar polen, Fagus sylvatica'nın
(Batıkayacağı) bir erkek çiçeğinden 175 bin, bir ağacından 409 milyon polen
atmosfere katılır.
Kapalı tohumluların
(Angiospermae), böceklerle tozlaşan (Entomogam) üyelerinin çiçekleri, böcekleri
çekmek için çok gösterişli ve güzeldirler. Örneğin, polenleri en alerjik
olanlardan Artemisia sp.
(Pelin otu), Anthemis sp. (Papatya), Aster sp.
(Saray veya yıldız papatyası), Catalpa sp. (Katalpa), Circium sp.
( Deve dikeni), Daucus sp. (Havuç), Doronicum sp. (Kaplanotu), Eleagnus
sp. (İğde), Erica sp.
(Funda), Spartium sp, (Katırtırmığı), Senecio sp. (Kanaryaotu) bu
grup içinde incelenmektedir. Böcek ile tozlaşanlar rüzgar ile tozlaşanlara göre
daha az polen üretirler. Örneğin; Prunus serrulata'nın
(Amanogawa kirazı) tek anterinde
1290 polen, bir çiçeğinde 65.790 polen, Spartium junceum'nın tek
anterinde 845 polen, bir çiçeğinde 3390 polen bulunabilir.
Çoğunlukla rüzgarla
tozlaşan Gramineae’ler de atmosfere çok sayıda polen verirler. Örneğin Secale
cereale’nin (Çavdar) tek bir anterinden 19 bin, bir bitkisinden 21 milyon polen
atmosfere verilmektedir.
Diğer bitki yapıları
gibi polenlerde değişik tipte birçok protein yapısındaki madde içermektedir. Bu
proteinler polende, sitoplazmada ve sporopollenin adı verilen maddeden oluşmuş
dış duvarda (ekzin) ya da polisakkarit karakterindeki iç duvarda (intin) yer
almaktadırlar. Bu proteinlerden yalnızca çok küçük bir kısmı alerjik
reaksiyonlara neden olmakta ve moleküler ağırlıkları bir çok enziminki gibi
10-70 kDa arasındadır. Örneğin Loliumperenne poleninin major
alerjenlerinden biri olan Lol p 1 polen tanesinin sitozolünde depolanırken, Lol
p 5 ise çoğunlukla nişasta taneleri içinde bulunduğu tespit edilmiştir.
Alerjenlerin dış
ortama dağılımı için temel faktör olan alerjenin kaynağından ayrılması yağış ya
da yüksek bağıl neme bağlıdır. Alerjenler atmosfere iki şekilde dağılmaktadır;
alerjen moleküller ve alerjen içeren ince parçacıklar halinde . Alerjen içeren
küçük taneler (nişasta taneleri) yağmur esnasında taneden osmotik olarak
ayrılan parçacıklardır. Her bir polen tanesinde bu parçalardan yaklaşık olarak
700 adet bulunmakta ve boyutları 0,6-2,5 mikrometre arasında değişmektedir.
Yağmurlu bir günden sonra ki günde bu parçacıkların 1 m3 havadaki miktarlarının
50 kat arttığı bildirilmiştir. Alerjik nişasta granüllerinin Gramineae
polenlerinin havada görüldüğü sezonda ortaya çıkan ani astım atakları ile
bağlantılı olduğu bildirilmiştir.
Solunum yollarındaki
müköz sekresyonlarda bulunan enzimler polenin sert dış tabakasını eriterek
alerjenik etkiye sahip maddelerin açığa çıkmasına neden olur. Polenlerin
kimyasal yapısında bulunan maddelerin sadece bir kısmı alerjenik özelliktedir,
yani Ig E yanıtını uyarır. Dolayısı ile bir polen molekülündeki belli epitoplar
güçlü alerjenik etki gösterirken, diğer epitoplar zayıf alerjenik etkiye
sahiptir veya herhangi bir alerjenik etki göstermezler. Bazı polen türlerine
alerjisi olan kişiler aynı cins ya da aileye ait yakın akraba olan diğer bitki
türlerinden polenlere de duyarlı hale gelebilir. Buna çapraz reaksiyon
denilmektedir.
Aeroalerjenlerin
sağlık üzerindeki olumsuz etkileri, dış ortama sağlanacak adaptasyon ya da
önleyici tıbbi tedavilere duyarlanma oluşmadan önce başlanması sayesinde önemli
derecede azaltılabilir. Bu doğrultuda, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) polen mevsimlerinin önceden
tahmin edilmesinin önemini vurgulamış, iklim değişiminin aeroalerjen miktarına
ve insan sağlığına etkileri ile ilgili yeni çalışmalar yapılmasını önermiştir.
Alerjenik etkisi daha
çok olan polenler ile diğerleri arasında polenin çeper yapısı, alerjenlerin
salınım ve lokalizasyonu, polen tanesi içerisindeki ve üzerindeki depo
maddeleri açısndan birtakım farklılıklar bulunması, polenlerin alerjik
etkisinde yukarıda bahsi geçen konuların etkili olduğunu düşündürmektedir.
Polen tanelerinin içeriğinin apertürlerden ya da polen tanesinin çeşitli
nedenler ile parçalanması sonucu açığa çıkar.
Polen duvarının
yapısı temel olarak ekzin ve intin adı verilen iki tabakadan oluşur. Polenin
duvar yapısı kimyasal olarak incelendiğinde intin tabakasının selülöz,
hemiselülöz ve kallozdan oluştuğu görülmektedir. Ekzin tabakası ‘sporopollenin’
adı verilen karatenoid esterlerinin polimerleşmesinden oluşan çok sıra dışı bir
tabakadır. Sporopollenin çok kuvvetli asitlere karşı bile oldukça dayanıklı bir
maddedir. Ekzinde, entekzin ve endekzin olmak üzere iki tabakadan oluşur.
Polenin yüzeyinde ağsı, granüllü, dikensi ya da delikli gibi, çok değişik
kombinasyonlar gösterebilen çeper süsleri bulunmaktadır. Polen tanelerinin en
dış yüzeyini ise ‘polenkit’ adı verilen yağ asitleri ve lipitlerden oluşan bir
madde sarmaktadır. Polen yüzeyinde, ekzin tabakasının inceldiği ya da olmadığı
ve genetik materyalin dişi bireye aktarım yolu olarak nitelenebilecek polen
tüpünün oluştuğu açıklıklar bulunmaktadır. Bu açıklıklara apertür adı
verilmektedir. Basitçe söylemek gerekirse apertürler delik, yarık ya da bu
ikisinin kombinasyonu şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Polen alerjenleri
moleküler ağırlıkları 5-80 kDa arasında değişen (kaynak) suda çözünebilir
protein ya da glukoprotein yapısındaki maddelerdir. Yapılan çalışmalar, duyarlı
bireylerin birçoğunda alerjik reaksiyonlara neden olan major alerjenlerin
çoğunun, sitoplazma içerisindeki amiloplastlarda oluştuğunu, bazen organelller
ile ilişkili olduğunu ve çok nadir olarak polen duvarında yer aldığını
göstermiştir. Yüksek alerjik etkiye sahip bitkilerin polenlerinde endekzin
tabakasının olmadığı saptanmıştır. Bu, alerjik potansiyeli etkileyen bir
nedendir. Endekzin tabakasının alerjik proteinlerin salınımında bariyer rolü
olduğu düşünülmektedir. Ektekzin tabakasında ise protein geçişini kolaylaştıran
mikrokanalların varlığı dikkat çekmektedir. Bununla birlikte çok alerjenik olan
Olacaeae (Zeytingiller) ve Poaceae (Buğdaygiller) gibi
familyalarda ise endekzin tabakasının var olduğu gözlenmiştir. Ancak bunlarda
endekzin tabakası sıkı bir yapı göstermemektedir. Lamelli bir yapıya sahiptir
ve endekzinden ektekzine uzanan mikrokanallara sahiptir. Bu kanallar alerjik
proteinlerin dışarıya kolayca salınımına izin vermektedir.
Tek bir polen tanesi
onlarca farklı tipte alerjen içerebilmektedir. Gramineae polenlerinde
11, Olea europea L. poleninde 10, Parietaria judaica L. İse 9
farklı çeşit alerjen tespit edilmiştir. Polen tanelerinin hidratasyonundan
hemen sonra yapılan gözlemlerde sitoplazma içerisinde polen duvarına lokalize
oldukları tespit edilmiştir. Bu çalışmaların sonuçları, polenler içerisinde
bulunan alerjik proteinlerin, fertilizasyon ve tozlaşmasında görevli olduğu
düşüncesini desteklemektedir. Polenstigma (dişicik borusu) uyumu ve tanınması,
polen tüp oluşumu ya da polen tüpü oluşmadan önce stigmadaki doku
değişikliklerinde bu alerjen proteinlerin önemli rolü olduğu düşünülmektedir.
Bu proteinlerin polen tanesinden salınımı nemli ve yapışkan bir özellik
gösteren ve stigmaya benzer özellik gösteren mukoza ile polenler temas ettiği
zamanda oluşur. Bu durum alerjik rinit semptomlarının ortaya çıkması ile
sonuçlanır.
Bitkilerin büyük
çoğunda ‘polenkit’ adlı materyal polen yüzeyini örtmektedir. Araştırmalar major
alerjenik proteinleri içeren bitkilerin polenlerinin çoğunun homojen bir
polenkite sahip olmadığını göstermiştir. Bu durumun alerjenlerin dış ortama
salınımını kolaylaştırdığı düşünülmektedir.
Atmosferik alerjenler
için önemli olan diğer yapılardan biri ‘orbikül’ ya da ‘ubish cisimciği’ olarak
adlandırılmaktadır. Major alerjik bitkilerin bazılarında orbiküllerin varlığı
tespit edilmiştir. Orbiküller polen ekzini ile birlikte gelişen sferik şekilli
partiküllerdir. Fonksiyonları tam olarak bilinmemektedir. Ancak genellikle çok
yüksek miktarda üretilmektedirler, yalnızca birkaç mikron çapındadırlar ve
alerjen proteinler içermektedirler. Sonuç olarak orbiküllerin yapısı polen
tanelerine çok benzer olarak oluşur, fakat daha küçük sitoplazmik ürünlere
sahiptirler. Polenler atmosfere dağıldığı sırada orbiküllerde polenlere
tutunmuş olarak atmosfere salınırlar ve boyutları akciğerlerin en derin
noktalarına gidebilecek kadar küçük olduğundan astım ve alerjik rinitte önemli
olabilirler.
Alerjik
Rinit Tedavisi
Alerjik Rinit
tedavisinde, sorumlu spesifik alerjenlerden korunma ilk ve ön önemli adımdır.
Polenler dış ortam alerjenleri arasında sayılmaktadır. Bu nedenle maruziyetin
tamamen engellenmesi pek mümkün gibi görünmemektedir. Ancak yine de polenlerin
havada en yoğun olarak bulunduğu gün içinde ve mevsim dönemlerinde duyarlılığı
olan kişilere bazı önlemler almaları önerilebilir. Bu kişilerin duyarlı
oldukları alerjenlerin yılın hangi aylarında ve hangi coğrafik bölgelerde
havada yüksek düzeylerde olduğunu bilmeleri, ayrıca günlük polen sayımı
verilerini meteorolojik raporlarla takip etmeleri yararlı olacaktır. Koruyucu
önlemler arasında; dışarıdan gelince polen bulaşmış olabileceğinden elbiselerin
değiştirilmesi ve banyo yapılması, gün içinde 10-16 saatleri arasında dış ortam
aktivitesinin sınırlandırılması, tatil yerlerinin iyi belirlenmesi bunun için
dağların ve deniz kenarlarının tercih edilmesi, ev ve araba pencerelerinin
kapalı tutulması, mümkünse polenleri tutabilen filtrelerin takıldığı
havalandırma sisteminin evde ya da arabada kullanılması, piknik ve kamp
yerlerine gidilmemesi, bahçe işlerinden uzak durulması veya hava müsait iken
uğraşılması, yürüyüşleri ve spor faaliyetlerini duruma göre ayarlanması ve
müköz membranların fazla tahriş olmamasına özen gösterilmesi örneğin göz
kozmetikleri, buhar ve dumandan sakınılması olarak sıralanabilir. Dışarı çıkmak
zorunlu ise yüz maskesi ve gözlük takmaları yararlı olabilir. Ayrıca bazı
gıdaların çapraz reaksiyonları tetikleyebileceği de unutulmamalıdır. Tüm bu
önlemler çoğu kişi için sosyal ve ekonomik anlamda her zaman uygulanabilir
olmamaktadır. Polenlere maruziyeti azaltmakla birlikte tamamen ortadan
kaldırmamaktadır. Polenlere alerjisi olan hastalar polen mevsimi geçtikten
sonra yakınmalarının azaldığını ya da kaybolduğunu belirtirler. Bu gözlemler,
alerjenle karşılaşmanın belirtilere yol açarken ondan uzaklaşmanın etkili bir tedavi
yöntemi olabileceğini göstermektedir. Eğer korunma mümkün değilse ve yetersiz
kalıyorsa, ilaç tedavisine geçilir. Aşılar tedavinin en son noktasında; uygun
ilaç ve çevre kontrolünün yetersiz kaldığı durumlarda kullanılır.
Alerjik Rinit’in medikal
tedavisinde kullanılan ilaçlar topikal ve oral antihistaminikler, topikal ve
oral kortikosteroidler, topikal ve oral dekonjestanlar, mast hücre
stabilizatörleri, antikolinerjik ajanlar ve tuzlu su spreyleri şeklinde
sıralanır. Hastanın dominant şikayeti ortaya konulmalı ve tedavi buna göre
yönlendirilmelidir. Bu amaçla gerekirse ilaç kombinasyonlarına gidilebilir.
Antihistaminikler AR’in başlıca semptomları olan hapşırma, burun akıntısı,
burun, göz ve damak kaşıntısını kontrol altına alırlar. Burun tıkanıklığı
üzerine etkileri yoktur. Steroidler tip 1 erken alerjik reaksiyonu inhibe
etmezler. Geç faz reaksiyonları sonucu ortaya çıkan semptomları hafifletirler.
Bu etkiyi, alerjik reaksiyonda rol alan mediatörlerin gerek yapımını gerekse
salınımını inhibe ederek gösterirler. Bu bakımdan AR tedavisinde en etkin ilaç
grubudur. İntranazal steroidler gerek mevsimsel gerekse perennial AR
semptomlarının çoğunu kontrol altına alırlar. Özellikle burun tıkanıklığı
üzerine iyi etkilidirler. Topik kullanılmaları bakımından sistemik yan etkileri
yoktur. Adrenal supresyon riski olmadan uzun yıllar kullanılabilirler.
Alerjik
Rinit Tanısı
AR’lerde tanı,
ayrıntılı bir hikaye, muayene ve alerjenin in vivo veya in vitro testlerle
gösterilmesi ile konulur. Genellikle, ot polenleri ile ortaya çıkan MAR’te
hapşırma, kaşıntı ve burun akıntısı başlıca semptomlardır. Ev tozu akarları
veya diğer perennial alerjenlerle ortaya çıkan PAR’te ise, kaşıntı ve hapşırma
semptomları belirgin değildir; bu hastalar daha çok sık nezle-grip
olduklarından, bir türlü iyileşemediklerinden söz ederler. Burun tıkanıklığı,
koku alamama gibi semptomlar daha belirgindir. Ot poleni alerjisi olan ve
hastalığı aktifken muayene edilen hastaların alt konkaları genellikle
ödemlidir. PAR’li hastalarda en sık rastlanan muayene bulgusu ise hipertrofik,
normal renkte veya normalden daha hiperemik alt konkalardır (Çocuklarda alerjik
rinit).
Alerjik Rinit
tanısında kullanılan testler; Klinikte en çok kullanılan deri testleri,
epikutan (prick, strach) ve intradermal testlerdir. Bunlardan en güvenilir ve
en yaygın kullanılan yöntem prick testtir. Prick test AR’e sebep olan çeşitli
alerjenlerin ortaya konulmasında en güvenilir ve yaygın olarak kullanılan
testtir. Prick test basittir, kolay uygulanır, hastaya az acı verir ve ucuzdur.
Test solüsyonları stabildir. Sonuçları semptomlar ile çok iyi korelasyon
gösterir. Komplikasyonları azdır. En önemli dezavantajı sensitivite düşüklüğüne
bağlı olarak ortaya çıkan yanlış negatif reaksiyondur. Tüm prick test
yöntemleri yanlış negatif sonuçlar verebilir. Prick testin sensitivitesi
%73,2-82,5 arasında değişmektedir. Nazal yayma, alerjik ve nonalerjik rinitlerin
ayırıcı tanısında önerilen bir tanı yöntemidir. Eozinofil sayısı sayılan
hücrelerin %15’inden fazla ise eozinofiliden bahsedilir. Eozinofili klinikle
birlikte AR lehine değerlendirilir. Eozinofili görülmemesi AR’i ekarte etmez.
Cilt testleri negatif çıkan hastalarda nonalerjik rinit tanısı koymak için
kullanılabilir. Cildi normal olmayan, test esnasında anaflaksi riski bulunan,
testi etkileyebilecek ve kesilmesi mahsurlu ilaç kullanan hastalarda ve
gebelerde cilt testi yapılamaz. Bazı çocuk hastalarda ve mental retarde
hastalarda da cilt testi yapılamayabilir. Böylesi durumlarda kan testleri (in
vitro testler) yapılabilir. En yaygın kullanılan in vitro test, serumda
spesifik ve total IgE değerlerine bakılmasıdır. Kanda spesifik IgE titrasyonunu
saptamak için RAST (radioallergosorbent test) ve ELİSA (enzim linked
immünoassay analizi) yöntemiyle çalışan testler kullanılabilir.
Alerjik Rinit Nedir
Alerjik Rinit immünoglobülin E
(IgE) bağımlı, tip 1 aşırı duyarlılık reaksiyonu şeklinde ortaya çıkan,
nöbetler halinde hapşırık, bol ve sulu burun akıntısı, burun tıkanıklığı
(konjesyon) ve kaşıntı ile karakterize inflamatuar nazal mukoza hastalığıdır.
Alerjik Rinit,
özellikle gelişmiş toplumlarda, nüfusun %10-30’unu etkileyen, immünolojik ve
diğer kronik hastalıklar arasında en sık görülen ve insidansı giderek artan bir
hastalıktır.
AR’ ler sıklıkla
mevsimsel AR (MAR) ve perennial AR (PAR) olmak üzere iki klinik tablo
oluştururlar. MAR ev dışı aeroalerjenlere karşı gelişen reaksiyon sonucu ortaya
çıkar. Bunların başında değişik ağaç, çimen ve yabani ot polenleri; değişik
mantar sporları gelir. Perennial alerjik rinit ise ev içi aeroalerjenlere karşı
gelişen bir reaksiyondur. Bunların başlıcaları ev tozu akarları, hayvan
deri-tüy döküntüleri ve bazı mantar türleridir.
Çölyak Hastalığı ve
Motilite Bozukluğu Nedir
Çölyak hastalığında
gastrointestinal motilite bozukluğuna bağlı olarak birçok gastrointestinal
semptom (ishal, karın ağrısı, dispepsi, sternal yanma, göğüs ağrısı, kabızlık)
rapor edilmiştir.
Gastrointestinal
sistem motilite anormallikleri içinde; ösefageal motor anormallikleri,
gastroözefageal reflü, gastrik boşalma süresinde uzama, oroçekal geçiş
zamanında uzama, postprandial safra kesesi boşalmasının gecikmesi rapor edilen
patolojilerdir (76). Erişkin çölyak hastalarında, gastrointestinal motililite
ile ilgili yapılan ilk çalışmalarda; ince barsağın manometrik incelemelerinde
anormal, düzensiz ve dev motor dalgalar saptanmış ve karın ağrısı, kronik ishal
gibi semptomların bu anormal motiliteye bağlı olabileceği ileri sürülmüştür
(77). Diğer çalışmalarda da tedavi edilmemiş çölyak hastalarında mide boşalma
zamanında uzama saptanmış ve bunların glutensiz diyet ile düzeldiği
gösterilmiştir (78). Usai ve arkadaşlarının (79) sintigrafi yöntemi ile
yaptıkları çalışmada gastrik boşalma zamanının çölyak hastalarında yaklaşık 2
kat uzadığı gösterilmiştir. Erişkin çölyak hastalarında ortalama %50 oranında
ösefageal motor fonksiyon anormallikleri, %30 oranında da ösefageal monometrik
anormallikler gözlenebileceği belirtilmiştir (80). Bu çalışmalar sonucunda
çölyak hastalarında gözlenen motilite bozukluğu ve özellikle alt ösefageal
sfinkterdeki basınç düşüklüğü birkaç faktöre bağlanmıştır. Bunların başında hastalık
sürecinde oluşan yangısal yanıt sırasında, barsak duvarından salınan bazı
nörotransmiterlerin tüm gastrointestinal yolu dış uyaranlara karşı aşırı
duyarlı hale getirdiği bunun da anormal motiliteye neden olduğu ileri
sürülmüştür (81). Somatostatin de inhibitör etkili bir diğer mediatördür ve
safra kesesi hipomotilitesi ile ilişkili bulunmuştur (motilite testi).
Peptid YY distal
ileum, kolon ve rektumdan salınır ve gastointestinal motilite, gastrik asit
sekresyonu, gastrik boşalma süresi ve pankreatik enzim salgılanması üzerine
inhibitör etkisi mevcuttur. Enteroglukagon, nörotensin, peptid YY gibi bazı
intestinal hormonların yeni tanı konmuş çölyak hastalarında yüksek bulunması,
bu hormonların gastrik boşalma süresinin gecikmesine, alt ösefageal sfinkter
basıncında azalmaya neden olabileceği ileri sürülmüştür (83-84). Kolonik geçiş
zamanı uzamış kabızlıkta da peptid YY seviyesinin atmış olduğu tespit
edilmiştir (85). Bununla birlikte çölyak hastalarında peptid YY seviyesinin 8
aylık glutensiz diyet sonrası normale döndüğü rapor edilmiştir.
Çölyak hastalığı ile
kronik kabızlığın ilişkisi net olarak bilinmemekle birlikte; glutenin
intestinal nöronlar üzerine olan toksik etkisinin, mukozal inflamasyonun ve
salınan nörotranmitterlerin normal barsak motilitesini azaltarak kabızlık
yakınmasına yol açabileceği öne sürülen düşüncelerdendir (87). ÇH’da peptid YY
seviyesinin artmasının, bu hastalığın oluşturduğu mukozal hasar, vilus atrofisi
ve buna bağlı olarak intestinal emilimin azalmasına yanıt olarak gerçekleştiği
düşünülmektedir. Peptid YY seviyesinin artışı sonucu kolonik geçiş süresinin
uzayarak besinlerin emiliminin sağlandığı ancak bunun sonucunda da hastalarda
kabızlık probleminin oluştuğu öne sürülmektedir (motilite değerleri).
Buna karşın kronik
kabızlık problemi olan çocuklarda ÇH tarama testinin 1. basamakta kullanılıp
kullanılmayacağı tartışmalıdır. Hipotiroidi, elektrolit bozuklukları ve küçük
çocuklarda konjenital megakolon atlanmaması gereken oganik problemler iken,
ÇH’nın daha çok tedaviye dirençli ve ÇH’a ait klinik bulguları olan hasta larda
araştırılması önerilmektedir. Bu çalışmada; kronik kabızlık problemi ile
başvuran çocuklarda ÇH prevalansı ve ÇH için tanısal olabilecek ipuçları
araştırılması amaçlandı.
Çölyak
Hastalığı Çeşitleri ve Testi
Klasik Colyak Hastaligi
Testi
Belirtiler 12-18. aylarda başlar. Tipik olarak
kronik ishal, büyüme geriliği, iştahsızlık, karın şişkinliği ve kas güçsüzlüğü
ile karakterizedir. Bu klinik bulguların yanında hastalarda antikor pozitifliği
ve ince barsak mukozasında hafif vilus düzleşmesinden total vilus atrofisine
uzanan histopatolojik bulgular da mevcuttur. Bulgular glutensiz diyetle düzelir
Sessiz Çölyak Hastalığı ve testi
Aktif yakınması ve klinik belirtisi olmayan
bireylerde taramalar sırasında ÇH’na özgü antikorların pozitif bulunması sonucu
saptanan formdur (32). HLA tiplendirmesi ÇH tanısını desteklemektedir ve barsak
biyopsisi yapıldığında ince barsak mukozasında tipik lezyonlar vardır (68). Son
yıllarda serolojik tanı yöntemlerinin gelişmesi ile sessiz formun görülme
sıklığının sanılanın çok üzerinde olduğu fark edilmiş, tarama programlarında
hastalığın özellikle risk gruplarında (tip 1 DM, selektif IgA eksikliği, Down sendromu) ve çölyak hastalarının
birinci derece akrabalarında sık olduğu bildirilmiştir.
Potansiyel Çölyak Hastalığı
Bu hastalarda ÇH için tipik klinik belirtiler
yoktur. ÇH ile ilişkili antikorlar ve HLA tiplendirmesi pozitif olarak bulunur
ancak histopatolojik bulgu yoktur ya da minimal değişiklik söz konusudur. Bu
hastalar genetik olarak ÇH’na yatkın oldukları için hastaların %50’sinden
fazlasında ÇH gelişebilmektedir (69). Bununla birlikte potansiyel ÇH’na sahip
106 çocuğu kapsayan bir çalışmada, üç yıllık bir izlem sonrası, çocukların
çoğunun sağlıklı kaldığı, %14.6’sının çölyak antikorlarının kaybolduğu ve
sadece %33’ünde villöz atrofinin geliştiği gözlenmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)