Peki beynimiz neden hücre kaybına uğruyor?
Biraz önce de söylediğim gibi beyin hücreleri diğer tüm hücreler gibi sürekli işleyen, işlerken de kendi ihtiyacı olan enerjiyi üretmesi gereken, kendi ihtiyacı olan yapıtaşlarını, malzemeleri, proteinleri yapması gereken küçük bir fabrika. Bu fabrika binlerce saatlik süreç boyunca işlerken, giderek içinde eskiyen maddeler birikmeye başlıyor. Mesela eskiyen proteinlerin sürekli yıkılıp tekrar yapılmaları gerekirken, bunlann bir kısmı yıkılamadığından hücre içinde birikmeye başlıyorlar, hücrenin iç iskeleti, hücre içindeki yoğun trafik etkilenmeye, zarar görmeye başlıyor, hücre yıpranıyor ve yıllar içerisinde bu yıpranmaya bağlı olarak hücre kaybı ortaya çıkıyor. Kimi insanda daha hızlı, kimi insanda ise daha yavaş olan bir süreç bu. İşte beyin, büyük olasılıkla yıllar içinde oluşan ve hücrelerin kaybıyla sonuçlanan bu sürecin sonunda yaşlanıyor.
Beynimiz yaşlanıyor. Diğer organlarımız da yaşlanıyor. Hocam, düşünsenize kalbimiz, karaciğerimiz, akciğerimiz çok yıpranmasaydı ama beynimiz hızla yaşlansaydı ortaya çok tuhaf bir durum çıkardı değil mi?
Organlarımız büyük ölçüde birbirine paralel yaşlanıyorlar. Aslında yaşlanma süreci kaç yaşında başlıyor biliyor musunuz? Yaklaşık 7 yaşlarında. İlk yaşlanmaya başlayan organımızın da göz merceği olduğu düşünülüyor.
Beynimiz sizce nasıl bir organ? Hâlâ çözülememiş olması, kapasitemizin çok az bir bölümü ile yaşamımızı sürdürmemiz... Biraz gizemli bir yönü yok mu?
Deyim yerindeyse beyin, tüm organların kralı. Vücudun denetimini elinde tutan kompleks bir organ. Aslında beynimizin bir kısmını kullanmadığımız düşüncesi doğru olmayan bir varsayım. Böyle bir şey söyleyebilmek, diğer bir deyişle beynimizin ne kadarını kullandığımızı bilebilmek için tam olarak nasıl çalıştığını ve hangi iş için ne kadar kapasiteye ihtiyacı olduğunu anlamak lazım. Ancak o zaman teorik olarak beynin ne kadarını kullandığımızı söylemek mümkün olabilirdi. Eskiden hakim olan görüş, "Beynin her bölgesi tek bir iş yapar" şeklindeydi. Şimdiki varsayıma göre ise beynin değişik bölgelerinin ağırlıklı olarak yaptığı işler var. Ama her bölge başka işlere de karışabiliyor. Bölgelerin çoğu birbirleriyle ilişki içinde bir "sinir ağı" (nerwork) çerçevesinde çalıştıkları için bir tek bölgenin, ufak bir bölgenin devre dışı kalması bir anlam taşımayabiliyor... Ancak değişik işlevlerden sorumlu olan her bir sinir ağında belli kilit noktalar var. Diyelim ki yüz tane birbiriyle bağlantılı hücre bir işlev için beraber çalışıyorlar ama bunların on tanesinin bir araya gelip yoğunlaştığı bölge o işlevin köprübaşı. Onların mutlaka düzgün çalışması gerekiyor. Eğer köprübaşında bir hasar oluşursa o zaman o işlev bitiyor. Özetlersek beynin şu anki çalışma teorisi, birbirine paralel çalışan ancak birbiriyle bağlantılı sinir ağlarından oluştuğu şeklinde. Her işlev için bu ağların yoğunlaştığı bölgeler var. Örneğin konuşma bölgesi, belleğin oluşması, görsel algılama bölgesi gibi. Böyle bakıldığında eski teoriyle ona karşı öne sürülen karşıt teorinin birleştirildiği söylenebilir. İlk teori çok mekanik bakışlı bir teoriydi: "Beynin her bölgesinin tek bir görevi vardır" şeklindeydi. Ona karşı sürülen söylem ise, "Beynin tümü her işlev için hep beraber çalışır" şeklindeydi. Şimdi bu iki teori birleştirildi. Böylece her iki teorinin yetersiz kaldığı konuları açıklamak mümkün oldu. Şu anki teori şunu söylüyor: "Evet beyin hücreleri birlikte paralel ağlar şeklinde çalışıyorlar. Ama beynin belli bölgeleri, belli işlevler için özelleşmiş durumda." Hakikaten de bu açıdan baktığımız zaman beynin her hücresinin şu ya da bu şekilde bir işlevinin olduğunu görüyoruz.
Baştan itibaren böylesine iyi organize olmuş bir ağ bu. Bu kadar mükemmelse neden yaşlanıyor?
Dediğim gibi kapasitesi çok yüksek, çok geniş, ama gene de sınırlı: Yaklaşık elli milyar hücre ile doğuyoruz, buna yenisi eklenmiyor artık.
Herkes aynı şekilde mi?
Aşağı yukarı. Beyin ağırlığına baktığınız zaman ortalama olarak erkeklerde biraz daha ağır, kadınlarda biraz daha hafif olmak üzere yaklaşık 1.300-1.400 gram civarındadır.
Erkeklerin beyni niye ağır hocam? Kadınlara göre beyin kapasitesi açısından daha mı zekiler?
Hayır, öyle olduğunu zannetmiyorum. Erkeklerin vücutları da, kas-iskelet sistemi de daha büyük. Tabii bu kas sistemini çalıştırmak için daha fazla hücreye ihtiyaç var, onun için de daha fazla beyin dokusuna ihtiyaç var. Ayrıca ağırlık ile işlevin doğrudan bir ilgisi de yok. Yani daha ağır beyin daha iyi çalışacak diye bir şart yok. Çünkü bir de o hücrelerin yaptığı bağlantılar önemli. "Elli milyar hücre çarpı bin beş yüz bağlantı" dedim ya. Bizi kişi olarak diğerlerinden ayıran şey aslında o bağlantılar. O bağlantılar kişisel deneyimlerimizi, kişisel farklılıklarımızı sağlıyor. Sayısal olarak baktığınızda insanların büyük kısmı yaklaşık aynı sayıda hücre ile doğuyor. O zaman herkesin zihinsel kapasitesinin de yaklaşık aynı olması lazım, ancak öyle olmuyor. Deneyimlerimiz farklı, anılarımız farklı, yeteneklerimiz farklı. Hücrelerin birbirleri ile yaptıkları bağlantıların farklılığı ve çeşitliliği beynimizi şekillendiriyor, kişiselleştiriyor. Diğer taraftan ölen hücresinin yerine yenisini koyamayan bu organın sürekli aktif durumdaki hücrelerinin yıpranma süreçleri de farklı, bu yüzden değişik bireylerde beynin yaşlanma süreci ve onun getirdiği sonuçlar da farklı şekillerde, farklı zamanlarda ve farklı boyutlarda ortaya çıkıyor.
Genetik, insanoğluna sınırlı bir ömür biçiyor
Bu durum biz insanoğlunun kaderi mi? Bir bakıma beynimiz, "kaderci" bir organ mı?
Şimdiki görüşe göre insanın, genetik kodlarının kapasitesi temelinde ulaşabileceği maksimum bir yaşam süresi var. Bunun yüz otuz yıl civarında olduğu düşünülüyor. Neden genetik kapasitesine göre diyorum? Daha önce söylediğim gibi hücre içinde sürekli bir yenileme, bir devridaim söz konusu. Bu sürekli "tadilat" esnasında arta kalan tamir atıkları var. Zamanla bu atıklar hücrenin "atık temizleme kapasitesini" aşıp, giderek hücre içerisinde birikmeye başlıyorlar. Bir taraftan yıkılanların yerine yeni malzemelerin, hücre yapıtaşlarının, örneğin proteinlerin, yapılması gerekiyor. Bunun için de ilgili genetik şifrelerin okunması lazım.
Ancak bu genetik şifreler de eskimeye başlıyor zamanla, çünkü sürekli olarak içten ve dıştan zararlı etkenlere maruz kalıyorlar. Mesela atmosferden gelen radyasyona maruz kalıyoruz. Diğer taraftan şifreler okunurken oluşan hatalar da. var. Aslında hücre bunun da önlemini almış. DNA dediğimiz genetik şifreyi taşıyan kodlar okunurken oluşan hataları geri çeviren özel genetik programlar da var. Ancak onlar da zaman içinde yıpranmaya başlıyorlar. Bir başka deyişle hücrenin genetik materyali sürekli kullanıldığı için zaman içinde o da eskimeye başlıyor. İşte onun için de insanların genetik kodunun belli bir kapasitesi olduğu ve bu temelde sınırlı bir hayat sağlayabileceği düşünülüyor. Bugüne baktığımızda artık bu sınırdan çok da uzak değiliz. 20. yüzyılın başlarında ortalama yaşam beklentisi herhalde 35-40 yaş civarındaydı şimdi neredeyse 90'a yaklaştı, özellikle Japonya ve Kuzey ülkelerinde.
Türkiye'de de şu an ortalama yaşam beklentisi 68-70 yıl civarında. Giderek genetik kodlarımızın bize sağlayabileceği varsayılan maksimum kapasiteye doğru yaklaşıyoruz. Sonuçta, kaderi eğer böyle tanımlarsak, kaderimizin çizdiği bir çerçeve var. Henüz onun sınırına gelmedik ama yaklaştığımızı söyleyebilirim.
Beynin genetik şifrelerinden bahsedince aklıma geldi. Bazı insanların beyni daha hızlı ya da bazı insanların beyni daha yavaş yaşlanıyorsa bunun tek izahı genetik midir?
Tek izahı genetik değil. Genetik ve çevrenin sürekli bir etkileşimi var. Giderek daha yaygınlaşan görüş, vücutsal bozukluk ve hastalıkların çoğunun çevre ile genetiğin etkileşimi sonucu ortaya çıktığı şeklinde. Genetik kodlarımız bizi bazı hastalıklara daha yatkın veya daha dirençli hale getiriyor. Benzer şekilde genetik şifremiz daha hızlı ya da daha yavaş yaşlanmamızı sağlıyor. En uç durumlar sadece genetik temellerden kaynaklanan hastalıklar, örneğin genetik mutasyonlar (genlerde oluşan bozukluklar) sonucu oluşan hastalıklar ya da sadece çevreden kaynaklanan hastalıklar (örneğin travmalar). Ama hastalıkların ve normal insan işlevinin büyük kısmı, genetik ile çevrenin etkileşiminden doğuyor. Genetik bize bir altyapı veriyor, belli yatkınlıklar veya belli dirençler sağlıyor. Eğer çevreden gelen etkenler kötüyse, o zaman genetik yatkınlığı olan insanda, mesela kanser çok daha kolay ortaya çıkıyor; ama çevreden gelen aynı etkenler genetik direnci olan insanda aynı etkiyi ortaya çıkartmıyor. Çok basit bir örnek; sigara içen herkes akciğer kanseri olmuyor. Ya da günde iki paket içen iki kişiden birisinde akciğer kanseri gelişiyor ama diğeri sağlıklı yaşamaya devam ediyor. Neden? Bazı insanların büyük ihtimalle kansere genetik yatkınlığı var. Çevre faktörü de işin içine girdiği zaman ikisi bir araya geliyor. Çevre faktörlerine bağlıymış gibi gözüken hastalıklarda, örneğin enfeksiyonlarda, dahi bir gene-tik-çevre etkileşimi söz konusu. Yüz insana bakıyorsunuz, aynı virüs veya bakteri bir kısmında hastalık yaratıyor bir kısmında yaratmıyor; bir kısmı çok ağır hastalanıyor, bir kısmı daha az hastalanıyor.