Epilepsi ve Uyku Ölçekleri
Uyku bozuklukları tanısında altın
standart polisomnografidir. Polisomnografi uyku sırasında, baŞta
nöro-fizyolojik, kardiak, respiratuar olmak üzere pek çok fizyolojik
parametrenin genellikle gece boyunca eŞzamanlı ve devamlı olarak
kaydedilmesidir. Bu yöntemle uyku evreleri ve birçok fizyolojik parametre
ayrıntılı olarak izlenmekte ve çeŞitli organ sistemlerinin fonksiyonu, uyku ve
uyanıklık sırasındaki etkileŞimleri konusunda bilgi sağlanmaktadır.
Ülkemizde uyku laboratuarlarının, uyku
bozuklukları ile ilgili değerlendirmelerin yapıldığı merkezlerin sayıca azlığı
göz önüne alındığında diğer ölçüm araçlarına oldukça ihtiyaç duyulduğu düŞünülmektedir.
Bu nedenle uyku sorunlarının değerlendirilmesinde polisomnografi gibi daha ileri
tetkiklere geçilmeden önce kolay uygulanabilirlikleri açısından uyku ölçekleri
ile baŞlangıç değerlendirmesinin yapılması önerilmektedir
Bu ölçeklerden biri de Ronald Chervin
tarafından geliŞtirilen Çocuklarda Uyku Ölçeğidir (Pediatric Sleep Questionnaire).
Ölçeğin 72 soruluk uzun ve 22 soruluk kısa olmak üzere iki versiyonu bulunur.
Kısa olan form daha çok uykuya bağlı solunum problemleri ile iliŞkili iken
kapsamlı olan formunda, daha fazla uyku sorunu değerlendirilebilmektedir
Çocuklarda Uyku Ölçeği;
(A) gece ve
uyku zamanı olan davranıŞlar,
(B) gün içerisindeki davranışlar ve
(C) dikkat
eksikliği ve hiperaktivite ile ilgili sorular olmak üzere üç bölümden oluŞmaktadır.
Ölçeğin; davranıŞsal sorunlar, horlama, nefes sorunları ve diğer sorunlar olmak
üzere dört alt ölçeği bulunmaktadır. Nefes alma sorunları alt ölçeği,
obstrüktif uyku apne sendromu tanısında altın standart olarak bilinen
polisomnografi ile karŞılaŞtırıldığında %81 duyarlılık ve %87 özgüllük
göstermektedir
Epilepsi ve Uyku Bozuklukları
Uyku-uyanıklık düzenlenmesinin
biyolojik olgunlaşma ve gelişimsel etmenler ile etkileşmesi sebebiyle
çocuklarda uyku bozukluklarının görülme sıklığı yüksektir.
Çalışmalar, çocukların yaklaşık dörtte
birinin uyku sorununun olduğunu ortaya koymaktadır (52). Konya'da 0-17 yaş
grubunda yapılan bir çalışmada uyku bozukluklannın sıklığı %28,9 olarak tespit
edilmiştir. Bu çalışmada en sık tespit edilen uyku bozuklukları; %8,4 oranında
uykuda konuşma, %7,7 kabus bozukluğu, %5,8 uykusuzluk, %5 uykuda altını
ıslatma, %4 karabasan, %3,6 uykuda horlama, %3,3 uykuda varsanılar, %3 şuursuz
uyanma, %2,5 uyurgezerlik, %2,3 oranında gecikmiş uyku bozukluğu olarak
bildirilmiştir
Edirne'de yapılan bir çalışmada 6-18
yaş arasındaki parasomni yayınlığı %71,6 olarak bildirilmiştir (54). Ağargün ve
ark. (55) 7-11 yaş arası çocuklarda yaptığı bir başka çalışmada da parasomni
yaygınlığı %14,4 olarak bildirilmiştir.
Uluslararası uyku bozuklukları
sınıflaması 2005 kitabında çocuklarda uyku bozukluklarının sıklığı şöyle
belirtilmiştir: uyurgezerlik %17, karabasan %1-6,5, uyku felci %5, kâbus
bozukluğu % 10-50, uykuda konuşma %5, uykuda horlama %10-12, uykuda tıkayıcı
solunum durması% 2, şuursuz uyanma %17,3, çocukluk çağının davranışla ilgili
uykusuzluğu % 10-30, gecikmiş uyku faz bozukluğu %7-16 oranında bildirilmiştir
İlk uyku bozuklukları sınıflaması 1979
yılında “ Diagnostic Classifıcation of Sleep and Arousal Disorders” başlığı
altında yayınlanmıştır. Bu ilk sınıflamada uyku bozuklukları uyku bozukluğu
semptomları temel alınarak sınıflanmış ve bugün kullandığımız sınıflamaların
temelini oluşturmuştur. 1990 yılında ikinci uyku bozuklukları sınıflaması
yayınlanmış, bu sınıflama da 1997 yılında gözden geçirilerek tekrar yayınlanmış
ve birçok hekim ve merkez tarafından uzun süre kullanılmışlardır. 2003 yılında
“American Academy of Sleep Medicine” yeni bir çalışma başlatmış ve 2005 yılında
elimizdeki son sınıflamayı yayınlamıştır. Bu sınıflamada katı kurallara bağlı
kalınmamakta uyku bozuklukları semptom, fızyopatoloji ve zaman zaman da sistem
bazında incelenerek sınırlanmıştır. Sınıflama 8 kategoride 85 uyku hastalığını
içermektedir
Ana kategoriler aşağıda sıralanmıştır:
1. İnsomniler
2. Uykuda solunum bozuklukları
3. Uykuda solunum bozukluğuna bağlı
olmayan aşırı uykululuk halleri
4.
Sirkadiyen ritm bozuklukları
5. Parasomniler
6. Uykuya bağlı hareket bozuklukları
7. Normal variantları ve çözümlenmemiş
uyku bozuklukları
8. Diğer uyku bozuklukları
Araştırma sonuçları, uyku sorunlarının
çocuklarda yetersiz olarak tarandığına ve bunun sonucu olarak sıklıkla
atlandığına işaret etmektedir (58). Örneğin 2001'de Owens ve ark. (59) yaptığı,
600 kadar pediatristin katıldığı bir araştırmada hekimlerin %20' sinden
fazlası, sağlıklı okul çağı çocuklarının rutin değerlendirmesi sırasında uyku
sorunlarını hiç sorgulamadıklarını; ergenlerin ise %40'ından daha azını bu
yönde sorguladıklarını belirtmişlerdir.
Epilepsi ve Uyku Fizyolojisi
Uyku, mental ve biyolojik aktivitenin
geçici ve kısmi olarak durması şeklinde tarif edilebileceği gibi, 24 saatlik
sirkadyen endojen ritm içinde kişinin duysal veya diğer bir stimulusla
uyanabildiği gelip geçici bir bilinçsizlik dönemi olarak da tanımlanabilir.
Kaliteli bir uyku ile sağlıklı olma arasındaki ilişki yıllardır bilinmektedir.
Fakat bu konudaki çalışmalar ve uyku fizyolojisinin aydınlatılması 1929'da Hans
Berger tarafından EEG'nin keşfi ile başlamış l953'de Aserinsky ve Kleitman
tarafından REM uykusunun ortaya konması ile hız kazanmıştır. EEG beyin hücrelerinin
elektiriksel çalışmalarını büyüterek bir kağıt üzerine aktarmaktadır. Bu yol
ile uyku fizyolojisini incelemekte geniş ufuklar, imkanlar ortaya çıkmıştır
Uykunun başlaması, eş zamanlı olarak meydana gelen
bir dizi faaliyet sonucu olmaktadır. Uykuya sebep olan en belirgin uyarı alanı,
ponsun alt yarısı ve bulbusta yer alan rafe çekirdekleridir. Rafe
çekirdeklerindeki sinir hücrelerinin çoğu serotonin salgılamaktadır. Serotonin
uyku oluşumu ile ilgili ana aracı maddedir. Medulla ve ponsun duyuyla ilgili
bölgesi olan traktus solitarius çekirdeği içindeki bazı alanların uyarılması
da, uyku oluşturmaktadır. Diensefalondaki hipotalamusun rostral kısmı ve
talamusun uyarılması da uykuyu kolaylaştırmaktadır.
Uyuyan bir insanın EEG kayıtları
çeşitli özellik gösterir. EEG kayıtlarına göre 2 çeşit dalga gözlenir. Bunlar;
1-Yavaş dalgalı uyku; hızlı göz hareketlerinin olmadığı uyku (non-rapid eye
movement). Non-REM denir. 2- Hızlı dalgalı uyku; hızlı göz hareketlerinin
olduğu uyku (rapid eye movement). REM olarak adlandırılır. Non-REM dönemi dört
bölüme ayrılır; üçüncü ve dördüncü bölümler delta uykusu veya yavaş dalga
dönemi diye bilinirler ve uykunun en derin dönemleridir. Bu derin non-REM uyku
dönemi gecenin ilk birinci ile üçüncü saatleri arasında gerçekleşir.
Yenidoğan döneminde
çocuklarda REM ve non-REM eşit süreli görülür (%50 REM, %50 non-REM). Erişkin
döneme doğru REM azalır ve non-REM uykusu artar (%25 REM, %75 non-REM). Uykunun
başlamasından yaklaşık 90 dakika sonra da ilk REM dönemine girilmektedir. Daha
sonra yeniden non-REM uyku dönemi başlamaktadır. Bu şekilde bir uyku süresinde,
yaklaşık her biri 90 dakika devam eden 4-6 safha görülmektedir. Genel olarak
uykunun ilk üçte birlik bölümünde derin uyku, son üçte birlik bölümünde de REM
uykusu daha fazla yer almaktadır.
a)
Non-REM uyku: Hızlı göz hareketlerinin olmadığı uyku (NREM: nonrapid eye
movement) gittikçe derinleşen dört evreden oluşur. Birinci ve ikinci evreye
yüzeyel yavaş uyku, üçüncü ve dördüncü evreye derin yavaş uyku adı verilir. En
son evrede, beyin elektrofızyolojik aktivitesini yavaş dalgalar oluşturur ve
yavaş dalga uykusu olarak adlandırılır. Bu dönemde uyanmak güçtür. Uyanıklık
tepkisi bozuklukları, bu dönem ile ilişkilidir.
b)
REM uyku: Non-REM uyku döneminden sonra başlar. EEG de düşük amplitüdlü,
karışık frekanslı ve uyanıklığı andıran bir görünüm vardır. Epizodik hızlı göz
hareketleri (REM) ile kas tonusunda azalma yada kayıp ile seyreden REM dönemi
5-10 dakika sürer. Çoğu rüyalar REM uykusu döneminde ortaya çıkar ve bu yüzden,
gece kâbus bozukluğu ve REM uykusu davranış bozukluğu bu dönem ile ilişkilidir
Epilepsi Tanısı ve Elektroensefalografi
Elektroensefalografi ilk olarak
1940'larda kullanılmaya başlanmış ve zamanında nörolojide bir devrim
yaratmıştır. EEG ile geniş bir nöron grubunun spontan elektriksel
aktivitesindeki dalgalanmalar yüzeyden kaydedilir
EEG, epilepsi tanısında, epilepsinin
fokal veya jeneralize olduğunu yorumlamakta ve hastaların takibinde kullanılan
en önemli tetkiktir (40). Başlıca zemin aktivitesinde belirgin asimetri veya
yavaşlama ve epileptiform deşarjların (diken, keskin ve diken-dalga deşarjları)
saptanmasına çalışılır. Saptanan anomalinin lateralizasyonu mümkünse
lokalizasyonu açısından oldukça kıymet taşır. Ancak epileptiform anomalinin
görülmesi mutlaka epilepsi anlamına gelmemektedir, aksi normal bir EEG'nin
epilepsi tanısını dışlamayacağı da akılda tutulmalıdır
Klinik olarak epilepsi tanısı alan
hastaların sadece %40'ında tek EEG'de interiktal epileptiform anomali olduğu
tespit edilmiştir. Tekrarlanan EEG'lerde, aktivasyon yöntemlerinin iyi
uygulanması ve mümkünse uyku kayıtları ile bu oran %80-90'lara çıkmaktadır.
Sağlıklı erişkinlerde rutin EEG çekiminde epileptiform değişiklik görülme oranı
% 0,5'tir. EEG kliniğine yönlendirilen epileptik olmayan sağlıklı çocuklarda
ise bu oran %2-4'e ulaşır. Nöbet geçiren hastanın EEG'sinin normal olması
epilepsi tanısını dışlamaz. EEG'deki elektriksel anormallikler pek çok
epileptik hastada ataklar arasında (interiktal dönem) da ortaya çıkar. Birçok
epileptik hasta sürekli normal interiktal EEG bulgusu gösterebilir
Standart bir EEG çekiminde; aktivasyon
yöntemlerinden göz açma kapama, hiperventilasyon ve fotik stimulasyon
yapılmalıdır. Hiperventilasyon en az 3 dakika yapılmalı ve çekim
hiperventilasyon sonrası en az 2 dakika devam etmelidir. Fotik stimülasyon
hiperventilasyon sırasında ya da hiperventilasyon sonrası ilk 3 dakika içinde
yapılmamalıdır. Her uyarı 10 saniye boyunca uygulanmalı ve en az 7 saniye ara
verildikten sonra diğer uyarı tekrarlanmalıdır. On saniye sürenin ilk 5
saniyesi gözler açık uyarı verilmeli, izleyerek hastanın gözleri kapattırılmak
ve 5 saniye boyunca göz kapalı şekilde ışık uyarı devam etmelidir. Çünkü bazı
hastalar sadece göz açıkken, bazıları sadece göz kapalı iken ya da tam göz
kapatma anında duyarlılık gösterebilirler. Sadece gözler kapalı uygulama ile
bazı hastaların duyarlılığı atlanmış olur
Jeneralize Tipte Epilepsi Nöbetleri
Nöbetlerin başlamasından sonuna kadar
olan sürede hiçbir fokal belirtinin olmaması ve nöbet sırasında çekilen EEG'de
bulguların bilateral oluşu jeneralize epilepsilerin genel özelliklerini oluşturur
Selim ailesel yenidoğan
konvülzüyonları: doğumdan sonraki 2-3 gün içinde klonik ya da apneik nöbetler
şeklinde belirir. EEG bulgusu yoktur. Hastaların %14'ünde ileri yaşlarda
epilepsi görüldüğü bildirilmiştir
Selim yenidoğan konvülzüyonları: doğumdan
sonra 5. günde klonik ya da apneik nöbetler şeklinde belirir. Bu konvülziyonlar
5. gün hastalığı olarak da bilinir. Herhangi bir metabolik bozukluk
tanımlanamamıştır. Hastaların gelişimi normaldir
Süt çocukluğunun selim miyoklonik
epilepsisi: hayatın ilk 2 yılı içinde jeneralize miyoklonus atakları ile
karakterizedir. Aile öyküsü genellikle vardır. Nöbetler sık olmasına rağmen
çocuğun gelişimini etkilenmez. Ender olarak ileri yaşlara kadar devam eden ve
tonik-klonik jeneralize nöbetlere dönüşen myokloniler görülebilir
Çocukluk çağı absans epilepsisi
(piknolepsi): en sık 6-8 yaşlarında görülen, süresi 20 saniyeyi geçmeyen dalma
nöbetleridir. Kalıtım ile sıkı ilişki gösteren bu nöbetler erkeklerde daha
sıktır. Hastaların gelişimi genelde normaldir. EEG'de zemin aktivitesi
düzgündür, senkron bilateral 3/sn diken dalga serileri görülür
Juvenil absans: piknolepsiye benzer
dalmaların yanı sıra nöbet sırasında vücutta öne arkaya doğru hareketler ve
başın döndürülmesi ile omuzlarda kasılmalar, dizlerin bükülüp çökme hareketleri
gibi değişik hareketler görülebilir. Juvenil absans en sık ergenlik yaşlarında
görülür. EEG bulgusu piknolepsi ile aynıdır
Juvenil miyoklonik epilepsi (impulsif
petit mal, Herpin-Rabot-Janz hastalığı): genellikle 12-16 yaşları arasında
başlar. Genetik lokusu 6p21. kromozomda tanımlanmıştır. Hastalar uyanırken sık
olan miyoklonik sıçramalardan yakınır. Birkaç yıl sonra miyoklonusla birlikte
sabah erken generalize tonik-klonik nöbetler başlar. EEG'de fotik stimulasyon
ile belirginleşen 4-6/sn'lik düzensiz diken ve dalga paterni görülür
West sendromu (infantil spazmlar,
Blitz-Nick-Salaam Kraempfe): genellikle 2-7 ay arasında fark edilirler. Boyun,
gövde ve ekstremitelerde kısa süreli, simetrik kasılmalarla karakterizedir.
Nöbetler öne fleksiyon, arkaya ve yana ekstansiyon kasılması ve bunların
karışımı şeklindedir. Nöbet sırasında acı çeker gibi inleme, bağırma olabilir.
İki tipi tanımlanmıştır. İdiyopatik tip yaklaşık %8 oranında görülür,
mikrosefali yoktur, yine de nöropsikolojik gelişim etkilenebilir. Semptomatik
tipte ise mikrosefali kuraldır. Bu tipte ağır özürler gelişir. Semptomatik
tipte giral anomaliler, metabolik bozukluklar, nörokutan displaziler gibi çok
çeşitli etiyoloji saptanabilir. West sendromunun EEG bulgusu tipiktir. Zemin
aktivitesi tamamen kaybolmuştur, hipsaritmi denen multifokal diken ve yavaş
dalga paroksizması tam bir kaotik tablo gösterir
Lennox-Gastaut sendromu: 1-8 yaş
arasında beliren bu sendrom, epilepsiler arasında en ağır seyredeni ve en yoğun
tedavi sorunları yaratandır. Gelişim anomalileri, ansefalit, tüberoskleroz,
metabolik hastalıklar, doğum sırasında hipoksi ya da vasküler nedenler gibi
çok sayıda etiyolojik
neden bu sendromdan
sorumludur. Bu tabloda
atipik absans, miyoklonik, tonik
nöbetler, atonik ve tonik-klonik nöbet tiplerinin birden fazlası bir arada
görülür. Nöbetler genellikle ilaç tedavisine dirençlidir. EEG'de yavaş
(1-2.5Hz) diken-dalga görünümü tipiktir. Olguların büyük kısmında belirgin
motor-mental gerilik söz konusudur. Hastalığın başlangıcında ilk olarak denge
bozukluğu belirir. Ataksi hemen her zaman vardır ve yaşam boyu devam eder
Miyoklonik astatik nöbetli epilepsi
(Doose sendromu): 1-6 yaşların hastalığıdır. Nadir görülen bu sendromda normal
bir çocukta aniden düşme nöbetleri başlar. Nöbetler miyoklonik, astatik,
miyoklonik-astatik ve tonik klonik olabilir. Status epileptikus ve ailede
benzer öykü sıktır. EEG'de düzensiz hızlı diken-dalga veya çok diken dalga
görülür. Seyir ve prognoz çok değişkendir
Miyoklonik absanslı epilepsi: absans
nöbetlerinin myokloni ile giden bir türüdür. Nadir rastlanan bu tabloda
başlangıç genellikle 5-8 yaş arasındadır, erkeklerde biraz daha fazladır. Tipik
absanslara ciddi bilateral klonik atmalar eşlik eder
Süt çocuğunun ağır miyoklonik
epilepsisi: genellikle ilk aylarda veya ilk yıl içinde normal bir bebekte
jeneralize veya fokal miyoklonik nöbetler gelişir. Febril bir status
epileptikus olarak başlayabilir. Psikomotor gelişim ikinci yıl içinde geriler.
Tablo ilaçlara dirençlidir. EEG'de jeneralize diken-dalga, fokal bulgular ve
fotosensitivite görülür
Yavaş dalga uykusu sırasında devamlı
diken-dalgalı epilepsi: uyku sırasında çekilen EEG'de duvar kağıdı örneği diken
dalgalar saptanır. Değişik nöbet şekilleri oluşturabilir. Selim gidişlidir,
zaman içinde nöbetler kaybolur
Edinsel epileptik afazi
(Landau-Kleffner sendromu): epilepsi-afazi-otistik davranış olarak belirlenen
klasik triadı vardır. EEG bulgusu diken ve multifokal dikenlerden oluşur.
Zamanla gelişim olumsuz etkilenir. İleri yaşlarda Grand-mal nöbetleri olaya
katılır
Parsiyel Tipte Epilepsi Nöbetleri
Parsiyel nöbetler
bazı serilerde %40 olmak üzere çocukluk çağı nöbetlerinin büyük kısmını
oluşturur (1). Parsiyel nöbetler başlangıçtaki klinik ve EEG değişikliklerinin
bir serebral hemisferin sınırlı bir bölümündeki nöron sisteminin ilk
aktivasyonuna bağlı olduğu düşünülen nöbetlerdir (4). İdiyopatik fokal
epilepsiler; bu vakalarda belirli bir anatomik lezyon saptanamaz. Aile öyküsü
çoğu kez pozitiftir. Nörolojik ve psikolojik patoloji yoktur, çocuğun gelişimi
genellikle normaldir. EEG bulguları zemin aktivitesi bozukluğu göstermez,
tekrarlayan yüksek amplitüdlü dikenler görülür.
Santrotemporal
dikenli selim çocukluk çağı epilepsisi (Rolandik epilepsi): idiyopatik fokal
bir epilepsi türüdür. 3-23 yaşları arasında (en sık 9-10 yaşlar) erkeklerde en
sıktır. Nöbetler hemen her zaman uykuda belirir. Yüzü, orofarengeal yapıları
içine almak üzere parsiyel nöbetler görülür. Konuşmanın durması, yüzde
seğirmeler, ağız-dil-yanakta paresteziler, boğulur gibi olma ve kusma gibi
belirtilerin birleşimi şeklinde olabilir. Tipik interiktal EEG bulgusu tek
yanlı, bazen iki yanlı ama birbirinden bağımsız ve yer değiştirebilen yüksek
amplitüdlü santrotemporal lokalizasyon veren diken/ diken-yavaş dalga
aktivitesi şeklindedir ve bu aktivite genellikle uykuda artma gösterir
Oksipital paroksizmli
selim çocukluk çağı epilepsisi: bu çocuklarda konvülziyonlar hemi-klonik
nöbetler şeklindedir. Nöbetlerde halüsinasyon, görememe yakınmaları gibi vizüel
belirtiler ve migren benzeri baş ağrıları gibi bulgular ön plandadır. EEG
bulguları arka temporal ve oksipital bölgelerde diken dalga paroksizmaları
şeklindedir ve yalnızca gözler kapalı iken saptanabilir
Primer okuma epilepsisi: belirtiler
okul çağında ortaya çıkar ve yalnızca okuma sırasında belirir. Çocuk okurken
klonik nöbet geçirebilir. Yüze lokalize klonus hareketleri ellere yayılır. Bu
sırada çekilen EEG'de yüksek amplitüdlü diken dalga paroksizmaları görülür
Semptomatik Fokal Epilepsiler: klinik
tablosu semptomatik jeneralize epilepsiye çok benzer. Etiyoloji de eş olabilir.
Bu grubu; Kojewnikow Sendromu, spesifik faktörlerle uyarılan nöbetlerle
karakterize sendromlar, temporal, frontal, oksipital, parietal lob epilepsisi
oluşturur
Çocukluk çağının
kronik progresif epilepsia parsiyalis kontinuası (Kojewnikow Sendromu):
epilepsia parsiyalis kontinua genellikle hayatın ilk on yılında başlayan, ancak
hemen her yaşta görülebilen bir parsiyel epilepsi şeklidir. Genelde bu nöbetin
başlaması Rasmussen ensefaliti adını taşıyan, sadece bir hemisferi tutan kronik
bir ensefalitin bulgusu olarak görülür. Etyolojide bu kronik ensefalitten başka
kortikal displazi, tümörler, vasküler lezyonlar sorumlu olabilir. Rasmussen
ensefalitinde yavaş progresif bir nörolojik kötüleşme izlenir. Hemiparezi,
mental retardasyon ve dominant hemisfer tutulmuşsa disfazi olur. Tipik
olgularda ilaçlara dirençli tek yanlı fokal motor nöbetler ve/ veya temporal
lob nöbetleri ortaya çıkar. En sık olarak fokal motor status epileptikus olan
"epilepsia parsiyalis kontinua" tablosu görülür
Belirli uyarılarla
gelişebilen fokal epilepsiler: bu gruba ilaç intoksikasyonları, uyuşturucular,
alkol, uykusuzluk gibi nedenlerle oluşan nöbetler girmektedir. Psikomotor
epilepsi olarak da bilinir
Frontal lob kökenli
parsiyel epilepsi nöbetleri: sekonder jeneralizasyon gösteren/göstermeyen basit
veya kompleks parsiyel nöbetlerdir. Frontal lob kökenli kompleks parsiyel
nöbetler daha kısa sürer, başlangıcı daha anidir. Auralar genellikle
non-spesifıktir. Konuşmada ani duraklama veya ses çıkarma gibi bulgular
olabilir. Nöbetin başlangıcından itibaren sıklıkla her iki elde ve kolda tuhaf
aktiviteler olur. Otomatizmaların tuhaf olmaları nedeniyle non-epileptik
olaylarla karıştırılırlar. Düşmelere neden olabilir. Adversif baş ya da göz
deviasyonu izlenebilir. Frontal kompleks parsiyel nöbetlerin noktürnal olma
eğilimleri fazladır. Kümeler halinde olabilirler. Kompleks parsiyel status sık
görülür. Temporal nöbetlere göre sekonder jeneralizasyon sıktır. Postiktal Todd
paralizi'si nöbetlerin motor korteksin
yakınında olmaları nedeniyle
sıklıkla gelişirler. İktal
EEG bile çoğunlukla normaldir. Görüntüleme
çalışmalarında patoloji saptanmaz. Lokalizasyon yapmak çoğunlukla zordur
Temporal Lob / Temporolimbik Epilepsi:
erken çocuklukta başlar. Nöbetler tipik olarak yıllarca görülmezken ergenlik
dönemi ya da erken erişkinlik döneminde geri dönerler. Öyküde febril özellikle
de kompleks febril nöbetlere sıklıkla rastlanır. Dirençli temporal lob
nöbetlerinin yaklaşık %40'ında febril nöbet öyküsü vardır. Nöbetler sekonder
jeneralizasyon gösteren/göstermeyen basit ya da kompleks parsiyel olabilirler.
Auralara çok sık rastlanır. Epigastrik hisler, otonomik bulgular, korku gibi
psikojenik semptomlar (amigdala tutulumu), deja vu, jamais vu, koku/gustatuar
(unkus tutulumu) hisler, görsel olaylar şeklinde olabilirler. Oroalimenter,
vokalizasyon, tekrarlayan hareketler ve kompleks aktiviteler şeklindeki
otomatizmalar çok sık eşlik eder. Odağın karşı tarafındaki bir ekstremitede distonik
postür görülebilir. Neokortikal temporal lob epilepsisinde afazi, kusma,
işitsel ve görsel semptomlarla birlikte daha kuvvetli motor aktiviteye medial -
bazal nöbetlerden daha sık rastlanır. Antiepileptik tedaviye dirençlidir
Parietal Lob Nöbetleri: motor veya
duyusal sekonder jeneralizasyon gösteren/göstermeyen basit parsiyel
nöbetlerdir. Genellikle pozitif olaylar vardır. Paresteziler, uyuşmalar
sıklıkla yüzü, kolu veya eli kapsar. Rotatuar hareketler izlenebilir. Nadir de
olsa ağrılı epileptik nöbetler görülebilir. Görsel olaylar şekilli
halüsinasyonları içerir. Dominant hemisfer tutulumu nedeniyle konuşmada
bozukluklar olabilir
Oksipital Lob Nöbetleri: görme ile
ilgili bulgular şeklinde sekonder jeneralizasyon gösteren/ göstermeyen basit
parsiyel nöbetlerdir. Parietal lob ya da posterior temporal lob nöbetlerinde
olan kompleks halüsinasyonların tersine daha basittir (ışık çakmaları, renkler
ya da şekiller gibi). İktal körlük olabilir. Kontralateral konjüge göz
hareketlerine nistagmus eşlik eder
Epilepsilerin Siniflandırılması
Hipokrat zamanından beri bilinen bu
hastalığın sınıflaması antik çağlardan beri uğraşılan konulardan biridir.
İ.Ö.175'de Galen, beyinden kaynaklanan idyopatik nöbetlerden ve vücudun
herhangi bir bölgesinden kaynaklanan semptomatik nöbetlerden söz etmiştir.
XIX. yüzyıl sonlarında
sendrom yaklaşımı olguların yaş, cins, nöbet özellikleri ile sınırlıyken,
XX. yüzyıl ikinci
yarısından sonra elektroensefalografi (EEG) ve görüntüleme olanaklarının
artması, XXI. yüzyılda ise insan genom çalışmaları ve teknolojik gelişmelerin
ışığında daha detaylı hale gelmiştir
Son 40 yıl içinde ILAE 5-6 yılda bir
değişen sınıflamalarla epilepsi ve epileptik sendromları tanımlamaya çalışmıştır.
Amaç, tanımlamanın tüm epilepsi türlerini kapsaması, her konvülziyonun bir
epilepsi olmadığı, epilepsi ile epileptik konvülziyonun birbirinden ayırt
edilmesi gereğinin açıkça belirlenmesi ve sonuçta antiepileptik tedavinin daha
bilinçli yapılmasını sağlamaktır
İlk defa 1960 yılında yayınlanan, 1981
yılında nöbetler için ve 1989 yılında epilepsi için güncellenen ILAE
sınıflandırmaları genel olarak modern nörogörüntüleme, genomik teknolojiler ve
moleküler biyoloji kavramlarına dayanır
Epilepsiler üç düzeyde sınıflandırılır.
Sınıflamanın ilk düzeyinde epilepsiler konvülziyon tipine göre lokalizasyonuna
bağlı parsiyel ve jeneralize olmak üzere iki ana gruba ayrılır.
Epilepsi Nöbetleri Mekanizmaları
Nöbetlerin kesin
mekanizması bilinmemekle birlikte, bir nöbetin oluşumunda birçok fizyolojik
faktör sorumludur. Epilepsi yıllardır eksitatör ve inhibitör sistemler
arasındaki dengenin bozulması ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Fakat bu düşünce
tüm epilepsi formlarını açıklayamamaktadır
Hayvan deneylerinde
ve insanda yapılan çalışmalarda kortikal nöronların membran potansiyellerinde
ve ateşlenme şekillerinde bazı karakteristik bozukluklar saptanmıştır.
“Paroksizmal depolarizasyon kayması” olarak bilinen bu durumda membranı
depolarize eden postsinaptik potansiyelin anormal şekilde uzaması ve büyümesi
söz konusudur. Bunun sonucu olarak nöronlar gruplar halinde ateşlenebilir ve
etraflarındaki nöronları benzer şekilde ateşleyebilecek bir kapasiteye
ulaşırlar. Paroksizmal depolarizasyon kaymasının eksitatör nörotransmitterler
olan glutamat ve aspartat ile inhibitör nörotransmitter gama-aminobütürik asit
sistemleri arasındaki dengesizlikten kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bunun
dışında membranlardaki iyon kanallarındaki bozuklukların da paroksizmal
depolarizasyon kaymasının ortaya çıkmasında etkili olduğu düşünülmektedir.
Epileptogenez, tekrarlayıcı spontan
nöbetlerin oluştuğu uzun süreli beyin transformasyonudur. Normal bir beynin
zaman içinde bir dizi hücresel-moleküler, yapısal ve/veya fonksiyonel
değişikliklere maruz kalarak epileptik bir beyin haline dönüşmesi, kalıcı bir
şekilde ve spontan olarak nöbet oluşturabilme özelliği kazanması sürecini ifade
eder. Beynin fokal bir bölgesini (parsiyel epilepsi) veya tüm beyni (jeneralize
epilepsi) içerebilir. Epileptogenez mekanizması ilerleyici bir süreçtir,
başlangıç hasarını takiben sessiz bir dönem oluşur. Takiben belli bir süre
sonra spontan nöbetler ortaya çıkar. Bu dönemlerde yaş, cins, genetik faktörlerin
etkisiyle hücre ölümü, aksonlarda filizlenme, sinaptik reorganizasyon, farklı
tipteki lokal reseptörlerin özelliklerinde değişiklikler meydana gelir. Tüm bu
süreç günler-aylar veya yıllar içinde gelişir. Epileptogenez değişik
mekanizmalarla oluşabilir. Genel olarak bunlar genetik ve edinsel
mekanizmalardır
Genetik mekanizmalar: Bugün için,
idyopatik epilepsi sendromlarıyla ilişkili olduğu gösterilmiş birçok iyon kanal
alt ünitesi geni mutasyonu vardır. Bu hastalıkların ortak özelliği voltaj veya
ligand kapılı kanal genlerindeki mutasyonlara bağlı olmasıdır. Dolayısıyla
epileptogenez sürecinin kanal patolojilerine bağlı olduğu düşünülmektedir
Edinsel epileptogenez mekanizmaları:
Semptomatik epilepsilerde de çevresel faktörlerin yarattığı hücresel düzeydeki
hasarın epilepsiye yol açabilmesinin; kişinin genetik özelliklerine bağlı
olduğu düşünülmektedir
Epilepsi
Epidemiyolojisi ve Etyolojisi
Ondört
yaşından küçük çocukların yaklaşık %1'i en az bir kez afebril nöbet geçirir.
Eğer febril nöbetlerde dahil edilirse, çocukların yaklaşık %3,5'u 15 yaşına
kadar herhangi nöbet tipinden birini geçirir. Bunların %25'inde ise kronik
epilepsi gelişir (4). Çocukluk yaş grubunda epilepsi prevalansı ortalama %0,4
ile %1 arasındadır
Gelişmiş
ülkelerde 15 yaşın altında uyarılmadan ortaya çıkan nöbetlerin insidansının
100,000'de 45-85 arasında olduğu tahmin edilmektedir (23). Epilepsi
insidansının en yüksek olduğu iki dönem, yaşamın ilk yılı ve 60 yaş sonrasıdır.
Epilepsi çocukluk ve ergenlik çağında en sık, erişkinlerde ise beyin damar
hastalıklarının ardından ikinci en sık, rastlanan nörolojik hastalık olarak
belirtilmektedir
Ülkemizde
Silivri'de Karaağaç ve ark. (24) tüm yaş gruplarında yaptığı çalışmada epilepsi
prevalansı %1,02, Çalışır ve ark. (25) Bursa'da yaptıkları çalışmada ise %1,2
olarak bildirilmiştir. Sadece çocuklar üzerinde yapılmış çalışmalarda ise Aydın
ve ark. (26) İzmir'de prevalansı %1,12, Erten ve ark. (27) Edirne'de %1, Topbaş
ve ark. (28) Trabzon'da %0,86 olarak bulmuşlardır. Çanakkale'de genç erkekler
(20-32 yaş) arasında yapılan bir çalışmada prevalans %0,89 olarak
bildirilmiştir
Çocuklarda
nöbet nedenleri çok çeşitlidir. Epilepsi olan çocukların %60-80'inde hastalık
için belirlenebilen bir etiyolojik neden yoktur (4). Belirlenebilen nedenler
arasında; genetik faktörler, konjenital anormallikler, antenatal ve prenatal
etkilenmeler, uzayan ve tekrarlayan febril konvulsiy onlar, travma,
infeksiyonlar, metabolik sebepler, vasküler sebepler, serebral tümörler, toksik
sebepler sayılabilir. Etyolojik nedenlerin bir kısmı merkezi sinir sistemini
etkileyen akut bir hastalık ile (akut merkezi sinir sistemi infeksiyonu,
hipoglisemi gibi akut metabolik değişiklikler vs) ilişkilidir. Bir diğer önemli
grup ise, bilinen statik veya progressif nörolojik hastalığı olan bir çocukta
(nörokutanöz sendromlar, intrauterin infeksiyon, hipoksik iskemik ensefalopati
sekeli, serebral malformasyonlar vs) herhangi başka bir akut neden olmaksızın
gelişen nöbetlerdir. Bir diğer grup ise ağırlıklı olarak kalıtsal etyolojinin
düşünüldüğü idiyopatik epileptik sendromlardan oluşur (oksipital paroksizmli
çocukluk çağı epilepsisi vs)
Nöbet gelişiminde
uyku, uykudan uyanma ve uyku deprivasyonu, mensturasyon siklusun değişik
fazları, tekrarlayan ışık, ses, sıcak su gibi etkenlerinde etkili olduğu
bilinmektedir (3). Aşağıda epilepsiyi tetikleyen faktörler sıralanmıştır.
Epilepsiyi presipite edebilen faktörler:
a.Uyku, uykudan uyanma ve uyku yoksunluğu
b.Mensturasyon siklusunun değişik
fazlan
c.Toksik ve metabolik
sebepler (Akut alkol intoksikasyonu, alkolü bırakma, bazı ilaçlar -bazı
antidepresanlar, klorpromazin ve haloperidol gibi antipsikotikler-,
hipoglisemi, hipoksi).
d.Refleks sebepler:
Vizuel sebepler ile oluşan epilepsiler (tekrarlayan ışık, devamlı parlak ışık gibi),
okuma ile ortaya çıkan epilepsi, sesle presipite olan epilepsiler (müzikle veya
zil sesi ile provake olabilir), ani irkilme ile presipite olan epilepsiler,
sıcak su ile ortaya çıkan epilepsiler.
e.Emosyonel stresler
Epilepsi Tanımı ve Tarihçesi
Epilepsi; santral sinir
sistemindeki nöral aktivitede senkronize artışın eşlik ettiği davranış, motor
veya otonomik fonksiyonlarda veya bunların birkaçında birden olan paroksismal
bozukluklardır.
Tarihsel veriler bir hastalık
belirtisi olarak epilepsinin, epileptik fenomenlerin çok eski çağlardan beri
çeşitli toplumlarca fark edildiğini göstermektedir. Epilepsi sözcüğü eski
Yunanca'da uzakta tutulmak, yakalamak, kavramak anlamına gelen 'epilambanein'
sözcüğünden türemiştir (20). İlk olarak Türkiye'nin güneyinde bulunan bir Babil
inceleme tezindeki kayıtlarda epilepsiye rastlanmıştır. Daha sonra M.Ö. 770-221
yılları arasında yazılı olarak klasik Çin kitaplarında epilepsiden
bahsedilmiştir. M.Ö. 400 yıllarında, Hipokrat epilepsiyi 'kutsal hastalık'
olarak tanımlamıştır. Fakat çoğu kültürde çeşitli belirti ve semptomların
birlikteliğine dayanarak cinli ve şeytanlı bir açıklama yerleşmiştir.
XVII.
yüzyılda
İngiliz hekim Thomas Willis'in beyin anatomisine, kas dokusuna ve nörofızyolojiye çok önemli
katkıları oldu. 1849 yılında İrlandalı hekim Robert Bently Todd epilepsi nöbetlerinin beyindeki
elektriksel deşarjlardan kaynaklandığını ileri sürdü. Hayvan beyninde elektriksel akımın
varlığı ilk kez 1875 yılında Richerd Caton tarafından gösterildi.
Takip eden yıllarda
Pravdich-Neminsky, köpeklerde beyin yüzeyine yerleştirdiği elektrotlar aracılığıyla elektriksel
etkinliği kaydetmeyi başardı.
Beyindeki elektriksel etkinliğin kaydedilmesi ve özelliklerinin tanımlanması
konusunda Hans Berger'in çalışmaları kilometre taşı oldu. XIX.
yüzyılın sonlarında John Hughlings Jackson hastalan ayrıntılı
inceleyerek epilepsinin anlaşılmasını
kolaylaştırdı. Jackson epilepsiyi “sinir dokusunun ara sıra gelen düzensiz ve
aşırı boşalımı” şeklinde tarif etti. Bu ve benzeri çalışmalar epilepsi
üzerindeki sır perdesini yavaş da olsa araladı ve Hipokrat'ın 2400 yıl önce
yaptığı açıklamalar doğrulanmaya başladı.
NGAL Nedir
NGAL, proteinlerin lipokalin ailesinin
bir üyesidir. Bu grubun üyeleri, küçük ve hidrofobik molekülleri bağlama özelliği
olan ve hücre homeostazında rol oynayan ekstraselüler proteinlerdir. NGAL
(Neutrophil gelatinase-associated lipocalin, human neutrophil lipocalin,
lipocalin-2, siderocalin), 178 aminoasit rezidusunden oluşan 25 kd ağırlığında
bir proteindir.
NGAL, aktive insan notrofillerinden
izole edilmiştir ve dolaşımdaki ana kaynağını notrofiller oluşturmaktadır
8152). Aynı zamanda düşük miktarda böbrek, prostat, solunum ve sindirim yolu
epitelinde, barsak epitelinde, adenomlarda, ürotelyal karsınomlarda, meme
adenokarsinomunda, ayrıca postpartum uterus dokusu ve ek gıdaya geçiş döneminde
meme dokusunda olduğu gibi involusyona uğrayan dokularda da eksprese edildiği gösterilmiştir
Fizyolojik şartlarda, diğer küçük moleküller
olan lipokalinler gibi glomerullerden filtre olmakta, tamama yakını proksimal
tubuldeki fırçamsı kenarda eksprese olan megalin reseptörleri aracılığıyla
absorbe edilmekte ve endositoz ile hücre içine alınmaktadır. Sonuçta, sağlıklı
bireylerde idrarda düşük miktarda bulunmaktadır.
Yapılan çalışmalarda, böbrek
tubullerinde değişik tipte zararlı stimulasyonlara bağlı saatler içinde NGAL
messanger RNA'nın upregule olduğu ve AKUT BÖBREK YETMEZLİĞİ belirteci olarak
NGAL'in kullanılabileceği ileri sürülmektedir. Çalışmalar; NGAL'in hem
glomeruler, hem de tubuler disfonksiyon durumunda iyi bir tanısal belirteç olduğunu
göstermektedir.
NGAL'in böbrek gelişimine etkisi
konusunda yapılan in vitro bir çalışmada; arındırılmış NGAL'in sıçan metanefrik
mezensiminden elde edilen epitelyal progenitor hücrelere verilmesi ile belirgin
bir epitelyal diferansiasyon gözlenmiş ve nefron şekil formasyonunda rol alan
glomeruler, proksimal ve distal tubuler hücresel yüzey belirteçlerinin
ekspresyonunun arttığı gösterilmiştir
NGAL'in erişkin böbrek hücreleri üzerinde
belirgin bir diferensiasyon ve proliferasyon etkisi gösterilmiştir. NGAL'in
toplayıcı kanal hücreleri üzerinde epitelyal büyüme ve tubul benzeri yapıların
oluşumunu sağladığı, genetik inaktivasyon durumunda ise epitelyal gelişimin
bloke olduğu ve organize olmayan ve kistik yapıların oluştuğu gözlemlenmiştir
(158). Günümüzde renal hücreler üzerine büyüme etkisinin mekanizması tam olarak
gösterilememekle birlikte, muhtemelen bu etkinin NGAL ile demir bağlayıcı sideroforlar
arası etkileşim ve özgül yüzey reseptörleri aracılığıyla olduğu düşünülmektedir.
Fare deneylerinde, NGAL yoksunluğunun
kontrol grubuna göre gram (-) bakteri enfeksiyon ve sepsis sıklığında artışa
yol açtığı gösterilmiştir. Fizyolojik koşullarda bakteriyel enfeksiyonlarda
notrofil aktivasyonuna bağlı NGAL düzeylerinde artış tespit edilmiş olup,
antibakteriyel etkisi sayesinde doğal immunitede rol oynadığı düşünülmektedir.
Bununla birlikte, enfektif sürecin eşlik etmediği bazı sistemik hastalıklarda
doku hasan sonucu akut faz belirteci olarak arttığı gösterilmiştir. Örneğin;
deri, distal ve proksimal hava yolları, intestinal doku epiteli inflamasyonu,
adenom ve meme kanseri gibi durumlarda NGAL'in uyarıldığı gösterilmiştir.
Deneysel böbrek hasarında NGAL'in rolü üzerinde
yapılan çalışmalardan sonra araştırıcılar, değişik renal patolojilerde NGAL'in
bir belirteç olarak kullanılabilirliği konusu üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu
durum akut ve kronik renal hasara yol açan patolojiler olarak iki kısım halinde
ele alındığında NGAL'in hem glomeruler, hem de tubuler disfonksiyon durumunda
iyi bir tanısal belirteç olduğunu göstermektedir.
Prokalsitonin (PCT) Nedir
Prokalsitonin, 116 aminoasit içeren bir
polipeptittir. Moleküler ağırlığı yaklaşık olarak 13 kDa'dur. Aktif
kalsitonin tiroid bezinin C hücrelerinde proteolitik enzimlerin etkisi ile
prokalsitoninden üretilir
Bakteriyel lipopolisakkarid (LPS)'lerin
sistemik dolaşıma PCT sahnımının güçlü bir uyarıcısı olduğu gösterilmiştir. Bu
salınım kalsitoninde bir artış ile ilişkili değildir. Uyaranla, PCT plazma
seviyeleri 3-4 saat içinde artar, yaklaşık 6 saatte pik yapar ve serumda 24
saatten fazla bu seviyelerde kalır. PCT proteazla yıkılır ve yarılanma ömrü
25-30 saat arasındadır. Buna karşılık bakteriyel uyarı sonrası CRP düzeyleri
12-18 saat arasında yükselir
Prokalsitonin Yüksekliği ve değeri
Prokalsitonin ve CRP gibi akut faz
proteinleri benzer yollar ile uyarılır. PCT üretiminin majör kaynağı karaciğer
gibi görünmektedir. Bunun için PCT akut faz proteini gibi düşünülebilir.
Nijsten ve ark. (148) in vivo olarak IL-6 veya TNF-a'nın verilmesinden sonra
PCT üretiminin uyarıldığını ayrıca in vitro olarak TNF-a veya IL-6 ile stimülasyondan
sonra karaciğer dokusu tarafından PCT'nin üretildiğini göstermişlerdir.
Sağlıklı kişilerde PCT'nin üretim yeri
tiroid dokusu olsa da sepsisli hastalarda esas üretim yeri tam olarak
bilinmemektedir. Buna karşın sepsisli hastalarda karaciğer ve akciğerdeki nöroendokrin
hücreler PCT'nin tiroid dışı olası üretim yerleridir
Tiroidektomi yapılmış kişilerde
kalsitonin üretimi olmamasına karşın bu hastalarda kalsitonin benzeri immun
reaktivite görülmesi kalsitonin prekürsörlerinin tiroid dışı üretimini düşündürmektedir.
Sepsisli hastalarda PCT gibi kalsitonin prekürsör peptidleri artarken plazma
kalsitonin düzeylerinde artış görülmez
En son çalışmalar PCT'nin lenfositlerde
in vitro prostaglandin ve tromboksan sentezinin belirgin inhibisyonuna yol açtığını
göstermiştir
Burada sorumlu mekanizma siklooksijenaz
aktivitesinin inhibisyonu gibi görünmektedir. Eikosanoid sentezinin in vivo
inhibisyonu, PCT'nin ciddi bakteriyel enfeksiyonlarda ve sepsiste ulaştığı
serum konsantrasyonlarında meydana gelmektedir. (prokalsitonin pdf)
Hastanede yatan hastalardaki bakteriyel
enfeksiyon tanısında PCT ve CRP analizinin doğruluğunun değerlendirildiği on
iki çalışmayı kapsayan bir metaanalizde, bakterilerin neden olduğu
inflamasyonu, enfeksiyon dışı diğer inflamasyonlardan ayırt etmede PCT düzeylerinin
CRP düzeylerinden daha duyarlı olduğu bildirilmiştir.
Gönüllü insanlar ile yapılan çalışmalar
ve klinik gözlemler bakteriyel lipopolisakkaridin PCT'nin güçlü bir uyaranı
olduğunu ortaya koymuştur (149). Sepsisli hastalarda PCT seviyelerindeki artışın,
şiddetli enfeksiyonlar inflamatuvar yanıtın derecesiyle ve mortaliteyle ilişkili
olduğu bulunmuştur. Bu nedenle son yıllarda PCT'nin sistemik bakteriyel
enfeksiyonun bir markeri olarak kullanılabileceği bildirilmiştir.
Prokalsitoninin enfeksiyon dışı
inflamasyonda da yükseldiğini gösteren çok az çalışma vardır. Polikistik över
sendromlu kadınlarda yapılan bir çalışmada, prokalsitoninin obeziteyle ilişkili
olarak aterosklerozda yükseldiği ve kronik endotelial inflamasyonun bir markeri
olarak kullanılabileceği belirtilmiştir.
C Reaktif Protein Nedir
C-reaktif protein (CRP) hepatositlerde üretilen
ve pek çok stimulustan sorumlu olan akut faz proteinidir. Karaciğer
fonksiyonu normal olan kişilerde inflamatuar aktivasyonu gösteren iyi bir
parametredir ve serum düzeyi IL-6 ve TNF-a seviyeleri ile ilişkilidir. İnflamasyon, infeksiyon, travmalara yanıt olarak ve sigara içimi,
ileri yaş, obezite ve çeşitli kardiyovasküler risk faktörleri ile de serum düzeyi
yükselir. Akut hastalıkların seyri sırasında ve tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde
de klinikte CRP kullanılmaktadır
C Reaktif Protein Kantitatif
CRP doğal immün sistem üzerinde rol
sahibidir, komplemanı aktive eder, Fc reseptörlerine bağlanır ve pek çok
patojen için opsonin davranışı sergiler. CRP'nin Fc reseptörlerine bağlanması
proinflamatuar sitokinlerin salınımına neden olur
Pek çok çalışma hCRP düzeyindeki yükselmenin
kardiyovasküler hastalık gelişimi için yüksek bir risk oluşturduğunu ve
bu çalışmaların bir kısmında hCRP ile BMİ arasında pozitif korelasyon olduğunu
göstermiştir. Artmış CRP düzeyleri, yağ dokusunda artmış IL-6 yapımına ve bunun salınımına bağlanabilir. IL-6 karaciğerde CRP yapımını uyaran
bir proiflamatuar sitokindir. BMİ artışı ile CRP düzeyi artışının nedeni
tam olarak bilinmemekle beraber çeşitli açıklamalar yapılabilir. İlki;
obezlerde kronik hastalık riskinde artış fazladır ve buna bağlı plazma CRP düzeyi
artmaktadır. Örneğin, kardiyovasküler hastalık, kanser, diyabet ve çeşitli
kronik hastalık durumlarında CRP artmaktadır. İkincisi; subklinik hastalıklara
sekonder olarak plazma CRP seviyeleri artmış olabilir. Üçüncüsü; obezite,
inflamatuar bir komponent olarak tarif edilebilir ve burada gelişen
inflamasyona bağlı olarak CRP yükselmektedir.
Visser ve ark. genç erişkinlerde
artmış BMİ değerlerinin artmış CRP düzeyleri ile birlikte olduğunu göstermiştir.
Buda kilolu ve obez kişilerde düşük dereceli bir sistemik inflamasyon varlığının
göstergesidir. Obezite ile yükselmiş CRP düzeyi arasında belirgin bir ilişki
saptamışlardır.
Bunun da artmış yağ dokusu tarafından
sentez edilen IL-6 düzeyi ile ilişkili olduğunu öne sürmüşlerdir. Özet olarak
obezlerde CRP düzeyinin artması morbiditeyi ve mortaliteyi arttıran bir risk
faktörü olarak kabul edilmektedir.
Vaspin Nedir
Serin proteaz inhibitör ailesinin bir üyesi
olan vaspin, son yıllarda keşfedilen ve visseral yağ dokusundan salınan bir
adipositokindir. Vaspin ilk olarak abdominal obezite, insülin direnci,
hipertansiyon ve dislipidemi ile karakterize tip 2 DM'lu hayvan modelleri olan
Otsuka Long-Evans Tokushima Fatty (OLETF) kobaylarından izole edilmiştir.
Vaspin etkisi diğer sistemlerde iyileştirici
ve koruyucu etkisi a-1 antitripsin ile nötrofil elastaz arasındaki etkiye
benzerdir, a-1 antitripsin karaciğerden salınan akut faz proteinidir ve
inflamasyon esnasında artarak hedef organlarda doku hasarına neden olan nötrofil
elastazı inhibe eder.
Vaspin temel olarak yağ hücresini
etkiler ve stromal endotelyal hücreler üzerine parakrin bir etkiye sahip
olabileceği düşünülmektedir. Human vaspin uygulamasının beyaz yağ dokusu,
karaciğer ve iskelet kasını içeren çeşitli dokulardaki gen
ekspresyonu üzerine etkileri,
henüz bilinmemesine rağmen beyaz yağ dokusunun, vaspin için majör hedef
organ olduğunu işaret etmektedir (139). Youn B.S. ve ark. (140) yaptıkları
deneysel çalışmada vaspin mRNA ekspresyonunun 6 haftalık zayıf Long-Evans
Tokushima Otsuka (LETO) kobaylarında ve obez OLETF kobaylarının cilt altı yağ
dokusu, kahverengi yağ dokusu ve diğer dokularda varolmadığını saptamışlardır.
Vaspin serum seviyeleri 30 haftalık OLETF kobaylarında LETO kobaylarına kıyasla
daha yüksek bulunmuştur (140). Serum vaspin seviyelerinin OLETF kobaylarında şiddetli
hipergliseminin geliştiği 50. haftada azaldığını ancak insülin ve pioglitazone
tedavilerinin uygulanmasıyla artış gösterdiğini gözlemlemişlerdir (140). Sonuç
olarak vaspin ekspresyonunun diabetin kötüleşmesi ve kilo kaybı ile azaldığı ve
serum vaspin seviyelerinin insülin veya pioglitazone tedavisiyle normale döndüğünü
ifade etmişlerdir (140). Bu gözlemler vaspinin beyaz yağ dokusu üzerinde insülin
duyarlaştırıcı etkisi olabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmada ayrıca
normal glukoz toleranslıların obez alt grubunda hem viseral hem subkutanöz
beyaz yağ dokusunda vaspin mRNA tespit etmişler ve visseral vaspin
ekspresyonunun anlamlı olarak BMI, vücut yağ yüzdesi ve iki saatlik oral glukoz
tolerans testi sonrası plazma glukozu ile korele olduğunu saptamışlardır (140).
Zayıf kişilerde ise kilo fazlalığı olan ve obez kişilere kıyasla anlamlı
derecede düşük serum vaspin seviyelerinin olduğunu tespit etmişlerdir.
Vaspinin, obezlerde artış gösteren
leptin, resistin ve TNF-a ekspresyonunu baskıladığı, obezlerde azalan
adiponektin ekspresyonunu ise stimüle ettiği yönünde çalışmalar vardır(141). Bu
yöndeki çalışmalarla bağlantılı olarak vaspinin, obezite ve MS'le ilişkisinin
olabileceği düşünülmektedir (141). Vaspin obez kobaylara uygulanmış ve anlamlı
olarak insülin duyarlılığı ve glukoz toleransını arttırdığı görülmüştür.
Vaspinin invitro 3T3-L1 hücre kültürüne eklenmesi veya zayıf kobaylara
uygulanmasının glukoz alımı veya toleransını değiştirmediği görülmüştür (141).
Vaspin artışının obezitede ve insülin direncinde artış gösteren, henüz tanımlanmamış
olan birtakım proteazları antagonize ederek kompansatuvar bir sorumluluğu olduğunu
ve diğer bir deyişle
vaspin artışının insülin direncine karşı defansif bir rol üstlendiği
düşünülmektedir.
Kalp Yetmezliğinde Apelin / APJ
Plazma apelin düzeyleri kalp yetmezliğinin
erken safhalarında artarken, ileri evre kalp yetmezliklerinde normal sağlıklı
bireylerdeki seviyelere indiği gösterilmiştir (132). Foldes ve ark. (132)
idiyopatik dilate kardiyomiyopati veya iskemik kalp hastalığı olan hastaların
sol ventrikül miyokardında apelin mRNA içeriğinin arttığını göstermiştir. Aynı çalışmada
kalp yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bireylere göre APJ mRNA düzeyinin daha
düşük olduğu gösterilmiştir (132). Bu durum, bir yandan kalp yetmezliğinin
erken safhalarında miyokardiyal apelin sentezinin artarak miyokard
kontraktilitesinin arttırılma çabası olmasının yanında APJ reseptörlerinde
ligand (apelin) artışına bağlı bir azalma gerçekleştiği şeklinde
yorumlanabilir.
Apelin ve Su-Elektrolit Dengesi
Hipotalamusta oksitosin ve
vazopressinin sentez edildiği bölgeler olan supraoptik ve paraventriküler nükleuslarda
aşırı miktarda apelin ve APJ reseptörünün tespit edilmesi, apelinin su
dengesinin düzenlenmesinde de rolü olduğunu düşündürmüştür. Fizyolojik şartlarda
hipotalamik apelinin ADH salınımını inhibe ederken, sıvı kısıtlanması durumunda
ise bu etkinin apelin salınımını azaltarak ortadan kalktığı düşünülmektedir.
Adipokin Olarak Apelin
Yapılan son çalışmalarda apelin mRNA ve
proteini farelerin ve insanların subkutan yağ dokusundaki adipositlerde ve vasküler
stromal parçalarında tespit edilmiştir (134). Farelerin intraabdominal ve
subkutan yağ dokusundaki apelin düzeyi benzer olup daha çok beyaz yağ dokusunda
bulunduğu gösterilmiştir (134). Yağ dokusundaki apelin ekspresyonu çeşitli obez
fare modellerinde de çalışılmıştır. Yağdan zengin diyetle besleme, FVB/n
farelerde (diyete bağlı obeziteye dirençli) veya AR-TG farelerde (yüksek yağlı
diyet ile obezite gelişen ancak normoglisemik ve normoinsülinemik kalan) apelin
ekspresyonunda değişikliğe neden olmamıştır (134). Buna karşın, C57BL6/J
farelerde (obez, hiperinsülinemik ve hiperglisemik) yüksek yağlı diyet ile
besleme apelin düzeylerinde belirgin artışa yol açmıştır. Bu bilgiler yağ
dokusu artışı ile meydana gelen apelin sentezinde insülinin önemli rol oynadığına
işaret etmektedir. Plazma apelin düzeyi zayıf farelere nazaran şişman farelerde
2- 4 kat daha fazladır ki bu durum adipoz dokunun plazma apelin düzeyi için aşikâr
bir kaynak olduğunu düşündürmektedir. Farelerdeki 24 saatlik açlık sonrasında
plazma insülin düzeyi azalmakta ve buna paralel olarak adipoz dokuda apelin
ekspresyonu da azalmakta, böylece plazma apelin düzeyi de düşmektedir .
Beslenme sonrasında ise, plazma apelin düzeyi ve adipoz doku apelin mRNA
seviyesi tekrar normal beslenen hayvanlardaki düzeylere dönmektedir. Daha
sonraki çalışmalarda da streptozotosine bağlı diyabetes mellitus gelişen
farelerde azalmış apelin ekspresyonu insülinin yağ dokusunda apelin
ekspresyonunu düzenlediğini desteklemektedir. Ek olarak, tek doz insülin
uygulamasının da adipositlerde apelin mRNA düzeyini arttırdığı gösterilmiştir.
Yirmibeş morbid obez (BMI: 48±1) olguda ise plazma apelin düzeyi zayıf
insanlara göre 5 kat daha fazla bulunmuştur . Bu bilgiler apelinin adipoz
dokudan kontrollü bir şekilde önemli miktarlarda salınan yeni bir adipokin olduğuna
işaret etmektedir.
Apelin Nedir, Apelin Kan Basinci
Apelin "orphan" reseptör olan
APJ'nin endojen ligandı olup, ilk olarak sığır mide özsuyundan elde edilmiştir.
1993 yılında 0'Dowd ve ark. anjiotensin reseptör tip-1 genine birçok sekansta
benzeyen yeni bir gen bulmuşlardır. 1998 yılında Tatemoto ve ark. (127) sığır
midesi özsuyunda buldukları bir maddenin APJ reseptörünü aktive ettiğini tespit
etmiş ve peptid yapıdaki bu maddeyi apelin olarak isimlendirmiştir. Sonraki dönemde
apelinin santral sinir sistemi başta olmak üzere kalp, akciğer, meme dokusu
gibi birçok periferik organda sentezlendiği veya reseptörünün bulunduğu
belirtilmiştir.
Birçok memelide (sıçan, fare, insan
vb.) salınan preproapelinin sekansları yüksek düzeyde benzerdir. Sentezlenen
preproapelin daha sonra postranslasyonel mekanizmalarla daha kısa fakat aktif
peptidlere ayrılmaktadır ki bunlar apelin 12, 13, 16, 17, 19 ve 36 olarak
isimlendirilmektedir. Yapılan çalışmalarda bu peptidlerden aminoasit dizisi kısa
olanların biyolojik olarak daha aktif olduğu bildirilmişse de sonraki çalışmalarda
apelin 36'nın da apelin 12 ve 13 kadar aktif olduğu gösterilmiştir
Apelinin Kan Basıncı ve Vasküler Tonus Üzerine
Etkisi
Sıçanlarda 10 nmol/kg dozunda intravenöz
olarak uygulanan apelin kısa sürede (1dk) ortalama arteyel basınçta bir düşüşe
yol açmaktadır. Bu etki geçici bir etki olup 3-4 dakika sürmektedir. Gelişen
hipotansiyon bilinçli ve anestezi yapılmamış hayvanlarda kalp hızında hafif bir
artışa yol açmaktadır. Apelinle indüklenmiş olan taşikardi baroreseptör
refleksin etkisi ile ortaya çıkan sempatik sinir sisteminin stimülasyonu
yoluyla olmaktadır . İn vivo çalışmalarda apelinin kalsiyum antagonistlerinden,
hidralazinden, isoprenalinden ve nitrogliserinden çok daha etkili olduğu tespit
edilmiştir. Apelin kan basıncını periferik arterlerden ziyade çoğunlukla
periferik venleri dilate edip, ön yükü azaltarak düşürmektedir.
Apelinin hipotansif etkisi endotel
kaynaklı nitrik oksit aracılığıyla olmaktadır. Bunun yanında apelin de nitrik
oksit metabolitlerinin plazma düzeyini arttırmaktadır. Fare endotel kültürlerinde
apelinin endotel kaynaklı nitrik oksit sentetaz enziminin fosforilasyonunu arttırdığı
tespit edilmiştir (130). Ancak buna karĢıt olarak apelinin sağlam endotel
dokusunda nitrik oksit bağımlı vazodilatasyon yaparken, hasarlı endotelde
endotelden bağımsız, direkt düz kas hücreleri üzerinden vazokonstrüksiyon
yapmaktadır (130). APJ reseptörü bulunmayan transgenik farelerde (APJ-/-) bazal
tansiyon değerleri ve kalp hızı diğerlerindeki gibi normal olsa da, apelin-13
normal farelerde tansiyonu düĢürürken APJ-/- olan farelerde tansiyon düĢürücü
etkisi olmadığı anlaşılmıştır.
Buradan da APJ reseptörlerinin apelinin
hipotansif etkisine yardımcı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Endotelyal Disfonksiyon Nedir
Klinik ve deneysel veriler sistemik
inflamasyon ve endotelyal disfonksiyon arasında bir bağlantı olduğunu
desteklemiştir.
Bozulmuş endotel fonksiyonu aterosklerotik proçesi
belirlemede erken bir markır olarak kullanılabilir. İnflamatuar sitokinler
damar duvarı boyunca olan aterosklerotik plak oluşumunda önemlidir. Sigara içme,
obezite, hipertansiyon, diyabet, fiziksel inaktivite ve hiperkolesterolemi
aterojenik risk faktörlerini oluşturur. Kronik inflamatuvar bir hastalık olan
endotelyal disfonksiyon aterosklerozun erken bir evresi olarak kabul edilir.
Kronik inflamasyon ateroskleroza yardımcı olan majör bir faktördür ve
aterosklerotik hastalığı olan hastalarda çeşitli inflamasyon markırları olan
fibrinoliz ve koagülasyon artmış bir şekilde bulunmuştu. Vasküler hemostaz için
endotel hücreleri son derece önemlidir.
Endotel disfonksiyonu için geçici bağımsız
bir risk faktörü olan yükselmiş CRP seviyesi inflamasyonun sistemik markın
olarak aterosklerotik hastalıkların progresyonu ile ilişkilendirilmesinde önemli
ipucu sağlayabilir. Bu nedenle CRP riskli genel populasyonda KVH riskini
belirlemede önerilmektedir. Düşük derecede inflamasyona azalmış endojen NO
biyoyararlanımının eşlik ettiğini göstermektedir. Bu veriler inflamasyon markırlarının
bilinen risk faktörleri dışında klinik ve subklinik kardiyovaskuler hastalık
riskini belirlemede bağımsız bir belirleyici olabileceğini kanıtlamıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)