Kronik Myeloid Losemi Evreleri

KML (Kronik Myeloid Lösemi) Evreleri

KML; klinikopatolojik seyri; kronik faz, hızla ilerleyen (akselere) faz ve blastik faz olarak adlandırılır. Kan ve kemik iliğindeki olgunlaşmamış (blast) lösemi hücre sayısı ve belirtilerin ciddiyetine dayanarak hastalığın evresi belirlenir.

Kronik evre

Kan ve kemik iliğinde blast hücre sayısı %5'ten azdır (5). Herhangi bir belirti bulunmayabilir veya hafif belirtiler görülebilir. KML hastalarının çoğu birkaç aydan birkaç yıla kadar sürebilen bu evrede tanı alır.

Akselere evre

Hastalar er veya geç lösemi hücrelerinin daha hızlı arttığı ve daha tehlikeli bir evre olan akselere evreye geçerler. Blast sayısı yaklaşık %15'e yükselir. Bu evre haftalar veya aylar sürebilir. Akselere evrede ateş (enfeksiyon olmaksızın), kemik ağrısı ve dalak büyümesi meydana gelir.

Blastik evre ya da blastik kriz

Genellikle 5 yıl içinde, olgunlaşmamış akyuvar (lösemi hücresi) sayısının çok fazla olduğu "blastik kriz" ortaya çıkar (6). Blastik evredeki lösemilerin tedavisi çok zor olmaktadır. Bu evrede kemik iliği yetmezliğine bağlı olarak kanama ve enfeksiyonlar görülebilir. Blast hücre sayısı %30'un üzerine çıkmıştır. Bazen bu hücreler kemikte veya lenf nodlarında tümörler oluşturabilirler. Bu noktada kronik lösemi, hızlı ilerleyen akut bir lösemi halini almıştır.

Etiyoloji ve Epidemiyoloji

KML'nin kesin etiyolojisi bilinmemektedir. İyonize radyasyonu takip eden 4-11 yılda KML insidansında artış gözlenir. Gelişiminde kimyasal ajanlar ve enfeksiyonun rolü gösterilememiş ve genetik geçiş de tespit edilmemiştir. KML, tüm lösemilerin %20 kadarını oluşturur, yıllık yakalanma olasılığı toplumlarda 100.000 de 1-2 vaka şeklinde gerçekleşir. Erkeklerde daha sıktır ve ortalama görülme yaşı 45-55 yaşları olarak saptanmıştır. KML insidansı yaşla artış gösterir ve hastaların %30'u 60 yaş üstündedir. KML vakaların %3'ü çocukluk çağında görülür

Patogenez

Nowell ve Hungerford, 1960 yılında, KML hastalarında G-grubu kromozom anormalliğini tanımlamışlardır. Bu yeni belirleyici keşfedildiği şehrin onuruna Filedelfiya (Ph) olarak adlandırılmıştır. Sonraki yıllarda kromozom bandlama yöntemi ile Ph kromozomunun 9 ve 22. kromozom arasında translokasyon ve 1980 yılında kromozom 9'da Abl protoonkogenin 22. kromozomdaki BCR geni yakınına resiprokal translokasyonu gösterilmiştir. Bu genetik değişiklik 210-kd moleküler ağırlıkta (p210) Bcr-Abl füzyon proteini olup tirozin kinaz aktivitesine sahiptir. Son zamanlarda ek Bcr-Abl kırılma noktaları tanımlanmıştır (8). Bunlar pl90 ve p230' dur. Bu proteinler otofosforilasyon ile hücre çoğalımı, olgunlaşması, ölüm ve yapışma uyarı ileti yolaklarını işlevselleştirerek kötü huylu hücre transformasyonuna yol açar.

22qll'de lokalize BCR geni ile normalde 9q34 üzerinde bulunan ABL geninin kaynaşımı moleküler PCR teknikleri ve fluorescent in situ hybridising (FISH) ile sitogenetik analizden daha hassas bir şekilde tesbit edilir (2). Bu metodların geliştirilmesi düşük tümör yükü ya da sitogenetik olarak Ph negatif vakaların da teşhisine olanak sağlamıştır (2). Ph kromozomu yalnız myeloid hücrelerde değil, megakaryositik ve eritroid seri hücrelerinde, ayrıca vakaların bir kısmında B lenfositlerinde de bulunur. Hatta bazı vakalarda T lenfositlerinin küçük bir bölümünde Ph pozitiftir. Bu bulgular KML'deki neoplastik transformasyonun pluripotent hemotopoietik kök hücre düzeyinde olduğunu gösterir (9). KML'nin pluripotent orjinine rağmen, kemik iliğinde yalnızca miyeloid, monositik ve megakaryositik diziler artmış olup bu seçici genişlemenin nedeni bilinmemektedir.

Hepatoselluler Karsinom Nedir

Hepatosellüler Karsinom Nedir

Primer karaciğer kanserlerinin %85-90’ını oluşturan HCC dünyada en sık rastlanan kanserlerden olup kansere bağlı ölümlerin üçüncü en sık nedenidir (1,2). Her yıl 500 bin yeni vaka görülmekte olup bu vakaların %80’i Avrupa ve Kuzey Amerika başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkmaktadır. Görülme sıklığı her yıl artma eğiliminde olup, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde son 20 yılda görülme sıklığı iki kat artmıştır

Normal karaciğerde de düşük oranda gelişebilmesine rağmen olguların çoğunluğunda kronik hepatit veya siroz gibi bir karaciğer hastalığı zemininde HCC gelişir. HCC risk faktörleri olarak en başta kronik hepatit B (HBV) ve hepatit C virüs (HCV) enfeksiyonları, siroz ve aflatoksin B1 olarak belirlenmiştir. Karaciğer sirozuna sebep olan aşırı alkol tüketimi de HCC riskini artırır. Herediter hemokromatozis, alfa-1 antitripsin eksikliği, herediter tirozinemi gibi kalıtımsal metabolik hastalıklar da diğer risk faktörlerindendir. Obesite ve diabetes mellitus non alkolik karaciğer yağlanması yoluyla siroza ve HCC’a yol açabileceği düşünülen etmenlerdir. HCC insidansının diyabetlilerde ikiye katlandığı ve HCC için kuvvetli bir risk faktörü olduğu ileri sürülmektedir (9). Oral kontraseptiflerle HCC risk artışı ilişkisi için epidemiyolojik bir kanıt tam olarak ortaya konamasa da oral kontraseptiflerin östrojen ve progesteron içeriklerinin hayvanlarda karaciğer tümörlerini indükleyip artırdıkları gösterilmiştir. Tüm populasyonlarda erkeklerde görülen kanser oranları kadınlara göre 2-4 kat arasında daha yüksektir

Yetişkinlerde HCC olgularının büyük bir çoğunluğu kronik HCV, HBV enfeksiyonu veya alkol aşırı kullanımı gibi en az bir genetik olmayan risk faktörüne sahip olanlarda görülmesine karşın bunun tam tersi de olabilir; bilinen risk faktörleri ile karşı karşıya olanlarda HCC görülmeyebilir (1). İnsan genom projesinin tamamlanması, yüksek veri çıkışlı DNA mikroarraylerin geliştirilmesi ve genetik testlerin maliyetlerindeki düşüş genetik risk faktörlerini değerlendirecek geniş tabanlı epidemiyolojik çalışmaları mümkün kılmıştır

Bu çalışmalar, HCC riskinin siroz aşamasından sonra hızlanarak arttığını ortaya koyduğu için hepatokarsinogenezin moleküler temelinin anlaşılmasında siroz aşamasında karaciğerde tümör oluşumunu artıran moleküler mekanizmaların çözülmesi gerektiğini göstermiştir (1).
Bu mekanizmalardan DNA hipermetilasyonu hepatokarsinogenezin erken evrelerinde görülen olaylardan biridir. HCC olgularında farklı hücresel yolakları düzenleyen p16/INK4A gibi çeşitli tümör baskılayıcı genlerde DNA hipermetilasyonu olduğu saptanmıştır (13). Sirotik karaciğerlerde görülen diğer bir anomali telomer kısalmasıdır. Telomer kısalmasının telomeraz-eksik farelerde karsinojenlere karşı karaciğer tümörlerinin başlamasını artırdığı gösterilmiştir (14). İnsan HCC olgularında da telomerlerin kısa olduğu saptanmıştır. Siroz aşamasındaki insan hepatositlerinde kromozomal instabiliteye yol açabilen telomer disfonksiyonunun HCC gelişimini indükleyebileceği düşünülmüştür

HCC’da onkogenlerin aktivasyonu veya tümör baskılayıcı genlerin inaktivasyonunun sonucu olarak Wnt/b-katenin, Ras, p14Arf/p53, p16INK4A/Rb, TGF-b, PTEN/Akt yolakları gibi çeşitli sinyal yolaklarının regülasyonunun bozulduğu bildirilmiştir (1). Wnt/b-katenin sinyal yolağının aktivasyonu sıklıkla HCC gelişimi ile ilişkilidir (17). Wnt sinyallerinin yokluğunda b-katenin; adenomatöz polipozis coli (APC), Aksin ve glikojen sentaz kinaz 3b (GSK3b)’dan oluşan komplekse çekilerek burada fosforillenir ve degradasyona yollanır. Bu sayede normal durumda sitoplazmik b-katenin düzeyi düşük bir düzeyde tutulur. Ancak Wnt ligandları membranda bulunan frizzled (Fz) ve düşük dansiteli lipoprotein reseptörü ile ilişkili protein 5/6’ya (LRP5/6)’ya bağlandığında Wnt/b-katenin sinyal iletimi tetiklenerek sitoplazmada bulunan dishevelled (Dsh) proteinini fosforile edip aktifleştirir. Aktif Dvl, b-kateninin degradasyon kompleksinden serbestleşmesini sağlar. Sitoplazmada biriken serbest b-katenin nukleusa geçerek T-hücre faktörü (TCF) ve lenfoid enhancing faktör (LEF) gibi transkripsiyon faktörleri ile etkileşir. Bu etkileşim çeşitli hedef genlerin ekspresyonuna sebep olur

Hepatokarsinogenez; kromozomal, genetik ve epigenetik değişikliklerin birikimi ile yakından ilişkilidir. Bu değişikliklerin bir kısmı karaciğerde kanser gelişiminin farklı basamaklarında oluşur ve hücrede önemli moleküler yolakların regülasyonunun bozulması ile sonuçlanır. HCC gelişiminde altta yatan moleküler mekanizmaların tam anlamıyla çözülebilmesi HCC olgularının önlenmesi ve tedavi rejimlerinin geliştirilmesinde son derece önemlidir.

Kanser hücreleri normal hücrelere göre farklı form ve miktarlarda musin eksprese ederler. Tümör hücrelerinin transformasyonu esnasında musin çekirdek proteinlerinin deregülasyonu sonucu oluşan bu musin formları hem glikozilasyonları hem de oligosakkarit içerikleri açısından hücre yüzeyindeki çeşitli reseptörlerle etkileşime girebilir. Böylece lokal mikroçevrede tümör hücrelerini ortadan kaldıracak mekanizmalara karşı direnç sağladıkları gibi, çeşitli ligand-reseptör etkileşimleri ile tümör hücrelerinin diferansiyasyon ve proliferasyon basamaklarında da yer alırlar. Transmembran musinler hücre içi sinyal yolaklarında b-katenin gibi proteinlere bağlanarak hücre-hücre bağlantılarını etkiledikleri gibi, hücre proliferasyonu ve diferansiyasyonu ile ilgili genlerin regülasyonunda da rol oynayabilirler. Adenokarsinomların invaziv ve metastatik yatkınlıklarına musinlerin katkıda bulunduğuna inanılmaktadır (6). Özellikle MUC1’in sitoplazmik kuyruğunun sinyal ileticileri ile etkileşimi ve nukleusa göçü ardından meydana gelen biyolojik yanıtlar dolayısıyla HCC patogenezinde de yer almaları akla yakındır.

Muc1 Musinler

Musinler

Organizmadaki epitelial yüzeyler patojen ve benzer streslerden mukus sayesinde korunur. Optimal korunma için mukusun miktar, bileşim ve fonksiyonunun regülasyonu son derece önemlidir. Hücre yüzeyindeki mukus, glikozile proteinler olan musinler tarafından oluşturulur. Moleküler ağırlıklarının büyük bir kısmını O-bağlı oligosakkaritler oluşturur. Musinler hücre yüzeyinde bulundukları yere göre ikiye ayrılır. Jel oluşturan (sekrete edilen) musinler tamamen ekstrasellüler olup hücre dışı ortam ile mukoza yüzeyi arasındaki ilk savunma hattıdır. Hücre yüzeyinde hücre zarında (transmembran) yerleşen musinler ise sitoplazmik kuyruk, transmembran bölüm ve ekstrasellüler parçalardan oluşan musinlerdir. Bunlar ikinci savunma hattını oluştururken, aynı zamanda ortamdaki herhangi bir farklılığa ait bilgileri hücre içine ileten sensörler olarak görev yapar (4). Musinlerin iki önemli yapısal özelliği; sıralı tekrar (tandem repeat) bölgeleri ve bu bölgelerdeki serin ve treonin rezidülerinde yoğun O-glikozilasyon bulunmasıdır

Sıralı tekrar bölgelerindeki amino asit ve tekrar sayısı musinler arasında değişiklik gösterir. Örneğin MUC1’de 20 amino asit 20-120 tekrar yaparken MUC4 “sıralı tekrar” bölgesi 16 amino asidin 145-395 tekrarından oluşur

MUC1, musinler arasında ilk bulunan ve üzerinde en çok çalışılan musin tipidir. MUC1 tek bir polipeptid zinciri olarak endoplazmik retikulum ile ilişkili ribozomlarda sentez edilir. Fakat hücre yüzeyinde heterodimer olarak bulunur. MUC1’in kotranslasyonel proteolitik kesimi sonucu iki parça ortaya çıkar. Büyük alt ünite tamamiyle ekstrasellüler, yoğun glikozile farklı sayıda sıralı tekrar (VNTR) bölgesinden oluşur. 120-300kDa arası olan peptid çekirdek yapısı olgun hale geldiğinde iki katı bir büyüklüğe ulaşır. Küçük alt ünite ise, 58 rezidüden oluşan kısa bir ekstrasellüler bölge, tek geçişli transmembran domain ve 72 amino asitlik sitoplazmik kuyruktan meydana gelir. Bu parça büyük alt ünite ile membranın hemen üzerinde non-kovalent olarak bağlanmıştır

MUC1’in glikozilasyonu endoplazmik retikulumda translasyonu esnasında başlar. Golgi’de glikozilasyon devam eder. Hücre tipine ve o hücrede eksprese edilen glikozil transferazlara bağlı olarak peptid çekirdek yapısına eklenen şeker zincirleri değişiklik gösterir. Yine hücre tipi ve hücrenin fizyolojik durumuna göre glikozilasyon miktarı da değişir

MUC1’in N-terminalinde olgun proteini polarize epitel hücresinin apikal membranına yönlendiren bir sinyal peptidi bulunur. MUC1 varlığı, hücrelerin luminal hücre popülasyonuna ait olduğunu gösterir. Böylece, öncül hücre veya kök hücre popülasyonlarına ait olduğu saptanır

MUC1, meme dokusu, tükrük bezi, ösafagus, mide, pankreas, karaciğer, duodenum, akciğer, böbrek, mesane, prostat, uterus, ve testis gibi birçok organ ve doku epitel hücresinde eksprese edilir (5). MUC1’in hücresel lokalizasyonu normal duktus epitelinde, lumene bakan apikal yüzey ile sınırlıdır. Membrana bağlı musinlerin çoğunun ekstrasellüler domainleri hücre yüzeyinden salınır. Bu salınımın mekanizması henüz tam olarak anlaşılamamıştır. İyon konsantrasyonu, pH, hidrasyon derecesi veya bir takım farklı sebepler ekstrasellüler domainin salınımına neden olabilir. Bazı spesifik proteazlar da bu salınıma katkıda bulunabilir. Örneğin uterus epitel hücreleri tarafından eksprese edilen MUC1, embriyonun implantasyonu esnasında metalloproteinazlar tarafından ortadan kaldırılır (22). Hücre yüzeyinde mukus tabakası oluşumunda veya retansiyonunda MUC1’in de rolü olduğu öne sürülmüştür. Mukus jelin MUC1 antikorlarla boyanması sonucu kuvvetli reaksiyon görülmesi MUC1’in ekstrasellüler parçasının mukus içinde yer aldığını ortaya koymuştur.

Hücre yüzeyine yakın mesafede sekrete edilen musin tabakası membran ile ilişkili musinlerle çeşitli etkileşimlerle temas halinde olabilir. Her iki tabaka epitel hücre yüzeyinin kötü koşullardan korunmasına katkıda bulunur. Dış musin katmanı mikroorganizmalar veya çeşitli materyal için fiziksel bir engel oluştururken, hidrasyonu, iyonik bileşimi, iyonik konsantrasyonu ayarlar ve spesifik moleküllerin içeri veya dışarı geçişini regüle eder. Örneğin, mide epitel yüzeyindeki mukus HCl için seçici bir difüzyon bariyeri oluşturur. Gastrik epitel tarafından salgılanan bikarbonat mukus tabakasında tutularak epitel üzerinde pH 2 ile pH 6-7 arasında bir gradient oluşturur. Mide lumeninde pH yükselmeye başladığında mide epiteli tarafından salgılanan HCl mukusu geçerek lumene ulaşır. Ancak, pH 4’ün altına düşünce HCl’nin epitele zarar vermesi mukus tarafından engellenir

Musinler ve mukus tabakası sitokinler, büyüme ve diferansiasyon faktörleri ve inflamasyon mediatörleri gibi molekülleri bağlar. Akciğer ve sindirim sistemi epitel hücrelerinde enflamatuar cevabı mukus tabakasındaki interlökin (IL)-1, TNF-a, IL-4, IL-6, IL-9 ve IL-13 gibi sitokinlerin oluşturduğu, tükrük bezlerinde üretilen epidermal büyüme faktörü (EGF)’nün tüm gastrointestinal sistem boyunca mukus tabakası ile ilişkili olarak tespit edildiği, aynı şekilde enterositler tarafından üretilen IGF-a’nın mukus tabakasında bulunduğu bildirilmiştir

MUC1’in geniş ve büyük konformasyonu sebebiyle anti adhesif bir protein olduğu, hücre-hücre ve hücre-matriks bileşimlerinde rol oynayabileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda selektin benzeri moleküllere bağlanabilecek yapılar içerdiklerinden adhesif moleküller olarak da davranabilirler

MUC1 ve Kanser

MUC1 ve Kanser

Kanser hücreleri, özellikle adenokarsinomlar anormal formda ve miktarda musin eksprese ederler. Bu anormal form, tümör hücrelerinin transformasyonu esnasında musin çekirdek proteini ve onu modifiye eden enzimlerin regülasyonunun bozulması sebebiyle olur. Tümör hücrelerindeki MUC1 normal hücrelerde görülenden hem lokalizasyon hem de glikozilasyon açısından farklıdır. Normal epitel hücrelerinde MUC1 apikal membranda bulunurken çoğu tümör hücresinde tüm hücre yüzeyinde olmak üzere daha fazla eksprese edilir. Depolarize ekspresyona ek olarak, tümör hücresi tarafından üretilen MUC1 daha kısa karbonhidrat zincirleri içerir. Normal hücrelerin MUC1 sayesinde patojenlerden korunma özelliği tümör hücreleri tarafından immun hücrelerin tümöre yaklaşmasını önlemek için kullanılır.

MUC1’in karaciğer kanseri ile ilgisini ortaya koymak için yapılan az sayıda immunohistokimyasal çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir (32-35). Primer karaciğer kanseri olan 96 örnekte 68 kuvvetli pozitif, 6 zayıf pozitif MUC1 ekspresyonu tespit edilirken normal karaciğer dokularında MUC1 ekspresyonuna rastlanmamış, karaciğer kanser dokularındaki MUC1 ekspresyon oranı, siroz ve normal dokularla karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (32). Başka bir çalışmada, 42 HCC örneğinde %38 oranında MUC1 pozitifliği bildirilmiştir (33). Ichikava ve ark. 186 HCC olgusunda 85 MUC1 pozitifliği bulmuş ve tümör diferansiyasyonu ve lenf nodu metastazı MUC1 ekspresyonu ile ilişkili olduğunu öne sürmüşlerdir (34). Bunların aksine, Lau ve ark. 13 HCC örneği ile çalışmış fakat MUC1 ekspresyonu bulunmadığını bildirmişlerdir (35). Karaciğer kanseri gelişiminde MUC1’in rolüne ilişkin veriler ve hangi mekanizmalar ile etkili olduğu henüz tam olarak bilinmemektedir.

Hepatosit Buyume Faktoru Nedir

Hepatosit Büyüme Faktörü, Hepatosit Nedir

HGF, hepatositler, epitelyal hücreler, melanositler, endotelyal ve hematopoietik hücreler gibi çesitli hücre tiplerinde proliferasyon, migrasyon ve morfolojik değişiklikleri uyaran bir proteindir (3). Bu hücre tiplerinin çoğu HGF’e yanıt olarak prolifere olur. Bazı hücreler prolifere olmadan dağılırken (scatter factor=saçılım faktörü) bazıları ise kollajen matriks içine invaze olur veya tübüler yapılar oluşturur (branching morphogenesis). HGF’e verilen tüm bu yanıtlar, reseptörü olan c-Met proto-onkogen ürünü aracılığıyla gerçekleşir.

HGF proteini (3) tek zincirli bir polipeptit olarak sentezlendikten sonra proteolitik yıkımla, biyolojik olarak aktif, disülfit bağlı heterodimer oluşturur. Dimerin ağır zinciri öncü polipeptidin N-terminal tarafından türevlenir ve bu bölgede 4 krinkle domaini taşır. Yaklaşık 80 amino asit uzunluğundaki krinkle domainler, 3 tane molekül içi disülfit bağı ve korunmuş dizilerle karakteristik bir katlanma paterni gösterirler. HGF’in 60kDa’luk ağır zincirinin yanındaki yaklaşık 34 kDa’luk hafif zincir, bir serin proteaz yapısına sahip olmasına karşın katalitik aktiviteden yoksundur

HGF’in pleiotropik etkileri gelişim, organogenez ve doku rejenerasyonu sırasında oldukça önemlidir. Uygunsuz HGF sinyalleri birçok insan kanserinde bulunur ve HGF’in proteaz üretimi, hücre disosiasyonu ve motilite programlarını başlatma yeteneği tümör metastazıyla bağlantılı olarak bulunmuştur.

Bir tirozin kinaz reseptörü olan c-Met, tıpkı HGF gibi disülfit bağlı bir heterodimer yapısındadır. Bu heterodimer öncü, tek bir polipeptidin proteolitik yıkımından oluşur

Heterodimerin a-zinciri ekstrasellüler bölgede bulunur; p-zinciri ise ekstrasellüler bölgenin geri kalanını, transmembran bölgeyi ve intrasellüler kinaz domainini kapsar. a- zincirinin ve p-zincirinin ilk 212 rezidüsünün (Sema bölgesi) ligand bağlanması için gerekli olduğu bulunmuştur. c-Met’in ekstrasellüler kısmının geri kalanı ise küçük bir sisteince zengin bölge ve dört immunoglobulin bölgesi içerir

Aktif c-Met; Grb2, Gab1, Shc ve Crk/CRKL gibi adaptör proteinleri; PI3K, Stat3, PLC-g, Sos, Src kinaz, Shp2 fosfataz gibi molekülleri kendine çeker (49). “Multisubstrate docking bölgesi” ile yapılan mutasyonel analizler, Y1356’nın Grb2, PI3K, PLC- g ve Shp2 çağrılmasından sorumlu iken, Y1356 ve Y1349 birlikteliğinin Gab1, Src ve Shc ile ilişkiyi sağladığı bulunmuştur

c-Met sinyaline yanıt olarak, hücre tipi ve kültür şartlarına bağlı karakteristik hücresel yanıtlar ortaya çıkar. HGF/SF ve c-Met sinyalleri çeşitli hücre tiplerinde proliferatif ve antiapoptotik yanıtları indükler (3). Epitelyal hücreler HGF/SF ve c-Met sinyaline yanıt olarak koloni ayrılması ve epitelyal-mezenşimal geçiş gösterirler. Ayrıca bu hücrelerin motiliteleri artar. Böyle hücreler kollajen matriks içine invaze olurlar ve dallanan tübüller oluştururlar. Tübüler dallanma, kültürde gözlenen karmaşık morfolojik bir olaydır ve hücre büyümesinin, polaritesinin, hareketinin sıkı bir koordinasyonunu gerektirir

Adherens bağlantıların ayrılması, hücre yayılması ve motilite için oldukça önemli olan ERK/MAPK yolağının çeşitli inhibitörlerle engellenmesi, epitelyal hücrelerin dağılmasını önler. Gab1-Shp2-ERK/MAPK kaskadı hücre proliferasyonunu, bağlanmasını ve mobilitesini kontrol eden ETS/AP1 transkripsiyon faktörlerini ve adezyon moleküllerini düzenler. c- Met ayrıca Ras, Rac1 ve PAK bileşenlerini içeren bir sinyal yolunu da aktive ederek hücre iskeletinde düzenlenmeyi ve hücre adezyonunu da kontrol eder. Hücre sağkalımı ise PI3K ve Akt/PKB yoluyla kontrol edilir. Özetle c-Met sinyali kompleks, farklı dallarda ama ilişkili yolakları aktive eder

Beta Katenin Yapisi

Beta katenin Yapısı

b-katenin, proteinlerin armadillo ailesine aittir. Bu proteinler “armadillo repeat” adı verilen 42 amino asit tekrarından oluşan santral bir domain ile karakterizedir. Bu bölge, helikslerden oluşan bir süperheliks meydana getirir ve pozitif yüklü bir kanal oluşturur (54). b-katenin, adezyon reseptörü kaderin, degradasyon kompleksi aksin/APC, transkripsiyon faktörleri LEF/TCF gibi çoğu negatif yüklü ligandlarla etkileşim için bu tek bağlanma bölgesini kullanır

b-katenin’in fonksiyonu armadillo bölgesi ile hangi faktörün etkileştiğine bağlı olarak değişir. Genelleme olmamasına rağmen, bağlanan proteinlerin fosforilasyonu negatif yükle yüklenmelerine ve b-katenin’in pozitif yüklü bölgesine bağlanma afinitesini artırır. Böylece ligand fosforilasyonu b-katenin’in transkripsiyonda mı veya hücre-hücre adezyonunda mı kullanılacağını belirleyebilir. b-katenin’in kendisinin fosforilasyonu da bazı ligand etkileşimlerini etkileyebilir. b-katenin’in amino ve karboksil uçları regülatuar bölgeler olup adezyon ve sinyal iletimi için gerekli kofaktörleri buraya toplar. Bazı durumlarda, karboksi ucu b-katenin armadillo tekrar bölgesinin kaderinler veya APC için kullanılabilirliğini kısıtlayabilir.

Beta katenin ve kaderin adezyon kompleksi

b-katenin, kaderin/katenin adezyon kompleksinin temel bileşenidir. Kaderinler, tip 1, tek transmembran geçişli glikoproteinler olup, ekstrasellüler domainleri ile hücreler arası kalsiyum bağımlı adezyonu sağlarken, sitoplazmik domainleri adezyon için gerekli yapısal ve sinyal iletimi aktivitelerine katılır

Alfa katenin, kaderin kompleksini aktine bağlayan “aktin bağlayıcı” bir proteindir (57). Alfa katenin, hücre-hücre adezyonunun önemli regülatörü olmasına rağmen b-katenin’in kaderine bağlanması adezyon için ilk koşuldur çünkü kaderin sitoplazmik domainini hızlı degredasyondan korur. Böylece, kaderin-katenin kompleksi bitişik hücrelerde moleküler köprüler kurulmasını sağlar

Kaderin ailesi reseptörlerini hücre iskeleti elemanlarından aktine bağlayan sitoplazmik plak proteini rolüne ek olarak b-katenin aynı zamanda Wnt sinyal yolağının bir bileşeni olarak nukleusta TCF/LEF ile beraber kotranskripsiyonel aktivatördür. b-katenin her hücre tipinde eksprese edilen bir protein olduğundan, b-kateninin transkripsiyondaki koaktivatör rolü önceleri ayrı ve ilişkisiz bir fonksiyonu olarak görüldü. Bu birbiri ile ilişkisiz gibi görünen fonksiyonlar aslında son derece düzgün bir şekilde koordine edilmiştir

Sitoplazmada b-katenin APC ve aksin proteinlerine bağlanır. Bu bağlantıdan sonra GSK3b ve kazein kinaz 1 (CK1) adlı kinazlar bu bölgeye toplanarak b-kateninin N-terminalinde serin ve treonin amino asitlerinden fosforile ederler. Böylece b-katenin poliubiquitinlenerek 26S proteasome tarafından degrade edilmek üzere işaretlenir