Uykuda Dis Gicirdatma

Diş Gıcırdatma, Uykuda Diş Gıcırdatmak

Çocukluk döneminde sık rastlanan bu sorun er­genlik ya da yetişkinlik dönemine kadar sürebilmekte; özellikle aynı odada yatan diğer kişileri rahatsız etmesinin yanında, çocuklarının diş sağlığı açısından anne babaları kaygılandırmaktadır. Birçok etkenin diş gıcırdatmasına neden olabileceği düşünülmektedir; kalıtımsal ola­bileceği, çene ya da diş yapısından kaynaklanabileceği ya da sıkıntılı düşlerde olduğu gibi günlük yaşanan olayların, kaygıların, istek ve beklentilerin uykuya taşınarak oluşturduğu gerginliğin diş gıcırdatma­ya sebep olabileceği ileri sürülmektedir.

Diş hekimleri açısından sürtünmeden kaynaklanan zorlanma kar­şılıklı diş yüzeylerinde aşınmaya, dolayısıyla diş sağlığında bozulmaya neden olacaktır. Bu nedenle kalıcı dişlerin sağlığı açısından ele alınmalarında ve ergenlerde bazı alanlarda olumlu gelişmeler olabilir. Ço­cuk okul yaşına geldiğinde toplumsal işlevsellikte ilgi artması gözle­nebilir. Bazı ergenlerde davranışların daha da bozulduğu, bazıların­da ise düzeldiği gözlenebilir. Dil gelişimi ve becerileri ve genel zihin­sel düzey bozukluğun seyrinin ve sonlanımının en önemli belirleyici­leridir.

Diş Gıcırdatması

Eldeki izleme araştırmaları bu bozukluğu olan bireylerden yetişkin­liğe ulaşanların sadece çok küçük bir yüzdesinin bağımsız yaşayabildi­ğini ve çalışabildiğini göstermektedir. Olguların ancak 1/3'ü kısmen bağımsızlığını kazanmaktadır. Otistik bozukluğu olan ve yüksek işlev­sellik gösteren erişkinlerde bile toplumca! etkileşim ve iletişim ile ilgi ve etkinliklerdeki yetersizlikler devam etmektedir.

IQ puanı 70 ve üstünde olanlar, 36 aylığa kadar olan süre içinde olsa da geç başlayanlar, kısmen de olsa dil gelişimi iyi olanlar ve sos­yal şartları iyi olanlarda hastalığın seyri daha iyidir. Sadece % 1-2'si bağımsız ve olağan yaşama kavuşabilirken çoğunluğunun bakıma ge­reksinimi vardır ve klinik belirtiler devam eder.

Çocuklarda Diş Gıcırdatma

Genel olarak benimsenen tedavi özel eğitim ve çocuğun temel ya­pısal bozukluğunu gidermeyi amaçlayan bilişsel davranışçı tedavi yön­temleridir. Bu arada otistik çocuğun duygusal yoksunluğunun da belir­li ölçüde doyurulmasına çalışılır. Her türlü sosyal ortam ve anne baba­nın çocuğa yakın ilgisi çok önemlidir. Otistik çocukların bireysel ve grup tedavisi programlarına katılmalar!, anne babalarının ise danış­manlık yapılarak izlenmeleri gerekir. Küçük yaşlarda uygun otistik ço­cuklara kreş önerilebilir. Okul döneminde ilköğretime başlamaları yö­nünde değerlendirilmeleri gerekir. Otistik çocuklarda okula gitme ora­nının % 17-36 arasında değiştiği ve % 58'inin ilköğretimden yararlan­dığı belirtilmektedir.

Otistik bozukluk ve diğer yaygın gelişimsel bozukluklarda ilaç kul­lanımı daha çok belirtilere yöneliktir. Özellikle kendini yaralayıcı dav­ranışların olduğu, eğitimi etkileyen aşırı hareketliliğin olduğu otistik çocuklarda çok farklı gruptan ilaçlar kullanılabilmektedir. Antipsikotik ilaçlar, düşük dozda antidepresan ilaçlar, fenfluramin ve naltroksen kullanılan ilaçlardandır. Aşırı hareketli, sürekli bağırıp çağıran, saldırgan, uykusu bozuk ve çevreyi rahatsız eden çocuklarda uyku düzenle­yici ilaçlar ile antihistaminikler denenebilir.

Cocuklarda Konusma Gecikmesi

Konuşma Gecikmesi, Çocuklarda Geç Konuşma

Bebekler yaklaşık beş aylık iken sesler çıkarmaya başlar. Bunlar konuşmadan çok çevresindekilerin, özellikle de annenin çıkardığı ses­leri taklit şeklindedir. Anlamlı olabilecek ilk kelimeler ise 8-18 aylar arasında çıkmaktadır. Başlangıçta tek heceli kelimeler şeklinde iken daha sonra birkaç heceli kelimelere geçer. Ancak bunlar yakınları ta­rafından anlaşılan bir konuşmadır, iki yaşındaki bir çocuk yaklaşık 200 kadar bir kelime dağarcığına ulaşmaktadır. İletişimde konuşmadan ön­ce dilin anlaşılması başlamakta, daha sonra giderek gelişen bir dil kul­lanımı başlamaktadır.

Çocuklarda dil gelişimi birçok nedenden etkilenmektedir. Birincisi çocuğun ne zaman konuşacağı genetik olarak belirlenmekte ve anne babası geç konuşan çocukların daha geç konuşacağı belirtilmektedir. Anne baba, çocuğa birçok özelliği yanında geç konuşmayı da kalıtım yolu ile aktarabilmektedir. Ayrıca konuşma için gerekli dil, damak, dudak ve dişler gibi ses çıkarma organlarının gelişimi ve becerisi, çocu­ğun zihinsel gelişimi, beynin yapısal gelişimi ve olgunlaşması yanında fiziksel ve ruhsal durum, sosyal çevre ve etkileşim (özellikle anne be­bek etkileşimi) çocuğun dil gelişimini etkilemektedir.

Bebeklerde geç Konuşma

Ruhsal durum açısından konuşma gecikmelerinde zekâ geriliği ya da otizm gibi yaygın gelişimsel bozukluklar ve sağırlık gibi duyu kusur­ları göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuğun konuşma dışında motor ve iletişimin diğer alanlarında da yaşıtlarından geride gelişim göster­mesi durumunda zekâ geriliği düşünülmelidir, iletişimin konuşma dı­şında diğer alanlarında da sorunların olduğu otistik çocuklarda göz te­ması olmaması, basmakalıp davranışlar, özellikle dönen cansız nesne­lerle ilgilenme gibi eşlik eden diğer belirtiler araştırılmalıdır.

Özellikle anne baba ya da bakıcının fazla konuşmayı sevmediği or­tamda büyüyen çocuklar isteklerini işaretlerle anlatarak konuşmaya gerek duymamaktadırlar. Yaşıtları ile etkileşime girdikleri kreş orta­mında bu çocukların dil gelişimi hızlanmaktadır.

Dil gelişimi, yaşıtlarına göre geri olan çocuklarda belirtilen yapısal ya da ruhsal bozuklukların değerlendirilmesi, dil gelişiminin izlenmesi ve desteklenmesi için uzman değerlendirmesi uygun olacaktır. Çocuk psikiyatrisi, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı, çocuk nörolojisi uzmanları tarafından sorunun farklı boyutları ele alınmakta, gerekli görüldüğünde konuşma tedavisine yönlendirilmektedir.

Fonolojik Bozukluk

Fonolojik Bozukluk

Bozukluk daha önce gelişimsel söylem (artikülasyon) bozukluğu olarak isimlendirilirken artık fonolojik bozukluk olarak isimlendiril-mektedir. Bozukluğun temel özelliği kişinin yaşına, lehçesine ve geli­şim dönemine uygun olarak konuşmasında beklenen düzgünlüğün ve ses uyumunun olmamasıdır.

Tipik olarak dört yaşlarında belirginleşir. Yaygındır, okul-çağı ço­cuklarında % 2 oranındadır, okul öncesinde ise sıklığı % 3-15 arasın­dadır. Bozukluğa, sıklıkla işitme bozukluğu, başta ağız olmak üzere ko­nuşma düzeneklerindeki yapısal bozukluklar (örn. yarık damak), nöro­lojik durumlar (örn. serebral palsi), bilişsel sınırlamalar (örn. zekâ ge­riliği) ya da psikolojik sorunlar eşlik edebilir.

Bu çocuklar, çıkartması beklenen konuşma seslerini çıkaramazlar. Sesin uyumsuz çıkması ve kullanımı, yanlış vurgulama ve seçmeler ya da düzenlemelerdeki bozukluklar ile belirlidir. Konuşma seslerinin doğru çıkartılmasındaki bu üretim hatalarının yanında bilişsel ve dilbil­gisi düzenlenmesindeki eksiklikler de bulunmaktadır. Bozukluğun şid­deti konuşmadaki küçük ya da önemsiz aksaklıklardan, tümüyle anla­şılmayan konuşmaya kadar değişir. Söylenmesinde en sık yanlışlıkla­rın yapıldığı sesler ise yaşla düzelmesi beklenen seslerdir (1, r, s, z, t, ç), ancak daha küçük yaşta ya da daha ağır derecede etkilenenlerde erken dönemde öğrenilmesi gereken ünlü ve ünsüzlerde de yanlışlık­lar yapılabilir. Peltek konuşma (örn. ıslıklı harflerin söylem bozukluğu) özellikle sıktır. Fonolojik bozukluk aynı zamanda heceler ve sözcükler içindeki seslerin sıralanma ve seçilme hatalarını da içerir. Zekâda, işit­mede ya da dilde organik bir bozukluk yoktur.

Fonolojik Bozukluklar

Konuşma bozuklukları zekâ geriliği, bir işitme bozukluğu ya da başka bir duyusal bozukluk, konuşma ile ilgili-motor bir bozukluk ya da ağır çevre yoksunluğu ile birlikte olabilirler. Bu sorunların varlığı ze­kâ testi, odyometrik test, nörolojik testler ve öykü ile belirlenebilir. Ko­nuşma bozukluğunun çevre yoksunlusuna bağlı olduğu çocuklarda çevre sorunları düzeltildikten sonra hızlı bir düzelme görülebilir.

Ağır dereceli bozuklukta çocuğun konuşması aile üyeleri tarafın­dan bile anlaşılmayabilir. Bozukluğun daha hafif dereceleri ise okul öncesi ya da okul ortamına kadar tanınmayabilir, ancak aile üyeleri­nin dışındakiler tarafından anlaşıtabilir. Hastalığın gidişi, eşlik eden ne­denlere ve şiddetine göre değişir. Nedenin bilinmediği hafif dereceler­de kendiliğinden iyileşmelere sıklıkla rastlanır.

Asiri (Cok) Su İcmek Hastaligi

Aşırı Su İçme, Çok Su İçmek

İnanılmaz miktarlarda su ya da diğer sıvı içilmesi ile ilgili bir durum­dur. Bu çocuklarda öncelikle bir beden hastalığı (şekerli ya da şekersiz diyabet gibi) göz önünde bulundurulmalıdır. Bebeğin ilk besini sıvıdır ve ilk lokmaların alınması gergin annelerde çocuğun boğulabileceği kaygı­sını doğururken çocuklarda da çiğneme olmadığı için yine aynı kaygı olabilecektir. Bu çocuklar ayrıca tükettikleri sıvı miktarı engellenmeye çalışıldığı için çevreye (özellikle anne) karşı çıkma davranışı sergilemek­tedirler. Bu yoğun sıvı alımı dönemleri sıklıkla kendiliğinden kaybolur. Bedensel bir hastalık varsa ve yoğun su içme davranışı devam ediyorsa uzman desteği gerekecektir.

Sisman Cocuklar ve Obezite

Şişman Çocuklar

Çocuklarda yeme ile ilgili olarak ortaya çıkan, ancak anoreksirün arkasında kalmış bir sorundur. Özellikle de erişkinlerdeki obezite ile ya­pılmış çalışmalar sonrası ortaya çıkmıştır. Yaygın olduğu kadar da gizemli bir sorundur. İlk bakışta nedeni hemen görülebilir. Bedenin sar-fedeceğinden daha fazla bir enerji olmasıdır. Bunun neden oluştuğu ol­dukça karmaşık bir sorudur. Toplumun görüşü aşırı kilolu bireylerin bu sorunlarından kendilerinin sorumlu oldukları şeklindedir ve aşırı kilola­rın kederli bir kişiliği yansıttığına inanılır. Konuya ilişkin tutarlı kanıtla­rın olduğu yazın bilgisine karşın günümüzde bile bu konuda ciddi ön­yargı ve ayırım yaygındır. Bu önyargıdan sağlık çalışanları da kendile­rini kurtaramamaktadır. Aşırı kilolu bireylerin hastalıkları için normal kilodaki bireylerden çok daha az tıbbi yardım aldıkları düşünülmektedir. Klinik olarak şişmanlık, boya göre normal kilonun % 20 fazla ol­ması ile tanımlanır. Yüzde 60 ya da daha fazla olması ise ağır risk etkeni olarak değerlendirilmektedir. Okul çağındaki çocuklarda sık­lığı % 5'tir.

Obezitenin başlangıcı prognoz bakımından önemlidir. Genellikle muayeneye geliş yaklaşık puberteye kadar gecikmiştir. Aslında çok er­ken başlayabilir. 11-13 yaşları arasında aileler daha çok da kızlar için endişe ederler. Obesitenin yerleşmesi için iki dönem vardır; (1) Haya­tın ilk döneminde başlayan, (2) 2-20 yaşlarda başlayan. Dolayısıyla iki tür obesiteden sözedilebilir. Birincil ve ikincil. Yağ hücrelerinin yapı ve sayısı bakımından çocuk hekimleri üç tip şişmanlık tanımlamışlardır. (1) Hiperplazik: yağ hücrelerinin sayısı artmıştır. Obezite hayatın ilk yıllarından itibaren başlar. (2) Hipertrofik tip: Yağ hücrelerinin hacim­leri artmıştır. (3) Karışık tip: Beslenme bakımından obesite bulimik bir dönemden sonra başlayabilir. Ancak sıklıkla aile ortamındaki aşırı ye­menin bir sonucudur. Bu aşırı yeme bütün alanlara yayılabileceği gibi, şekerli gıdaları yeme şeklinde sınırlı da olabilir (okul dönüşü ya da ak­şam atıştırmaları gibi).

Endokrin bir nedene bağlı obesiteler çok nadirdir (% l'in altında) ve genellikle bir gelişme geriliği ile birliktedir. Psikolojik anlamda bir kez obezite yerleştikten sonra tepkisel ya da nedensel bozuklukların ayırt edilmesi zordur.

Birçok klinisyen, belirtinin sürekliliği üzerinde birleşmektedir. Obezlerin % 15-25'i zayıflarken, diğerleri yetişkin yaşlarda da sür­mektedir.

Çocukluk dönemlerinden beri obez olanlar ile erişkin dönemde obez olan bireyler karşılaştırıldığında, bir çalışmada erken başlangıç gösterenlerde eşlik eden psikopatolojinin anlamlı olarak yüksek oldu­ğu görülmektedir.

Obez çocuğun kişiliği

Obezite için özgül bir kişilik tipi aranmış­tır. Özellikle anoreksi, zayıflama, hiperaktiviteye karşı polifaji, obe-site ve pasivite araştırılmıştır. Şişman çocuklar genellikle yumuşak, apatik, çekingen, süregiden öfke nöbetleri gösteren çocuklar olarak tanımlanabilir. Apati ve pasiflik sürekli değildir. Belirgin bir fizik et­kinlik bu çocuklar için tipik olabilir. Obesiteye eşlik eden psikolojik sıkıntılar diğer belirtilerle ortaya çıkar. Bunlar okul başarısızlığı, enü-rezis (ikincil obezlerde en sık rastlanır) gibi belirtilerdir. Obez çocu­ğun bilişsel işlevselliği normal ya da yüksek düzeylerdeyse çocuklar-daki inhibisyon ya da pasiflik başarı getirir. Obezite genellikle açık bir sendrom haline girmez. Ancak nadiren psikoz gibi belirgin bir psikopatoloji gösterebilir. Böyle bir psikoz varsa şişmanlık çok abar­tılıdır (% 60 ve üstü gibi.)

Zihinsel engelli çocuklarda da sıklıkla obeziteye rastlanır. Çocuk için sembolik anlam bulunmadığı için doyum aranır. Ailenin işleyişi ise eğitici olması gerekirken beslenmeye yönelmiştir.
Sıklıkla obez çocuklara ailenin duygunu bakımında eksiklik vardır. Dolu olma, boş olma sorunları özel bir yer tutar ve çocuk bu eksikli­ğini açlık olarak belirtir.

Şişman çocuk ve ailesi

Şişmanlık ailesel ve kültürel olarak önem­lidir. Bazı obez ailelerde genetik ve beslenme alışkanlıkları (bebeğin beslenme şekli, ailenin beslenme tutumu, öğünlerin düzeni) önemli bir yer tutar. Süt çocukluğu döneminde anne sütü ile beslenme yerine ya­pay beslenmenin obezite riskini artırdığını ileri süren araştırma sonuç­ları bulunmaktadır. Hem anne, hem de babası obez olan çocuklarda obezite görülme sıklığı % 80 olarak bulunmuştur. Benzer şekilde obez çocukların % 80'inin ailelerinde obezite öyküsü vardır. Ayrıca fiziksel aktivite düzeyi ve yaşam tarzı önemlidir. Gelişmiş ülkelerde düşük sos­yoekonomik düzeyde, gelişmekte olan ülkelerde ise yüksek sosyoeko­nomik düzeydeki ailelerde çocukların şişmanlığı artmaktadır. Bu, tüke­tim toplumu olmaya yönelmenin bir sonucudur. Bu ailelerde şişman­lık sağlıklı olmanın sembolü gibi görülür. Aile içindeki çocuğun her tepkisine anneler besin vererek yanıt verir. Bu tutum çocuğun açlık hissini köreltir ve her türlü içrel gerilim birşeyleri yutmayı çağrıştırır.

Obez anne baba ile özdeşim ve anksiyete ile başetmede bu öğre­nilmiş aşırı yeme davranışı da etyolojide önemli rol oynar.

Obez çocukların anne babaları, çocuklarını, okulda ya da aile için­de alay edilmekten ya da aşağılanmaktan korumak için tampon rolü oynarlar. Bazen çocuklarının kilo verme konusundaki başarısızlığı kar­şısında hayal kırıklığı yaşamakta, öfkelenmektedirler.

Batı toplumlarında zayıflık kavramı erişkinlerde olduğu gibi çocuk­lar arasında da beğeni toplarken obez çocuklar dışlanabilmektedir. Aşırı kilo nedeniyle eleştirilme ve sosyal dışlanma, çocuklarda utanç duygularının gelişimine neden olabilmekte; çocuğun okul başarısını, sosyal ilişkilerini ve fiziksel etkinliklere karşı olan tutumlarını etkileye­bilmektedir. Obez çocukların bir bölümünde benlik saygısı sorunu ve sosyal dışlanma yaşanmamaktadır. Bu farkı çocukların aşırı kiloları ile ilgili inançlarının yarattığı düşünülmektedir. Şişmanlıklarından kendilerinin sorumlu olduğunu düşünen çocukların yaşıtları tarafın­dan daha fazla olumsuz eleştirildikleri ve etkinliklerden dışlandıkları saptanmıştır. Aşırı kilolarına neden olan organik bir bozukluk olma­dığı için çevreleri tarafından da aldırış edilmediği ya da tembel ola­rak görüldükleri belirtilmektedir. Diğer yandan aşırı kilolarını ailesel yatkınlık ya da metabolik sorun gibi dış nedenlere bağlayan, kendi hataları olmadığına ve çevrelerinden gelen olumsuz eleştirilerin ön­yargılı olduğuna inanan çocukların bu sorunla daha kolay başedebildikleri görülmektedir.

Şişman Çocuk ve Bedeni

Şişman çocuğun beden algısı, başlan­gıcı ne kadar erkense o kadar bozuktur. Şişmiş olmak duygusu çok sık­tır. Kimlik sorunları (özellikle cinsel kimlik) da önemli yer tutar. Cinsi­yete bağlı şişmanlık farklı rol oynar. Çok şematik bir biçimde küçük kı­zın şişmanlığı kastrasyonun inkâr edilmesi, erkekte ise prepubik yağ dokusunun içinde kaybolan seksi ile kastrasyon anksiyetesine karşı pa­sif bir korunma geliştirir. Bu sıklıkla projektif testlerde görülmektedir.

Şişman Çocuğun Düşsel Dünyası

Bu çocukların maskeleri kaldı­rıldığında yaşamlarında az ya da çok bir depresyon olduğu görülür. Şişman çocuk kendini korumanın yollarını arar. Boşluğu, eksikliği, yokluğu yoğun olarak hissetmektedir. Çevreden gelen ve tehlikeli ola­rak algılanan yoğun değersizlik duygularına karşı oral fantazilerin ön plânda olduğu bir yaşantıları vardır. Dış tehlikeye karşı narsisistik bir regresyon vardır. Bu ise testlerde daha çok deniz, okyanus konulan şeklinde ortaya çıkar. Bunlar altta yatanı ortaya çıkaran ikincil tema­lardır. Benlik algısı olarak şişmanlık ideal benliğin somut olarak yerini almıştır. Böylece obezitenin iki rolü ortaya çıkmaktadır. Birincisi çev­reye karşı koruma, ikincisi bütünleşme ve benlik algısının korunması. Bu da klinik tablolardaki görece çeşitliliği açıklar.

Psikiyatride obezite yeme bozukluğu olarak ele alınmasa da yeme bozuklukları ile birlikte görülebilir. Yaygın olarak kullanılan DSM ve ICD ruhsal bozukluklara ilişkin sınıflandırma sistemlerinde yeme bo­zuklukları bölümünde özgül olarak belirlenmiş olan anoreksiya nervoza ve bulimia nervoza yer almaktadır. Kilo almanın bu yeme bozuk­lukları ile doğrudan ilişkili olduğunu gösteren bir veri olmamasına kar­şın obezitenin, anoreksiya ve bulimia nervoza için risk etkenleri ara­sında olabileceği bildirilmiştir. Yalnızca DSM-IV'te atipik ya da sınıf-landırılamayan yeme bozuklukları bölümünde yer alan ve yeni bir ta­nı kategorisi olan tıkınırcasına yeme bozukluğunun obeziteye neden olabileceği ileri sürülmüştür. Bu yeme bozukluğunda bulimia nervoza-ya özgü uygunsuz dengeleyici davranışlar (kusma, laksatif, diüretik, lavman ya da diğer ilaçların kullanımı, hiç yemek yememe ya da aşı­rı egzersiz yapma) yoktur. Haftada en az iki kez tıkınırcasına yeme dö­nemlerinin olması ile belirlidir. Hızlı yeme, aç olmadan yeme, yalnız­ken yeme, fiziksel olarak rahatsız olana dek yeme, tiksinme gibi belir­tilerden en az üçü altı aydan fazla süre ile bulunmalıdır. Genel toplum­da kadınlarda % 1.8 sıklıkta bildirilmektedir.

Tedavide, dikkatin obezite belirtilerine yöneltilmesi başarısızlıkla sonlanır. Çünkü aile diyet yapmayı ister. Çocuğun ise böyle bir isteği yoktur. Diyet süresince çocuğu zayıflatmak mümkün olsa da diyetin bitmesiyle kilolarını hızla alacaktır. Kalori kısıtlaması gereklidir, fakat şişmanlığın psikosomatik değerlendirilmesi ve bu tedaviye çocuğun uyumu olmaksızın bir işe yaramaz. Birkaç kez tedavi amaçlı görüşme ya da destekleyici psikoterapi gereklidir. İlaç ile tedavi hiçbir zaman önerilmez. İştah kesiciler (amfetaminler) dikkatli kullanılmalıdır. 'Tedavide. nedensel etkenlerin ortadan kaldırılması ve psikolojik destek tedavileri uygulanabilir. Proynozun çok iyi olmaması nedeniy­le obezite ortaya çıkmadan önce ya da başlangıç fazında tanınması ve inlenmesi tedavi ve izlemde önemlidir. Tedavi yöntemleri sağlıklı ya­şam tarzını destekleyen davranışçı tedavi ve bilişsel psikoterapiyi içer­mektedir.

Sıklıkla uygulanan tedavi, yeme tutumlannı değiştirmeye yönelik davranışçı tedavidir. Değerlendirme sürecinde aynntılı öykü alınması önemlidir. Tercih edilen yemek çeşitleri, tatlılara eğilim, aşırı yeme dö­nemlerinin ortaya çıktığı zaman, iştahın uyarıldığı çevresel koşullar, ge­ce atıştırma, sosyal baskılar, stres etkenleri, eşlik eden depresyon ve di­ğer psikiyatrik bozukluklar ile ilgili ayrıntılı öykü alınmalıdır. Önemli olan aşırı yeme davranışını özendiren çevresel etkenleri denetleyebilmektir.

Tedavi şu aşamaları içerir;

1. Yaşa uygun kalori/diyetin uygulanması,
2. Tüketilen yiyeceklerin (yapılabiliyorsa hasta tarafından) düzen­li bir şekilde kayıt edilmesi,
3. Hekim tarafından yapılan haftalık kilo takibi,
4. Yemekleri evde yemek ve bu sırada radyo, TV ya da kitap oku­ma gibi dikkati başka yöne çeken uyaranların bulunmaması,
5. Öğünler arası atıştırmayı yasaklamak,
6. Fiziksel etkinliklerin artırılması,
7. Kilo kaybettikçe ödül uygulanması.

Tedavinin başarısı için çocuk ya da ergenin motivasyonu önemli­dir. Özellikle ergenler, iştahının azalacağı beklentisi ile muayeneye ge­lirler, iştah kesici ilaçlar isterler. Tedavi öncesinde hastanın ve ailenin hedeflerinin değerlendirilmesi de önemlidir. Bazen hedefler gerçek dı­şı olabilir (kısa sürede aşırı kilo verme gibi). Birçok hasta kahvaltı ve öğle yemeğini atlatarak kilo vereceğine inanır. Böylesi tutum tek öğünde (özellikle akşam yemeği) daha fazla gıda alımına yol açar. Çünkü açlık kan insülin düzeyindeki artmayı sürdürecek akşam saat­lerinde artan kan insülin düzeyini düşermek için daha fazla ve uzun süreli gıda alımı gerekecektir. İlaç tedavilerinin çok ümit verici olma­dığı, genelde etkilerinin geçici olduğu ve ilaç kesildiği zaman başa dö­nüleceği gerçeği unutmamalıdır.

Bu programlar ile kilo verilebilmektedir. Ancak asıl sorun kilonun korunmasıdır.

Yemek yeme, yalnızca açlığın giderilmesi ve haz alma değildir. Gerginliği azaltan, öfkeyi yatıştıran ve uyum dengesini sağlayan bir iş­levdir. Açlık dürtüsü bireyin kendisinin bile tümüyle farkında olmadığı bazı iç güçler tarafından canlı tutulur. Bu nedenle davranışlar yanında hastanın şişmanlatan yemekleri aşermesine neden olan düşüncelerle de ilgilenen (bilişsel) bir tedavi modeli daha etkili olabilir.
Tedavide aile işbirliği de önemlidir. Özellikle ergenlerle çalışılırken sorumluluğun ve denetimin hastada olması, çevrenin yalnızca ona destek olan bir rolde kalması önemlidir. Gerekirse okul, öğretmen ve arkadaş gibi sosyal destek sistemleri de değerlendirilmelidir.

Çocuklarda yeme davranışının düzenlenmesi ve fiziksel etkinlik, yalnız eğitime göre kısa dönem tedavide daha üstündür. Kısa dönem­de tedavi başarı oranı % 5-20, 10 yıllık izleme çalışmasında ise % 30 olarak bildirilmektedir.

Psikolojik ve organik olarak sağlıklı olan çok aşırı kilolu olmayan çocuklarda tedavi girişimleri etkili olmaktadır. Ailede ya da kendisinde eşlik eden psikopatoloji varsa, yaşı küçükse ve olması gereken kilodan % 100 daha fazla kilolu ise tedavi etkinliği düşük olmaktadır. Bozuklu­ğun oluştuktan sonraki seyrinin çok iyi olmaması nedeni ile obezitenin ortaya çıkmadan önce ya da başlangıçta tanınması tedavi ve izlemde önemli olacaktır. Toplumsal önyargıdan uzak, bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı ve önleme çalışmalarına öncelik verilmelidir.

Bulimia Hastaligi (Yeme Krizi)

Yeme Krizi (Bulimia Hastalığı)

Dayanılmaz bir beslenme dürtüsü vardır. Aniden ortaya çıkan bir açlık duygusu eşlik edebilir ya da yoktur. Kişinin tercih ettiği besinler olabilir ya da olmaz. Genellikle de ayrım gözetilmez. Ağzı doldurma ih­tiyacı olarak tanımlanabilir. Süre birkaç dakikadan bir kaç saate kadar değişebilir. Aniden kesilir. Boşalmış buzdolabı, dibi bulunmuş reçel ka­vanozu önündeki hoşnutsuzluk ile yeme krizi kesilir. Kriz sırasında be­sinlerin temiz olması aranmaz ve beslenme ile ilgili yiyecek kaprisleri görülmez. Sonunda ağır bir doygunluk hissi, hoşnutsuzluk ya da mem­nun olma ile birliktedir. Anoreksi gibi ele alınarak yardımcı olunur.

Bebeklik Anoreksisi

Bebeklik Anoreksisi

Sıklıkla 5 ile 8'inci aylar arasında ortaya çıkar. Kendiliğinden ya da beslenme düzenindeki bir değişikliğe (örn. lokmalara geçme) bağlı olarak oluşur. Canlı, uyanık ve çevreyi araştıran bir bebek var­dır. Beslenmeyi reddetme, hızla, hemen hemen tüm besinleri red­detme şekline döner. Buna da annenin kaygılı bir tepkisi eşlik eder. Çocuğu yedirebilmek amacıyla anne değişik tutumlara girer. Oyun­lar, çocuğu kışkırtmalar, uykulu bir halde iken yedirmeye çalışmalar, bazen tersine kuvvet kullanarak, bağlayarak, ellerini tutarak çocu­ğun ağzı açılmaya çalışılır. Bu kavgada anne güçsüz kalır ve yenilir.

Aile bireyleri ya da arkadaşlar yeni öneriler ortaya atarlar, fakat bunlar annenin kaygılarını artırmaktan başka bir işe yaramazlar. As­lında bebek büyümeye ve kilo almaya devam eder. Nadiren şiddetli­dir ve kilo almamaya neden olur. Kabızlık eşlik edebilir, katılardan daha fazla sıvılara yönelme olur.

Bu sorun sıklıkla anneye yöneliktir. Bebek, bakıcı, kreştekiler, anneanne, babaanne gibi diğer kişilerle çok iyi yer. Anne bu redde-dilişin doğrudan kendine yöneldiğini algılar ve sıkıntı içindedir. Ye­mek saatinin yaklaşması ile sıkıntı artar ve çocuk için hiç de uygun olmayan bir hal alır. Artık beslenme saati çocuk için meme emme değil de daha çok annenin sıkıntısının emileceği bir zamandır.

Bu durumda iki gelişme olur. Birincisi tamamen ilişkisel (bakım­daki bir değişiklik, herhangi bir hastalık ya da yaşantı değişikliği) bir bozukluktur. Tepkisel, geçicidir ve bu reddetme annenin güç kullan­ma davranışına karşı oluşmuştur. Annenin davranışındaki değişiklik­lerle sorun hızla çözülebilir. Bunun için anneye güven vermek gere­kir. Pratik öneriler, örneğin bebeğin baba ya da üçüncü bir kişi ta­rafından yedirilmesi ile sorun çözülür, ikincisinde başlangıç aynıdır. Ancak yeme ile ortaya çıkan tepki çocuğun bütün bedenini kapla­mıştır ya da annenin tutumunda hiçbir değişiklik olmadığından so­run devam eder. Uyku değişiklikleri, ağır öfke ve katılma nöbetleri gibi diğer rahatsızlıklar eşlik edebilir. Besin karşısında çocuk tümüy­le ilgisiz ya da çok açık bir reddetme içindedir. Tam bir reddetme oluştuğunda anne çocuğun ağzından bir-iki lokma geçmesi için her şeyi (kışkırtma, tehdit, dövme) dener. Bu arada çocuk ise kusmakta, tükürmekte ya da tabağını devirmektedir.


Çocuğun tutumları dönemler halinde kırılabilir. Bu dönemlerde ço­cuk kapris yapıyor gibidir (sadece tatlı, sütlü ya da sebze gibi gıdalar seçer), ancak daha iyi yemektedir. Kusmalar sıktır, yediğini kusar. Bu dönemde çocuk solgundur ve ciddi hastalıklar gelişebilir.

Aile sürekli çocuklarında bedensel bir neden (kalp ve sindirim ile il­gili bir hastalık, enfeksiyon ya da beyin tümörü) aramaktadır. Ancak bu bozukluklar hiçbir zaman böyle bir psikolojik duruma eşlik etmez­ler.

Bu bebeklerin anneleri daha çok otoriter, yönlendirici ya da her alanı kaplayan ve aslında ruhsal açıdan sağlıklı kişilerdir. Ancak bu an­neler için beslenme ilişkisi özgül bir ilişki biçimidir. Besleme davranı­şının altında yoğun bir iyi anne olamama ya da terkedilme sıkıntısı ve ölüm yatar. Bebekte ise besini reddetme değişik gelişme dönemlerine göre yorumlanabilir. Bu çocuklar için yemek sonrası gevşemenin ola­sı bir tehlike oluşturduğundan söz edilmektedir. Bu çocuklar rahatla­yınca huzursuz olurlar, onlar için bir gerginlik gerekmektedir. Diğer ta­raftan biberon ya da anne memesine karşı başını çevirmek şematik olarak hayır demenin ilk örneğidir. Yani bebek, anne çocuk ilişkisine sembolik anlamda hayır demektedir. Bu bebeklerde yabancılara karşı korku hissi gözlenmemektedir. Bunun anlamı ise anne yüzünün ayırt edilememesi ve sıkıntının yabancıya aktarılamaması olabilir. Besin reddi sıkıntının bulaşmasını gösterir. Anne, anneden çocuğa ve anne­ye bulaşma şeklinde bir kısır döngü söz konusudur.

Tedavi amaçlı yaklaşım anne çocuk ilişkisi üzerine yoğunlaşır. An­nenin kaygısı giderilmeye çalışılır ve belirgin tutum değişikliklerine gi­dilmesi gerekir. Bir kez bile çocuk psikiyatristi tarafından görülmüş ol­ma tüm kaygıları ortadan kaldırabilir, ertesi gün çocuk rahat beslene­bilir. Ayrıca bu davranışlar annenin farkında olamadığı çocuk bakımı üzerine oturduğu için annenin tek başına psikoterapisi, bazen de an­ne çocuk ilişkisi için psikoterapi gerekebilir.

Genç Kızların Anoreksiya Nevrozası

Yaş ve boy uzunluğuna göre beklenen kilodan daha az bir beden ağırlığı olmasına karşın kilo almaktan ya da şişman biri olmaktan aşırı bir korku vardır. Başka bir deyişle beden ağırlığı ya da biçimini algılama bozulmuştur. İlk kez 1868 yılında tanımlanmış ve temel olarak nedeninin psikolojik olduğu bundan sonra kabul edilmiştir. Çekirdek belirti, şaşırtıcı olarak, iştahsızlık değil, biçim, ağırlık ve yi­yecekle ilgili tutum bozukluğudur. Ortalama başlangıç yaşı 16, er­keklerde ise 12 yaş gibi daha genç dönemlerdedir. Daha çok yük­sek sosyoekonomik sınıfta ortaya çıkar. Genellikle bir rejimi izleye­rek başlamakta ve ağırlık azaldıkça beden şekli giderek bozulmakta­dır. Oluşan bu ince hali korumak için besinlerden kaçınma, ishal, kusma ya da aşırı beden etkinliği ortaya çıkmaktadır. Tedavide kişi­nin psikoterapisi, aile tedavisi, grup tedavisi, ilaç tedavileri gibi yön­temler uygulanmaktadır.

Cocuklarda Zeka Geriligi

Zekâ Geriliği, Çocuklarda Zeka Geriligi

Bu bozukluk 18 yaşın altında başlayan; bilişsel, motor, dil ve sosyal alanları içeren genel zihinsel işlevselliğin belirgin olarak ortalamanın altında olması ve eşlik eden uyum bozukluğu ile belirlenmektedir. Genel zihinsel işlevsellik bireysel olarak uy­gulanan bir ya da daha çok standart zekâ testinin (örn. Çocuk­lar için VVechsIer Zekâ Skalası- gözden geçirilmiş şekli WISC-R; 6-16 yaşlar arası, Stanfort- Binet; 2-18 yaşlar arası geçerli­dir, Kaufman Çocuklar için Ölçüm Bataryası) değerlendirilme­si sonucunda elde edilen zeka bölümü (IQ) ile tanımlanır. Zi­hinsel işlevselliğin belirgin derecede ortalamanın altında ol­ması (IQ'nun 70 ve altında olması ya da ortalamanın 2 stan­dart sapma altında olması) anlamına gelir. Amerikan Zekâ Ye­tersizliği Birliği (American Association on Mental Deficiency, AAMD)'nin tanımlamasına göre de zekâ geriliği, gelişim döne­minde oluşan, uyumlu davranışların eksikliğini içeren normalin altındaki zekâ işlevidir. Bu tanım zeka geriliğinde, şimdiki uyum sorununu ve işlevsellikteki sınırlılığı şart koşar.

Bebeklerde Zeka Geriliği

Zeka geriliğinin şiddeti 4 derecede belirtilir:

Hafif Zeka Geriliği: IQ düzeyi 50-55 ile yaklaşık 70 arası
Orta: IQ düzeyi 35-40 ile 50-55 arası
Ağır: IQ düzeyi 20-25 ile 35-40 arası
İleri derecede ağır: IQ düzeyi 20-25'in altı

Zeka geriliği olan bireylerdeki belirtiler genellikle düşük IQ'dan çok, iletişim, kendine bakım, ev yaşamı, toplamsal Kişilerarası beceriler, toplumun sağladığı olanakları kullanma, kendi kendini yönetip yönlen­dirme, okulla ilgili bilişsel beceriler, iş, boş zamanlar, sağlık ve güvenlik gibi uyum işlevselliğindeki yetersizliktir. Uyum işlevselliği genel yaşam koşullan ile ne derecede başa çıkabildiğini ve kendisi ile aynı yaşta, ay­nı sosyokültürel birikimde ve aynı toplumdaki birine kıyasla bireysel ba­ğımsızlık standartlarını ne derecede karşılayabildiğim belirtir.

Zekâ geriliğinin belirgin olduğu durumlar birçok zihinsel hastalığın tanımından öncesinde dikkati çekmiştir. Çağımızda zekâ geriliği anla­mında "zekâ yetersizliği", "zekâ özürü" "normal altı zekâ", "oligofreni" ve yakın zamanda "gelişimsel engellilik" ve "gelişimsel gecikme" gibi terimler kullanılmaktadır. "Gelişimsel özürlülük" terimi ise, zekâ geriliği, serebral palsi, otizm ve zekâ geriliği ile yakından ilişkisi olan diğer nörolojik bozukluklar gibi ileri derecede ve süreğen zihinsel ve fiziksel bozuklukları tanımlamak için kullanılmaktadır.

Değerlendirmenin objektif ve standart olmasını sağlamak amacıyla Binet ve Simon, Fransız okullarındaki başarısız öğrencileri değerlendir­mek ve sorunlarına çözüm bulmak için ilk zekâ testini geliştirmiştir. Son 30 yılda zekâ geriliği olan bireylere yönelik yaklaşımlarda önemli değişiklikler başlamıştır. Zekâ geriliği olan bireylerin değerlendirildiği ve desteklendiği birimler, ruhsal bozukluk tedavi ünitelerinden ayrılarak zekâ geriliğine özel daha yoğun destek başlatılmıştır. 1960'lı yıllann başında zihinsel engelli çocukların eğitimi için okul öncesi programlar başlatılmış. Şu andaki görüş de, bu çocukların erken dönemde tanın­ması, değerlendirilmesi ve doğru yaklaşım ile desteklenmesidir.

Zekâ geriliğinin sıklığı % 1-3 olarak öngörülmektedir. Zekâ gerili­ği olan çocukların en büyük bölümü (% 8 5) hafif derecede iken % 10'u orta derecede, % 3-4'ü ağır zekâ geriliği olup tüm zekâ geriliği olgularının % 1-2'si ise ileri derecede ağır zekâ geriliği derecesindedir.

Zeka Geriliği Belirtileri

Hafif derece zekâ geriliği, okula başlamadan önce anne-baba veya çevre tarafından farkedilemeyebilir. Çocuklar okula başladıktan ve ev dışındaki etkinliklere katıldıktan sonra zihinsel yetersizlikleri anlaşılma­ya ve görünür hale gelmeye başlar. Derslerin, sınıf atladıkça daha da güçleşmesi ve bilişsel yeti gerektirmesi nedeniyle ergenlik dönemine doğru farkedilme en belirgindir. İleri derece zekâ geriliği olanlara çok erken yaşlarda tanı konur. İleri derece zekâ geriliği olanlarda zeka ile toplumsal işlev arasındaki ilişki açıktır. Bunlar çocuklukta özel desteğe gereksinim duyarlar ve bu durum erişkinlikte de devam eder. Hafif de­rece zekâ geriliği olan çocuklann yarısından fazlası özel desteğe gerek duymaz. Zekâ bölümlerine göre kendine yeterlilik gözden geçirildiğin­de, zekâ bölümü 40'ın altında olanların hiçbiri kendine yeterli değildir. Zekâ bölümü 40-49 arasında olanların % 20'si, 50-59 arasında olan­ların % 42'si ve 60-69 arasında olanların % 71'i kendine yeterlidir.

Zeka Geriliği Nedenleri

Zekâ geriliğinin nedenlerine bakıldığında, yapısal, genetik ve sos­yokültürel faktörler ve bunların etkileşimi üzerinde durulmaktadır. Do­ğum öncesi dönemde zekâ geriliğinin genetik olmayan nedenlerinden en önemlisi anne karnındaki bebeğin alkole maruz kalmasıdır. Genetik etkenler, bilinen yapısal nedenlerin başlıcasıdır (Dovvn sendromu, frajil X sendromu, kedi miyavlaması hastalığı gibi).

Çevresel etkenler arasında ise, annenin gebelik dönemindeki ba­kım ve beslenmesi, gebelik sorunları (toksemi, kanama gibi), birden fazla gebelik, annenin yaşı, annenin ilaç kullanımı ya da kronik hasta­lıkları, radyasyona ya da travmaya maruz kalma sayılabilir.

Doğuma ilişkin nedenler: Günümüzde doğum koşulları ve yeni-doganın bakımı nitelik yönünden daha iyi düzeydedir ve serebral palsili doğan bebeklerin görülmesi azalmaktadır. Ancak, doğumda belirgin oksijensiz kalma (asfiksi) çağdaş tıp merkezlerinde bile gö­rülmeye devam etmektedir. 1000 doğumda 5 kadar olan bu durum bebeklerin % 20'sinde zekâ düzeylerini etkilemektedir. Doğum ağır­lığı 1500 gramdan daha az olan bebeklerde serebral palsi oranı ar­tar. Bu oranın 10 binde 1 olduğu düşünülmektedir. Tıbbi yapılma­yan doğuma bağlı sorunlar ve doğum sonrası sarılığı (aşırı bilirübin yüksekliği; kernikterus) zekâ geriliği nedenleri arasındaki diğer önemli etmenlerdir.

Doğum sonrası nedenler: Gelişmekte olan bebeği ve özellikle be­yin gelişimini etkileyebilecek, toksik, metabolik ya da travmatik olay­lar (kaza, çocuk istismarı, sarsılmış bebek sendromu; kızamık, boğma­ca, kabakulak ve tüberküloz gibi beyni etkileyen hastalıklar; kafa içi tü­mörleri, seyrek olmakla birlikte yüksek düzeyde kurşunun sürekli alın­ması; 60 mg/dl'den fazla kan kurşun düzeyi zekâ bölümünde azalma­ya neden olmaktadır) önemlidir, ileri derecede beslenme bozukluğu ve guatr da nedenler arasında yer almaktadır.
Zekâ geriliğinin en sık rastlanan belirtisi her türlü zihinsel işlevler-deki yetersizliktir. Bunlar öğrenme, kısa süreli hafıza, kavramları kul­lanma ve problem çözmeyi içerir. Bazen özel bir işlev diğerlerinden daha çok etkilenir.

Hafif derecede zekâ geriliği

Zekâ geriliği olan grubun % 85'ini oluşturmaktadır. Genellikle duyu ve motor alanda yıkım yoktur. Bu gruptaki kişilerin büyük bir kısmı normal dil gelişimi ve sosyal alan­daki becerilerini okul öncesi dönemde kazanırlar bu nedenle zekâ ge­riliği tanısı koymak çok zordur. Onlu yaşların sonlarına doğru, 6'ncı sınıf düzeyinde okul becerileri kazanabilirler. Yetişkin dönemde ya­şamlarını kendi başlarına yönetebilirler, fazla beceri gerektirmeyen ya da az beceri gerektiren pratik el işleri yapabilirler. Düşük akademik beklenti olan sosyokültürel ortamlarda hafif zekâ geriliği önemli bir sorun yaratmayabilir. Ancak hafif zekâ geriliği olan kişi, aynı zaman­da duygusal ve sosyal bakımdan gelişmemişse (evliliğe uyum yapabil­me, çocuk yetiştirme, gelenek ve kültürün beklentilerine uyabilme gi­bi alanlarda) zekâ özrünün sonuçları açıkça belli olur.

Orta derecede zekâ geriliği

Zekâ geriliklerinin % 10'unu oluş­turur. Bu gruptaki bireylerde kavramada ve dil gelişiminde gecikme vardır. Kendilerine bakımı ve motor becerileri geri kalmıştır ve bazıla­rı yaşam boyu başkalarının denetimine gereksinim duyar. Okuma, yazma ve sayma gibi temel becerileri zor da olsa öğrenirler. Akade­mik olarak ikinci sınıf düzeyinden ileri gidemezler. Bildikleri yerlerde tek başlarına dolaşabilirler. Bu bireyler yetişkin döneminde, denetim altında yapılandırılmış bazı pratik işleri yapabilirler. Genel olarak ha­reket yetileri tam olup bedensel olarak etkindirler.

Ağır derecede zekâ geriliği

Zekâ geriliği olan bireylerin % 3-4ünü oluşturmaktadır. Okul öncesi dönemde gelişimleri büyük ölçüde geridir. Bu gruptaki bireyler ancak denetim altında kendilerine bak­mayı öğrenirler ve basit düzeyde iletişim kurarlar. Yetişkin dönemde basit işleri yapabilir, sınırlı sosyal etkinliklere katılabilirler. Bu tanı gru­bundaki bireylerin çoğunda belirgin motor bozukluk ya da ilgili sakat­lıklar vardır, bu da merkezi sinir sisteminde önemli bir zedelenme ya da gelişim bozukluğunun olduğunun bir göstergesidir.

Çok ağır derecede zekâ geriliği

Zekâ geriliği olanların % l'ini oluşturur. Bu bireylerin kendilerine söylenenleri ve istenenleri anlama ve uyabilme yetileri ileri derecede sınırlıdır. Bu kişilerin çoğunluğu ha­reket edemez ya da hareketleri ileri derecede kısıtlıdır, idrar ve dışkı denetimi gelişmemiş olabilir. Ancak ilkel düzeyde hareketlerle sözsüz iletişim kurarlar. Temel gereksinimlerini sağlayacak yetileri ileri dere­cede kısıtlı olup ömür boyu bakıma muhtaçtırlar.

Zekâ geriliği olan çocuklarda klinik duruma sıklıkla fiziksel ve psi­kiyatrik bozukluklar eşlik etmektedir. Duyu kusurlarından, işitme ve görme bozuklukları olabilmekte, yarısında çeşitli derecelerdeki konuş­ma bozuklukları eşlik etmektedir.

Tedavide en önemli adım motor ve zihinsel geriliğin erken dönem­de belirlenmesi ve nedenlere yönelik araştırmaların yapılmasıdır. Da­ha da önemli adım ise bozukluğun gelişimine ilişkin koruyucu ruh sağlığı hizmetlerinin verilmesidir. Bunun için de gebelik öncesi (35 yaş üzerindeki gebelikte, genetik yüklülüğün olduğu ailelerde) genetik danışmanlık, gebelik döneminde tanı yöntemlerinin kullanılması, annenin beslenmesi, sağlık durumunun izlenmesi ve doğumun sağ­lıklı şartlarda gerçekleştirilmesi, zekâ geriliğinin önlenmesi açısından değerlidir. Doğum sonrasında ise, bebeğin beklenen gelişim düze­yinde olup olmadığının izlenmesi önemlidir. Bebeğin baş çevresinin ölçülmesi, iskelet, endokrin ve dolaşım sistemlerinin incelenmesi, fenilketonüri ve diğer işlevsel bozuklukların tanınması gerekir. Do­ğumdan birkaç hafta sonra Moro refleksi, tutma refleksi ve emme refleksi ile kendiliğinden olan hareketler sınanmalıdır. Bebeğin işit­me ve görme yanıtları, göz hareketleri ve gözleri odaklaştırması, gülmesi, başını tutması ve ses çıkartması gelişmenin iyi olduğunu gösterir. Oturma, nesneleri kavrama ve destekle yürüme genellikle 12 aydan önce olur. Yaşa uygun olmayan bir davranış daha fazla dikkati ve izlemeyi gerektirir.

Zekâ geriliği olan bireylerdeki psikiyatrik bozuklukların tedavisi ze­kâ geriliği olmayan hastalardan farklı değildir. Tıbbi, davranışsal ve eğitim girişimleri eşgüdümlü olarak yapılmalıdır. Zekâ geriliği olanla­rın çevreye ya da kendine yönelik saldırgan davranışlar sergilemesi sorunlar yaratabilir. Zekâ geriliği o)an bireylerde ilaç kullanımının en gerekli olduğu durum yıkıcı davranışlardır. Bunlar, kendine zarar veri­ci davranışlar, basmakalıp-yineleyici davranışlar ve saldırgan davranış­lardır.

Bu çocukların, yıkanma, tuvalet eğitimi ve giyinme gibi kendine bakım becerilerinin geliştirilmesinde davranış terapisi teknikleri kulla­nılabilir. Bu teknikler, aile ve öğretmenlere hastanın günlük yaşamın­da uygulamaları için öğretilir. Bu yaklaşımda simgesel ödül programı, olumlu pekiştirme ve sosyal beceri eğitimi programları kullanılmakta­dır. Bu tekniklerle hastanın yıkıcı ve saldırgan davranışlarının azaltıl­ması ya da denetim altına alınması ve birtakım sosyal davranışların ge­liştirilmesi ya da kazandırılması amaçlanır. Denetim sorunları, uyarıl­mış nitelikteki davranışların düzeltilmesini, olumlu davranışların pekiş­tirilmesini ve yineleyici davranışların azaltılmasını amaçlayan teknik­lerle tedavi edilir. Bazen edimsel koşullandırma yöntemi de kullanılır. İstenmeyen davranışları etkin bir şekilde azaltan cezalandırma ise en son başvurulacak yoldur. Davranış tedavisi ile sosyal yeteneklerde, özellikle iletişim ve günlük yaşam yeteneklerinde belirgin düzelmeler sağlanır. Genel olarak pekiştirme teknikleri anlatım dilinin gelişmesin­de, yönergeleri anlamada ve izlemede, temel kişisel ve ev içi yaşam becerilerin kazanılmasında olumlu sonuçlar verir.

Zeka Geriliği Tedavisi

Tanı sırasında ailenin desteklenmesi gerekmektedir; inkâr ve ken­dini suçlamayı izleyen tanı ve nedenlere yönelik olarak çeşitli uzman­lara başvuru sık görülmektedir. Benzer tanıda çocuğu olan ailelerle ya­pılan grup tedavi uygulamalarının bu süreci kısaltmada, işbirliğine yö­neltmede ve çocuğun erken dönemde desteklenmesinde önemli etki­leri olmaktadır. Ayrıca ailenin ekonomik ya da sosyal güçlüklerini azaltmaya yönelik sosyal destek sistemlerinden (özürlü kimlik kartı, vergi indirimi, özel eğitim raporu, sosyal hizmetler, bakım kurumları, rehabilitasyon merkezleri) yararlanması sağlanmalıdır. Anne baba ve kardeşleri içeren bilgilendirmeye yönelik eğitim, uzun süreli güçlükle­re bağlı gelişebilecek kaygı ya da depresyon gibi psikiyatrik durumla­rın ele alınması ve aile terapileri yararlı olacaktır. Zekâ geriliği olan bireyin eğitimine erken yaşlarda başlamalıdır. Okul öncesi dönemde verilen özel eğitim ve öğretim ile çocuğun zekâ kapasitesinin ne ol­duğu anlaşılabilir. Çocuk, normal okul yaşına eriştiğinde, hafif derece­de zekâ geriliği olan çocuklar normal okulların özel alt sınıflarında eği­tim görebilir. Orta derecede zekâ geriliği olan çocuklar özel eğitim ve­ren kurumlarda eğitilmelidir. Çocukların zekâ düzeyine göre düzenle­necek akademik eğitim ve iş öğretimine ağırlık vererek, bu tür çocuk­ların topluma yük olmalarının engellenmesi, üzerinde en fazla durulan konulardan biridir. Kendine zarar verici davranışlarda ya da eğitimi engelleyen dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilikte ilaç tedavileri etkili ol­maktadır. Ergenlik ile davranış denetimi zorlaşmakta; özellikle beden­sel gelişimin farkedilmesi ihmal ya da istismar edilmeleri açısından risk yaratmaktadır. Bedensel gelişimleri yaş ile uyumlu olabilmesine karşın zihinsel gelişim aynı düzeyde olmadığından davranışlar ya da ilgi ara­yışı cinsel ilgi artışı olarak değerlendirilebilmektedir. Bu da anne baba ve eğiticileri kaygılandırmaktadır. En sağlıklı yaklaşım ergenin zihinsel gelişim düzeyine uygun yaklaşımdır. Duygusal gereksinimlerin karşı­lanması, istismar açısından denetlenmesi ve eğitimi, davranışların de­netimi ile ilgili zorluklarda uzman denetiminde kısa süreli ilaç tedavile­ri uygun olacaktır.

Rett Sendromu ve Bozuklugu

Rett Bozukluğu ve Rett Sendromu

1965 yılında çocuk doktoru Andreas Rett, tedavilerini izlediği 22 kız çocuğunda 6 aylık normal bir gelişimden sonra gelişimin birden dur­duğunu ve hızla gerilediğini gözlemiş, daha sonra diğer özgül belirtile­ri ile birlikte bu bozukluğu Rett Sendromu olarak tanımlamıştır. Geli­şimin en az 5 ay, en geç 30 aylığa kadar normal olması, bu noktadan sonra her alanda şiddetli ve hızlı gerilemelerin olması, el burma, el ya­lama gibi Özgül yineleyici hareketlerin olması bozukluğun başlıca özel-, İlklerindendir. Rett bozukluğunun yaygın gelişimsel bozukluklar başlığı altında yer almasının nedeni hastalığın erken dönemlerinde başlayan sosyal ilişki kaybı ve şiddetle bozulan iletişim becerilerinden dolayıdır. Ancak diğer bilişsel ve motor işlevlerin yanı sıra sosyal ve dil işlevleri de bozulduğundan bu bozukluğun ilerleyici bir nörolojik bozukluk ola­rak ele alınması önerilmektedir. Bu nedenle Rett bozukluğu; özellikle kızlarda görülen, nedeni bilinemeyen, şiddetli nörogelişimsel bozul­ma, kafa çevresinin büyümemesi, el kullanımında bozukluk ve basma­kalıp davranışlar gibi hareket anormallikleri, düzensiz solunum, otistik davranış ve sara nöbetlerin olduğu nörolojik bir bozukluk olarak ta­nımlanmaktadır.

Asperger Sendromu ve Bozuklugu

Asperger Bozukluğu ve Asperger Sendromu

1944 Yılında Hans Asperger tarafından "otistik psikopati" adı altında normal bir zekâ ve normale yakın gelişimi olan, ancak karşılıklı sosyal etkileşim ve ilişkilerde nitel bozukluklar, bazı tuhaf davranışlarla belirli bir sendrom olarak tanımlamıştır. Bozukluk, bir yandan yüksek işlevli otizm tablosunun farklı bir klinik dışavurumu olarak değerlendirilirken, bir yandan da şi-zoid kişilik bozukluğu, semantik-pragmatik bozukluk ve sözel olmayan öğrenme yetersizliği ile bağlantılı bulunmuş, bu ne­denle yaygın gelişimsel bozukluklar ile diğer bazı klinik du­rumlar arasında bir köprü oluşturduğu ileri sürülmüştür.


Asperger, bozukluğun kalıtsal kökenli bir hastalık olduğunu ileri sür­müştür. Bu bozukluğa ilişkin özelliklerin hastanın ailesinde, özellikle ba­bada bir yatkınlık olarak bulunduğunu bildirmiştir. Bu sendrom, doğum öncesinde, doğum sırasında ya da doğum sonrasında oluşabilecek ve beynin zedelenmesine yol açabilecek bir duruma bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla sergilenen davranış kalıpları, beyin işleyişin-deki bu organik bozukluğa bağlı bulunabilir. Ancak burada henüz has­talığı açıklayabilecek herhangi bir özgül patoloji saptanamamıştır. Ya­pılan araştırmalarda dikkat sorunları, plân yapma ve zamanlamada ak­saklıklar şeklinde "yönetici" işlevlerde bozukluk olduğu ileri sürülmüştür.

Asperger sendromlu çocukların % 60'ından fazlasında EEG, BBT, beyin sapı uyarılmış potansiyellerinin ölçümü, kromozom ve beyin omurilik sıvısı tetkiklerinde anormal bulgulara rastlandığı ve beyin pa­tolojisine ilişkin bir tanının belirlenmeye çalışıldığı ileri sürülmektedir. Bozukluğa yol açabileceği düşünülen nedenler arasında kuşaktan ku­şağa taşınan bazı benzer tuhaf davranış özellikleri ile anormal çocuk yetiştirme yöntemleri ve tutumları da dikkate alınmalıdır.

Göz göze temasın az, yüz ifadelerinin ve ses tonunun sınırlı olma­sı, sosyal içe çekilme ve yaşıt ilişkilerinde azlık, duyguları anlamada güçlük, zamirlerin yer değiştirilerek kullanılması, basmakalıp aktanm ve davranışlar, bilgiçlik taslayan konuşma biçimi, karşılıklı iletişimde ve hayali oyunda sınırlılık, zihinsel takıntılarla donatılmış olma, rutinlere katı bir biçimde yönelme ve nesnelerin yineleyici kullanımı önemli be­lirtileridir. Seyri ve sonlanımı otizmden daha iyidir. Dil ve zekâ gelişi­minin normal oluşu diğer yaygın gelişimsel bozukluklardan ayıran te­mel özelliğidir.

Asperger Tedavisi

Tedavide nadiren ilaç tedavisine gerek duyulur. Sosyal beceri ka­zandırmaya yönelik terapi yöntemleri kullanılabilir. Aileye, bozuklu­ğun nitelik ve sürecine ilişkin aydınlatıcı bilgi verilmeli, hastalığı kabul­lenmeleri yönünde onlara destek olunmalıdır. Düzenli rutinlere göre yapılandırılmış bir eğitim çok yararlıdır. Eğitim, bu çocuklarda özel il­gi alanlarının geliştirilmesi ve sosyal beceriler yönünden deneyim ka­zandırılması açısından önem taşımaktadır.

Dezintegratif Bozukluk

Dezintegratif Bozukluk

Bu bozukluğun görülme sıklığı otizmin onda biri kadardır. Er­keklerde kızlara göre 4-8 kat daha fazla görülmektedir. Klinik belirtileri otizme çok yakın olup şiddeti daha az olabilir. 10 yaş altında başlaması ve 2 yaşa kadar gelişimin normal olma­sı gerekir. Genellikle 3-4 yaşlarında başlar ve bozukluğun ilk üç ve dokuzuncu aylarında huzursuzluk ve aşırı hareketlilik ta­nımlanır.

Bozukluk için farklı başlangıç biçimleri olduğu, bunlardan birinin haftalar ya da aylar süren sinsi bir gidiş ile seyrettiği, diğerlerinin ise birkaç gün ya da hafta içinde aniden başladığı ileri sürülmüştür. Bazı hastalarda daha huzursuz ya da sıkıntılı oldukları bir ara evre olabilir. Çocuktaki değişim, ister haftalar içinde, ister günler içinde olsun, bo­zukluktaki temel özellikler olarak; becerilerinde belirgin gerileme ya da kayıp, sosyal ilişkilerde sorunlar, basmakalıp davranışlar, değişime direnç, aşırı hareketlilik, korku ve anksiyete gibi belirtiler, özbakım be­cerilerinde yıkım (özellikle idrar ve dışkı denetimi) sayılabilir. Bu belir­tiler daha önceki gelişim öyküsü göz ardı edildiğinde "otizm"den ayırt edilmesi oldukça güç bir tablo oluşturur.

Bozukluk seyrek görülmesine karşın klinik açıdan otizme göre daha olumsuz seyretmektedir, iletişim becerilerindeki kayıp klinik tablodaki en dramatik değişikliktir. Hastalık öncesinde cümle kura­bilirken, bozukluk ile birlikte bu çocuklardaki dil ve iletişim becerile­rinin, hem anlama, hem de belirtme açısından ciddi olarak etkilen­diği saptanmıştır. Bu çocukların zekâ düzeyleri de oldukça düşük bu­lunmuştur.

Birçok nörolojik sorun bu bozukluğa eşlik edebilmektedir. Bu so­runlar arasında sara nöbetlerinin en önemli komplikasyon olduğu söy­lenebilir. Araştırma sonuçları, EEG bozuklukları ve nöbetlerin, otistik bozukluklar kadar, hatta daha fazla olduğunu göstermektedir.

Dezintegratif bozukluğu, bazı hastalarda gelişimde bir plato evresi, bazı hastalarda kısıtlı da olsa bir düzelme, bazı hastalarda ise ilerleyici bir yıkım ile seyredebilir. Yıkım düzeyi çok değişkendir ve sıklıkla iler­leyici bir nörolojik süreç ile birlikte gider. Ancak birkaç hastada olduk­ça iyi düzeyde bir düzelme de bildirilmiştir.

Otizmdeki tedavi ilkeleri bu bozukluk için de geçerlidir. Anne ba­ba eğitimi ve çocuk için özel eğitim programlarının yanı sıra belirti­lere yönelik düşük doz ilaç tedavisi bu eğitimin verimini artırabilir. Genel olarak yaşam boyu oldukça iyi yapılandırılmış bir çevre gere­kir. Erişkin yaşamda çoğu hasta yoğun bir bakım ve desteğe gerek­sinim duyabilir.