Kalinbagirsak Kanseri ve Ameliyati

Kalınbağırsak Kanseri ve Ameliyatı

Adenomatöz (bezelursal) kalınbağırsak polipti (sarkancah) (kansere yatkın sarkanca) insanlar, aşırı miktarda "deoksikolat" yapma veya emme eğilimindedirler. Deoksi-kolat, bakterilerin parçaladığı esas safra tuzudur ve değiştirme veya kanser yapma gizil gücü vardır. Deoksikolatın emilimi, bağırsak geçiş hızına duyarlı olduğu için, kepek ve geçişi hızlandıran diğer maddeler kalınbağırsak kanseri tehlikesini azaltı­lırlar

Ailesel kalınbağırsak adenomatöz polipozisi (bezelursal sarkancah) olan hastalara kolektomi (hastalıklı kalınbağırsağın kesilip çıkarılması) ve fileo-rektal anastomoz (ileum-rektum ağızlaştınlması) yapıldığında, adenomatöz polipler rektumda tekrar­lama ve kötücülleşme eğilimindedirler. Böyle hastalara kepekli tahıl ürünleri veri­lerek günlük lif alımları iki katına çıkarılmış ve 4 yıl süreyle düzenli sigmoidoskopi ile izlendiklerinde, denetim grubuna göre rektal polip sayısının azaldığı gözlen­miştir. Bu yüzden kepeğin kansere karşı etkisi konusunda etkili olduğu gösteril­miştir.

Laktuloz tedavisinin bu tür poliplerin tekrarlanmasını yavaşlattığı da gösterilmiştir. Laktuloz, yalnızca bir yumuşatıcı değil, aynı zamanda mayalanabilen karbonhidrat benzeri yapay bir şekerdir.

Kalın barsak kanseri

Eğer, lifler kansere karşı etkilerini, kısa zincirli yağ asitlerine mayalanarak gösteri -yorlarsa, kalınbağırsağa giren ve benzeri şekilde mayalanan herhangi bir karbon­hidratın da koruyucu olabileceği ileri sürülmüştür. Yenilen nişastanın oldukça büyük bir kısmı sindirilmez ve kalınbağırsağa girer. Burada hızla mayalanır ve olasılıkla bir miktar yumuşatıcı etkisi vardır. Bu yüzden kansere karşı koruyuculuk açısından nişasta da lif kadar önemlidir. Bilinmesi gereken yalnızca ne kadar nişastanın ye­nildiği değil, aynı zamanda kalınbağırsağa geçen nişastanın oranıdır ki, bu da kişiden kişiye 10 kat farklılık göstermektedir. Kalınbağırsakta polipleri olan kişilerin nişastayı sindirme konusunda alışılmadık ölçüde yetenekli oldukları ileri sürülmüştür. Eğer bu doğruysa, kanserin daha fazla nişasta ve daha az sindirilebilir nişasta şekilleri (söz­gelimi öğütülmüş un yerine pirinç gibi bütün taneler) yiyerek önlenmesi olasılığı or­taya çıkar. Nitekim genelde pirinç yiyen toplumların kalınbağırsak -rektum kanse­rine yatkınlığı, un tüketen toplumlara göre daha az görülmektedir.

Bir başka husus da; liften zengin bir diyetin çok sebze ve meyva içermesi ve bunla­rın da (A vitamini, antioksidanlar ve eser elementler gibi) kendi kanser önleyici maddelerini kapsamalarıdır. Sebzeden zengin bir diyetin kalınbağırsak-rektum kan­serinden koruduğuna ilişkin hem epidemiolojik (salgınbilimsel) hem de deneysel göstergeler vardır.

Kalınbağırsak kanserinden korunmak için, çok miktarda bitkisel gıda alıp, bunun çoğunu taze, işlem görmemiş şekilde yemelidir.

Kalinbagirsak Bakterileri

Kalınbağırsak Bakterileri ve Hastalıkları

Yemek yerken, genellikle aerobi (hava ile yaşayan) mikropları da yutulur. Bu mik­roplar mide asidi ve safranın etkisiyle hızla yok edilir. Böylece incebağırsaktaki (ileumun üst kısmı ve jejunumda) sıvıda 1000/ml. mikrop bulunur. İleumda ise mik­rop sayısı giderek artar. Safra ve midenin etkisinden kaçarak, yaşamın ilk 2-3üncü yıllarında çok az sayıda var olabilen aerobi mikroplan da söz konusudur. Bu mik­roplar giderek ileumun son kısmı ve kalınbağırsakta yerleşir, orada çoğalırlar ve tahrip olarak, kalınbağırsakta bir taraftan niteliksel, diğer taraftan niceliksel (Tablo-1) bir mikrop dengesi (biteyi) kurarlar:
Niceliksel denge sayısal olarak şöyledir:

İleumda: 10 milyon/ml.
Körbağırsakta: 1 milyar/ml.
Sol kalınbağırsak ve dışkıda 1000 milyar.

Niteliksel denge: Kolibasil, laktobasil, klostridi, veillon biteyi, perfringens farklı bireylerde hemen, hemen sabit oranlarda bulunur. Fakat aksine genellikle onların az sayıda olduklarına inanılır. Gerçekten onlar, bakteroid (bakteri benzeri) denilen gruba nazaran 100 defa daha az sayıdadırlar. Bakteroidler ise iyi tanınmaktadır. (kalınbağırsak polipleri)

Her bireyin mikrop sayısının dengesi dikkate değerdir:
Zira öküz etinden olağandışı zengin bir rejim veya mayalanmayı arttıran laktuloz alımı veya bitkisel liflerden çok zengin bir rejimi 1 ay uyguladıktan sonra, bu mik­rop sayısının dengesi değişmemektedir. Neomycine gibi bazı antibiotiklerin alın­ması, kalınbağırsaktaki bu mikrop sayısını geçici olarak azaltabilir. Fakat hastanın tedavisi durduktan birkaç gün sonra, tedaviden önceki aynı mikrop düzeyi oluşur.

Önceden sindirilmiş ürünlerle devamlı beslenme halinde (elemanter diyet) kalınba­ğırsak mikroplarında belirgin bir azalma meydana gelir. Mikrop biteyinin terkibin­de gözlenen niteliksel değişiklikler kararsız ve çelişmelidir. (kalınbağırsak sarkması)


İsa'nın ikinci kez dünyaya döndüğüne inanan 7. gün adventisleri ilginç çalışmalara yol açmıştır. Dinleri tarafından, hayvansal ürünleri yemenin, yasak olduğu kuzey Amerikalı ve Avrupalılar söz konusudur. Bazıları çok titiz şekilde et yemeyen, yalnız sebze ve meyva yiyen vejeteryan, diğerleri de süt ve yumurta ile beslenenlerin dış­kıları karşılıklı kıyaslanmış, vejeteryan ve adventist olmayanların dışkılarına yakın bulunmuştur. Mikropların tüm miktarı bütün olgularda hemen, hemen aynıdır. Yalnızca 2 fark vardır. Adventistlerin dışkıları daha çok laktobasil ve daha az klostridium perfringens, septikum ve tersium, fusobakteri içerir. Bu değişikliklerin anlamını tayin etmek güncel olarak güçtür.

Bağırsak mikropları bazı sindirim olaylarında da etkili olmaktadır:

O Maya bakterileri, karbonhidrat artıklarını sindirerek yaşarlar. Bu artıklar 3 te­mel kaynaktan gelir:

a) İncebağırsak enzimlerden kaçan çeşitli nişastalar, diholosidler.
b) Besinsel selüloz lifleri, hemiselüloz, pektin.
c) Karbonhidratların (glusidlerin) önemli bir kısmını oluşturan muko-proteinler (%70-80).

Bakteriler şematik olarak 2 farklı devrede etki ederler:

İlki, var olan poliholosidlerin bilinen hidrolizidir (su ile çözüşme). Amilaza benzer bakteri a - glukozidazı gibi veya selülozun bir kısmını parçalayan biz­zat özellikle bakteriye ait (3 -glukozidaz söz konusudur. Diğer enzimler

Bütün bu etkilerin sonucu (glukoz, fruktoz, galaktoz, pentoz) gibi basit şekerlerdir.

Diğeri, gerçek "mayalanma"'dır. Uçucu asitlerin üretimi {asetik, propionik, butirik asitler vs.) ve (karbondioksit, hidrojen, metan) gazlarının oluşması ile ilgilidir Karbondioksit bikarbonata bağlanır. Hidrojen ve metan gazları dolaşıma karışıp akciğerlerle atılır. Böylece solunum havasında hidro­jen tayini kalınbağırsaktaki mayalanmanın önemini anlamaya yarayabilir (Hidrojen soluma test)

Kokuşma da mayalanma gibi iki devrede oluşur:

Başlıcası proteinleri parçalayan ve amino asitleri serbestleştiren Klostridium Perfringens,dn. Sonra bakteriler amino asitlere de saldırarak onları ya amonyak ve yağ asitlerine (bu sonuncusu mayalanma yolunu takip eder) ya da karbondioksit ve bir aminden az çok toksik olan (indol, skatol, histamin v.b.) dönüştürür
© Özellikle bağırsak mukozası ile temas halinde yerleşmiş bazı bakteriler Üreaz üretirler. Bu üreaz, üre çevriminde ve son olarak amino asitlerin bireşiminde ö-nemli rol oynar. (kalın bağırsak polip)

Hergün organizmanın çeşitli bölgelerinde oluşan protein parçalanması 20-25 gr. üre oluşumu ile sonuçlanır ve bunun da 13-18 gramı hergün idrarla atılır. Geri ka­lan 7 gr. ise bağırsak cidarından özellikle kalınbağırsaktan emilir.

Bakteri üreazı üreyi karbondioksit ve amonyağa parçalar. Şayet kalınbağırsağın pH'ı uygunsa amonyak kalınbağırsak mukozasından geri emilerek karaciğere gelir ve amino asit yapımında ve bu aminoasitler de protein oluşumunda kullanılır.

O Bazı bakteriler de safra içeriğine etki ederek, bilirubinin sterkobiline dönüşme­sini sağlarlar. Kalınbağırsak kanserinin oluşumunda safra asitlerinin bazı parçala­ma ürünlerinin olası rolü hakkındaki çalışmalar ilginçtir. Gerçekten kalınbağırsak kanseri varlığı ikincil safra asitlerinin, özellikle kanser yaptığı bilinen bir türevinin dışkı ile fazla atılımı arasında oldukça yakın bir ilişki var gibi görünmektedir. Oysa bu türev, kalınbağırsak kanserli hastaların dışkılarında bulunan ancak, çok özel bir bakteri olan Klostridium'un doğrudan sorumluluğu altında meydana gelebilmekte­dir

Kabızlık ve Kalinbagirsak Anasayfa

Kabızlık Hastalığı

Kabızlıkla İlgili Anatomik Bilgiler

Kalınbağırsak ve Dışkı Oluşumu

Kalınbağırsak Bakterileri ve Hastalıkları

Kalınbağırsak Kanseri ve Ameliyatı

Sentetik Yumuşatıcı: Laktuloz

Sindirim Gazları ve Gazlılık

Gazların Kaynakları

Gaz Sorunu ve Gaz Çıkarma Nedenleri

Gaz Sıkışması ve Şişkinlik Tedavisi

Dışkılama Bozuklukları

Kabızlık Çeşitleri

Kabızlık Yapan İlaçlar

Kabızlık Nedenleri

Kabızlık ve Beslenme Önerileri

Atonik Kabızlık ve Kalınbağırsak Stazı

Kalınbağırsak Divertikülozu

Had Divertikulit

Fekalom (Dışkı Tıkacı)

Bebeklerde ve Çocuklarda Kabızlık

Kabızlık Bitkisel Tedavisi

Kabızlık ve Kolesterol

Kabızlık ve Şeker Hastalığı

Kabızlık ve Bağırsak Hastalıkları

Kabızlıkta Meyve ve Sebzeler

Kudret Narı ve Helvası

Kabızlıkta Beslenmenin Önemi

Kabızlık Bitkisel Tedavisi

Kalin Bagirsak Hastaliklari ve Diski

Kalınbağırsak ve Dışkı Oluşumu

Gazlı sindirim hastalığının tedavisi için en iyi yol doğal yöntemlerle böylesi bir hastalığın oluşma olasılığını azaltmaktır. Doğal yöntemlerin etkisini anlayabilmek için bu bölümde kalınbağırsak ve dışkının oluşması ele alınmıştır.

Kalın Barsak Görevleri

Kalınbağırsak, hergün incebağırsaktan (ileumdan) pH=8 (kalevi) olan 1500 mi. ci­varında izotonik (eşgeçişmel) sıvı alır. Bunun günde 1300-1400 mi.'si esas olarak körbağırsaktan su ve tuz şeklinde emilir. Osmolarite (geçişlilik) değişmez. Zira sodyum ve klor emilimi, potasyum ve bikarbonat salgısıyla dengelenir

En yüksek emilme miktarı kuramsal olarak 24 saatte 5 lt.'dir. Buradan çıkan sonuç şudur ki, incebağırsağı terk eden bu miktarın üzerindeki her hacim ishale neden olur

Kalınbağırsağın mikroorganizmaları (109-10u/ml.) sayıda anaerobi -oksijensiz yaşayan-bakterileri, sindirim enzimleri ile sindirilemeyen (bitkisel selüloz ve hemiselüloz, protein artıkları gibi) organik maddeleri sindirirler.

Bakteriler tarafından üretilen amonyak ve uçucu yağ asitleri dışındaki besleyici maddeler kalınbağırsaktan emilmez.

Kalınbağırsak geçiş zamanı 24-28 saat arasındadır.

Dışkının Bileşimi ve kalın bağırsak ülseri

Batıda kullanılan beslenme rejimine göre, günde çıkarılan dışkı miktarı 150 gr., buna karşın bitkiden zengin bir beslenmede ise dışkı ağırlığı günde 250-300 gram­dır. Dışkının %75-80'i sudan %20-25'i katı maddelerden oluşur.

Kalınbağırsak sendromu ve tembelliği

Ülkemizde ise erişkinlerin günlük dışkı ağırlığının ortalama 206 gr. olduğu belir­lenmiştir (Prof. Hamdi Aktan, Prof. Ali Özden) Kentlerde daha az olan ortalama günlük (126,4 gr.) dışkı ağırlığı kırsal bölgede (167,1 gr.) daha fazla olup-kuru dışkı ağırlığı bakımından kıyaslanınca 2 kat fazla bulunmuştur


Katı maddeler muküs (sümüksel salgı), dökülen hücreler, sindirim borusunun üst kısmındaki bozulmamış enzim salgıları, ileumdaki emilimden kaçmış yağ ve pro­tein ve özellikle kuru dışkı ağırlığının %14'ünü teşkil eden bakterilerden (çöpüklerden) ibarettir.


Dışkı yağlan ağızdan alman miktarın %5'i (bir günde en fazla 6 gr.) kadardır.
Dışkı azotu 24 saatte 1 -2 gr. arasındadır.

Aynı zamanda, sol kalınbağırsaktaki kokuşma biteyinin ürettiği amonyak ve sağ kalınbağırsaktaki mayalanma biteyinin ürettiği organik asitler de vardır.

Kabizlikla İlgili Bilgiler

Kabızlıkla İlgili Anatomik Bilgiler ve Kabızlık Şişkinlik

Ağız, sindirim sisteminin ilk bölümünü oluşturur. Besinler, ağızda çiğneme saye­sinde ezilip parçalanırlar. Ayrıca salya, nişasta gibi bazı küçük parçalan küçültmeye yarayan bir enzim içerir.

Sindirimin ikinci dönemi, ağız cidarlarının kasılması sayesinde yutulan gıda parçası lokmaya kılavuzluk eden yemek borusunu geçtikten sonra midede son bulur.

Mide, gıdaları depolayan ve onları küçük parçalar halinde bağırsağa veren bir torba şeklindedir. Etkisi iki türlüdür:

Kasılma ve gevşeme hareketleriyle mekanik;
Tükürük enzimleriyle başlayan, gıdaların ön sindirimiyle devam eden enzimden zengin ve çok asit bir sıvı salgılayan midenin kimyasal etkisi.

Böylece besinler, bağırsak içine tedricen geçen "kimus" denilen oldukça sıvılaşmış bir eriyik haline dönüşürler. Midede hiçbir besinin emilmesi olayı yoktur. Besinle­rin emilimi, yani organizmaya giren incebağırsakta son bulur. İncebağırsaklar 3-4 cm. çapında ve uzunluğu 3 metre dolaylarında kendi üzerine kıvrılmış bir bom şeklindedir. Birbiri ardı sıra üç bölümden oluşur:

Kısa fakat çok etkin olan DUODENUM (12-parmak bağırsağı)
JEJUNUM (Boşbağırsak)

Kalınbağırsakla ağızlaşan son bölümü İLEUM (Kurambağırsak).
Sindirim borusuna ilişkin iki organ, safra kesesi ve pankreas, duodenum'un ilk kısmı içine safra tuzları ve enzimden zengin salgılarını boşaltırlar.

Böylece mideden çıkan besinler, pankreas ve safra salgıları ve bizzat bağırsak hüc­relerinin enzimatik salgılarıyla hemen karışırlar. Besinlerin sindirimi hızla tamam­lanır. İncebağırsağın ilerleyen bölümlerinde emilecek olan basit moleküllere indir­genir. Normal olarak, besinler, örneğin lifli besinler incebağırsakta sindirilemezler. Besinlerin bu özümlenemeyen kısmı kalınbağırsaklara ulaşmak için sindirim boru­sunda uzun bir yol alır. Böylece dışkı oluşur.

Kabızlık doğal

Kalınbağırsak sindirim borusunun son kısmı olup çapı yaklaşık olarak 6 cm. ve uzunluğu da 1/4 m. civarındadır. Kalınbağırsağın, sindirimsel emilim süreçlerinde pek az etkinliği vardır. Asıl rolü dışkıyı depolamak ve onu yoğunlaştırarak, yani fazla suyu yavaş yavaş emerek, dışkılamaya hazırlamaktır. Böylece sıvı şeklinde incebağırsağa gelen "kim" (kimus) çok sulu yumuşak bir dışkıya dönüşür. Fakat bu şekildeki dışkı kalınbağırsakta uzun süre kaldıkça önemli miktarda su kaybeder ve çok sertleşir. Bu durumda dışkının boşaltımı daha az ve zor olacaktır. İşte buna "kabızlık" (Arapça kabz: tutma, kavrama veya Türkçe: peklik) denilir.

Çeşitli bozukluklar, dışkının kalınbağırsaktaki kalış süresini uzatabilirler. Burada en sık görülen nedeni açıklayalım:

İncebağırsaklarda özümlenemeyen, kalıntıdan çok fakir beslenmede küçük mik­tarlarda kimin incebağırsağa verilmesi. Bu durumda dışkı hacmi azalmış olup iler­lemesi güçleşmiştir.
Kalınbağırsak, bir kabızlık yerleştiği zaman anahtar organdır. Anatomisi ve çalış­ması tanındıkça ilginçtir. Kalınbağırsak, incebağırsak gibi bizzat kendi üzerine katlanmış değildir. Hemen, hemen düz dört bölümden oluşur.

Çıkan Kalın-Bağırsak, karnın sağ kısmına yerleşmiştir. İlk kısmına "kör-bağırsak" denilir ve çok kısadır. İncebağırsakla ağızlaştığı yerin tam altına yerleşmiş 5 cm. derinliğinde alt kısmı kapalı bir kalınbağırsak parçasıdır. Körbağırsağm dibinde apandis bağırsağı bulunur. Apandis bağırsağının işle­vi bilinmemektedir. Bu bağırsak parçası, ot yiyen sığır cinsinde hayvanlarda yapışkan yiyeceklerin sindirimi için kullanılmaktadır. Körbağırsaktan çıkan kalınbağırsak kısmı karaciğere kadar yükselir ve boyu 10-15 cm. kadar olup karaciğerin ön yüzü üzerine 90 derecelik bir açı yaparak yerleşir.

Enine Kalın-Bağırsak, bu hizadan başlar ve sağdan sola 50 cm. boyunca enine uzanır.

İnen Kalın-Bağırsak, bu hizadan başlar ve kasığa kadar karnın sol kısmından aşağı iner. Uzunluğu yaklaşık 12 cm.'dir.

Sigmoid Bağırsağı, kalınbağırsağın son kısmı, leğen kemikleri boşluğu içinde S harfi şeklinde yol alır. Bu da rektum ile devam eder.
Rektum (Göden, düz-bağırsak), dışkının dışkılığa doğru gitmesini sağlayan basit düz bir boru şeklindedir. Rektum'un depolama görevi yoktur. İki dışkılama arasında, dışkı sigmoid bağırsağında birikir.
Kalınbağırsak Hareketleri
Sindirim borusunun diğer kısımları gibi kalınbağırsak çok özel (Peristaltik-sığamsal) hareketlerin kaynağı olan kasılmaların oluştuğu bir kas düzeni ile dona­tılmıştır; iki kas tabakası vardır:

İç tabaka: Dairesel olup kaslar bir parmağı çeviren halka gibi kalınbağır­sağın etrafını sararlar. Bu kaslar birbirlerinden bağımsızdırlar ve kalınba­ğırsağa boğumlu görünümünü verirler. (kabızlık ve şişkinlik)

Dış tabaka: Boylamasına olup kaslar kalınbağırsağın boyunca dizilmiş­lerdir.
Çok farklı konumu olan bu kaslar iki çeşit harekette bulunurlar:
İlerletici olmayan bölümlenme (Non-propulsif segmantasyon) hareketleri.
Kütle hareketleri.

İlerletici olmayan bölümlenme hareketleri, dairesel kasların kasılmasına bağlıdır. Böylece dışkı çalkalanır, karışır ve bağırsak hücreleri suyu geri emer.
Sağ kalınbağırsakta, dakikada 5 defa, körbağırsağa doğru ilerleyen halkasal kasıl­malar şeklinde ilerleyen antiperistaltik (ters kasılma) hareketler gözlenir. Bu hare­ketler bağırsak içeriğini körbağırsağa doğru iter.

Solda, sigmoid bağırsağa doğru yavaşça ilerleyen, bağırsak kapsamını kütle halinde bölen tonik (gerimli) kasılmalar görülür. Bazen kalınbağırsak uzunluğunun 1/3'ü kadar oldukça uzak bir mesafeye dışkıyı götüren kütlesel hareketler de gözlenir. Bu büyük hareketler, halkasal kasılmaların kaybı ile oluşur. Ancak, 24 saatte birkaç defa ve özellikle yemeklerden sonra görülen bu kasılmalar mide-bağırsak refleksine bağlıdır.

Kütlesel hareketler, kasların boylamasına kasılmasından oluşur. Dairesel kas hare­ketleri, dışkıda türdeşleştirme yapar; fakat onu ilerletmez. Boylamasına kas hare­ketleri ise, birkaç santimetre boyunca dışkının ilerlemesini sağlar. Bundan başka önemli sayıda bakteriden oluşmuş bağırsak biteyi (flora) dışkıda karışır ve bakteri­ler burada gelişip, çoğalırlar ve dışkının oluşmasına etkin olarak katılırlar. Bundan başka, kalınbağırsakta doğal olarak bulunan bu bakteriler, besinlerde bulunan diğer asalak mikropların gelişmesine engel olurlar. Kalınbağırsak biteyi bozulduğu ve görevlerini yerine getiremediği zaman, dış kaynaklı mikroplar çoğalıp, çeşitli ba­ğırsak bozuklukları meydana getirirler.

Kabizlik Hastaligi ve Sorunu

Kabızlık Hastalığı ve Kabızlık Sorunu

Kabızlığın tanımı iki farklı yaklaşım ile açıklanmıştır; fakat, üçüncü bir yaklaşım ise kaynağına göre kabızlıktır. Gerçekten kabızlıktan değil kabızlıklardan konuş­malıdır. Kabızlık olgularının büyük bir kısmında, kabızlığın bizzat kendisi bir has­talık olmayıp bir belirtidir. Yani bir başka soruna, sıklıkla sindirim dışı, örneğin, besinsel dengesizliklere bağlı bir belirtidir.

Dolayısıyla kabızlığın kesin olarak yok edilebilmesi için ancak tek bir çare vardır. Bu da onun kaynağına inmek, yani onu meydana getiren bozukluğu düzeltmektir. Yumuşatıcı alımının, kabızlığın belirtisi üzerine kısa bir etkisi vardır; ama, sorunu tamamen kökünden çözmez. Bundan başka, kabızlığa bir yeni tehlike de eklenir. Bu tehlike, sindirim tüpünü tahriş eden, bu yumuşatıcıların alımına bağlı karışıklıklardır. Hastalık ve belirtileri arasındaki bir benzerlik kurulabilir. Vücut ısısının artmasıyla bir benzerlik kurulabilir. Vücut ısısının artması, örneğin bir enfeksiyon gibi bir başka bozukluğun varlığına uyan bir belirtidir. Böylece esas nedeni tedavi etmeksizin, ateşe karşı bir ilaç alırsanız, bilakis size hiçbir yararı ol­mayacaktır. Gerçekten ateş, organizmanın enfeksiyona karşı savaşması için bir ça­redir. Ateş çok yükseldiği zaman mikroplar artık çoğalamaz. Şu halde her şeyden önce hastalığı, yani bu örnekte olduğu gibi, sadece belirtiyi, yani ateşi değil, enfek­siyonu tedavi etmelidir.

Sağlık Kabızlık

Buradan, kabızlık sorunu olan hastaların aynı zamanda bir hastalığı da olduğu so­nucu çıkarılabilir mi? Gerçekte kabızlık, kelimenin tam anlamıyla, genel bir hasta­lığın sonucu olmayıp, farklı dengesizlikler ve özellikle yaşam biçimi ve beslenme düzensizlikleriyle meydana gelmektedir. Özet olarak, kabızlık çok farklı koşullarda oluşabilir:

" Görünürde bir neden olmaksızın oluşursa buna "birincil kabızlık" denir. Bu durumda "kabızlığın bizzat kendisi bir hastalıktır".

Kabızlık bir başka hastalığın ya bizzat sindirim tüpünün ya da organizmanın öteki kısımlarına ve özellikle bağırsaklar üzerine yansıyan bir başka organ hastalığının bir belirtisidir; "ikincil kabızlık" olarak adlandırılır.
Fakat daha çok, kabızlık beslenme alışkanlıkları ve yaşam tarzından kay­naklanmaktadır.
Kabızlığın sınıflamasını ayrıntılı olarak incelemeden önce sindirim sisteminin normal işlev mekanizmasını ve dışkılamayı anlatmak gereklidir.

Sindirim Sistemi Çalıştığı Zaman ve kabız adam

Sindirim sistemi karışık ve ayrışık bir organdır. Çapı, değişik seviyelere göre çok farklı ve 5 metre kadar uzunluğu olan bir boru söz konusudur. Dış ortam ile ağız ve dışkılık aracılığıyla ilgilidir. Buna karşılık, her ne kadar içeriği organizmanın bir parçası ise de, iç ortam ile hiçbir bağı yoktur. Sindirim borusunun içerdiği unsurlar ile kan arasındaki bütün değişimler, bağırsak duvarı hücreleri aracılığıyla yapılır. Diğer bir anlatımla, besinler organizmaya doğrudan girmezler. Fakat uzun süre sindirim borusu içinde kalırlar ve burada çok sayıda değişikliğe uğrarlar. Büyük par­çalar kısmen daha basit ve küçük, özümlenebilen besin maddelerine dönüştürülür. Sadece bu duruma gelmiş besinler bağırsak hücreleri tarafından kabul edilebilir ve böylece organizmaya geçebilirler. Bu durumda gıdaların vücuda girişi iki aşamalı bir işlevdir: Sindirim ve emilme.

Sindirim: Besinlerin, özümlenebilen besin maddelerine dönüşebilmesi için sindirim sisteminde uğradıkları değişimlerin tümüne "sindirim" denilir. Sindi­rimde mekanik olaylar (bağırsak hareketleriyle öğütmek) kadar kimyasal (bağır­sak enzimlerinin etkileri) etkiler de söz konusudur.

Bazı besinler yapısı gereği, örneğin lifler, sindirilemez ve özümsenemezler. Bunlar dolgu maddesi olarak bağırsak geçişi için gereklidir.

Sindirim sistemi, gıdalara etkisi ve morfolojik yapıları bakımından çok farklı bö­lümlerden oluşurlar

Turk Anestezi Tarihi

Türk Anestezi Tarihi

Tıp tarihi arşivlerinden yararlanarak yapılmış bazı ça­lışmalar ve bu çalışmaları kaynak olarak kullanan bazı tezler ile yakın dönemi yaşamış olanların anlattıklarından anestezi­nin Türkiye'deki gelişimi hakkında bu gün için önemli bil­giler elde edilebilmektedir. Bu konuda önemli bir çalışmayı t. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ve Deontoloji Ana Bilim Dalı arşivlerinden yararlanarak Prof. Dr. Cemalettin Öner ile birlikte tamamlamış ve yayınlamıştık. Bu çalışmada başlıca kaynak Op. Dr. Nimet Taşkıran'ın Cerrahi Maka­leler Bibliografısi olmuştur. Bu bibliyografiden yaralanılarak saptanan makalelerin orijinalleri Tıp Tarihi Ana Bilim Dalı arşivlerinde bulunmuş ve bu makalelerden önemli bilgiler elde edilmiştir. Diğer önemli bir kaynak İstanbul Tıp Fakül­tesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Öztan Öncekin Türk-îslam Tababetinde Anestezi adlı doktora Tezidir. Diğer bir belge ise Türk Anestezi ve Reanimasyon Derneği Başkanlığını yaptığım sırada Tür­kiye'de Anestezinin ihtisas dalı olarak kabul edilişinin 40. yılı dolayısıyla hazırladığım; içerisinde şimdi bir kısmı vefat etmiş olan hocaların anestezinin kuruluşu ile ilgili anılarının yer aldığı dokümanter filmdir. Bu filmde anestezinin kuruluşu ile ilgili belgelere ve önemli yazışmalara yer verilmiştir. Aşağıdaki bölümde eldeki bilgilere özet olarak yer verilmiş­tir.

Cemalettin Öner'e göre Türkiye'de anestezinin geli­şimi;
1- 1900 yılına kadar olan dönem,
2- 1900-1933 arası dönem,
3- 1933-1950 arası dönem,
4- 1950'den sonraki dönem olarak ele alınabilir.

1900 yılına kadar olan dönemle ilgili olarak ilk bilgi­lere 1871 yılında rastlanmaktadır. Bu yıllarda tıp müfredatı hocası Miralay Dr. Ahmet Remzi ders kitabında Morton"a dayanarak verdiği bilgilerde eter anestezisinden bahsetmek­tedir. 1882'de Dr. Münir Bey, 1890'da Dr. Abidin Bey, 1891'de Dr. Hüseyin Sabri Bey anestezi terimi yerine duyu­nun kaldırılması anlamını taşıyan "mübtel-i his" terimini kullanmışlardır. 1906 yılında aynı terimi "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane" (Askeri Tıbbiye)'nin doğum kliniği hocası Dr. Besim Ömer Paşa da kitabında kullanmıştır. Gül-hane cerrahi hocası Dr. Julius Wieting 1911 tarihli İptal-i Hissi Mevzii adlı bir kitap yazmış ve bu kitabında anestezi için duyunun çürüklüğü ya da yokluğu anlamına gelen "but-lan-ı hissi" terimini kullanmıştır. Kitapta butlan-i hissi; but-lan-ı hissi mevzii ve butlan-ı hissi umumi olarak ikiye ayrıl­mıştır. Birincisi rejyonal anestezi, ikincisi genel anestezi an­lamında kullanılmış terimlerdir. Butlan-ı hissi mevzii de bu­günküne çok benzer bir şekilde; İbtal-i Hissi Mevzu (İnfiltras> on anestezisi), îbtal-i Hissi Dairevi
İbtal-i Hissi Nahiyevi (Ganglion ya da kök anestezisi), İbtal-i Hissi Nihai (Spinal anestezi) olarak sınıflandı­rılmıştır.

Bu dönemde askeri hekimler tıp konusunda düzenli ya­yımlanan dergiler çıkarmış ve bu dergilerde yabancı litera­türden çeviriler yayınlanmışlardır. Münif Bey "in "Kloro­forma Dair", Besim Ömer Paşa'nın "İpnotizma" adlı yazıla­rının yanı sıra Fransızca olarak yazılmış anestezi ile ilgili yazılara da rastlanmaktadır. Anestezi ile ilgili yayın sayısı az olmasına rağmen o dönemde anestezide kullanılan kloro­form, Azot protoksit, eter, lokal anestetikler gibi tüm anes­tezi ilaçlarına ait yazılar yer almıştır. Ceınalettin Öner bu döneme ait 7 makaleye rastladığını bildirmektedir. Bu durum batıdaki gelişmelerin ülkemizde yakından izlendiğini gös­termesi açısından ilginçtir.

Büyük bir olasılıkla Askeri tıbbiye nedeniyle anestezi­nin gelişimi İstanbul'da başlamış ve tüm dünyada olduğu gibi ilk olarak cerrahlar tarafından uygulanmıştır. Öğrendi­ğimize göre, ilk kullanılan anestetik madde kloroform ol­muştur. 1864 yılında Dr. Castro karotis ligatürü ameliyatında kloroform kullanmıştır. Cemil Topuzlu Paşa Paris'te eğiti­mini tamamlayıp 1890'da yurda döndüğünde kloroform kullanmış, eter kullanmaya 1924'den sonra geçmiştir. Eter ilk defa Gülhane'de Almanya'dan gelen Rieder Paşa tarafın­dan 1898'de kullanılmaya başlanmıştır. Bilindiği gibi lokal anestezi ilacı 1884"de Koller tarafından ilk defa kullanılmış­tır. Ülkemizde lokal anestezi ilacının kullanımı ile ilgili ilk yazı "Kokain" adı ile Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye dergisinin 14. sayısında 1885 yılında yazar ismi belirtilmeden yayın­lanmıştır.

1900'lü yılların başlarında bazı cerrahların çeşitli anestezi uygulamaları gerçekleştirdiklerini ve bununla ilgili deneyimlerini yayınladıklarını görmekteyiz. Bunlar arasında Murat Rahmi Bey, Kenan Tevfık, Ahmet Asım Onur, Kazım İsmail Gürkan, Burhanettin Toker, Akif Şakir Sakar, Halit Ziya Konuralp sayılabilir.

Almanya eğitimini tamamlayarak yurda dönen tıp fa­kültesi cerrahi hocası Orhan Abdi Kurtaran 1905 den itibaren eter kullanmıştır. Onun yanı sıra Kadın-Doğum hocası Refik Münir Keskingil de anestezi ile uğraşmıştır. Hatta 1918 yı­lında sultan V. Mehmet Reşad'm Dr. İsrael ve Kurtaran tara­fından yapılan mesane taşı ameliyatında anesteziyi Refik Münir Keskingil vermiştir. Bu dönemde ağrısız doğum ko­nusunda Tevfık Remzi Kazancıgil'in 1929 yılında yazdığı "Ağrısız Doğum", Asım Onur'un 1932'de yayınladığı "Ağ­rısız Doğum" Monografisi ve Ziya Üstün'ün 1933 yılında yazdığı "Doğum Analjezisinde Pernokton" adlı yazılar, anestezi tarihinin önemli belgelerini oluşturmaktadır. Ceına­lettin Öner bu döneme ait 26 makaleye rastladığını bildir­mekte ve dönemi üniversite reformunun yapıldığı 1933 yı­lında sonlandırmaktadır.

1933-1950 arasında Cemal ettin Öner tarafından anes­tezi ile ilgili 25 yayın bulunmuştur. Yayınlar daha çok İ. V. (damar yolu ile verilen)anestezi ilaçları ile ilgilidir. Özellikle Evipan ve Petothale ile ilgili yazılar çoğunluktadır. Prof Dr. Derviş Manizade'den öğrendiğimize göre bu dönemde ül­keye ilk anestezi cihazı 1. U. Tıp fakültesi 1. Cerrahi klini­ğine direktör Prof. Dr. Rudolf Nissen tarafında 1937 yılında getirtilmiş, fakat bu cihaz o zamanlar açık damla eter veren Hasan ve Hüseyin onbaşılar tarafından kullanılamadığından uzun süre kullanılmadan bekletilmiştir. Bu sıralarda cerra­hide gelişmeler olmuş, özefagus, akciğer, kalp, beyin ameli­yatları yapılmaya başlanmıştır. Prof Dr. Nihat Dorken bu du­rumu Cemalettin Öner'e yazdığı mektupta anlatmakta, en büyük sıkıntının anestezi ve reanimasyon konusunda çekil­diğini söylemektedir. Prof. Dr. Dorken aslında bu konuya İ. Ü. Tıp Fakültesi dergisine 1949 yılında Burhanettin Toker ile birlikte yazdıkları bir makalede de değinmektedir. Prof. Dr. Dorken mektubunda anesteziye olan ihtiyacı belirtmek amacıyla kapalı devresi olan ve azotprotoksit verilebilen bir anestezi makinesi getirildiğini yazmıştır. Bu makinenin 1948 yılında getirtildiğini ve makinenin cerrahi asistanı olan Sadi Sun tarafından kullanıldığını ve Sadi Sun'un anesteziye böylece başlamış olduğunu öğrenmekteyiz. Sadi Sun'un anesteziye başlayışını Prof. Dr. Derviş Manizade de ayrıca 40. yıl belgeselindeki röportajında daha geniş olarak anlat­maktadır. Sadi Sun'un kendisi ise TARC mecmuasının 1990 yılı ilk sayısında kuruluş yıllarını ve bu yıllardaki çalışmala­rını anlatmıştır.

1947 yılında cerrahi asistanı olarak uzmanlık eğitimine başlayan Sadi Sun uzmanlık eğitiminin büyük bir kısmını anestezi çalışmaları ile geçirerek 195] yılında cerrahi uzmanı olmuştur. Sadi Sun'un bu uygulamaları kendisinin Tür­kiye'de ve İ. Ü. Tıp fakültesi bünyesinde anesteziye yönlendirilen ilk hekim olmasını göstermesi ve günümüz anestezisine kadar uzanan yolun başlangıcını oluşturması açısından önemli çalışmalardır.

Sadi Sun ile sınıf arkadaşı olan 1947 yılında tıp fakül­tesinden birlikte mezun olan Cemalettin Öner bu sıralarda mecburi hizmetini Anadolu'da sürdürmektedir. Mecburi hizmet dönüşünde o da anestezinin yapılaştırılma çalışmala­rına Sağlık Bakanlığı içerisinde yer alarak katılır.

Böylece Türk anestezi tarihinde 1950'den bu güne kadar sürecek olan yeni bir dönem başlamış olur. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak yapılaşma, yasal düzenlemelerin tamamlanması, anestezinin hekimlerin eline geçmesi, uzmanlık eğitiminin başlatılması ve uzman hekimlerin yetişmeye başlaması 1950'den sonra olmuştur. 1950'den sonraki dönemi biri anestezinin temelinin atılmasına kadar olan dönem; ki bu dönem kurumlaşma hazırlıklarının yapıldığı dönem olup bi­zim hocalarımızın aktif meslek yaşamları bu hazırlıkların tamamlanması için verdikleri uğraşlar ile geçmiştir, diğeri de bu temel üzerinde yükselmenin başladığı dönem; yani anes­tezinin kurumsallaşmasının tamamlandığı ve gelişmesinin sürdürüldüğü dönemdir. Onların aramızdan ayrılmalarından sonra görevi üstlenen bizler de anesteziyi daha ileriye taşıma, geliştirme, kusursuz uygulama, temsil etme ve en önemlisi kabul edilmesini sağlama uğraşları verdik. Kanımca bu ne­denler ile 1950'den sonraki dönemi de, lider hocalar dönemi ve birinci jenerasyon hocalar dönemi veya 1990'dan önceki dönem ve sonraki dönem olarak ikiye ayırmak gerekmek­tedir. Burada hocalar derken sadece fakülteleri kastetmiyo­rum. Eğitim hastanelerinin o zamanki şef ve şef yardımcıla­rını da kastediyorum. Görüleceği gibi Sağlık Bakanlığı eği­tim hastanelerinin yapılaşması ve gelişmeleri anestezi bilim dalının ülkemizdeki yapılaşmasında çok önemli roller oyna­mış hatta fakültelerdeki gelişmelerin zaman zaman önüne geçmiştir.

1950'lerin başlarında genelde onbaşılar ve bazı hemşi­reler genel anestezi vererek ameliyatların yapılmasını sağla­maktadır. Kullandıkları yöntem çoğunlukla açık damla eter­dir. Doğumlarda maske ile trilen anestezisi seyrek olarak ya­pılmaktadır. Lokal anestetik daha yaygın kullanılmaktadır. Bazı cerrahlar da cerrahinin yaraşıra anestezi ile de ilgilenmektedirler. 1949-1954 yılları arasında yurt dışında cerrahi ve anestezide veya yalnız anestezide çalışmış olup yurda dö­nen bazı hekimler yurda döndükten sonra sadece anestezide çalışmaya devam etmişlerdir. Bu hekimlerden bazıları hafta­nın belli günlerinde değişik hastanelere gidip anestezi vere­rek ameliyatların yapılmasına katkıda bulunmuşlardır. Ül­kemizdeki anestezi ile ilgilenen ilk hekimler arasında, İstan­bul'da Haseki hastanesinde Op. Dr. Avni Aksel'in servisinde Op. Dr. Hüsnü Öztürk, Tıp Fakültesi Prof. Dr. Akif Şakir Şakar'ın ortopedi kliniğinde Dr. Simon Batmaz, Prof. Dr. Kemal Atay'ın cerrahi kliniğinde yine Simon Batmaz ve ay­rıca Dr. Melih Erman, Dr. Rüçhan Kutbay. Dr. Hüseyin Ergönenç, Dr. Cemalettin Öner, Dr. Kadriye Bilge, Sağlık Bakanlığı İstanbul hastanelerinden Şişli Çocuk Hastane­sinde Doç. Dr. Hazım Bumin'in kliniğinde Op. Dr. Cahil Bergil, Vakıf Guraba Hastanesi Ata Topaloğlu'nun servi­sinde yine Cemalettin Öner, Heybeliada Sanatoryumunda Dr. Ercüment Kopman, Ankara'da Gülhane'de Dr. İhsan Günalp ve 1953'de açılan SSK Ankara Hastanesi'nde Op. Dr. Hüsrev Polat ve daha sonraki yıllarda Dr. Emel Çobanoğlu yer almaktadır. Bizim saptayabildiğimiz bu hekimler ülkenin ilk anestezi hekimleridirler. 1954'den sonra bu he­kimlerin bir çoğu ilk eğitimlerini aldıkları yabancı ülkelere geri dönmüş ve çalışmalarına o ülkelerde devan etmişlerdir. Bunlar arasında öğrenci iken Kemal Atay'ın kliniğinde çalı­şan Kadriye Bilge mezun olduktan sonra anesteziye devam etmiş daha sonra ADB'ne gitmiş, ileri eğitimini tamamla­dıktan sonra 1963'de yurda dönerek emekli olduğu Aralık 1990 yılına kadar son dönemi İstanbul Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalında olmak üzere çalışmalarına devam etmiştir. İstanbulda kadın-doğum uzmanı olan Dr. Cezmi Kınoğlu asistanlığı sırasında anesteziye duyduğu ilgi nedeniyle öne çıkan bir diğer hekimdir. 1951 yılında ağrısız doğumu öğ­renmek üzere ABD'ye gönderilir. Burada 3.5 yıl anestezi ile ilgilenir. 1954'de İstanbul'a döner ve kendini emekli edin­ceye kadar Teşvikiye Sağlık Yurdu'nda yaklaşık 40 yıl anestezi uygulamalarında bulunur. Biraz geç katılsa da Cezmi Kınoğlu'nu da ilk anestezi hekimleri arasında saymak gerekir kanısındayım.

Melih Erman Kadriye Bilge'ye yazdığı bir mektupta: "1949 yılında mezun olup Prof Dr. Şinasi Güçhan'ın tavsi­yesi ile İ. Ü. Tıp Fakültesi ikinci cerrahi kliniğinde asistan olabilmek için sıraya girip fahri asistanlığa başladım. Bu arada 1950 yılında Şinasi Güçhan asistanlarından birini İn­giltere'ye anestezi öğrenmek için göndermek istedi. Seçilen aday gitmeyince yerine ben gittim. İngiltere'de 8 ay kaldım. Döndükten sonra anestezi bölümünü Kemal Atay'ın klini­ğinde kurdum. Kemal Atay'ın ve H. Ziya Konuralp'in çok desteklerini gördüm. Kadriye Bilge ve Rüçhan Kutbay ile ikinci cerrahi kliniğinde İngiltere dönüşü açık eter, kloro­form, klord'etil, ombridan anestezilerine son verdik. Lomber anestezide hiperbarik yöntemini kullanmaya başladık. Peridural anestezilere başladık. Lobektomilerde bronş blok tekniğini uyguladık. Gaz tüplerini renklerine ve ağız çapla­rına göre sınıfladık. Anestezi öncesi hazırlık sistemini kur­duk. Bu arada kliniğe AGA marka bir anestezi cihazı alındı. 1951 senesinin son aylarında böylece başlayan bu modern anestezi döneminde açık ve yarı kapalı sistemleri kullanmaya başladık. Bu dönemde ikinci cerrahide 3 ameliyatha­nede günde 4-10 ameliyat yapılıyordu. Kısa sürede anestezi makinelerinin sayısı arttı. 1952-53 yıllarında Fransızlar Largactıl ve Phenergan ı piyasaya sürdüler. Biz bunları Scopolamin ve Morfin ile değişik nispetlerde karıştırarak premedikasyonda kullanmaya başladık. Netice fevkalade idi. Scopolamin aynı zamanda retrograt amneziye de sebep ol­duğu için hastalar hoşlandılar. Hastalar tarafımızdan bir gece önce görülüyordu. Eğer bir kontrendikasyon görülürse anes­tezi verilmiyor, diğer tetkikler tavsiye ediliyor ve cerrah ar­kadaşlar umumiyetle bizim tavsiyelerimize hürmet ediyor­lardı. Birkaç sene sonra yeni arkadaşlar İngiltere, Fransa ve ABD'den anestezi tahsil ederek döndüler. İlk gelenlerden biri Simon Batmaz idi. Daha sonra gelen Dr İsmail ve Dr. Hüseyin unutamadıklarım arasındadır. Dr. Hüseyin Ame­rika'da uzun yıllar anestezi çalışmaları yapmıştı. Kısa süre kaldı. 3 ya da 6 ay sonra Amerika'ya döndü. Daha sonra ge­len Rüçhan Hanım olmuştur. Bence anesteziye ilk olarak ciddi şekilde iştirak eden ve hakikaten kendini bütün varlığı ile bu bölüme bağlayan ilk doktor arkadaş Kadriye Hanım olmuştur. Ben 1956 yılında askere gittikten sonra kliniği Kadriye Hanımla Rüçhan Hanım idare etti. Askerlik dönüşü nöroşirurji ile ilgilendim ve anesteziden koplum..'' şeklinde devam etmektedir. Mektubun devamında İ. V. Solüsyonların (serum) hazırlanışı, verilişi ve kan tranfüzyonlannın yapılış şekilleri de yer almakta ve kendisinin anestezi derneğinin kurucu üyeleri arasında bulunduğunu ve bu nedenle kendi­sini çok mesud hissettiğini ifade etmektedir. Dr. Melih Er­man'ın bu mektubu anestezi tarihi açısından çok değerli bir belge niteliğindedir. Mektup sadece anestezi ile ilgilenenleri tanıtmamakta, o günlerin anestezi atmosferini ve pratik uygulama koşullarını ve cerrah-anestezi ilişkilerini de tanıma­mızı sağlamaktadır.

1950 yılını izleyen yıllarda büyük cerrahi yapabilmek için iyi bir anestezi hekimine olan gereksinim giderek daha iyi anlaşılmış ve önemli cerrahi klinikleri bu eksikliği gider­menin yollarını aramaya başlamışlardır. Bu kliniklerden biri de İ. Ü. Tıp Fakültesi birinci cerrahi kliniğidir. Prof Dr. Burhanettin Toker direktör olarak, Prof. Dr. Fahri Arel öğre­tim üyesi olarak bu klinikte yer almaktadırlar. Burhanettin Toker 1950 yılında zamanın sağlık bakanı Ekrem Hayri Üstündağ'a anestezi uzmanlığının bir an önce ülkemizde ka­bul edilmesi konusunda resmi bir başvuruda bulunur. Sadi Sun daha henüz cerrahi asistanıdır ve anestezi ile ilgilen­mektedir. 1950'nin son aylarında WHO (Dünya Sağlık Ör­gütü) Türkiye'de intra torasik müdahaleler yapmak üzere Prof. Dr. E. Husfelt'i ve onun anestezisini veren E. Vanö-Anderson'u Fahri Arel'in girişimleri sonucu birinci cerrahi kliniğine gönderir. Husfelt'in yaptığı ameliyatların bazısına Sadi Sun anestezi verir. Bu rastlantı sonucunda 1952 yılında Husfelt, Sadi Sun'u WHO'nun Danimarka'da organize ettiği anestezi eğitim programına kendi yetkisini kullanarak davet eder. Sadi Sun 1953'de yurda döner ve yeni kurulan üçüncü cerrahi kliniğinde çalışmalarını sürdürür.

Sağlık Bakanlığı 1953'den sonra anestezi konusuna daha yoğun bir ilgi duymaya başlar. Gerçi ülkede anestezi ile ilgilenen ve sadece bu işi yapan hekimler artık vardır. Fa­kültede birileri anestezi işini üstlenmişlerdir ama ihtisas dü­zeyinde bir yapılanma henüz yoktur ve anestezi eğitimi ya­pılmamaktadır. Sağlık Bakanlığı 1953'de en önde gelen hastanelerinden biri olan Haydarpaşa Numune hastanesine Avrupa'da bulunduğu sırada anestezi ile de ilgilenen Op. Dr. Hüsnü Öztürk'ü operatör ve anestezi mütehassısı olarak atar.

Cemalettin Öner resmen cerrahi asistanı olmasına rağmen yine 1953 yılında sağlık bakanlığınca ileride anestezi ihtisas süresine sayılmak üzere Haydarpaşa Numune hastanesinde görevlendirilir. Bu sıralarda özellikle Haydarpaşa Numune Hastanesi operatörlerinden Selahattin Akel'in girişimleri so­nucu Sağlık Bakanlığı Viyana'dan Prof. Dr. Robert Kucher'i anestezi servisini kurmak üzere Haydarpaşa Numune Hasta-nesi'ne davet eder. Kucher 3 ay kadar kalır ve geri döner. Bu kere onun yerine yine Viyana'dan Wolfgang Wirtinger ser­vis kurmak, eğitim yapmak ve ihtisas verebilmek yetkileri ile donatılarak aynı hastaneye 1954 yılında getirtilir ve böylece anestezi eğitimi başlamış olur. Sağlık bakanlığının girişim­leri burada kalmaz, fakültelerdeki çalışmaların önüne geçe­rek devam eder. 3 Ocak 1955 tarihinde de sağlık bakanlığı bir genelge yayınlayarak "Tababet İhtisas Nizamnamesi" tasarısına Aneste/iyolojinin de ihtisas kolu olarak dere edildiğini isteyenlerin Haydarpaşa Numune Hastanesinde anestezi mütehassısı W. Wirtinger'in yanında ihtisas yapabi­leceklerini bildirir. Böylece 1954'de Haydarpaşa Numune Hastanesinde Türkiye'nin ilk anestezi servisi kurulur ve ilk asistanı da Cemalettin Öner olur. Daha sonraki asistanları Dr. Moiz Kan ve Dr. Erol Levi olmuşlardır. Zamanın sağlık bakanlığı müsteşarı Dr. Nail Karabtıda'mn desteği ile anes­teziyoloji 20 Ocak 1956 tarih ve 9212 sayılı resmi gazete ile yürürlüğe giren 4/6379 sayılı ihtisas tüzüğünde ayrı bir ihti­sas dalı olarak yer almıştır. İlk uzmanlık diplomaları ise 26 Mart 1956'da ilk olarak Trikloetilen ile Anestezi adlı tezi ile Sadi Sun'a 6 Aralık 1956'da ikinci olarak Anestezi Potansiyalize adlı tezi ile Cemalettin Öner'e verilmiştir. Daha sonra sırasıyla 1957'de Moiz Kan, Cahit Bergil. Emel Berkol, Mehmet Nazlı, Refik Paykoç, Müfit Erkul, 1958'de Kamil Ergin, Faruk Or ülkemizin ilk ona giren anestezi uz­manları olarak uzmanlık diplomasına hak kazanmışlardır.

Uzman olduğu yıl Sadi Sun'un önderliğinde anestezi ile uğraşan doktorlar Sabahat Kabaalioğlu ve Cezmi Kınoğlu, cerrahlar Şinasi Hakkı Erel, Fahri Arel bir araya gelerek Türk Anestezi Cemiyeti'ni kurmuşlardır. Daha sonra 1969 yılında Türk Anestezi ve Reanimasyon Cemiyeti (TARC) adını alan bu dernek ilk toplantısını Taksim Lamartin caddesindeki 45 nolu binada 12 Kasım 1956 tari­hinde yapmıştır. TARC ilk bilimsel kongresini 9 Mayıs 1965 tarihinde yapmaya başlamış ve bu kongreler günümüze ka­dar kesintisiz düzenlenmiştir.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde Dr. Sadi Sun'un anestezi­yoloji ile ilgili çalışmalarına başlamasından 10 yıl kadar sonra, 1959'da Anesteziyoloji Enstitüsü'nün kurulmasına karar verilmiş ve direktörlüğe Farmakoloji ve Tedavi Kliniği direktörü Prof. Dr. Sedat Tavat getirilmiştir. 6 ay sonra Prof. Dr. Halit Ziya Konuralp yöneticiliği devralmıştır. 3 yıl kadar sonra da, 1960 yılında Perikardiektomi ve Mitral Komissürektomi Ameliyatlarında Bakım ve Santral Ven Ba­sıncının Önemi adlı tezi hazırlayarak verdiği sınavla ülkemi­zin ilk anesteziyoloji doçenti olan Dr. Sadi Sun kadroya ata­narak, adı 1961'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Enstitüsü olan kuruluşun başına getirilmiştir.
1964'te Atropinin Arteriyel Oksijenasyona Etkisi baş­lıklı takdim tezi ile profesörlüğe yükselen direktör Sadi Sun, Enstitünün kürsü haline getirilmesi ile ilgili girişimleri baş­latmış, bu çabalar ancak 26 Mart 1966'da sonuçlanmış ve Profesörler Kurulu'nda Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kürsüsü'nün örgütlenmesi kabul edilmiştir. Zamanın dekanı Ord Prof Dr. Ekrem Şerif Egeli'nin kürsünün modernizas­yonuna değerli katkıları olmuştur.

Tıp fakültesinin 1967 yılında ikiye ayrılması ve Cer­rahpaşa Tıp Fakültesi'nin kurulmasıyla Prof. Dr. Sadi Sun Cerrahpaşa'da kalmış ve kürsü başkanlığına devam etmiştir.

Yeni adı İstanbul Tıp Fakültesi olan Çapa'da diğer bir kürsü kurulmuştur. 4 Temmuz 1967 tarihli Profesörler Ku­rulu kararıyla kurulan İstanbul Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kürsüsü yönetimine Doç. Dr. Faruk Or ge­tirilmiştir. Haydarpaşa Numune Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Şefliği'nden ayrılarak 1970'de İstanbul Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kürsüsü doçent kadrosuna atanan Dr. Cemalettin Öner, 1971 yılında profe­sörlüğe yükselerek kürsü başkanı olmuştur.

Prof. Dr. Cemalettin Öner, uzmanlık sonrasında 1958'de Dünya Sağlık Örgütü bursuyla gittiği Paris Tıp Fa­kültesi Anesteziyoloji Enstitüsü'nde ve Foch Hastanesi Anesteziyoloji Bölümü'nde bir yıl süreyle çalışmıştır. Yurda döndükten sonra Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Vakıf Gureba Hastanelerinde çalıştıktan sonra Haydarpaşa Nu­mune Hastanesi Anesteziyoloji Servisi Şefi olarak atanmış­tır.

1961'de Akciğer Şirurjisinde Akciğer Fonksiyon Mua­yeneleri adlı tezle doçent olmuş ve ayrıldığı 1970 yılına dek Haydarpaşa'da şef olarak görevini sürdürmüştür. Daha sonra 1970 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon kürsü başkanlığına atanarak 1988'e kadar bu görevde kalmıştır.

İki liderden biri olan Sadi Sun, daha çok üniversite içinde ve dernek düzeyinde bilim dalının örgütlenme çalış­malarına ağırlık vermiş, uluslararası ilişkileri kurmaya ve sürdürmeye gayret etmiştir Diğer lider Cemalettin Öner ise, önceleri sağlık bakanlığı içerisinde kurulma ve kabul edilme mücadelesi vererek kişisel dostluk ilişkileri ile yasal boyutta da bir çok engelin aşılmasında ve anestezi reanimasyon bi­limi lehine tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasında ve son­rasında bilim dalına Reanimasyon adının katılmasında önemli roller oynamışlardır. 6 Eylül 1962 tarih 6/821 sayılı uzmanlık tüzüğünde dalın adı Anestezi ve Reanimasyon uz­manlığı olarak kabul edilmiştir.

İstanbul'daki gelişmelere paralel olarak 1947'de kuru­lan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde de Senatonun 1958'de aldığı bir kararla Anesteziyoloji Enstitüsü kurulması öngörülmüştür. Henüz bir anesteziyoloji uzmanı bulunmadı­ğından Enstitünün ilk müdürlüğüne Cerrahiden Prof. Dr. Hilmi Akın atanmıştır. Hilmi Akın'ın yanı sıra Prof. Dr. Or­han Bumin, Prof. Dr. İhsan Günalp, Prof. Dr. Galip Urak, Prof. Dr. Şerif Çanga ve Prof. Dr. Zafer Paykoç bu konuya önayak olan diğer isimlerdir. Ankara Üniversitesi'nde daha sonraları genç kuşak denilen bazı öğretim üyelerinin bağım­sız bir Anestezi bölümü açılması konusundaki gayretlerinin sonunda 16 Aralık 1958 tarihinde A. Ü. Tıp Fakültesi bünye­sinde Anesteziyoloji Enstitüsünün kurulmasına A. Ü. Sena­tosu karar vermiştir. Bu ülkede kurulmuş olan ilk bağımsız anestezi ünitesi olmuştur. Başına Prof. Dr. Hilmi Akın getirilmiştir. 1962'de doçent olduktan sonra bu kurumun mü­dürlüğüne atanacak olan Dr. Refik Baykoç bu enstitünün uzmanı olarak 1959'da göreve başlamıştır.

1959 yılında Ankara'da Hacettepe Tıp Fakültesi'nin ilk nüvesini oluşturan ANDAY bölümünde 3 odalı ameliyatha­nenin faaliyete geçmesiyle birlikte, Amerika'dan dönen ve Ankara'da bir kaç hastanede Anestezi uygulamaları yapan Dr. Emel Çobanoğlu Anestezi Bölümü'nü kurmuştur.

1963'de bu bölümün başına Dr. Suat Karasu'nun ayrılması üzerine 1964de Ankara ya donen 1965de uzman olan öz-demir Demir atanmış ve 1967'de Hacettepe Tıp Fakültesi kurulduktan sonra bu görevi Anestezi kürsüsü başkanı olarak uzun yıllar, kendisinden 1 yıl sonra yurda dönen ve 1966'da uzman olan Dr. Mualla Karamehmetoğlu ile birlikte sürdür­müştür.
İstanbul ve Ankara'da bu gelişmeler olurken benzer ge­lişmelerin Gülhane'de de başladığı görülmektedir. Güîhane Askeri Tıp Akademisi'nde ilk Anestezi çalışmaları İkinci Genel Cerrahi Kliniği bünyesinde 1951 yılında Dr. Ali Ulvi Kaya tarafından başlatılmış, aynı tarihte Amerika'dan dönen Dr. İhsan Günalp ile devam etmiştir. Ürolog Operatör Dr. İhsan Günalp daha sonraları bu çalışmalarının ürünü olarak Modern Anestezinin Ana Hatları (1952) ve Klinik Anestezi (1958) adlı iki kitap yayınlanmıştır. İhsan Günalp'in yanısıra Ankara'da Op. Dr. Hüsrev Polat 1953'de açılan SSK Ankara Hastanesi'nde anestezi çalışmalarına başlamış ve 1963'e ka­dar devam etmiştir.

1953'de açılan bir imtihanı kazanan Dr. İsmail Bağcı­lar, Dr. Orhan Toydemir ve Dr. Feridun Kebir Yalgan Anestezi eğitimi almak için ABD gönderilmişlerdir.

Bu üç kişiden Dr. İsmail Bağcılar daha sonra Gül­hane'de 1960'da kurulan Anestezi ve Reanimasyon ünite­sinin başına geçmiştir.

İmtihan kazanarak anestezi uzmanı olmak üzere 1953'de ABD'ye dönenlerden Feridun Kebir Yalgan ile ilgili herhangi bir kayda rastlanmamıştır.

Ancak Orhan Toydemir daha sonra yurt dışında ve yurt içinde bir çok çalışmalarda bulunmuştur. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalı başkanlığına getirilerek emekli olduğu tarihe kadar bu görevde kalmıştır.

Aynı dönemlerde İzmir'de de bazı gelişmelerin olduğu bilinmektedir. Ancak bu gelişmeler ile ilgili doküman eli­mize geçmemiştir. Bu gelişmeleri Ege Üniversitesi Anestezi Ana Bilim Dalı başkanlığından emekli olan Sayın Prof. Dr. Ahmet Tutan yürütmüştür.

Şimdiye kadar olan bölümde Türkiye'de anestezi ve reanimasyon uzmanlık dalının ilk uygulayıcıları, hocaları ve bu hocaların kuruluş çalışmaları tanıtılmaya çalışılmıştır.
1990'dan sonraki dönem lider hocalardan görevi devir alan birinci jenerasyon hocaların içerisinde yer aldığı dö­nemdir. Bu dönem de ben ve benimle aynı yaşlarda olan ho­caların çalışmaları yer almaktadır.

1990'dan sonra ortaya çıkan hızlı ilerlemelerin hazırlığı aslında 1970'li yılarda başlamaktadır. 1990'dan sonra görevi devir alan jenerasyon anestezi ile ilgilenmeye 1965'li yıl­larda asistan olarak başlamış, kabul edilme ve bilim dalını geliştirme adına verilen uğraşlann içerisinde bulunmuş bir jenerasyondur. Bu uğraşlann sonunda giderek anestezi uz­manlarının sayısı artmaya başlamış, anestezi vaz geçilmez bir dal olarak hastanelerin ve fakültelerin yapısı içerisinde şeflik ve kürsü statüsünde yer almış, öğretim üyeleri yetiş­meye ve anestezi artık sekunder bir uzmanlık dalı olmaktan çıkıp, ana uzmanlık dallarından biri haline gelmeye başla­mıştır. Artık liderlerin yanında genç, dinamik en önemlisi anestezi bilim dalına gönül vermiş biraz da şövenist bir kadro yetişmeye başlamıştır. Bu kadro 1990'lı yılardan sonra görevi devir alacak olan jenerasyondur.

Anestezi uzmanları bu yıllar içerisinde yoğun bakım konusunu da sahiplenmiş bu konuda verdikleri uğraşlar anestezinin tali bir dal olmaktan çıkıp ana uzmanlık dalla­rından biri haline gelmesine önemli katkılar sağlamış ve Türkiye'de yoğun bakım bilim dalı onlar sayesinde bugüne taşınmıştır.

İnsanlık tarihinin yazılmaya başladığı günden beri tıb­bın en önemli semptomlarından biri olan ağrı bu dönende anestezi içerisinde gerçek sahibini bulmuş 1985'li yıllardan sonra anestezi uzmanlarının çabaları ile Türkiye'de kurulmuş gelişmiş ve temsil edilebilmiştir.

Anestezi Tarihi Genel Bilgiler

Anestezi Tarihi ve Anestezi Hakkında Genel Bilgiler

Anestezinin tarihinin başlangıcı çok eskilere hatta in­sanlık tarihinin başlangıcına kadar götürülebilir. Çünkü ağrı insanın var oluşu ile birlikte ortaya çıkmış olarak kabul edi­lirse ağrıyı önleme yöntemleri de o gün başlamış olmalıdır.

Anestezinin tarihini genel tıp tarihinden ayrı olarak ele aldığımızda bugünkü anlamda modern anestezinin başlangıç günü olarak bütün dünyada William T. G. Morton'un eter anestezisini başarı ile ilk uyguladığı 16 Ekim 1846 tarihinin kabul edildiğini görmekteyiz. Bununla beraber gerek anes­tezi yöntemlerinin gerekse anestezi amacı ile kullanılan ilaçların tarihi daha eskilere kadar uzanmaktadır.

Prehistorik dönemde acı ve ağrıları dindirmek için bazı içgüdüsel ve mistik davranışlar kullanılmıştır. Örneğin ağrı­yan ve yaralanan organlar dere ve göllerin soğuk sulanna daldırılarak veya kızdırılan taşlar ağrıyan organlara koyula­rak veya dualar ve törenler yapılarak ağrının önlenmesine çalışılmıştır. Bu döneme ait kazılarda bulunan trepanasyon yapılmış kafa taslan ile ilgili olarak her hangi bir ağn gide­rici yöntemin kullanılmadığı görüşü kabul görmektedir. Bazı belgeler trepanasyon ve diğer cerrahi girişimlerde başlıca gelincik çiçeği, coca yaprakları, mandrago kökü, ve alkol kullanıldığını göstermektedir, Mezopotamya'da bu bitkiler­den daha çok mandrago (adam out), çöpleme rizomu (Hellobore), eski Mısır'da yine mandrago, eski Hindistan'da banotu, hınt keneviri (Cannabıs İndıcıa) eski Çın de gelincik çiçeği, mandrago hint keneviri, eski Yunan ve Roma da yine aynı bitkiler cerrahi girişimlerde ağrıyı önlemek amacı ile kullanılmıştır. Bu bitkilerin çiçekleri, yaprakları veya kökleri kurutulup yahut yaş hali ile öğütülür veya ufalanır bazen kaynatılır, elde edilen usare ya doğrudan veya şarapla karıştı­rılarak içirilir veya sürülür bir süre sonra uyku veya dalgınlık başlayınca cerrahi girişime başlanır idi. Bu döneme ait arke­olojik belgeler doğuda tüm ülkelerin, eski Yunan ve Roma'nın afyonu kullandığını göstermektedir. Bu dönemde içecek olarak kullanılan ilaç karışımlarının dışında eski Yu­nanda Memphis taşı toz haline getirilip sirke ile karıştırılarak lokal anestetik olarak kullanılmıştır.

Tıp tarihçilerinin Anestezinin babası olarak kabul ettiği Çinli hekim Hua Tu O (M. O. 141-203) bir tür tozu şarapla karıştırıp içirmekte ve ağrının duyulmasını önlemekte idi. Kendisinin "ma-faisen" adını verdiği bu tozun esrar veya afyon olduğu tahmin edilmektedir. Çin'de sağlık tanrısı ola­rak kabul edilen ve M. O. 225 yıllarında yaşadığı sanılan ünlü hekim Pien Chiao'nun, iki hastasına içinde hint keneviri bulunan şarabı içirtip ağrı duymalarını önledikten sonra gö­ğüslerini açıp kalplerini değiştirdiği bir menkıbe olarak tarih kitaplarında yer almıştır. Bunların dışında analjezik ilaçlar açısından Çin'in zengin birikimi tıbba bu toplumun hediyesi olarak kabul edilmelidir. Ağrı tedavisinde çok eski zaman­dan beri Çin'de uygulanan akupunktur da dünya tıbbına Çinliler tarafından kazandırılmıştır.

Orta çağ tıbbı tıp tarihçilerince Avrupa ve İslam tıbbı olarak iki yönlü incelenmektedir. Avrupa'nın ilk dönemleri tıp açısından şarlatanlık olarak değerlendirilecek karanlık bir dönemdir. Bu karanlık dönem VII. yüzyılda Milano'da ve IX. Yüzyılda Salerno'da açılan tıp okulları ile sona ermiştir.

Bu okullarda önceleri eski Yunan ve Roma kaynaklı kitaplar daha sonra Karıacalı Kontsanun in Arapça dan çevrilen ki­tapları okutulmuştur. Böylece bu dönemden itibaren doğu biliminin etkileri batı dünyasında görülmeye başlanmıştır. Bu etkilenme sonucu ağrı giderici olarak batıda da afyon mandrago banotu ürünleri ve karışımlarının kullanılmaya başlandığı yazılan kitaplardan anlaşılmaktadır. IX. yüzyıldan itibaren "Sporifıc sponge"un ağrı tedavisinde ve anestezi amacıyla kullanılan başlıca yöntem olduğu dikkat çekmekte­dir. Bu yöntemin arapçadan yapılan tercümeler sonucu doğu­dan öğrenildiği sanılmaktadır. Doğu bilim dünyasında veya İslam biliminde edebiyat dili Farsça, fen dili Arapça idi. Bu nedenle aslında doğu dünyasını oluşturan Türk, Pers, Pakis­tan ve Hintli bilim adamlarının uygarlıkları yanlış olarak ba-tılılarca Arap uygarlığı olarak değerlendirilmiştir. Batıda bi­limde karanlık esintilerin estiği yıllar aslında doğu biliminin ilerlemeler gösterdiği bir dönemdir. Batılılarca Alkindus ola­rak bilinen El-Kindi yazdığı ünlü eseri Materia-Medika"da analjezik ve narkotik etkili ilaçlardan bahsetmiştir. Bilinen bitki kökenli ilaçların dışında bu listede it üzümüne (Solanum-Nigrum L), yer vermiştir. El-Kindi ile çağdaş olan İsak İbni İmran yazdığı kitabında anestetik etkili çeşitli for­müllere ve sporofık olarak kullanılan reçetelere ve yöntemlere yer vermiştir. Bu yöntemler içerisinde en önemlisi orta çağ doğu tıp dünyasında bilinen ve yaygın olarak kullanılan "soporifıc sponge" yöntemidir Bu yöntem bir İslam - Türk bilim adamı olan Ebul Kasim Zehravi'nin El-Tasrif adlı ese­rinde tarif edilmektedir. Genellikle mandrago yaprakları, yalnız başına veya gelincik veya diğer bitkilerle birlikte kaynatılır bir süngere emdirilir. Bu şekilde hazırlanan süngerler kullanılacağı zaman sıcak suda iyice ıslatılıp hastanın burun delikleri üzerine koyulup inhale ettirilir.

Böylece hastalar uyumaya başlar. Ve ameliyat ağrısız olarak yapılabilirdi. Tıp bilgisi ile çağının çok önünde olan büyük Türk bilgini İbni Sina yazdığı Kanun adlı beş ciltlik kita­bında ağrı fizyolojisinden ve ağrıyı önleyici yöntemlerden bahsetmiştir. Bu yöntemlerden bazıları şöyledir; Keten tohumu ve dere otundan yapılmış lapa ağrıyan yere sürülür, narkotikler içirilerek uyku oluşturulup ağrı şiddeti azaltılır. Yine kitabının bir bölümünde banotu ve güzel avrat otu kırmızı renk alıncaya kadar kaynatılıp şarap ile çok az ölçüde alınırsa ağrıyı keser denilmektedir. İbni Sina ile birlikte XI. Yüzyılda yaşamış olan diğer büyük Türk bilgini Ebu Reyhan El-Biruni Kitap Al-Saydala adlı farmakoloji kitabında sedatif ve analjezik olarak banotu ve mandragodan bahsederek, her iki ilacın da uyku getiren etkileri olduğunu ve fazla miktarda alındığında zehir etkisi yaptığını yazmıştır. Gerek İbni Sina ve gerekse Biruni kitaplarında soğuğun anestetik etkilerinden bahsetmişlerdir. Soğuğun bu etkisi XVII. Yüzyılın başlarında Marco Aurelio Severino tarafından "refrigeration anestezia" adıyla bir yöntem olarak tanımlanmıştır. Büyük olasılıkla bu yöntemin kökeni X. ve XI. yüzyıl Türk bilim adamlarına dayanmaktadır.

Selçuklular XI. Yüzyıldan sonra bir yandan doğu İslam dünyasına ve Akdeniz'e kadar kültürlerini yayarken 1071 yı­lında Malazgirt savaşından sonra da Anadolu'ya yayılmaya başlamışlardır. Bu arada Selçuklulara karşı başlatılan haçlı orduları bilimsel birikimlerin Avrupa'ya yayılmasında önemli rol oynamışlardır. Bu gelişmeler sonucu doğunun ünlü bilim adamları Ebu Bekir Razi, İbni Sina. Ebu Reyhan Biruni, Ebul Kasım Zehravi'nin kitapları XIX. Yüzyılın başlarına kadar Avrupa'nın önde gelen tıp fakültelerinde ders kitabi olarak okutulmuş ve o kitaplarda yer alan analjezik reçeteler ve yöntemler batı dünyasınca öğrenilmiştır. Bir çok hekim yöntemin Avrupa da tanınmasına ve kul­lanılmasına öncülük etmiştir. Batının akupunktur yöntemini tanıması 1600 lü yıllarda başlamıştır.

Ondokuzuncu yüzyıl modern anestezi açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıldır. Aslında modern aneste­zinin başlangıcında bu yüzyılda veya daha önceki yüzyıl­larda yapılmış kimyasal buluşların çok önemli rolü vardır. Anestezi tarihini başlatan "Diethyl Ethere", anestezi amacıyla ilk kullanıldığı yıldan çok önceleri bulunmuştur. İlk olarak VIII. Yüzyıl doğu kökenli filozof Cabir İbni Hayyam bu bileşiği elde etmiş olmasına rağmen tüm batı kaynaklı kitaplarda Diethyl Ethere'i Valerius Cordus'un 1540 yılında bulduğunu yazmaktadır. Cordus'un Oleum vitrioli dulce (tatlı vitriol yağı) adını verdiği bu maddenin tavuklarda uyku oluşturduğunu ve hayvanların uyandırı-lamadığını Paracelsus gözlemlemiştir. Joseph Priestley 1771 yılında oksijeni 1772 yılında azotprotoksiti bulmuştur.

Gerek azotprotoksit ve gerekse eter önceleri eğlence aracı olarak kullanılmıştır. Adına güldürücü gaz "laughing gas" denen azotprotoksit sirklerde kullanılırken eter parti­lerde bir tür sarhoşluk yapan madde olarak kullanılmıştır. O dönemin kimyacılarından biri olan Gardner Quincy Colton azot protoksit ile ilgili çalışmalarını açıklamak üzere 10 Aralık 1844'de Hardfort, Cunnecticut'ta bir konferans ver­miş ve bu konferansta azotun dinleyiciler tarafından kulla­nılmasını da önermiştir. Bu konferansı izlemekte olan genç diş hekimi Horace Wells azot gazını koklayanlardan biri olan Samuel Cooley in yerine dönerken dizini şiddetle sıraya çarptığını, dizinin zedelemesine rağmen ağrı duymadığını dikkatle gözlemlemiş, bu gazın diş çekimi sırasında kullanı­labileceğini düşünmeye başlamıştır. Derhal Colton ile görü­şen Wells ertesi gün Colton'un kendisine verdiği azotprotoksit anestezisi altında azı dışını arkadaşı dış hekimi adayı William Riggs7'e çektirmiş ve kendisine geldiğinde "diş hekimliğinde yeni bir çağ başladı" diye çığlık atmıştır. Ancak bu yöntemi birkaç kez denedikten sonra Machashusett tıp okulunda cerrah Warren'ın bir ameliya­tında tıp öğrencilerinin önünde yaptığı gösteride başarılı olamamıştır. Bu durum hem ilacı hem de Wells'i toplumun gözünden düşürmüştür. Büyük bir üzüntüye kapılan Wells daha sonra mesleği bırakmış ve derin bir üzüntü içerisinde 1848 de intihar etmiştir. Wells bugün hala kullanılmakta olan azotprotoksitin anestetik etkisini fark edip uygulayan ilk hekim olarak tarihteki yerini almıştır.

Amerika'da yaşayan genç hekimlerden biri olan Crawford Williams Long katıldığı eterli eğlence toplantıla­rından sonra eter'i ameliyatlarda da kullanabileceğini dü­şündü. Bu düşünceden hareketle Ocak 1842'de Hobbie adlı genç bir kadın hastaya, eter damlatılan havlu koklatılarak anestezi verdi. Diş hekimi Elijah Pope de hastanın dişini ağ­rısız olarak çekti. Long 30/Mart/1842 tarihinde bu kere bo­yun tümörü nedeniyle ameliyat olacak James Venable adlı diğer bir hastaya başarı ile anestezi uyguladı. Bu çalışmala­rına bir kaç yıl daha devam etmesine rağmen gözlemlerini 1852 yılında ancak yayınlayabildiği için Long anestezi tari­hini başlatan uygulamayı yapan bilim adamı unvanını Mor-ton'a kaptırmış oldu. Bostonlu bir diş hekimi olan Wiliiam Thomas Green Morton, Wells'in azotprotoksit ile yaptığı denemeleri eter ile yapmayı düşünüyordu. Wells"in günlü­ğünden anlaşıldığına göre Morton kendisinden anestezinin uygulanışı konusunda kurs almıştı. Daha sonra uygulamalara devam eden Morton'un çalışmaları dikkat çekmeye başladı. Bir kimyacı olan Charles Jackson'm teşvik ve önerileri ile tarihi denemesini Massachusetts General Hospitalin cerrahi amphıtheater'inde tıp öğrencileri ve ünlü cerrahlar önünde 16 Ekim 1846 tarihinde yaptı. Bu deneme sırasında Morton tıp okulunun dekanı aynı zamanda ünlü cerrah John Collins Warren'in hastası Edvvard Gildert Abbott'a yapacağı boyun tümörü ameliyatı için eter anestezisini başarı ile uygulayarak anesteziyoloji bilim dalının tarihini başlatmış oldu. Bu ta­rihten 150 yıl sonra Sidney'de yapılan XI. ci dünya anestezi­yoloji kongresinin açılış töreninde Morton'un uygulama yaptığı salondan yapılan naklen yayın ile olay anılarak bu uygulamanın yapıldığı tarihin resmen anestezinin başlangıcı olarak kabul edilmesi kararlaştırıldı.

Edinburgh'ta zamanın ünlü doğum doktoru olan İskoç asıllı James Simpson doğumda eter anestezisini ilk defa kul­lanan hekim olmuştur. Fakat eterden çok hoşnut olmamış daha kısa etkili bir inhalasyon anestetik aramaya başlamıştır. Bir arkadaşı kendisine chloroform'u denemesini önermiştir.

Kloroform 1831 yılında Almanya'da Justis Von Liebig tarafından elde edilmiştir. Anestetik özellikleri 1847'de Flourens tarafından saptanmış, klinik pratiğe onun tarafından sokulmuştur. Kendisi ile aynı dönemde yaşamış İngiliz asıllı bir diğer obstetrisyen John Snow, ismini bu sıralarda giderek duyurmakta olup Kraliçe Viktorya'nın doktorluğunu yap­makta idi. Kendisi mendili analjezik dozda kloroform ile ıs­latarak kraliçe Viktorya'nın dört yıl ara ile son iki çocuğu­nun doğumunda anestezi vermiştir. Bu olay anesteziye bizzat kraliçenin desteğini sağlamıştır. Snow dünyada kendisini anesteziye veren ilk hekim olduğundan anestezi tarihinde ilk anesteziyolojist olarak kabul edilmiştir.

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca bir çok madde anestetik özellikleri acısından irdelenmiş fakat bunlar içerisinde çok azı anestetik olarak kullanılabilmiştir. Kulla­nılanlar arasında önemlileri; Chlorur de Ethyl 1847'de Flourens tarafından ekle edilmiştir. İlk klinik uygulama Heyfelder tarafından lokal anestetik olarak yapılmıştır. İnhalasyon yoluyla kullanıldığında genel anestezi de oluştu­rur. Triklor.etilen 1864'de E. Fisher tarafından elde edilmiş olup önceleri endüstride kuru temizleme amacıyla daha sonra tıpta yara temizliği amacı ile kullanılmış olup 1911 'de Lehman tarafından inhalasyon anestetiği olarak önerilmiştir. Klinikte ilk olarak 1934'de Jackson tarafından kullanılmıştır. Siklopropan 1882'de Freund tarafından elde edilmiş olup anestetik özellikleri 1929"da Lucus ve Henderson tarafından gösterilmiş, ilk klinik uygulamaları Waters ve Rovenstine tarafından yapılmıştır. Azotprotoksitten sonra ikinci gaz anestetik olup kolay yanıcı ve patlayıcı özelliğe sahip olması nedeni ile herkes tarafından kullanılamamıştır.

Şimdiye kadar tanıtılan anestetik maddelerden sonra halojenli hidro karbonlardan elde edilen anestetik maddeler dönemi gelir. Bu dönem yirminci yılın ikinci yarısının baş­langıcına rastlar ve bu dönemle modern inhalasyon aneste­tikleri çağına girilir. Ancak kronolojik, akış içerisinde daha önce lokal anestetiklerin bulunması, klinik uygulamaya akta­rılması ve bugün uygulamada kullanılan önemli lokal ve ge­nel anestezi yöntemleri ve bu yöntemler ile ilgili aletlerin keşfi gelmektedir

Lokal anestezinin ilk uygulamaları enjektörün ve lokal anestetiklerin keşfinden sonra olmuştur. Anestezi acısından enjektörün keşfinin ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur. Bazı kaynaklar enjektörün 1851'de Pravaz ta­rafından bulunduğunu, bazıları Pravaz*in enjektörü bilinen şekline 1853'de yaptığı modifikasyonla dönüştürdüğünü yazmaktadır.
İlk lokal anestetik olan Cocaine coca yapraklarından elde edilmiştir. Cocainin mukozalarda ve sürüldüğü dokularda uyuşukluk yaptığı Peru"da çok eskilerden beri bilinmektedir. Perulu halk cerrahlarının trepanasyonlarda cocain kullandıkları belgelenmiştir. Cocain batıda coca yaprakla­rından ilk defa Gaedicke tarafından 1855'de izole edilmiş, daha sonra 1860'da Albert Neimann tarafından purifıye edilmiştir.

Spinal Anestezi'nin klinik uygulamaya başlanmasından önce mevcut bilgilere ek olarak medulla spinalisin anatomi­sinin ve sinir köklerinin ve spinal kord'un fizyolojik fonksiyonlarının öğrenilmesinin çok önemli rolü olmuştur. Descartes, anatomi çalışmaları sonucu 1664'de sensoryal stimuluslarin beyine sinirler aracılığı ile iletildiğine işaret etmiştir. New York'lu bir nörolog olan James Leonard Corning, 1885 yılında cocainin spinal sinirler üzerindeki et­kisini bir köpekte denerken kaza ile durayı delmiş ve böylece ilk spinal anesteziyi köpekte gerçekleştirmiştir ve "spinal anestezi" terimi böylece yine kendisi tarafından tıbba sokul­muştur. Lomber ponksiyon yöntemi Alman Quincke ve İn­giliz Wynter tarafından geliştirilmiştir. İnsanlarda spinal anestezi 1898'den sonra kullanılmaya başlandı. Ağustos 1898 yılında Agust Bier altı ortopedik vakada spinal anestezi kullandı ve bu uygulamanın sonuçlarını "Experiment with cocainization of the spinal cord adı ile Nisan 1899'da ya­yınladı.

Epidural Anestezi'ye ilk olarak Corning tarafından işa­ret edilmiş ve T/ 11 ve 12 aralığından yapılan cocain enjeksi­yonu büyük olasılıkla epidural boşluğa gitmektedir denmiş­tir. Epidural boşluğa ilk ilaç verilmesi önerisinde Jean-Athenas Sicard ve Fernand Cathelin bulunmuşlar ve cocaini Sicard tabes, siyatik, lumbago tedavisi için Cathelin cerrahi girişimler için sakral hiyatustan vererek 1901 yılında uygu­lamışlardır.

Regıonal anestezide bundan sonra yöntemler ve kulla­nılan materyal üzerinde gelişmeler gözlenmiştir 1944 de Edward Tuohy kendi adı verilen iğneyi bulmuştur. Kontunu anestezi için kateterler ve iğneler geliştirilmiştir. Epidural boşluğa ve suparaknoid boşluğa opioidlerin ve diğer bazı ilaçların uygulanması yöntemleri ve endikasyonları belir­lenmiştir. Spinal ve epidural anestezi 1923 yılından sonra, spinal ve epidural yolla opioid vb. ilaçların kullanımı 1980'lerden sonra yaygınlaşmıştır.

Regional anestezinin dünyada gelmiş geçmiş en bü­yüklerinden biri olan ve 1994 yılında vefat eden John Bonica meslek hayatına anestezi uzmanı olarak başlamış obstetrik anestezide uzmanlaşmış ve dünyaya algoloji bilim dalını he­diye etmiştir. Kendisinin The Management of Pain adlı eseri anestezinin XX. yüzyıl klasikleri arasında yer almıştır. Anestezi tarihi yazılmaya devanı edildikçe anlatılacak ilginç anılan gözlemler ve buluşlar vardır.

Anestezi makineleri XIX. yüzyılın sonunda fizik ve kimyada yapılan buluşlar ve endüstride kaydedilen ilerle­melerin sonucu giderek geliştirilmiş ve bugünkü niteliklerini kazanmıştır. XIX. yüzyılın sonları, XX. yüzyılın başlarında İngiltere ve Amerika'da birbirinden bağımsız olarak anestezi apareylerinin (cihazlarının) yapılmaya başlandığı görülmek­tedir. Bu makinelerden önce 1860-1880 yılları arasında Snovv ve Clover'in bir tank veya torba içine doldurdukları chlorofom u bir maskeyi yüze uygulayarak kullandıkları apareyler ilk anestezi cihazlarının ilkel modellerini oluşturmuş­tur. Clover 1868'dekendi apareyinde kullandığı maskeye bir valf ekle} erek inspiryumda anestetiğin hava ile karışmasını sağlayarak hipoksiye karşı bir önlem almaya çalışmıştır. 1870'den sonra Clover azolprotoksit ve eter karışımını kul­lanmaya başlamış ve bunun için geliştirdiği cihaz, uzun yıllar kullanılmıştır. Yine pratik uygulamalar sırasında karşılaştığı dilin arkaya kayması ile oluşan obstrıksıyonu çeneyi öne kaydırarak önleyebildiğini ve bir hastasında tümöre bağlı üst solunum yolları tıkanıklığını krikotirod membran üzerinden trakeaya yerleştirdiği kendi yapımı bir kanulle düzelterek başarılı bir ameliyat yaptırdığını yazmıştır. Daha sonraki dönemde 1884'de İngiltere'de London Hospital'de dünyada ilk defa Anestezi uzmanı olarak işe alınan ve ismi ön plana çı­kan Frederck Hevvitt, anesteziye önemli katkılarda bulun­muştur. Hevvitt azot ve hava karışımının hipoksiye yol açtı­ğını söylemiş ve değişik oranlarda azotprotoksit ve oksijen verebilen ilk anestezi cihazını yapmıştır. 1893'de yayınladığı Anesthetics and Their Adminislration adlı kitabı ilk textbook olarak kabul edilmektedir. Dilin kaymasını önleyen "air way restorer" adını verdiği bir aleti uygulamaya sokmuştur. Bu alet ""Gudel air way"lerin ilk modelidir. Bu gelişmeler anes­tezi uygulamasını daha kolay hale getirmişse de ortaya ölü boşluk solunumuna bağlı hipoksi sorunu çıkmış ve bunun çözümü için çalışmalar başlamış ve bu çalışmalar anestezi makinelerinin imalatına gidecek yolu açmıştır. Makinelerin yapımında çelik tüplerin yapılması önemli bir gelişme ol­muştur. Linde 1880 yıllarında havadan sıvı oksijen ve azot gazlarını elde etmiş ve bu gazları basınç altında sıvılaştırarak basınç altında tüplerde 1885 yılında depolamayı başarmıştır Amerikan literatürü gazların yaklaşık aynı yıllarda Samuel S. White, Charles Teter, Jay Heidbrink tarafından depolandığını yazmaktadır. Teter 1903 yılında Hevvit'in cihazını modifiye etmiş ve "continuous-flovv machine" adını verdiği bir cihazı piyasaya sürmüştür. Heidbrink 1912'de regülatör görevi ya­pan basınç düşürücü valfı bulmuş ve tüplere uygulamıştır. Aynı yıl Frederck Cotton tarafından hava kabarcıklı akım ölçeri kullanıma sokarak gazların verilişinin ölçüme dayandırılmasını sağlamıştır. Böylece Cotton ve Boothby'in ilk model olarak ortaya koydukları bir cihaz James Tayloe Gawathmery tarafından geliştirilerek porlabl bir anestezi makinesi haline dönüştürülmüştür. Aynı yıllarda İngiltere'de Gawathmery'nin konseptinden hareketle British Oxygen Corporation tarafından "Böyle" makinelerinin ilk modeli üretilmiştir Ayni yıllarda Almanya'da Heinrich Drager ve oğlu Bernhard Drager oksijen ve chloroform veren bir anes­tezi cihazı üretmişlerdir.

Cocuklarda Anestezi Ameliyati

Çocuklarda Anestezi Ameliyatı

Çocuğunuza her şeyi açıkça ve gerçek olarak anlatın. Onun korkularını gidermeye çalışın ve yapılacak ameliyatın sağlığı için ne kadar önemli olduğuna inanmasını sağlayın.


Bu hazırlık ve açıklama döneminin ne zaman yapı­lacağı ve ne kadar zaman alması gerektiği çocukların yaşı ile değişme gösterir. Dört yaş altındaki çocuklar için bu süre birkaç saat önceden başlayabilir. Altı yaşa kadar bu süre bir iki gün önceden başlatılmalıdır. Altı yaş üzeri çocuklarda ise süre bir haftaya kadar uzatılmalıdır.
İğne yapılması, senim takılması, beslenmenin devam edip etmeyeceği, ameliyat sonrası ağrı duyup duymayacağı gibi konularda hem ailenin hem de çocukların soruları olabilir. Aile bu konularda hekim­lerden gereken bilgiyi edinmeli ve çocuklarını bilgilendirmelidir.

2- Ameliyat günü taburcu olan hastalar nelere dikkat etmelidir?

Taburcu olurken mutlaka yanlarında bir refakatçi bulunmalıdır. Asla yalnız, başlarına hastaneden çıkma­malıdırlar.
Gece yanlarında birisi bulunmalıdır.
En az yirmidört saat geçmeden
Araba, bisiklet, motorbisiklet kullanmamalı, at bınmemeli. tehlikeli hareketler yapmamalıdırlar.
Elektrikli veya motorlu kesici, delici alet
kullanmamalı, ateşten, sıcaktan uzak kalmalı, yemek pişirmemelidir.
Alkol almamalıdır
Yasal veya mali işler ile ilgili hiçbir belgeyi
imzalamamalıdırlar.
Ameliyat öncesi açlık rejimi

2 yaşından küçük çocuklar için:
Ameliyattan bir önceki gece yarısından itibaren katı yiyecekler kesilmelidir.
Süt veya mama ameliyat saatinden 6 saat öncesi kesilmeli, son beslemeden 6 saat geçmeden ameliyat başlatılmamalıdır.
Sıvı gıdalar ve anne sütü ameliyat saatinden 4 saat öncesi kesilmeli, son beslemeden 4 saat geçmeden ameliyat başlatılmamalıdır.

2-17 yaş arası çocuklar için
Ameliyattan bir önceki gece yarısından itibaren katı yiyecekler süt veya mama kesilmelidir.
Meyve püresi, portakal suyu veya meyve suyu ameliyattan bir önceki gece yarısından itibaren kesil­melidir.
Sıvı gıdalar ameliyat saatinden 4 saat öncesi kesilmeli, son beslemeden 4 saat geçmeden ameliyat başlatılmamalıdır

18 yaş üzeri erişkinler için

Ameliyattan bir önceki gece yarısından itibaren katı yiyecekler ve süt kesilmelidir.
Meyve püresi, portakal suyu veya meyve suyu ameliyattan bir önceki gece yarısından itibaren kesilmelidir.
Sıvı gıdalar ameliyat saatinden 4 saat öncesi kesilmeli, son beslemeden 4 saat geçmeden ameliyat başlatılmam alıdır.
Alkol veya alkollü içecekler ameliyattan bir önceki geceden itibaren kesilmelidir.

Sıvı Gıdalar Nelerdir

1-Su
2- Şekerli su
3- Sütsüz, kremasız çay, kahve
4- Et veya hamur taneleri, yağ parçaları, pirinç taneleri gibi katı madde içermeyen çorba et veya tavuk suyu
5- Limonlu olmayan şaraplaşmamış, posasız meyve suları
6- Beyaz üzüm (kırmızı olmayan ) suları

Ameliyat ve Anestezi Oncesi Hazirlik

Ameliyat ve Anestezi Öncesi Hazırlık

Kendiniz için neler yapabilirsiniz?

Hastaneye yatmadan önce;
Mümkün olduğunca sakin ve uyumlu olmaya çalışın. Gerilmeyin, gergin ortamlardan uzak kalın.
Her gün yürüyüşler yapın. Çok yarar sağlar.
Sigara içmeyin. Doğrusu ameliyata en az 6 hafta öncesinden sigara kesilerek gelmektir. Bu süreyi mümkün olduğunca yakalamaya çalışın.
Fazla alkol almayın.

Sağlıklı beslenin, kilo vermeye çalışının, vitamin almaya başlayın.
Anestezi uzmanı ve cerrahınız tarafından verilen ilaçları düzenli olarak almayı unutmayın.
Eğer doğum kontrol ilacı alıyorsanız, kesip kesmeye¬ceğiniz konusunda hekimlerinizin onayını alın.
Onbeş gün öncesinden başlayarak ameliyat gününe kadar geçecek olan sürede bitkisel ilaç kullanmayınız.

Bekleme döneminde grip, nezle gibi bir rahatsızlığınız olursa veya yeni bir rahatsızlık ortaya çıkarsa hekimlerinizi mutlaka en kısa sürede bilgilendirin.

Endişe taşıyorsanız bu durumun yaratacağı gerginliği önlemek için hekimlerinize baş vurun. Tüm sorularınızı kendileri ile tartışıp tam bir bilgilendirme ve rahatlama sağlayın.

Hastaneye yattıktan sonra;

Ameliyata girerken aç olmalısınız. Aç olmanız ameliyatın ve anestezinin güvenli koşullarda yapıla¬bilmesi için son derece önemlidir. Bunun için size bilgilendirme yapılacak ve verilen talimatlara uymanız istenecektir. Verilen talimatlara mutlaka uyun. Biraz su içsem veya bir iki lokma yersem ne olur demeyin, kendinizi oruç tutuyormuş kabul edin.
Ameliyattan 24 saat öncesinden başlayarak ameliyat saatine kadar alkol almayın, uyuşturucu madde kullanmayın. Hekimlerinizin söylemediği hiçbir ilacı almayın.
Makyaj yapmayın, oje, ruj, rimel vb. kozmetikleri kullanmayın.
Kontak lens, takma kirpik, saç tokası, diş protezi gibi malzemeleri ameliyata gelirken çıkarmayı unutmayın.
Bir gün önce banyo yapın.

Anestezi Riskini Arttiran Faktorler

Anestezi Riskini Arttıran Faktörler

A- Kişisel


1- Kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları
KOAH (Astım)
Amfizem
Morbid obesite (Aşırı şişmanlık)
Aritmi
Koroner hastalıklar
Hipertansiyon
Hipotansiyon
Geçirilmiş Miyokard enfaktüsü

2- Oksijenasyonu güçleştiren rahatsızlıklar


Sleep Apne (Uyku apnesi) Prognati (Alt çenenin uzun olması) Micrognati (Alt çenenin kısa olması) Yüz ve damak anomalileri

3- Genel durum ile ilgili

Yaş
Sigara
Alkol
Bulantı-kusma eğilimi
Metabolık hastalıklar
Diyabet
Asid-baz
Su-Elektrolit
Porfiria

Nörolojik hastalıklar

Myastenia
Myotonia
Maling Hiperthermi

B-Cerrahi
İnfeksiyon
Sepsis MOF
Trombo-Emboli Kanama

C-Lokal anesteziklere bağlı olarak
Allerji
Anaflaksi
Toksisite
Ritim bozukluğu

Anestezi Sonrasi ve Komplikasyonlar

Anestezi Sonrası İşlemler

Hastaların Hastanedeki Odalarına Geri Dönmeleri


Hastaların odalarına dönmeleri ile anestezi uzmanının işinin büyük bölümü, tamamlanmış olur. Buna rağmen has­taların hastanede kaldıkları süre içerisinde anestezi uzmanı geç ortaya çıkabilecek sorunlar açısından hastalarının takip­lerini sürdürmeye devam eder, erken dönemde planlanan ağrı tedavisinin etkinliğini denetler. Daha sonraları cerrahi ekip ile görüş alışverişinde bulunarak solunum, dolaşım ve mer­kez sinir sistemi başta olmak üzere tüm sistemlerin işleyişi­nin normale dönüp dönmediğini, bu konuda herhangi bir so­runun ortaya çıkmadığını kontrol eder. Bu denetimler biraz daha uzaktan ve cerrahi ekip ile yapılan işbirliği ile sürdü­rülür.

Anesteziden Sonra

Hastalar koruma refleksleri tamamen geri gelse, bi­linçleri açılmış olsa, organların işleyişi normal sınırlar içeri­sinde olsa bile belli bir süre daha anestezi ilaçlarının etkisi altındadırlar. Bu etkinin süresi kişiden kişiye değişiklik gös­terir. Anesteziden açılmaya başlayan hastalarda önce bilinç geri gelmeye başlar. Bilincin geri gelişi sırasında başlangıçta bir oriyantasyon bozukluğu görülebilir. Hastalar bazen ne­rede, ne için bulunduklarını tanıyıp hatırlamakta zorluk çe­kebilirler. Hastalar bu dönemde çift görmeden şikayet edebi­lirler. Kısa süreli hafıza kaybı olabilir. Bazı işitme sorunları yaşayabilirler. Yine bu dönemde baş dönmesi görülebilir. Ameliyat gününe özgü olan bu şikayetler genelde ertesi güne sarkmadan kendiliğinden geçer. Günü birlik ameliyatlar son­rasında bu tür şikayetleri olmayan, bilinçleri tamamen açılan, ağrı duymaları önlenmiş olan ve yürüyebilecek hale gelen hastalar cerrahi nedenle hastanede kalmaları gerekmiyor ise ilaçlan düzenlendikten ve nelere dikkat edecekleri ile ilgili tavsiyeler verildikten sonra evlerine gönderilirler.

Anestezi sonrası komplikasyonlar

Eve gönderilen veya hastanede alıkoyulan tüm hasta­larda normale dönüş yavaş yavaş olur. Yine de bu hastaların yanlarında bir refakatçi bulunmalıdır. Hastalar hareket sıra­sında zorluk çekebilirler. Bu nedenle eve giden hastaların gece yalnız kalmamalarına dikkat etmek gerekir.
Yeme ve içmeye de yavaş yavaş geçmek gerekir. Bu-lantı-kusma şikayetleri söz konusu değilse beslenmeye sıvı gıdalar ile başlamak gerekir. Önce az miktarlarda su ile baş­lanmalı daha sonra taze sıkılmış meyve sulan çay ve ıhlamur gibi sıvılar ile miktar giderek arttırılarak devam edilmelidir. Bu dönemde hastalar süt, kahve, ve çikolatalı gıdalar alma­malı, alkollü içkiler içmemelidir.

Hastalar 24 saat hatta biraz daha uzun bir süre geçme­den araba kullanmamalı, işi ile ilgili önemli kararlar vermeye kalmamalı, her hangi bir elektrikli ve mekanik alet kullan­mamalıdır. Çünkü ilaçların etkileri geçmiş gibi görünse de vücuttan tamamen atılmamış olabilirler. Az miktarda da olsa kalan artık ilaçlar beceri ve karar verme yeteneklerini olum­suz etkiler.

Personeli Tanıma, Seçme ve Değiştirme

Madde 7- Hasta, sağlık hizmetlerinden nasıl faydalana­bileceği konusunda bilgi isteyebilir. Bu hak, hangi sağlık kuru­luşundan hangi şartlara göre faydalanılabileceğini, sağlık kurum ve kuruluşları tarafından verilen her türlü hizmet ve imkanın neler olduğunu ve müracaat edilen kuruluşta verilen sağlık hizmetlerinden faydalanma usulüne öğrenme haklarını da kap­sar. Bütün sağlık kurum ve kuruluşlan, hastayı birinci fıkra uyannca bilgilendirmek için yeterli teknik donanımı haiz birimi oluşturmak; bu birimde, hastaya kesin ve yeterli bilgi verebile­cek nitelik ve ehliyete sahip personeli daimi olarak istihdam etmek ve hastanın ihtiyacı olan birimlere kolayca ulaşabilme­sini temin etmek üzere, kuruluşun uygun yerlerinde bilgilendi­rici tabela, broşür ve işaretler bulundurmak gibi tedbirleri almak zorundadırlar.

Madde 9- Hastaya talebi halinde, kendisine sağlık hiz­meti verecek veya vermekte olan tabiplerin ve diğer personelin kimlikleri, görev ve unvanları hakkında bilgi verilir. Mevzuat ile belirlenmiş usullere uyulmak şartı ile hastanın, kendisine sağlık hizmeti verecek olan personeli serbestçe seçme, tedavisi ile ilgilenen tabibi değiştirme ve başka tabiplerin konsültasyo­nunu istemek hakkı vardır. Personeli seçme, tabibi değiştirme ve konsültasvon isteme haklan kullanıldığında, mevzuat ile belirlenen ücret farkı, bu haklan kullanan hasta taralından karşıla­nır.

Madde 15- Hasta; sağlık durumunu, kendisine uygulana­cak tıbbi işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel sakıncaları, alternatif tıbbi müdahale usulleri, tedavinin kabul edilmemesi halinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçlan ve hastalığın seyri ve neticeleri konusunda sözlü veya yazılı olarak bilgi is­temek hakkına sahiptir. Sağlık durumu ile ilgili gereken bilgiyi, bizzat hasta veya hastanın küçük, temyiz kudretinden yoksun veya kısıtlı olması halinde velisi veya vasisi isteyebilir. Hasta, sağlık durumu hakkında bilgi almak üzere bir başkasına da yetki verebilir. Gerek görülen hallerde yetkinin belgelendiril­mesi istenilebilir.
Hasta, tedavisi ile ilgilenen tabip dışında bir başka tabip­ten de sağlık durumu hakkında bilgi alabilir.

Madde 18 - Bilgi, gerektiğinde tercüman kullanılarak, hastanın anlayabileceği şekilde, tıbbi terimler mümkün oldu­ğunca kullanılmadan, tereddüt ve şüpheye yer verilmeden ve hastanın ruhi durumuna uygun ve nazik bir ifade ile verilir.

Rıza Olmaksızın Tıbbi Ameliyeye Tabi Tutulmama

Madde 22- Kanunda gösterilen istisnalar hariç olmak üzere, kimse, rızası olmaksızın ve verdiği rızaya uygun olma­yan bir şekilde tıbbi ameliyeye tabi tutulamaz. Bir suç işlediği veya buna iştirak ettiği şüphesi altında bulunan kişinin işlediği suçun muhtemel delillerinin, kendisinin veya mağdurun vücu­dunda olduğu düşünülen hallerde; bu delillerin ortaya çıkarıl­ması için sanığın veya mağdurun tıbbi ameliyeye tabi tutulması, hakimin kararına bağlıdır. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde bu ameliye, cumhuriyet savcısının talebi üzerine yapılabi­lir.

Hastanın Rızası ve İzin

Madde 24- Tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Hasta küçük veya mahcur ise velisinden veya vasisinden izin alınır. Hastanın, velisinin veya vasisinin olmadığı veya hazır bulunamadığı veya hastanın ifade gücünün olmadığı hallerde, bu şart aranmaz. Kanuni temsilci tarafından muvafakat veril­meyen hallerde, müdahalede bulunmak tıbben gerekli ise, vela­yet ve vesayet altındaki hastaya tıbbi müdahalede bulunulabil-mesi; Türk Medeni Kanunu'nun ilgili maddeleri uyannca mah­keme kararına bağlıdır. Kanuni temsilciden veya mahkemeden izin alınması zaman gerektirecek ve hastaya derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlarından birisi teh­dit altına girecek ise, izin şartı aranmaz. Üçüncü fıkrada belir­tilen ve hayatı veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil haller haricinde, rızanın her zaman geri alınması mümkündür. Rızanın geri alınması, hastanın tedaviyi reddetmesi anlamına gelir. Rızanın müdahale başladıktan sonra geri alınması, ancak tıbbi yönden sakınca bulunmaması şartına bağlıdır.

Rızanın Kapsamı

Madde 31- Rıza alınırken hastanın veya kanuni temsilci­sinin tıbbi müdahalenin konusu ve sonuçları hakkında bilgilen­dirilip aydınlatılması esastır. Hastanın, uygulanacak tıbbi mü­dahale için verdiği rıza, bu müdahalenin gerektirdiği sair tıbbi işlemleri de kapsar. Ancak, tıbbi işlemlerin uygulanmasında, bu yönetmelikte ve diğer mevzuatta belirlenen hakların ihlal edil­memesi için azami ihtimam gösterilir.

Beyin Hasari ve Anestezi

Kalıcı Beyin Hasarı (Ölüm) ve Anestezi

Anesteziye bağlı ölüm oranları günümüzde çok azal­mıştır. Ancak ameliyat sırasında meydana gelen ölümlerin önüne geçmek mümkün olamamıştır, çünkü ameliyat sıra­sında meydana gelen ölümler veya kalıcı beyin hasarları anestezinin dışında başka nedenlere de bağlıdır. Bu nedenler bir kaç grupta ele alınabilir.

Hastaya ait sebepler arasında bebeklerde, çocuklarda ve ileri yaşlılarda yapılacak ameliyatlar, beyin, kalp, akciğer, büyük damar ameliyatları, özellikle kazalar sonrasında acil olarak yapılmak zorunda kalman ameliyatlar ile hastanın ge­nel durumunun ileri derecede bozuk olduğu koşullarda ya­pılan ameliyatlar yer alır. Özellikle doğumsal bozuklukların ortaya çıktığı çocuk ve bebek hastalar ile kalp ve akciğer hastalıkları bulunanlar daha fazla risk taşırlar.

Beyinde Hasar

Hastaya ait sebepler arasında riski artıran diğer bir grubu anestezi ilaçlarına karşı organizmanın önceden nasıl cevap vereceği kesin olarak belirlenemeyen durumların yol açacağı hastalar oluşturur. Bu gibi durumlara en güzel örnek anafılaksi ve malin hipertemi gösterilebilir. Hayatın her hangi bir döneminde görülen emboli, kalp ve beyin infarktüsü gibi hastalıkların ameliyat sırasında ortaya çık­ması halinde yine ölüm ve hasarlar önlenemez bir şekilde meydana gelebilir.

Hatalar diğer bir grubu oluşturur. Daha önce hatalar ile ilgili bölümde anlatıldığı üzere yapılan ve uzun yıllar süren deneyimlerin sonunda hataları önleyecek sistem anestezide oluşturulmuştur. Standartlar ve kılavuzlar hataları önleyen kuralları içermektedir. Bu sayede anestezi için hataların oluşma ihtimali günümüzde çok aşağılara çekilebilmiştir. Bununla beraber anestezide kullanılan ilaçların tıbbın en ağır risk taşıyan ilaçlan olduğu unutulmamalıdır. Bu ilaçlar sa­dece sinir sitemini etkilemez. Kalbin ve akciğerlerin, böbreklerin, karaciğerin çalışmasını, dolayısıyla solunum, tansi­yon gibi hayati fonksiyonları da etkiler. Bu organları zaten hasta olanlarda etkilenmeler daha derin ve ağır olur. Anestezi uzmanı hastaların durumlarını değerlendirip onlar için ola­bilen en güvenli ilaçları, ilaç dozlarını en uygun anestezi tek­niğini belirlemek konusunda eğitilmişlerdir. Hastalarını ameliyat boyunca onların yanı başında sürekli izleyerek ge­lişmelerin yol açacağı tehlikeleri önlemeye çalışır. Bu tür uygulama kuralları ile hem hataların hem de komplikasyon-ların sebep olacağı hasarlar ve ölümler önlenmeye çalışılır.

Alerjik Reaksiyonlar (Anafilaksi)

Ciddi Alerjik Reaksiyonlar (Anafilaksi)

Bazı kişiler bazı yiyecek, içecek, toz, polen gibi mad­deler ile deterjan, kozmetikler, ilaçlar gibi kimyasal madde­lere karşı allerjik reaksiyon gösterirler. Allerji yapan bu maddelere antijen denir. Allerjinin tehlikeli ve bazen ölüm­cül olan tipine ise anafılaksi denir. Günlük yaşantımızda allerji yapan binlerce madde ile karşı karşıya kalmaktayız. Bilinmeyen bir sebep ile insan vücudu bazen bu maddeler­den bir veya bir kaçına karşı vücutta antikor denen bir madde salgılar. Antikorların hafızaları çok kuvvetli olup yıllar geçse de daha önce karşılaşmış olduğu antijeni hatırlar. Bu durum bir nevi yabancı cisim olarak kabul edilen antijene karşı organizmayı duyarlı kılar. Duyarlı hale gelen organizma onu duyarlı kılan antijen ile günün birinde tekrar karşılaştığında antijen ile antikor etkileşme gösterir. Bu etkileşme sonucu normalde kanda bulunmayan histamin ve diğer bazı zararlı kimyasal maddeler dokulardan salgılanır. Bu maddelerin salgılanması allerjik ve anafılaktik olaylara sebep olur.

Bir maddenin ilk keresinde allerjik reaksiyona yol aç­mamış olması o maddenin bir sonrasında allerji yapmayacağı anlamına gelmez. Bu nedenle allerjisi olan, daha önce her­hangi bir nedenle allerjik şikayetleri olan hastaların bu du­rumu anestezi uzmanına unutmadan mutlaka bildirmeleri gerekir. Anestezide kullanılan ilaçlar da dahil ilaçların hepsi allerjik reaksiyon adayıdır. Anestezi için kullanılan ilaçlar arasında adale gevşeticiler ile antibiotikler ön sırada yer alır. Ameliyatta kullanılan lateks içeren malzemeler, dezenfek­tanlar da başlıca allerjik maddeleri oluştururlar. Hangisinin nerede ne zaman allerjiye yol açacağını bilmek mümkün de­ğildir. Genelde allerjik bünyeli olan hastalar allerji adayı olarak kabul edilir. Hastaların hangi ilaçlara karşı allerjik oldu­ğunu saptayan kesin ve güvenilir sonuç veren ileri bazı test­lerin dışında bir metod yoktur. Bazen yapılan cilt testleri gü­venilir değildir. Bu tip hastalar gerekirse allerji klinikleri ta­rafından anestezi öncesinde incelenmeye alınır.

Anestezi uygulanan hastalarda allerjnin ne sıklıkla or­taya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Genel olarak inhalasyon anestezikleri ile allerji olmadığı düşünülmektedir. Bu düşünce kesin olarak doğrulanmamış olduğundan yine de allerji olasılığı gözden uzak tutulmamalıdır. Her anestezi uz­manı allerjiye karşı alınacak önlemleri ve allerji ve anafilaksi tedavisini bilir. Tedavinin başarısı biraz şansa kalmıştır.

Sinir Sistemiyle İlgili Hasarlar

Sinir sistemi merkezi sinir sistemi ve periferik sinir sistemi olarak iki bölümden oluşur. Merkezi sinir sistemini beyin ve omurilik oluşturur. Periferik sinir sistemi ise mer­kez sinir sistemi ile kas, cilt ve iç organlar arasında haber­leşmeyi ve hareketi sağlayan sinirlerden ve sinir ağlarından oluşur. Gerek genel ve gerekse bölgesel anestezi sırasında çeşitli nedenler ile çok seyrek olmasına rağmen geçici veya kalıcı sinir hasarları meydana gelmektedir. Genel olarak ha­reket ve duyu kusuru şeklinde belirti verir. Belirtiler çoğun­lukla birkaç gün içerisinde düzelmekle beraber üç aya kadar uzayan ve tam iyileşmenin bir yıl içerisinde sağlandığı va­kalar vardır. 1/10 000 anestezi uygulamasında kalıcı hasar­lara rastlanmıştır.
Sinir sistemi hasarlarına yol açan sebeplerden bazıları bilinmektedir. Bunlar ameliyat pozisyonuna bağlı gerilme, sıkışma, ameliyat sırasında yaralanma vanısıra sinir sistemini besleyen kan damarlarının sıkışması yaralanması, kesilmesi gibi nedenler ile beslenememesi olarak bilinen sebeplerdir. Sayılan bu nedenlerin bulunmadığı durumlarda da bazen si­nir sistemi hasarları görülebilir. Bu hasarlar da sebebi bilin­meyen sinir sistemi hasarlarını oluşturur. Hastalar anestezi altında oldukları için sinirlerin sıkışma veya gerilmelerinin yarattığı rahatsızlığı hissedemez ve şikayetlerini dile getire­mezler. Bu nedenle ameliyathanede görev yapan herkes hastaya ameliyat pozisyonu verirken yani hastayı masaya yüzükoyun veya yan yatırırken veya diğer bir başka pozis­yon verirken elleri, kolları, bacakları, yüzü ve gözleri sinirler rahatsız olmayacak şekilde gerekir ise yumuşak bezler ve bu amaçla yapılmış kauçuk yastıkçıklar ile besleyerek masaya yatırmaya aşırı özen gösterirler. Hastalar ameliyat masasına her ameliyat için bu tür olayların ortaya çıkmasını önleyecek özelliklere göre belirlenmiş pozisyonlara uygun olarak yatı­rılır. Çok şişmanlar ve çok zayıf hastalarda, diyabeti, romatoid artriti, damar sertliği olanlar ile çok yaşlı olanlarda sinir hasarlan daha sıklıkla ortaya çıkar. Erkek hastalarda ka­dınlardan daha sık rastlanır. Bu sıklığın sebebi bilinmemek­tedir.

Omuriliğe ait sinir hasarlan, periferik sinir hasarlarına göre daha ender rastlanmasına rağmen daha ciddi ve kalıcı hasarlardır. Bunun başlıca sebebi omuriliğin periferik sinirler gibi hasarı tamir yeteneğinin olmamasıdır. Ana neden ameli­yat sırasında omurilik kan dolaşımının bozulmasıdır. Kan dolaşımı omuriliği besleyen kan damarının kan pıhtısı ile tıkanması, gerilmesi veya bası altında kalması sonucu daral­ması ve ameliyat sırasında kan basıncının uzun bir süre dü­şük kalması gibi nedenler ile bozulur. Damarların daralma­sında veya kan basıncının düşük kalmasında hastanın kalp hastalıkları ve damar sertliği gibi hastalıklarının önemli rolü vardır. Öle yandan' gerek spinal gerekse epidural anestezi omur iliğe veya onu çevreleyen koruyucu zarlar arasına iğne ile girilerek ilaç verilmek suretiyle oluşturulan anestezi yön­temleridir. Bu yöntem nedeni ile omuriliğin doğrudan yara­lanması, o bölgede meydana gelen kanamanın pıhtılaşaıak omuriliği sıkıştırması, iğne yerinde infeksiyon oluşması ve bilinmeyen diğer nedenler sonucu omurilik hasarları mey­dana gelebilir. Aslında iğne giriş yeri omuriliğin omurga ka­nalı içerisinde son bulduğu yerin altındaki bir seviyeden ya­pılacak şekilde seçilir. Böylece iğnenin omuriliği yaralama olasılığı ortadan kaldırılır. Hematomu önlemek için Couma-din (Warfarın) Aspirin, Plavix (Clopidegrel) kullanan hastalarda bu ilaçlar önceden kesilir. İnfeksiyonu önlemek amacıyla işlemler tam steril koşullarda uygulanır.