Atipik Panik Atak Bozuklugu

Atipik panik atak

Panik ataktan söz edilirken Atipik panik atak diye ye­ni bir tanımlamadan da söz ediliyor. Bu nedir? * 1990'lı yıllarda başlayan bir araştırma Atipik panik atak belirtilerini ortaya çıkardı. Atipik panik atakta çok tuhaf belirtiler var. Tipik panik atak antidepresanlara ce­vap verirken Atipik panik ataklar bu ilaçlarla daha da kö­tüleşiyor. Sara ilaçlarıyla iyileşebiliyorlar. Psikiyatri dünya­sında şimdilerde, "Bunlar saraya dönüşmeyen bir tip mi" diye soruluyor. Özellikleri ise şöyle:

Işığın şiddetinin artıyor ya da azalıyor sanılması. Bu durum sarada görülür,
Seslerin yoğunluğunda artma ya da azalma olması,
Düşüncelerin hızlandığının ya da yavaşladığının sanılması,
Tanıdığı.insanı hiç görmemiş gibi olması,
Öfke patlamalarının görülmesi,
Vücudunun kendi ekseni etrafında dönüyormuş hissine kapılması.

Panik Atak Tedavisi nasıl yapılıyor?, Panik Atak Hastaları

Tedavisi için bugün biyolojik tedavide ilaç veriliyor, ama psikoterapi de yapılıyor. Panik atak yaşayanlar anti-depresan ilaçlarla tedavi ediliyor. Bu ilaçlar beyindeki nö-rokimyasal süreçleri etkiliyor. Hem psikoterapi hem de ilaç tedavisinin birlikte yapılması en doğrusu. Hastanın strese karşı toleransını artırmak için kişinin stresle baş et­mesine yönelik gevşeme çalışmaları yapmak gerekiyor.

Panik atak, panik bozukluğuna neden dönüşür?

Panik atak ve devamında panik bozukluğunun neden­leri araştırıldığında, genetik geçişlerin ve aile içi ilişkilerin, yaşam biçiminin bu sorun üzerinde ciddi etkileri olduğu görülüyor. Örneğin panik sorunu yaşayanların ailelerinde de bu sorunun görülme sıklığı çok yüksek. Bazı hormon­ların düzeyindeki değişimlerin de bu sorunu tetiklediği gö­rülüyor. Mesela, beyindeki sinir hücreleri arasında ciddi bir iletişim görevi olan serotonin seviyesindeki değişiklik­lerin de panik bozukluğuna neden olduğu bazı araştırma­cılar tarafından ortaya konulmuş. Bunların yanı sıra üst benlik tarafından aşırı bastırılan dürtüler de panik atağın yaşanmasına neden olan etkenler arasında bunuyor. Yine aileden öğrenilen davranış modelleri kişinin hayata yaklaşımını belirlediği için böyle bir atağın gelmesine ve yerleş­mesine olanak tanıyor. Bedeninse kimi zaman nedensiz olarak ortaya çıkan kalp çarpıntısı, terleme, bitkinlik gibi bazı belirtileri yanlış yorumlayarak tehlikeli görmesi de panik atağı başlatabiliyor.

Toparlamak gerekirse, panik atak bilişsel süreçleri yok ediyor diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Yaşanan olaylar sırasında, insandaki tüm bilişsel süreç­lerin yarattığı beceri, yeti ortadan kalkıyor. Dolayısıyla in­san kendini denetleyecek, o andaki bu tedirgin edici fiziksel ve ruhsal belirtileri bastırabilecek, engelleyebilecek, ertele­yebilecek ruhsal ve bilişsel hiçbir süreci devreye sokamıyor. Bilişsel süreçlerde tam bir çalışamama durumu yaşanıyor.

Bilişsel süreçten neyi kastediyoruz?, Panik Atak Hakkında

Öğrenilmiş şeylerin yapılamaması durumunu, insanın algısını, dikkatini, belleğini kullanamamasını ve bunların sonucunda da tasarım ve düşüncesini ortaya koyamaması-nı kastediyoruz. Bunlar olmayınca da egemen olan kaygı­nın yarattığı olumsuz duygular ortada kalıyor. Çünkü kaygının temelinde daima ileride kötü bir şey olacak, olumsuzluk yaşanacak, beklenilmeyen, umulmayan bir şey olacak durumu var. Bu kötü şey yaşanacak duygusun­da ise evrensel ölüm korkusunun ortaya çıkması durumu var ki, bu bilişsel süreçlerle denetim altına alınamazsa in­sanda, "yok oluyorum, bitiyorum" duygusunu yaratıyor.

Panik atak genetik olabilir, Panik Atak Mide

Panik atak yaşayanların aile öykülerinden söz edersek neler söyleyebiliriz, travmatik öykülerden bahsetmek mümkün mü burada?

Bu kişilerin aile öyküsüne bakıldığında, çoğunlukla kalıtımsal olarak bunu üzerlerinde taşıdıklarını görüyo­ruz. Ancak bu, kalıtımla ilgili bir hastalığın geçişi değil, ruhsal özelliğin geçişi durumu. Bunun temelinde bu kişi­lerin aşırı kaygılı, mükemmeliyetçi, hassas, duyarlı, kay­gılı olması yatıyor ve bu duygu durumları genlerle geçi­yor. Özellikle kişinin aşırı kaygısı, kesinlikle genlerle ge­çiyor. O kaygıyı yaratan ister dışsal nedenler olsun, ister içsel nedenler olsun birtakım kimyasal maddeler çıkarı­yor ortaya. Panik atak sırasında artık biliniyor ki, beyin kimyasındaki maddelerden adrenalin, noradrenalin yük­selirken serotonin düzeyi düşüyor. Bunlarla ilgili mesaj­lar kalıtımla geliyor. O kişilerin DNA'larında bu madde­ler denetimsiz, düzensiz olarak ortaya çıkıyor. Bu kişile­rin iki yönlü şanssızlığı var. Birincisi bu duruma ilişkin kimyasal yatkınlıklarının olması, ikincisi kalıtımla gelen mükemmeliyetçi yaklaşım tarzlarının olması. Bunlara ek olarak öğrenme modellerinin de etkisi büyük oluyor. Çünkü çocukların öğrenmeleri çoğunlukla model alarak öğrenme biçiminde oluyor. Çocuk, içinde yaşadığı çevre­de özellikle çocukluk ve ilk gençlik çağında bu tür bir modelle karşılaşırsa ister istemez böyle davranmayı öğre­niyor. Hazır modelleri, davranış kalıplarını alıyor, be­nimsiyor, içselleştiriyor, mal ediyor ve o durumla karşıla­şınca bu modeli kullanıyor. Sonuçta,- bu model kaygılı ise onu kullanıyor.

Psikiyatrik bir sorun yokken panik atak ya da panik bozukluğu yaşanabilir mi?

Gayet tabii ki mümkün. Bazen de içten gelen biyolojik hastalıklar buna neden oluyor. Biyolojik hastalıklar yoksa, insanın kendi psikolojisinde sorun yoksa, panik atak ya da bozukluğu yaşamak mümkün değildir.

Dünyada en çok panik atak vakası hangi ülkede görü­lüyor, böyle bir araştırma var mı?

Böyle bir araştırma yok. Her ülkede durum hemen he­men aynı. Epidemiolojik araştırmalara bakarsak; gelişmiş, az gelişmiş ülkelere göre bir ayrım olmadığını görüyoruz. Birçok hastalıkla ilgili spekülasyon yapılıyor. Bunlara, ça­ğın getirdiği hastalıklar olarak bakılıyor, ama böyle bir şey yok. Neden böyle görüyoruz, çünkü artık teşhisi kolay, doktora giden çok. Bu nedenle böyle bakılıyor.
Aslında, milattan önce bile bu hastalık biliniyor. Mese­la Çin'de insanda ruhsal bozukluk yapan yedi türlü şey­tandan bahsediliyormuş. Bunların bazılarının kişiler üze­rinde korku ve depresyon yarattığı biliniyor. Muhtemeldir ki, bunların bir kısmı panik bozukluğu geçiren insanlardı.

Psikiyatrik sorunların tarihinde o zamanlardan bu ya­na bir sınıflandırma var değil mi?

Mesela Hipokrat depresyonları yazmış, ama bunların içinde ölümden korkan insanlar da zaman zaman varmış doğal olarak. Daha sonra tüm psikiyatri tarihi boyunca, hastalıkları belirtilerine göre sınıflandırma eğilimi sürmüş. Filozofların, bilim adamlarının bu sınıflandırmaları yapar­ken, başka isimler altında tarif ettikleri tablolarda aynen panik nöbetlerini tarif eden bulgular var.
Biliyorsunuz, Ortaçağ'da bu tür ruhsal sorunları yaşa­yıp taşkınlık, tedirginlik gösterenler, bağırıp çağıranlar vardı ve bunların bir kısmı, bunu panik atak nedeniyle ya­pıyordu. Dolayısıyla bu insanların ruhuna, kötü ruh girdi­ği düşünülerek tedavileri yapılmaya çalışılıyordu. Mesela, ruhuna şeytan girdiği düşünülen bu insanları kurtarmak için eziyet yapılıyordu. İnsanlarda ortaya çıkan, hastalık olduğu bilinmeyen bir sürü bozukluk şeytana bağlanıyor­du. Ve ruhlarına giren şeytan ya öldürülerek ya da eziyetle çıkartılıyordu. Bu hastalar o dönemlerde zincire vurulup yakılırken, bunların psikolojik hastalık olduğu ilk olarak Pinel tarafından tanımlandı.

Pinel, öncelikle gördüklerini taşkınlık ve depresyon olarak ayırdı. Bir süre sonra bunların bir kısmında düşün­ce bozukluğunun çocukluktan olduğunu fark etti. Bir kıs­mı da bu sorunu yaşlılık nedeniyle yaşıyordu. Ve bir süre sonra da bugün obsesyon veya panik dediğimiz sorunları gördü.
Hasta konuşarak değil, yaşayarak öğrenir

Bir panik bozukluğu olan kişinin tamamen iyileşmesi mümkün mü?

Evet, tamamen iyileşmesi mümkün. Bu iyileşme, terapi ve ilaçlarla sağlanabiliyor. Bunun için davranışçı, ruhsal, bilişsel tedavi gerekli. Bu tedavinin özeti, öğrenme tedavisi ki, bu kişinin kendi duygularını kontrol edecek beceri ka­zanması demek. İnsan, okuyarak da görerek de öğrenir. Öncelikle bilgilenmek gerekiyor. Bir durumla karşılaştığı­nızda onunla ilgili bilginiz varsa paniğe kapılmazsınız.

Panik atakla yaşamanın kurallarından söz edebilir mi­yiz, böyle bir şey var mıdır?

Panik atak gelmeden önce, kişide psikolojik, fizyolojik değişiklikler görülür. Kişi kendini huzursuz, endişeli, kay­gılı, sinirli hisseder. Alışılagelen duygu durumu değişir ve endişeler hızla ortaya çıkar. Mesela, "buraya gidersem kendimi kötü hissederim", "bunu yaparsam kötüleşirim" diye düşünmeye başlar. Devamında nefes alış verişlerinde değişim olur, kalp atış sayısı artar, başı uyuşur, kulakları uğuldar ve etrafı hafif dumanlı görür. Ayrıca, o güne ka-darki alıştığı duygularında bir rahatsızlık oluşur. İşte bu
durumda kişi, "panik atağım başlıyor" kaygısına düşme­sin, çünkü bunlar habercidir, ama bunları artıracak tedir­ginliğe kapılmazsa, dikkatini başka şeye vererek panik atağın gelmesinden kurtulabilir. Bu durumda en güzel te­davi, hastanın referansını kendinden bulmasıdır. Hasta konuşarak değil, yaşayarak öğrenir. Örneğin bana bin ke­re geleceğine, bir iki kere kendi başına atağı aştığını görür­se, nöbetler ortadan kalkar. Kimseden beklentisi olmadan kendini kurtarabilir.

Panik atak tedavi edilmezse ne olur?

Panik atak tedavi edilmezse sürer gider. Kişi, mutlu ola­maz sadece. Yani sanıldığı gibi kalp sorunu yaratmaz. İn­san uzun vadede ülser olmaz. Mutlaka bilinmeli ki, orga­nizmanın kendine göre korunma mekanizmaları var. Bağı­şıklık sistemiyle ilgili korunma mekanizmaları da var, ruh­sal savunma düzenleri de. Zaten bir süre sonra panik ataklar da savunma düzeni devreye sokularak düzelebili-yor ya da düzeltiliyor. Eskiden panik atağı olanlara tere­bentin verilirdi ki, kişi iltihapla uğraşırken panik atağını unutsun diye. Zaten bir süre sonra panik ataklar savunma düzeniyle düzeliyor. Terebentin aslında cilada kullanılan bir madde. Vücuda verildiğinde iltihap oluşturuyor. İşte o zaman kişinin zihni onunla meşgul olurken, işin ruhsal ta­rafı bir yana bırakılıyor. Terebentin asıl olarak kozalaklar­dan ve bazı ağaçlardan akan bir madde. Yağlı vernik üre­timinde kullanılıyor. Dediğim gibi bir süre sonra organiz­ma mutlaka kendine bir çözüm buluyor.

Panik atak ve bozukluğu geçirenler için ruh hastası de­nilebilir mi? Bu mümkün müdür, yoksa bir abartı mıdır?

Hayır, kesinlikle diyemeyiz. Dolayısıyla bu bir abartı­dan ibarettir. İnsanda doğal olarak ortaya çıkan iki türlü kaygı vardır. Bunlardan biri, sürekli kaygı denilen ve doğ­duğumuz andan itibaren bizimle yaşayan kaygı ki, bu doğ­rudan kalıtımla bize geçiyor. Kesinlikle beyin kimyasından kaynaklanıyor. Kişinin çocukluğunda, anne ve babasıyla yaşadığı ilişkiden kaynaklanıyor, bulunduğu ortamdan kaynaklanıyor. İnsanlarla iletişiminden, içinde bulunduğu durumun ona verdiği endişeden kaynaklanıyor. Bu, sürekli kaygıdır. Ama bir ruh hastalığı kesinlikle değildir.

Kaygılı insanlar panik atağa yatkın

Bu durumda bize kaygıyı tanımlar mısınız?

Kaygı denilince, insanın duygularını elem-keder doğrul­tusunda ele almasını anlıyoruz. Kaygının kendisi korkuya da benzer. Daha çok, yaşadığı her anı gelecekte kötü bir şey yaşanacakmış duygusuyla bozmaya eğilimli insanların yaşadıkları duygu durumudur. Kaygıyı daha somut olarak şöyle tanımlayabiliriz:
Geleceğe yönelik sürekli olarak kötümser bir şey­ler beklemek,
Bedenin de gerginlik içinde olması, örneğin kasla­rın sürekli gergin olması gibi,
Ruhsal olarak tedirginlik ve devamında panik hissi.
Kaygı, insanın kişilik yapısından kaynaklanan sürekli kaygılı olma hali ve duruma göre gelişen kaygı hali olarak ikiye ayrılır.

Duruma göre kaygı hali neleri içeriyor?

İnsanın bir olayı ya da durumu içinde bulunduğu orta­mı tehdit eder biçimde algılamasından kaynaklanır. Keder veren, hoş hissettirmeyen, huzursuzluk yaratan duygula­nım durumudur. Bu durum insan tarafından algılanır, anlaşılır ve yorumlanır. Bu süreç içinde bilişsel işlevlerin tü­mü açıktır. Sürekli kaygıda ise insan sürekli bir kaygı ve kötü beklenti içindedir.

Sürekli kaygı bozukluğu yaşayan insanlarda ortaya çı­kan panik atağın karakteristik özellikleriyle ilgili neler söylenebilir?

Bu sorundaki temel özellik zaman zaman gelen ve ne yazık ki önceden pek kestirilemeyen nöbetlerdir. Bu bo­zukluk çoğunlukla ergenlik ya da ilk erişkinlikte birkaç kez yineleyebilir. Bazen de yıllarca sürebilir.

Bu arada sormadan edemeyeceğim. Tamamen kaygısız insan var mıdır?

Tamamen kaygısız insan yoktur. Olamaz. Hatta varsa bile onlar için aptaldır deniliyor, tabii eğer gerçekten kay­gısız durumdaysalar. Bir şeyden kaygı duymazsanız eğer, amacınız kalmaz, bir şey yapmaya motive olamazsınız. Hastalanınca ne doktora gidersiniz, ne eğitim için sınava girer veya çalışırsınız. Yani kesin olarak hiçbir şey yap­mazsınız. Türkiye'de son zamanlarda moda olan bir akım var. Herkes, stressiz bir yaşamdan söz ediyor ve bunu sağ­lamaya çabalıyor. Fakat aslında o tarif edilen stressiz ya­şam, ölümdür. Kaygısız yaşayan insanın hiçbir motivasyo­nu olmaz ki, dediğim gibi. Bir şeyi yapmak için yola çıkı-yorsanız, kaygı duyarsınız. Sürekli kaygı durumu duygusu hepimizde var. Ama bazı insanlarda bu düzey nedense da­ha yüksek.

Örneğin, gerek deprem, gerekse deprem sonrasında çı­kan post travmatik sorunları kalıcı olarak yaşayanların profiline bakılınca, aslında bu sorunları yaşayan insanla­rın eskiden de kaygı düzeylerinin yüksek olduğunu görü­yoruz. Sürekli kaygı düzeyi yüksek olmayan kişilerde kalıcı ciddi ruhsal sorunlar çıkmıyor. Kalıtımsal olarak, kaygı­ya yönelik gen yatkınlığı yoksa sorunlar kalıcı olmuyor. Yinelemek gerekirse, yapılan araştırmalar gösteriyor ki, deprem sonrasında da panik atak yaşayanlar, kaygı düzeyi yüksek insanlardı.

İlk insanda kaygı

Kaygıdan bahsetmişken ve bunun insanın genlerinde taşınan bir duygu durumu olduğunu belirtmişken, ilk in­sandaki kaygıdan bahsedebilir misiniz? İlkel insanın da duygulanım alanı, duygu dünyası, du­yusal yaşantısı olduğuna göre, o da endişe, kaygı, korku, öfke ya da neşe, sevinç, umut duyduğu anlar yaşamıştır. Başka bir deyişle ilkel insan da elem ile haz arasında yer alan duygulanım yelpazesinde bulunan bütün duygu du­rumlarını yaşamıştır. Bu duygu durumlarının coştuğunu, şiddet ve yoğunluk kazandığını gösteren davranışlar sergi­lemiş, eylemlerde bulunmuştur.

İlk insanlar, güneşin batması, yeniden doğması; ayın büyüyüp küçülmesi; aydınlığın karanlığa dönüşmesi; rüz­garın, fırtınanın, kasırganın sesi; gök gürültüsünün, şimşe­ğin, yıldırımın yarattığı bir anlık parlak ışık; karın yağma­sı, sıcağın kavurması gibi doğal olayların etkisi altında kalmıştır.
Sonlu bir varlık olan insan, sonsuz bir varlık olan do­ğaya ve evrene bağlanmış, sonlu varlığın sınırlarını aşarak sonsuz varlığa yönelme ve onunla bütünleşme çabası içine girmiştir. Bu çaba kimi kez din, mezhep, tarikat gibi mistik yaşantıyla, kimi kez bilim ve sanatla gerçekleşmiştir.
İlk insanlar doğayla, evreni dolduran gizemli güçlü varlıklarla büyü ayinleri, törenleri yaparak anlaşma, uzlaş­ma yoluna gitmeye çalışmışlardır.

Bu ayinler nasıl oluyordu?

Bu ayinler, törenler, dans, müzik ve şiirden oluşuyordu. Bedenlerini boyayan, tahtadan yapılmış maskeler takan, birtakım hareketler, jestler yapan ilk insanlar sesin, şiirin, müziğin eşliğinde birleşip bütünleşiyorlar, kendilerinden geçip duygu ve coşkuyla doluyorlar, esrime durumuna ge­çiyorlardı. Bu ayinler, törenler zamanla ilkel dinlerin kay­nağını oluşturmuştur.

İnsanlar kendileriyle gökyüzünde bulunan iyi ruhlar ve tanrılar ile yeraltında saklanan cinlerin, devlerin, kötü ruhların, şeytanların arasındaki çatışmayı, sürtüşmeyi azaltmak ve böylece yaşamına haz vermek için ayinler, tö­renler düzenlemeyi ve bunları da üstün nitelikli insanların yönetmesini düzenli biçimde sürdürmeye başlamışlardır.

Dinsel ayinleri, törenleri yöneten şamanlar gökyüzün­deki tanrı ile yeraltındaki cinlerin, devlerin, kötü ruhların, şeytanların anlaşmasını, uzlaşmasını sağlayarak yeryüzün­deki insanın kaygıdan kurtulmasını, mutlu yaşamasını sağlamaya çalışmışlardır. Kaygı, insanlık tarihi boyunca tüm insanlardaki ortak belirtidir.